Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İSLAMA MUHATAP Anlayış...KİTAP TANITIMI... (1 Kullanıcı)

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
HUKUK EDEBİYATI



“Nizam ve İdare Ruhu”



Salih Mirzabeyoğlu


TAKDİM

Din, edeb demektir... Edeb; hadlere riayet... Hadlere riayet; haya ve hicâb... Haya ve hicâb; örtü ve perde... Örtü ve perde; tecrit... Tecrit hakikatinde; nizâm... İslâm baştanbaşa nizâm demektir!..

·

Zamanüstü hakiakat buudunda yaşayandan, saf tefekkür ehline... Üniformalı ilim erbabından, sırmalı askere... Adalet kefesine bakandan, bakkal terazisinde para değeriyle malı denkleştirene kadar herkes... Evet herkes; en ulviden en alelâdeye kadar her işde ve her yerde, tâbi olurken, tefrik ve temyiz ederken, ölçüp biçerken, o işe mahsus nizâmın mihengi içindedir!..

·

“Hukuk nizamı” diye bir söz var ya, doğrudur; her iş ve her şey bir nizam vahdeti belirttiğine göre, kendini mevzu olarak diğer nizam mevzularından ayırıcı özellikleriyle, “hukuk nizamı”ndan bahsedilebilir... Bunun yanında, hukuk, nizâm demektir!..

·

Mücerret mânâsıyla “nizâm” mefhumu, hem “cem etme, toplama, birleştirme ve birleme”, hem de “tefrik etme, denkleştirme, ayırma ve ayırdetme” mânâlarını kapsar; birbirinin içinde görünen mânâlarıyla derinliğine ve genişliğine tecrit... Böylece, eserde konuşan “Hakîm” ile “Hâkim” isminin mânâlarını da fısıldamış oluyorum!..

·

Gelelim İbda fikriyatı içinde bu eserin yerine... Bir ayniyetin “muvazeneli-denk” iki kanadı hâlinde Büyük Doğu ve İbda: Fikrin “nasıl?” buudu üstüne düşen “niçin?” ışığı ile, seçmeci, değerlendirici, hüküm verici, denkleştirici ve nisbetlendirici “vicdan”ın ne demek olduğu misâllendirilmiş, tavır alıcı ve karar koyucu mevsime girişimizin önsözü tamamlanmış ve mühürlenmiştir... işte “Hukuk Edebiyatı”, bu umumî nizâm ve irfan dilinin, İbda diyalektiğini zenginleştirici yeni bir tezahürüdür!..

·

Eserin kendi iç nizamına gelince... Şu: “Saf fikrin hukuk mevzuuna yönelişi” ve “hukukun tefekkür buudu” arasında, fikir ve hukuk geleneğimizde mevcut olmayan bu iki kategorinin “orijinal sentez-büyük terkib” dinamiğinin gösterilişi, bunun tarz ve usulü, dünya görüşü ve mevzu dilinin misâllendirilişi... Bundan sonrası, her iki sahada boy göstereceklere kalmış bir iş!..

·

Büyük Doğu Mimarı’nın harikulâde misâliyle “irfan”ın tarifi: “İrfan, bilgi değil, “bilmeyi bilicilik” hassasıdır... Nasıl ki paraya malik olan, bir nevî satın almadığı şeylerin de sahibi sayılır!”... Ve İmam- Gazalî Hazretlerinin büyük ölçülendirmesi: “Fıkıh için ne kadar hadis bilmeli?”... “Bilmeyi bilecek kadar!”... Bunlar anlaşıldı ise, İslâm büyüklerinin işareti ışığında, şu muazzam hikmet de anlaşıldı ise, İslâm büyüklerinin işareti ışığında, şu muazzam hikmet de anlaşıldı demektir:

-“Bir hadisi bilmiş olan, bütün hadisleri bilmiş gibidir!”

Böylece, tecrit ve fikir buudunda ister “fıkıh” ve ister “hukuk” veya “fıkıh ile hukuk arasındaki ilgi” açısından olsun, bunlara yanaşırken herşeyden önce malik olunması gereken insan kumaşının ne olması gerektiğini de belirtmiş oluyorum!..
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
ŞİİR VE SANAT HİKEMİYATI



“Estetik ve Ahlâk”



Salih Mirzabeyoğlu




TAKDİMVEİTHAF

Cakası keyfiyetinden ziyade ve piyazdan ibaret kalan takdim yerine, esere ne türlü bakılması gerektiğini gösteren bir ölçülendirme üzerindeyim ki, bu çerçevede söyleyeceğim herşey, bu eserin, bellibaşlı bir şiir anlayışına nisbetle, muhitten merkeze doğru “estetik ve sanat” davasına dair meselelerin örgüleştirilmesi ürünü olduğudur.

·

Bir yanda, unsurları ve mevzu olarak hikmiyyat ve felsefenin tabiî ilgi alanında bulunan estetik ve sanat üzerine düşünce meselesi; öbür yanda, kendi sanatı üzerine düşünme ve bunun tabiî uzantısı olarak sanat üzerine düşünce davası... Biri diğerine bakıcı ve öbürü diğerine akıcı bir çizgide, biri mütefekkire ve öbürü ise sanatkâra ait olan bu iki işi bir arada gerçekleştirmeye çalıştım.

·

Estetik ve sanat, bedahet çizgisi üzerindeki bellibaşlı hakikatlerden hareketle, hikemiyyat ve felsefenin kolu veya dünyayı kavrayış sistem ve metodu olarak sayısız nitelenişlere mevzu olurken, “sanat” ve “sanatı üzerine” düşünme davası da, ayrı ayrı sanat kollarından, tarihten, sanat tarihi ve münekkitlik alanına kadar gayet geniş bir yelpazede görünmekte, netice olarak irili ufaklı birbirinden kopuk ada kümeleri hâlinde, yer yer tanışık, kısım kısım barışık, çoğu zaman içiçe ve karışık bir mahiyet arzetmektedir.

·

Yukarıdaki herhangi bir sistem ve anlayış sistemi belirtmeyen çerçeveleyiş bir yana, bir manzaranın umumî tasviriyle, unsurları tek tek ele alış arasında bir fark vardır; ve çoğu zaman, evdeki hesabın çarşıya uymaması gibi, unsurları tek tek ele alış, umumî görüşün aleyhine olarak gelişir... Nitekim, insan ve kâinatın izahına dair sözde ilmî ve fikrî nazariyelerin çöküş sebebi, unsurların tümevarım yolunda ilerlerken bu bütünlüğü ortadan kaldırmasıdır... Mihraksız tümevarımın zafiyetiyle malûl unsurların hâli de, her biri kendi kümesinde mahpus ve birbirini tanımaz kuşların durumundan farksız... Bu misâli “estetik ve sanat” davası etrafındaki meselelere ve mevzulara tatbik edersek, fikir ve sanat dalları arasında bugünkü yabancılık ve küskünlükle, okuyucu, seyirci ve dinleyici arasındaki münasebet verimsizliğinin sebebini anlarız... İşte ben, unsurları bellibaşlı bir şiir anlayışı etrafında tanıştırır; barıştırır ve kaynaştırırken, hem fikir ve sanat adamı niyetlilerini, hem de okuyucu, dinleyici ve seyirci mevkiindekileri, gerçek bir fikir ve sanat alâkası etrafında irtibatlandırmayı gaye edindim... Böyle bir deneme!..

·

Bu eser, anlaşılacağı üzere, bir fikir ve sanat sistemi vazetmek yerine, bir ruh ve anlayış sisteminin ürünüdür... Birincisi, bütün tarihte görüldüğü gibi, tökezlemeye mahkum; ikincisi ise, “Mutlak Fikrin Gerekliliği” davasına bağlı olarak, gelişmeye ve zenginleşmeye sonsuz açık bir yol... Yeter ki, yolcuları ehil olsun!..

·

Arapça konuşma dili, İngilizce iktisat, Çince hukuk, Japonca tıp okunan bir memleket düşünün... Böyle bir vasat bile, içinde bulunduğumuz sağırlar diyaloğu şartlarında diğerine sesini duyurabilme ve anlaşabilme etinliğinden daha hafif kalır... İşte buşartları aşmak üzere biz, ancak İslâmî bir dünya görüşüne nisbetle gerekleşebilir işi yaptık ve mevzuları Büyük Doğu-İbda mânâ diline döktük... Böyle bir abayı takdir, her türlü pürüzü silip süpürür olmalı!..

·

Hüküm yürütme ve geçer hüküm koyma mânâsına “her yerde” demek olan “Nesli Han-Han Nesli” keyfiyetine aidiyetim, bu eserde bir başka yönüyle tecelli ediyor... Varlığın hakikatine vakıf olmuş ve hikmetle vasıflanmış mânâsına gelen “hakîm”den irtibatla şu: “Tecrit” kavramının örtü, perde, şekil, biçim, form, norm, usul, diyalektik ve nizam, bütün bunların ise ruh, keyfiyet, muhteva, öz, nitelik ve fikir ile aynı hizaya geldiğini bilenler, “nizam”ın “güzel” demek oluşundan hareketle, “tecrit sırrı”nın güzel ve güzellik idrakı davasını da kapsadığını anlarlar... İşte bu ölçüp biçmeler çerçevesinde eserimi, ruh ve fikir kumaşımı “ifrat hâlde tecrit!” diye vasıflandıran Üstadım Necip Fazıl’ın aziz hatorasına ithaf ediyorum!..

·

Büyük Doğu Mimarı’nın ifadesiyle, “ilimde tecrit, teşhis içindir; şiirde teşhis, tecrit için”... Şayet mücerret mânâsıyla örtü ve perdenin, vardıkça varılacak olan ruh ve hakikat muammasının tecellisi olduğunu gözönünde tutarsak, şiirde olduğu gibi, tecritte kalan ilimlere de “hikemiyat ve felsefe” vasıflanması içinde “sanat” izâfe edilişinin sebebi ortaya çıkar... Şiirin “seçme ve gizleme sanatı” oluşundan, umumî olarak sanatların rolüne; mânâları ve hakikatleri sürekli olarak “üst dil-üst diyalektik”e taşımadan tutun da, doğrudan doğruya imânın bu demek oluşuna; bir cemiyetteki “ruhî nizam” şartından, “ruhî muvazene” zarureti ve teminine kadar bütün meselelerin ipuçları burada... Niçin bütün “estetik ve sanat” şubelerinin ocaklaştırılması gerektiği de!.. Ve tabiî ki, eserimizin yazılış niyeti de!..

·

Son olarak söylemek istediğim mesele, sadece bu esere değil, umumî olarak İBDA külliyatına bakışı da kapsamaktadır ki, şu husus:

-“Bir tabloyu seyrederken, onun kaç kilo boyadan yapıldığı düşüncesinden değil, üzerimizde bıraktığı intibadan zevk duyarız... Bunun gibi, bu eser, kuru mantık ve kısır aklın yavan tahlil ve kadavralaşmasına değil, doğrudan doğruya muhatabının estetik idrakına hitabetmekte, yani mevzuunu benimsetme ve bunun intibâını uyandırmayı amaçlamaktadır!”

Zaten, belirli bir işaret sistemi kurmam, dil ve mânâ alanı oluşturmam, bunların keyfiyet ve kemmiyet plânının aksetmesi halindeki birikimin billurlaşması demek oluşuna ve zaruretine nazaran misâl perdesi rolüm ve tecrit misyonum, yaptığımın, yapılması gereken olduğunu açıklar
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
HİKEMİYAT



“Tefekkür ve Hikmet”



Salih Mirzabeyoğlu


TAKDİM




-I-







Beni “pîr” olarak, yani “öncü, kurucu ve baş” olarak karşılayan Üstadımın, “Kaptan Mirzabeyoğlu” ve “Hakîm S. Mirzabeyoğlu” takdimine muvafık bir başlık ve “Dünya çapında bir hadise” kaydıyla hüviyetimi çerçeveleyen yazısı, asıl yeri “İstikbâl İslâmındır” isimli eser olsa da, ilgisi dolayısıyla bu eserin girişinde zikredilmeliydi... Öyle de yaptık!




-II-







Hikem; hikmetler... Hikemîyat; hikmetler ve düşüncelerle ilgili... Bu lügat mânâlarından sonra bildirelim ki, doğan ve gelişip serpilen çocuğun ruhî hüviyetine münasip bir isim halinde “Hikemîyat”, İBDA diyalektiğinin devşirdiği hikmetler örgüsüdür... En geniş mânâsıyla Hikemîyat bu.




-III-







Yumurtadan çıkan ördek yavrusunun suya doğru tâbiî bir akışı var ya... Fikrin böyle bir akış tâbiîliği ve veriminin isimlendirilmesi hâlinde Hikemîyat, bütün fikrî eserlerimize şemsiye olucu bir genişlik arzederken, hususi ismini ve mânâsını bu eserde buldu.




-IV-







“Ölmeden önce nefsinizi hesaba çekiniz!” ölçüsü ve onda “mündemiç-mevcut” kıyamet ihtarı, hem hak terazisinde insan ve toplum meselelerini tartış sebebimizi, hem de nefsimize, başkasına, milletimize, milletlere veya eşyaya ait amel ve hakikatleri ispat ve izhâr gayemizi kendinde toplar... Bu izâhla Hakîm’den bahis vesilesine de erdik!




-V-







Hakîm; varlığın hakikatine vakıf olan, hikmetle vasıflanmış bulunan, hikmet mütehassısı... Bu mânâdan sonra bilinmesi gerekir ki, mutlak hakîm, Allah; Hakîm-i Mutlak...




-VI-







Toprağa da bakıcı fikir yüzüyle görünen bazı İslâm büyüklerine haklı olarak “filozof” demiyen, “mütefekkir” ifadesinden de bazı haklı noktalar bakımından kaçınan, buna mukabil “Teozof” gibi bir isimlendirme yanlışına düşenlere karşılık, yakışanı da göstermiş oluyoruz; “Hakîm”... Ancak, “Hakîm”in mütefekkir ve “Mütefekkir”in hakîmi ihâta eden mânâlarına nisbetle, klişeler üzerinde fazla işgüzarlığa girmeden yerinde yakışanı zevken tayin başlıca usul... Ve İslâm büyüklerine ait “Hakîm” veya “Mütefekkir” vasıflandırmasının, onları kıymet bakımından bir derecelendirme olmadığını bilmek... En son hüküm şu ki, bütün dava kasd ve muratta, bunu tayin ölçülendirmesinde.




-VII-







Bu eserin, isimlendirme bakımından diğer eserlerime nisbetle şemsiye rolünü belirttim; bir alem, bir remz... O halde, “muhasebe”, “murakabe”, “muhakeme” ve asıl aldığımız esası “mihrak” diye işaretleyerek fasıllaştırmak, bu mânâya uygundur; öyle de yaptık!






-VIII-







Bu eser, bilinen ve tanınan malzemenin, bilinmeyen ve tanınmayan çehresini göstermeye de misâl... Ve mânânın aynı olan şekil davasının, yeni şekilde gösterilmesine!
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
KAVGAM



“Necip Fazıl”



Salih Mirzabeyoğlu





2. LEVHA

İBDA KADROSU

MÜJDELERİN MÜJDESİ (*)

Birkaç gün önce... Büyük Doğu Yayınlarının idare yerine birer meşale kıvraklığında üç genç geldi. Oturdular ve tek kelime söylemeden bana bir dergi uzattılar: AKINCI GÜÇ... Bunlar bu dergiyi çıkaran ve güden gençler...

En telâşlı ânımda, dergilerine bir göz atmak imkânından mahrum bulunduğum şartlar altında, ancak bir çay içebilecek kadar kısa bir zaman içinde temas edebildiğim ve büyük teması Ankara’dan dönüşüme ertelediğim bu gençler, benim, bugünkü İslâm gençliğine musallat ayrılık ve aykırılık mikropları üzerindeki görüşlerimi dinlerken öylesine müteessir oldular ki, içlerinden biri hıçkırıklarını tutamadı ve başını ellerine gömerek ağlamaya başladı...

Dondum ve acıyla doldum...
Gece yatağıma uzanıp dergilerini açtığım zaman ne görsem iyi?.. Bir baştan öbür başa Büyük Doğu idealinin destanı... Hem de en derin fikir tabakalarına kadar nüfuz edici ve bugünkü aydın İslâm gençliğini Büyük Doğu mihrak ve istikametinde gösterici bir tahlil, terkip, tefekkür ve tahassüs ifadesiyle: ... Alkol kokulu cenaze çelenklerinden daha âdi pohpohlamalarla değil... Duyarak, düşünerek ve yaşayarak...

Hayatım ve dâvamın en acıklı inkisar ve ıstırabını heykelleştiren MSP devşirmesi bu gençler, şimdi demetlerinin bağını çatlatıyor, yepyeni bir demetlenme hasretiyle öz kaynaklarının adını veriyor; ve bu, kendi kendisini tayin ve tespit işinde en soylu ve şahsiyetli çile hakkını tüttürüyordu.

Karanlık bir zindan odasında nabzını sayan bir adama «kalk ve toplan! Yanlışlıklar İlâhî adaletle kendi kendisine patlak verdi!.. Artık açık hava ve güneş senin!» hitabına ermiş gibi oldum ve ben de o genç gibi ağladım.

15 yıllık oluşunun harcı içinde alın terim, hummalı nefesim ve olanca kımıldama gücüm yatan «Millî Türk Talebe Birliği»nin nihayet ölü kalıplar içinde donduruluşu, tek ümit halinde yöneldiğim Ülkücü gençliğin de henüz ruh adelelerine büyük vecd ve tefekkür cereyanını vermeye henüz fırsat bulunmayışı önünde, bu, en beklenmedik yerden kendi kendisine yükselen ses, bana müjdelerin müjdesini getirdi:

Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!

(*) 10 Haziran 1979. Ortadoğu Gazetesi. (Bir hafta sonra Akıncı Güç Çevresinde başlıklı yazım, Üstad tarafından aynı gazetede birbuçuk sayfalık bir tertible yayınlatıldı.)
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
İKTİSAT VE AHLÂK



“İktisada Giriş”



Salih Mirzabeyoğlu


Takdim


-I-


Taklidî imân ve tahkikî imân... Biri telkinle alınır, öbürü tahkikle bulur... Bunun dışında, bir de tahkik taklidi.

İmân vesilesi etrafında yaptığımız bu sınıflamayı fikir ve fikre muhatab olma bahsine tatbik edersek, birinde dışyüzden taklit diğerinde içyüze nüfuz, öbüründe de birincinin aynı iken ayrı imiş zanneden veya zannettirmeye çalışan açık göz bulunur.

Kim nerede ne yapar, o ayrı mesele;biz, havada mihraksız tecrit parandeleri atan palavracı soydan ayrı bir yerde, Büyük Doğu-İbda anlayışıyla, fareden koparılan bir kılla filden koparılan bir kıl arasındaki farkı göstermeye, hava tabakasının yeryüzüne bağlı olması gibi RUHÇULUĞUMUZUN tahayyüz sahasına perçinli karakterini işaretlemeye memuruz.

Demek ortaya koyduğım bu eser, hem İbda’nın bütün eserlerindeki tecrit haysiyetini, nisbet ve ölçülendirmelerini, hem de onun ilim sahalarına tatbik edilebilme kabiliyetinin hakikat oluşunu, böylece Büyük Doğu’yu meseleler içinde tahkikle tahkimin usulünü göstermektedir.


-II-


Bir dünya görüşü, dili belirler ve geliştirir; bu dünya görüşü ile yoğrula dilin kendini öyle şekillendirmesi gerekir ki, düşüncenin her şekline kolayca girebilsin ve milletin dünya görüşünü temsil eden her düşünceyi dile getirebilsin... “Teorik dil alanı” tekniği içinde de bu gayenin gerçekleşme sahalarından biri olarak, İKTİSAT VE AHLÂK.


-III-


Ancak yüksek bir olgunluğa erişen dillerde gerçek bir düşünce etkinliği meydana gelir... Bunun ispat unsurlarından biri halinde, İKTİSAT ve AHLÂK.


-IV-


İslâmî açıdan iktisat mevzuuna bakış, ya mevzuun muazzam kapsamlı ve ihtisas sahalarına bölümlü olmasından dolayı çekingen veya umursamaz bir tavır, yahut da çoluk çocuklarla – çoluk çocuk kafalı adamların cehli nisbetinde cesur çıkışlarına bahis olarak görülmüştür... Biz, bu eserde, hem iktisat mevzuuna hiç alâkası olmayanların bile eserin sonunda kendilerini işin rüzgârını almış bulmaları, hem de teknik iktisadî bilgilerini harekete geçirmeleri gerekenlere işin ipuçlarını verme usulüyle hareket ettik; birinciler pay almalı, ikinciler İslâmî bir düzende geçerli olacak iktisadî mekanizmanın unsurları üzerinde gerçekten fikir üretmenin yolunu bulmalı.
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
MARİFETNÂME



“Süzgeç ve Şekil”



Salih Mirzabeyoğlu


TAKDİM VE İTHAF

-I-

İslâm, teslimdir; Allah Sevgilisi’nin, Allah’tan getirdiğine, O’nun gösterdiği yoldan teslimiyet... Teslim ise, yakîndir; demek ki teslimiyetin hakikati, şüphesiz ve kat’i olarak bilmek... “Yakîn” üzerinde duralım: Marifet ve dirayetin ve emsâlinin üstünde olan ilmin sıfatıdır... Üçe ayrılır: Ayn-el yakîn, İlm-el yakîn, Hakk-al yakîn... Ayn-el yakîn: Göz ile görür derecede veya görerek, müşahade ile bilmek. Meselâ, uzakta bir duman görüyoruz ve orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz... İlm-el yakîn: Aynı ateşe yaklaşıp, gözümüzle görüp bilmek... Hakk-al yakîn: Bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ve ateşin yakması ve sair sıfatlarını da bildik ise, bu nevi’den olan ilmimizin derecesi.... Demek ki, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma” ölüsüne uygunlukça, zamanı aşan bâtın yolu kahramanları, Allah’ın sıfatlarında fâni olup, kendisi O’nunla ilmen ve şuhûden ve hâlen beka bulmaktadır; teslimiyetin hakikati olan Hakk-al yakîn ile... Yakîn, tasdiktir; tasdikin “nasıl”ını belirttik... Tasdik, ikrârdır; yani, imanın aynını gösteren tecelli ve “ifade”de görülen umumi aksiyon hükmü... Edâ da amel’dir; amelde görünen... Netice olarak, İslâm, teslimdir; teslim ise yakîndir; yakîn, tasdiktir; tasdik, ikrârdır; ikrâr, edâdır; edâ da amel.
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
DİL VE ANLAYIŞ



“Dil ve Diyalektik”



Salih Mirzabeyoğlu


TAKDİM


-I-


Varlık ve oluş, hayat ve ölüm, zaman ve hürriyet, fert ve toplum, estetik ve ahlâk, dil ve diyalektik... İnsan “ben”inin temel meselelerinde tecrit terleri dökmemiş ve bu mevzuda has ve hsususi bir eda belirtmeyen hiçbir gerçek fikir ve sanat adamı gösterilemez.




-II-


Türkiye’de, ne bir dünya görüşüne nisbetle fikir, ne de “sanatı üzerine düşünme” bahsi şeklinde dil mevzuuna soylu bir yaklaşma olmamıştır... Büyük Doğu’nun, bütün ipuçlarını kuşatan “çekirdek” hikmetleri; ve eserlerimizde açtığımız fasıllar haiç!




-III-


Bağlı olduğumuz dünya görüşüne nisbetle diğer eserlerimizde hassasiyetini gösterdiğimiz, kendi diyalektik ve tarzımızın tahakkümü altında “mânâ dilimizle” ve bunu temin eden mevzularla ilgisini işaretlediğimiz “dil” bahsi... Bunu mustakil bir eserle ve öz meseleleriyle ele alarak uyarmak, bahsi İBDA’nın hasrından ayrı düşünülemez bir biçimde göstermektir ki, bu eser de odur!
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
KÜLTÜR DAVAMIZ



“Temel Meseleler”



Salih Mirzabeyoğlu





Azat kabul etmez bir zaptolunmuşluk hissiyle ve bunu hayatının mânâsı bilen gençlik adına Üstadım’a...

Salih Mirzabeyoğlu

Ocak 1982

(Birinci Baskı)



NECİP FAZIL’DAN

Dünya bir inkılâp bekliyor... Dünyanın beklediği bu inkılâp, üç daire hâlinde... Dış daire dünya, içindeki daire İslâm âlemi, onun da içinde Türkiye... Asıl Türkiye... Merkez Türkiye.

·

Işıklar içinde, bir taraftan düdükler çalınırken, ancak kapatanların anladığı mânâda gemi yavaş yavaş batıyor ve salondakiler çığlığı basıyor:

-“Batıyoruz kurtarıcımız nerede!”

İşte bunu gören cins kafa (Toynbi) diyor ki:

-“İstikbâl İslâm’ındır!”

Ama şu sefil temsil kadrosundaki İslâmın değil!..

·

4 asırdır Doğu ve İslâm âlemindeki fikirle aksiyonu meczedici bir mütefekkir çıkamamış ve o gün bugün, maddemiz ve ruhumuz lif lif yoluna yoluna 21. asır eşiğindeki acıklı manzara doğmuştur.

·

Büyük mütefekkirden kasdım, kitap ve mücerret fikirler denizinde boğulmuş bir allâme veya nazariyeci değil, en haysiyetli tecrit ile en katı teşhisi evlendirebilmiş bir ameliyecidir... Böyleleri, bazen sâf, fakat sirayet gücündeki fikirde, bazen de belli başlı hareketlerin başında zuhur eder; yahut en değerli örnek olarak ikisini de biraraya getirmiş olabilir; fakat mutlaka kitaplık çapta zuhur etmek gibi bir mükellefiyet altındadır.

·

“Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir.”

·

“Fikir çilesi haysiyetinin müstesna genci Salih Mirzabeyoğluna...”

·

Bize ağuşunu açmış. Takdirkârıyım!”
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
TARİHTEN BİR YAPRAK



S. MİRZABEYOĞLU


BİRİNCİ BÖLÜM: ZAMAN ŞUURU

ZAMAN ŞUURU

Kulakların fikir adına karga seslerinden başka bir şey duymaması ve maymunlaşması bir yana, kendisini yok edecek fikirsizliği insiyakla olsun sezme iktidarından mahrum uyuşukluğunu, en azından müspete ihtiyacı gösterecek olan bir cinnet patlamasından başka ne sarsabilir? Hani, “Mütefekkir”in ‘his iptali’ olarak vasıflandırdığı, ıstırap çekme hassasının bile kaybolduğu hal. Tarih, Hicri 1401. Kime mi söylüyoruz? Ne hazindir ki, şöyle veya böyle üzerine alınacaklar da, fikirsizliğini olsun görme nasibinde olanlar; bunun marifet olduğu bir zamandayız.

Ne fikir ne hareket plânında, öncüsü, yol göstericisi ve rehberi olmayan, ani bir patlak halindeki “zuhur”umuzun manasını, her şart altında ve şartların gerektirdiği vasıtalar çerçevesinde yürüteceğiz.

Bize sorsalar: Geçmişinizin mesuliyeti size ait olarak girdiğiniz “Büyük Fikir Kapısından”, yine fikir ve ruh çerçevesinde cereyan eden temastan sonra, bugün tekrar serbest olarak, o kapıya ruhi ve fikri bağlılığınızı ne zamana kadar devam ettirebileceksiniz?

Biz de cevap versek: O kapı önünde sadece kendimizi anlatsak ne çapta bir aşk destanı doğardı biliyor musunuz? Bilseydiniz, bunun tersini hiçbir zaman göremeyeceğinizi de bilirdiniz. Biz o nefesi genişletmeyi, yaymayı, hayatımızın sebebi, manası, tek kelimeyle hayattaki görevimiz bilmişiz; anlamayı ve anlatmayı. İşte anlama ve anlatılması gereken en mühim mesele: “Nihayet zamanın kokutulduğu ve taaffün mevceleri halinde göklere yükseldiği bir vatana çatmış bulunuyoruz. Her millet, iyi kötü, kendisine göre zaman ölçüsü içinde giderken, bizim bu halimiz en kaba manasıyla bile artık zamanımızın tükenmek üzere olduğuna işâret... Hiç olmazsa bu dehşet hissini kavrasak daha bir çok şeyi kavramak istidadına kavuşmuş oluruz” (1)


***


İçinde bulunduğumuz zaman ve mekân etofu (yapısı, dokusu), neticeler dünyası olarak halimizi gösterir; hal ifadesi... Bu hale vücut verici sebeplerin araştırılması, tarihi çözümlemenin mevzuu olarak geçmişimizi gösterir; sebepler dünyası... Neticeler dünyasından (olandan) hareketle, ihtimaller aleminde olması gerekeni bulma; ihtimaller aleminin mihrak noktasını yakalama davası...

Halin, geçmiş, hal ve geleceği ifade ettiğini söylemek oldukça sıradan. Ancak, gerek bunun nitelenmesi ve gerekse çetin fikir çileleri ile kutuplaşıp, sıradan hale gelince mahrum nasipler üzerinde tesir meydana getirmez nice kavramlar gibi, yeniden anlaşılması gereken bir mesele. Bu bakımdan, eşya ve hadiselerin sürekli yapısı içinde zamanın zahiren geriye dönüp geçmişin haldeki duruma bağlanması, adeta geçmişin bilgisini ruha yansımış halihazırda “oluş” içindeki şuurla yeniden kurma ve halde “zaman ölçüsü” yakalama işinin, vesikalara dayalı malum tarih anlayışından ve hale muhatap olana nispetle hükmünü ona hakim kılan tarih görüşünden farkını işâretleyebilmek için, “tarih şuuru” yerine “zaman şuuru” dedik.

Kısaca ve topluca: “Topyekün hadiselerin, üstünde tohumlaştığı, açıldığı, geliştiği, sonra solduğu, pörsüdüğü,erdiği silindiği, onsuz OLUŞ’un yok”(2) olduğu zamanın mekânda tecelli eden objektif temposu yanında, “varlık”ın geleceğe doğru gerçekleşmelerle ortaya çıkacak yönünün de onun muhtevası içinde olması ve buna göre; kemmiyetlerin (şeyler ve nesneler) zaman-mekân birliğinde “olan”ı, keyfiyetlerin ise (ki, eşya ve hadiselerin özü, aslı, mayasıdır). “olan”dan hareketle “olması gereken”e doğru var “oluş”u göstermesi bakımından, zamanla keyfiyet arasındaki alakayı ve tıpkı müessesenin”yapı”nın çitini ifade etmesindeki manayla, “insan”daki geçmişle dolu geleceğe açık sübjektif zaman”yapı”sını gösterici tarih anlayışı.

"Vakıa sebep olmadan netice doğmaz; fakat neticeyi teşhis ettirici yolların da sebep kutbuna bağlı düğümleri vardır. Öyle ki, sebep, bütün kendi eseri olan netice yollarından da aranabilir.”(3) İşte bu usulün, “hal”de bize zaman ölçüsünü kazandıracak ve geçmişi haldeki aksiyonu feyzlendirme malzemesi yaparak geleceğe sarkıtarak, “belli bir şekilde düşünme ve hareket etme kabiliyetini” teşekkül ettiren “tarih şuuru”.

Bu anlayış aynı zamanda, güya İslâmi niyetli, ancak haldeki “insan”a hükmünü hakim kılan tarihi görüş kokululardan uzak. Bu yüzdendir ki, geçmişten geleceğe uzanan çizgide,insanı kendi aksiyonuyla değerlendirme yerine onu mesuliyetten kurtarıcı “kaderin elinde oyuncak” anlayışına yaklaştıran, “davanın gerçekleşmesini İlahi İrade’den çok, sanki kendi gerçekleştirecekmiş gibi benlik havasında” vs. gibi doğrularla yanlışları birlikte ifade eden görüşlere de uzak. Çünkü bizim bahsettiğimiz tarih şuuru içinde, diğer iki tarih anlayışı da gerçek değerini ve yerini bulduğu için, insan kaderin elinde oyuncak değil; kader insana yüklenmiş olarak, insanın yaptığı kaderdir. Buna göre, benim insani memuriyetim gereği “davayı BEN gerçekleştireceğim” çünkü, “kimse kaderin sırlarını ve tecellilerini olduğu yerde beklemek selahiyetinde ve kudretinde değildir. Kader, bir amel meselesi değildir; bir itikad meselesidir.”(4)

Yakından bakarsak; bu anlayışla, neticeler dünyasından (olandan) hareketle ihtimal (olması gereken) hesabı, eşya ve hadiseler arasındaki ilişki ve sürecin, zaman-mekân birliği içinde ve “belli bir şekilde düşünme ve hareket etme kabiliyetinin” teşekkülü şeklinde, “oluşan” bir fikir olarak ele alınmasıdır; oluşan geleceğin fikri... (Böylece “tarih şuuru” derken, bunun bizzat dünya görüşümüzü işâretlediği anlaşılır. Malum Tarih ve şuuru da buna nisbetle ele alınır.) Bu fikir, haldeki aksiyonu beslemek için geçmişin halihazırdaki yansımasıyla kurulan ve “oluş”un özelliğine nüfuz etme gayesi bakımından keyfiyetçilik usulünü gösteren bir tecriddir. Keyfiyetçilik “her iş vahidini, onu saran mücerred (soyut) oluş cevherine (özelliğine-yaradılışına) göre değerlendirme davası...”(5)

Burada, geçmişten geleceğe uzanan ilişki ve süreç, haldeki “irade”nin aksiyonuna mevzu teşkil ettiği için, “kendi kendine gerçekleşme” mevzu dışıdır; söz konusu olan davranış (aksiyon) imkânıdır. İhtimal (gelecek) hesabında, gerçekler haline getirilecek davranış imkânları, davranış olması gerekenler ve gerçekleştirilmesi gereken değerler sözkonusu... Ve, insanı toplumun bir fonksiyonu gibi ele alarak, hareket ve düşünceyi kişilerin toplumdaki (kurum-çevre-yapı vs.) durumlarıyla kayıtlayan düşüncelere (ve tarih görüşüne) uzak.


***


Sosyal olay, cisim ve şeyleriyle zaman-mekân birliğinde görülen objektif (müşahhas) bir gerçek olmanın yanında, bunların yok olmasıyla kaybolmayan, sübjektif manasıyla bunların ilişki ve tesirleri, arkadan gelenlere devredilen dinamik yapı, şekil, örnek ve süreçtir. Ki, insan bu yüzden sosyal mekânda toplumsal “zamani yapı”ya da dahil olarak “zamani insan” oluşunun şuuruna erer. “İnsan”daki zaman karakteri, sosyal olayın “şey” ve “cisim”den çok, fert ve toplum ikili münasebeti halinde tezahür eden “süreç” ve “dinamik yapı” olmasından dolayı teşekkül eder.

Sosyoloji tarihle farkını, hadiseleri zaman ve mekândan müstakil olarak ve genel gerçekler çerçevesinde ele almak şeklinde belirtirken, besbelli ki, sosyal ve tarihi bünyede fonksiyonunu ifa eden ilişkilerin muhtevasına hakim gayelerin gerçek değerini, nihai gaye ve hedefini anlamak işi, bahsettiğimiz dünya görüşünü işâretleyici “tarih şuuru” ve usulü içinde.

Mazi, hal ve istikbali gözönünde tutucu, zamanı aşma gayesini nihai hedef ve kıymet ölçüsü olarak kabul eden bir dünya görüşünün ışığında durumumuzu değerlendirmek; bunu anlamak ve becerebilmek. İşte meselelerin meselesi...


***


Nasıl ki, lügattan kelimelerin ölü klişeler halinde ezberlenmesiyle lisan öğrenilemezse ve her ilim öğrenilmesi gereken ayrı bir dilse, bir dünya görüşü çatısı altında her mevzuun kuruluşu da ona bağlı bir dilin kuruluşudur. Bu bakımdan “hareket sistemi”ni oluşturma yolunda her adım, daha önceki meselelere aydınlık getiren bir kutuplaşmadır; değişik meseleler ve açılardan birbirini aydınlatarak berraklaşma... “Tarih şuuru” da, bütünlemeye gittiğimiz yolda, özellikle durum çözümlemesiyle birlikte gözönünde tutulması gereken, “temsil ettiğimiz mana” üzerine çekilmiş bir kat.

(Aynı zamanda da, zorun en kolaycı ağızdan ifadesi halinde, “İslam’da devlet” şeklindeki çıkışların, devletin ne muhtevası ne doğuşu ne fonksiyonu üzerinde düşünme usulüne malik olmaksızın saçmalamalarını tasfiye etmek üzere bir işâret).

Sözü Macar ihtilâline bağlamak istiyoruz. Hemen ve tek cümleyle belirtelim ki, Macar İhtilali, insanımızın “kendi şuuru”na ermesini istemeyen ve onu anti-komünist çizginin malzemesi olarak tutmak isteyen zihniyetçe şöyle veya böyle işlendi. Biz burada onu, kendi dilimizle ve onun etrafında işlediğimiz meselelerle gündeme getiriyor ve anti-komünist olmaktan başka bir mana ifade etmez adamlardan ayrı, kendi şuurumuzun nefret kutbunu şuurlarda kutuplaştırma verisi olarak ele alıyoruz. Anti-komünizm propagandası yaparken, onun yerine bir şey getiremeyerek komünist propagandası yapmış olan kafadan ayrı...
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
YAŞAMAYI DENEME



-Roman-



SALİH MİRZABEYOĞLU


TAKDİM

“Bu kitap, gaye’ye giden yolda her vasıtayı kullanma gayesine bağlı olarak, muvaffak bir oluşum çizgisinin en başındaki ürünleri gösterir ve şimdi bulunulan noktanın ilerisine doğru sanat açısından da pencere açma niyetiyle yayına girerken, içinde işaretlenen zaman diliminde ve oluşum çizgisinin hikâyesi olarak da eserin mevzuu içinde.

Anlaşılması gereken gençlik ruhundan kesitlerle, kurak bir iklime doğmuş nesillerin “yeni bir dünya görüşü” ihtiyacını, şu veya bu vesilelerle ortaya çıkan “kim”lik bunalımını ve toplumsal değerler kaosu içindeki yaşama savaşını, yazı türleri çeşitleriyle ortaya koyan mektuplar; KİM’in romanı...

Bir dönemin, toplayıcı anten, fakat “sentez”e uzak bir ruhta düğümlenmiş aksi...

İşte YAŞAMAYI DENEME!..”
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
BÜTÜN FİKRİN GEREKLİLİĞİ



“İktidar-Siyaset-Hareket”



Salih Mirzabeyoğlu


BİRKAÇ SÖZ

“Her ilim bir marifettir, her marifet de bir ilim!”... Büyük İslâm velisi böyle buyuruyor!..


·


Mücerret mânâda “ilim”, “bilme” demektir... “Bilme”nin hakikati de, feraset ve anlayış, basiret ve kavrayışta... Bunun uç noktasında da, şiir idrakı var... Ve insanın bilgilenme süreciyle eşdeğer olan hürriyetin sonsuzluğunca sonsuz hayret!..


·


İnsan idrakının hedeflediği veya idraka kendini empoze eden her meselenin malzemesi, neticede idrak keyfiyetinin topladığıdır; ve maruf mânâsıyla ilim de, bu malzemenin sistematize edilmiş şeklidir... Umumiyetle bilinmeyen husus ise, ilmin gayesinin o mevzuda idrakı geliştirmek için olduğu!..


·


Bir ilimde sadece malûmattar olmakla kalınan nokta, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin “ilim insanın cehlini alır, ahmaklığını almaz!” buyurduğu hikmetin içine girer; ve faydasız ilimden Allah’a sığınmak şuuru, imân ölçüsüdür!..


·


“Kuyruğu etrafında dönen kedi hayrette; Âlim ki, hayreti yok, ne boş gayrette!”... Üstadım’ın, ilmi nisbetinde ahmak yaradılışlara her dem hatırlatılması gereken “Hayret” isimli “Noktalama”sı!..


·


Gerçek oluş ve sahici buluş ifade etmek gereken her mevzuda ilk önce idrak ettirilmesi şart ölçülendirmelerden biri de, İmam-ı Gazalî Hazretlerinin: “Fıkıh için ne kdar hadis bilmeli?” sualine, “bilmeyi bilecek kadar!” cevabını veriyor... Bu ölçülendirmeyi, bütün mevzulara tatbik ediniz!..


·


En nihayet, kitaplık çapta ele alınabilecek olan bu hususu, Hazret-i Ebubekir’in sonsuz oluşu remzedercesine belirttiği bir hikmetle noktalayalım:

-“İdrakı idrak etmek, bir ilimdir!”


·


Belli başlı ipuçlarını verdiğimize göre, “idraki idrak”ın hakikati ile mücerret mânâda “İslâma muhatab anlayış” davasının birbirinin aynı olduğunu bildirelim... Daha “ilim nedir?” suâlinin bile cevabını düşünmemişken; kabuk ve ezbere bilgiyle “ilim” kavramının itibar kalkanı arkasından bu meseleye yan bakanlar, meselenin hasrına aldığı mevzularla billûrlaşmasına nazaran bunun da bir ilim olduğunu anlasınlar... Ve bizim, zamanın ihtiyaçlarına nisbetle bu davanın kurucusu olduğumuzu!..


·


“İslâma muhatap anlayış” davasının saf fikir ve tecrit buudunu, derinliğine ve genişliğine doğru meseleler içinde ilk defa misâllendiren ben, yetişmelerinde büyük pay sahibi olduğum ham yobaz ve kaba softa tipinden ayrı ve “ilk” mânâsının verimi hâlinde benzersiz yeni idrak nesline, bu eserin mânâsını hikâye etmek borcundayım!..


·


İster mümin olsun, ister kâfir; el atılan her meselede, kesiksiz bir tecrit tavrıyla yürüyen her fetih ehli, büyüdükçe kendini yiyen ve ruhun önünde dize gelen aklın son takatiyle haykıracaktır: “Mutlak Fikir gerekli!”... Bu vasıflandırmanın karşılığı olan imân, fikir ve sistem mihrakının ne olduğu, ona nasıl yanaşılacağının usul ve adabı meselesi, sonrak iş!..


·


20 yaş ötesinde için için olgunlaşan ve günün ihtiyaçlarına nisbetle Gölge I. dönemin sesini temellendirmeye yönelerek, 1978’de Gölge II. dönemin mânâsını ifade eden bu bahis, Akıncı Güç patlamasının başında, 1979’da bir kitapçık çapında basıldı ve Büyük Doğu Mimarı’nın tetkikine sunuldu... Ve “dünya çapında fikir” çapının kurbağa çapına nazaran henüz “larva” safhasını temsil etmesine rağmen, Büyük Doğu Mimarı’nın şu hükmüne muhatap oldu:

-“Mücerret fikir istidadı tam!”


·


“Bütün dehâlar gençliklerinde parladılar ve bütün davalar gençler elinde yürüdü!..” Demek ki, ezbere bilgi ile fikrini hüviyetinin makyaj malzemesi gibi yanında gezdiren ve malik olmadıkları mânânın sahibi görünmeye bayılan soytarılarla gerçek bir fikir adamı arasındaki fark, en küçük çaplarda bile belli oluyor!..


·


Mutlak fikrin gerekliliği; “bütün fikrin gerekliliği”... Fikir, usul ve metod cihetiyle, el atılan her meselede onun özelliğine nazaran görünen “bütün fikrin gerekliliği” davası, bütün İbda külliyatına şamil mânâsıyla ve İslâm’ın vasıflandırılışını göstermesine nazaran, özelleştirilmiş ve tekele alınmış bir oluş prensibi ve esasına yükselmiştir: Bütün Fikrin Gerekliliği!..


·


Dikkat: “Bütün Fikrin Gerekliliği”, insan ve toplum meselelerine İslâm’ı tatbik edebilmenin, yani “İslâma muhatab anlayış”ın tüttürülmesi söz konusu olan her yerde, temel bir oluş prensibi ve temel bir esastır!..


·


İlk baskısı 4 ayda tükenmişken, ardından gelen eserlerde ışığı artarak kemâl hâline eren bu eserin keyfiyeti, işte bu yüzden, şu kadar sene gecikmiş olarak 2. baskıya giriyor... Şu farkla: Günün ihtiyaçlarına nisbetle ve aksiyonu temellendirme ve yönlendirme niyetine göre “İktidar- Siyaset- Eylem” mevzuunun ağırlığı içinde ele alınan ilk baskının durumuna pek ellemeyerek, 2. baskıda onu “Birinci Kısım” diye vermekte, “İkinci Kısım”da ise işin derinlik buuduna ait mücerret meseleleri ve İbda’nın diğer eserlerinde işlenen mevzularla bağlantı noktalarını göstermekteyiz!..
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
İBDA DİYALEKTİĞİ







-Süzgeç ve Şekil-


Salih Mirzabeyoğlu

TAKDİM

Bu eser... Büyük Doğu Mimarı'nın elimize tutuşturduğu reçete üzerinde, İslâm fikir ve aksiyonunu tezgâhlamanın ana kalıbıdır.

·

Bu eser... İnsan ve toplum meselelerine "Kurtuluş Yolu" hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin "ilmî" hâlidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm'a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarıdır.

·

Bu eser... Gerçek İslâm aydını olabilmek için gerekli "zarurî" şuurundur. Ve, dava uğruna nasıl olsa geçilmek mecburiyetinde olunan "zarurî" dururken, faydasız "kolay"a sapanları reddedicidir.

·

Bu eser... İslâm'ın hakikatiyle görünmesi davasında samimi ve sadık her ferde, kendi iç dünyasında İBDA diyalektiğini istemiş bir yan bulmak hakkını tanır.

·

Bu eser... İslâm'ın hakikatini şu veya bu sebeple görememiş ve bu yüzden müslüman olmamış her ferde, kendi iç dünyasında İBDA'yı beklemiş ve "İslâma muhatap anlayış" olarak bunu istemiş bir yan aramak hakkını verir.

·

Bu eser... Dünyalar arası muhasebe ve murakabeye girişin cümle kapısında, nefsimizi hesaba çekişin, ne idüğümüzün ve ne yapmak istediğimizin çerçevesidir.

·

Bu eser... Evet; bu eser o eserdir ki, bugüne kadar içtimaî plânda elverişsiz noktalardan ve ne yapacağını aslında kendi de bilmez müslüman geçinen camianın, "topluluk hakikati"ni temin cehdinindir.

..........


kitabı okumak için http://members.fortunecity.com/kitabweb1/diyalektik.htm
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
-Hikayelerim
2-Cinnet Mustatili
3-Bir Adam Yaratmak
4-Çile
5-Kafa Kağıdı
6-O ve Ben
7-Yunus Emre
8-At'a Senfoni
9-Para
10-Sahte Kahramanlar
11-Hazret-i Ali
12-Tanrı Kulundan Dinlediklerim
13-İhtilal
14-Moskof
15-Tohum
16-Aynadaki Yalan
17-Reis Bey
18-Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu
19-Babıali
20-Sosyalizm,Komünizm ve İnsanlık
21-Hitabeler
22-Peygamberler Halkası
23-İbrahim Ethem
24-Hesaplaşma
25-Esselam
26-Dünya Bir İnkilap Bekliyor
27-Hac
28-Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar
29-Türkiye'nin Manzarası
30-Çerçeve-I
31-Nur Harmanı
32-İman ve İslam Atlası
33-Müdafaalarım
34-Veliler Ordusundan 333
35-Benim Gözümde Menderes
36-İdeolocya Örgüsü
37-Mümin-Kafir
38-Senaryo Romanlarım
39-Çöle İnen Nur
40-Son Devrin Din Mazlumları
41-Öfke ve Hiciv
42-Sabır Taşı
43-Ulu Hakan II.Abdülhamid Han
44-Başbuğ Velilerden 33
45-Çerçeve-II
46-Konuşmalar
47-Rabıta-i Şerife
48-Doğru Yolun Sapık Kolları
49-Başmakalelerim-I
50-Tasavvuf Bahçeleri
51-Çerçeve-III
52-Namık Kemal
53-Hücum Ve Polemik
54-Rapor 1/3
55-Rapor 4/6
56-Rapor 7/9
57-Rapor 10/13
58-Yeniçeri
59-Reşahat
60-Başmakalelerim-II
61-Mektubat
62-Başmakalelerim-III
63-Çerçeve-IV ...üstad NECİP FAZIL-BÜYÜK DOĞU KÜLLİYATI...
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
Telegram
Kategori: İBDA Yayınları
Takdim

<!--[if !vml]-->

<!--[endif]-->

“Hakiki edebiyat dehâsı, ortaya çıktığı her yerde, kendi içinde bir bütündür. İsterse dilin yetersizliği, dış tekniğin veya ne olursa olsun bir şeyin yetersizliği, karşısına çıkmış olsun. Onun içinde yüksek bir iç şekil vardır ki, sonunda herşey bunun hizmetine girer; karanlık ve bulanık alanda bile, sonradan berraklıkta olduğundan daha mükemmel çalışır!”


Telegram-telemetri; uzaktan zihin kontrolü, zihni yönlendirme, haberleşme, telepati, işkence... Telegram, kelime anlamıyla, bildik dile çevrilmek üzere kendi “mors alfabesi” dedikleri işaretlerle uzaktan haber iletmeye yarayan “telegraf” demek; elektrikle çalışır bir model... Aynı neticenin çeşitli usullerle sağlanır olması bakımından, bizim anlatacağımız “telegram”, sadece âletle ilgili birşey değil... Böyle bir iş üzerinde, Goethe’den işaretlediğimiz “iç şekil” davasının yeri ne?

Bilindiği üzere “edebiyat”, sadece “güzel sanatlar” anlamında söz sahasının değil, “ilm-i edeb”in bütünü anlamında bütün sözlü ilimleri de kapsar. Elinizdeki esere gelince, bir yönüyle eskilerin “istişhad” dedikleri “delil getirme ve şahid kılma” usulüyle felsefeden müsbet ilme ve şamanizmden İslâm tasavvufuna kadar geniş bir sahaya kanat açarken, diğer yönüyle bunları “hatırât” nevine dair olarak işlemektedir... Neticede her iki şekliyle de edebiyat; ve “iç şekil” mevzuunu çok önemsiyorum, çünkü bu benim “yaşadıklarımı” davam adına semerelendirdiğimin resmidir!

“İç şekil”, kelimeler ve cümleler üzerinde herhangi bir kalıb ifâdesi değil de, kelimeler ve cümleler vasıtasıyla kalıbda bir fikir hususiyetini gösteren “üslûb” ile aynı çizgide... Herşeyi hizmetine alan “birşey”, ruh, mânâ... “Zevken idrak”e mevzu imân gibi, akıl ve “unsurlar”ın titreştirdiği ruhta doğan; ruhun titreştirdiği “akıl” ve “unsurlar” ki, ruha hitab eden... Ebu Hanîfe Hazretlerinin, “söz kalbden gelince kalbe hitab eder” hikmetinden bir çizgi... Sonunda herşeyi hizmetine alan; alabiliyorsa, işte “iç şekil”... Karşınızdayım!

“Bu bir din mi, ilim mi çekişmesidir!” diyen Telegramcılar’ın, meseleyi yanlış ortaya koymaları ve sahtekârlıkları bir yana, sadece “iç şekil” bahsinde vurgulananlar bile, ruhun, “beynin irtisamları” olmadığını göstermeye yeter. Tıpkı gözün, görme sıfatının organı-âleti olması gibi, beyin de düşüncenin organı. Beyni ne kadar teshir edersen et, –edebildiniz mi?–, sizi “yücelerinizle” beraber “sin kaf” eden yanım ve “acı” duygum bile, benim uğrunda idam cezası aldığım dava tezimi delillendiriyor: Önce ruhçuluk, ardından “ruhçuluğun hakikati ne?” davası!

Şair Bodler’in, simyadan mülhem, sevgilisine “sen bana çamur verdin, ben ondan altun yaptım!” demesi gibi, bize zehir yedirdiler, biz onu panzehir ve bağışıklık aşısı yolunda kullandık. Bir bakıma Türkiye’de pratiği –teorisi de!– benimle meşhur olan bu iş, “ilim sınır tanımaz” tesellisiyle Lût kavmine parmak ısırtır melânete ve yardımcı unsurlarla insanı robotlaştırmaya davranmışken, diğer yönüyle “dünyada” da kıstırılmış fertler üzerindeki tecrübelerin sınırını aşamamıştır. Bu ikazdan sonra bildirmeliyim ki, gerek yaşamış kobay ve gerekse mevzuu alâkadar eder buudları işaretlemek bakımından, galiba dünyada da ilk örneğim!

Mevzu, bilinmeli; tedbirin yarısı bundan geçer... Ve abartılmamalı; bu yoldan kendisine lüzum kalmadan tesirin kat ve kat arttırılmasına fırsat verilmemeli!

Son dakika haberi verir gibi, Adlî Tıb’dan olduğunu söyleyen kuyruk bir tipin 13 Ağustos 2003 tarihli “milliyetsiz” bir gazetede çıkan sözlerini aktarmalıyım:
— “Salih Mirzabeyoğlu, beni zihin kontrolüyle terörist yaptılar diye Adlî Tıb’dan yardım istedi. Kendisine yardım edeceğiz. Bu işleri CIA yapıyor. Aftan istifade etmek için de böyle bir iddiada bulunmuş olabilir!”
Bu, mayın tarlasına sürülen tombulca ve eşek tipli şöhret heveskârı adamcıklar bir yana, kimlerin yüreğine kâbus gibi çöktüğümüz belli. Sözleri üzerine yorum yapmama gerek yok: Herkesin malûmu ki, ismimin yanına piçlik yakışmaz. Bu soydan haberlerin resmî kanallardan teşvik ve tasvib gördüğünü bildiğim için de, hep söylediğim şeyi tekrar hatırlatayım: Hukukunuzu nideyim!
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
Salih
<!--[if !supportLineBreakNewLine]-->
<!--[endif]-->

Mirzabeyoğlu'ndan
<!--[if !supportLineBreakNewLine]-->
<!--[endif]-->

53. Kitap



İnsan
"Erkek ve Kadın "


<!--[if !supportLineBreakNewLine]-->
<!--[endif]-->


Ne olmalı, nasıl olmalıyız? Evvelâ kendisi bakımından mesele olan insanın, derunî-iç dünyasının ve genişliğine doğru şu alelâde hayat plânı için, şuurun bütün yön-seviye ve ihtiyaçlarına cevab verebilecek bir “insanî hakikat” anlayışı bulunmadan, günümüzün şu bildik kadın-erkek meselelerinin çözümüne dair söylenen herşey, kopuk ve güdük kalmaya devam edecektir. Mutlak Fikrin gerekliliği ve kurulamazlığı, şuur seviyesinin bunu idrak etmiş imân mevzuu önünde, İslâm’dan başkası yok… Bu eser, uyarıcılık ve meselelerin çözümünde bir vahid-i kıyas olmak niyetinde!



Takdim



İnsan, bu meçhul; meçhul olan, “insanî hakikat” ve ondaki kaderimiz. Kadere değil, hâlimize şuurumuz olabilir; o da, olduğumuz veya olabilidiğimiz kadar. “İnsanî hakikat”e nisbetle, erkek veya kadın olabilmenin şartlarına sahib olarak dünyaya geliyoruz; oalbiliyoruz veya olamıyoruz. İslâmî mânâda tekâmül, topyekûn varlığın insan için ve insanda tükenmesi, insanın da Allah’ta tükenişi olarak, insanın varlıkla Allah arasında BERZAH-KÖPRÜ olmasıdır. Bu mânânın başında, topyekûn insanlığa BERZAH-KÖPRÜ olan Allah’ın Sevgilisi var; sonra nebiler ve derece derece insanlık.
*
“İnsan”, nisyan’dan gelir; unutmak. Allah’a yakın olmanın, “hatırlamak” olduğunu, Allah Kur’ân’da bizzat Resûlü’nün şahsınde, “O’na öğretiklerimiz, hatırlattıklarımızdır” meâlinde bir âyetle bildirmiştir. Yaradılışta âit olduğumuz ve ona doğru tekâmül edebilmek için geldiğimiz dünyada “olunması gereken”i if^de eden “insanî hakikat”i. Öyle bir hakikat ki, Allah’ın tecelli aynası hâlinde, kökü ezelde ve ebed müddet tekâmüle açık, -bir şeyde fanî olmak o şey olmak demek değildir hakikati içinde-, ebediyen kul haddini bildiren hakikat. İmân kanadı bunu bölece bildirir; inkâr kanadı ise, ezel ve ebed ölçüeri içinde hemen bir hiç olan dünya hayatındaki mustakil arayışla, neticede önünü görmeyen bir kördür. O, bir gereklilik olarak “insanî hakikat” ve Yaratıcıdan bahsetse bile, bu hakikati değil de, onun gerekliliğine âit bir intibaı göstermekten öteye gidemez.
*
İnsan davranışlarının sebebini arayan psikoloji, “olunması gereken”in ilmi değildir ve bunu mevzu edindiği kadar, felsefenin içine girer; bunun dışında ise, bir takım ruhî hâl tasvirlerinden, sıhhate ve tedaviye hait olarak, doğmuş olduğu tıbba doğru... Felsefenin, “olunması gereken”e dair bütün söyledikleri de el yordamından ibaret.
*
İnsanın cahil, zalim ve aciz oluşu, Kur’ ân hükmüyle sabit; demek ki, seçme yapabilme ve tekâmül edebilmenin bütün şartlarına sahib; dünya da, onun takva sahibi olabilmesi şartlarında yaratıldı. İnsanın zayıf ve eksiklik duygusu içinde oluşu ve bunun tekâmül sebebini göstermesi bir bedahet; ama neticede varoluşunu kendisine nisbetle gerçekleştireceği “olması gereken” gerçek din ihtiyacı yerine, bunu “dinlerin doğuş sebebi” diye ve insan güçlendikçe dine ihtiyacı kalmayacağı şeklinde değerlendirenler de var. bu da, insanın “düşünen varlık” vasfıyla, Allah için olan “insanî hakikat”in şahsında doğrulayıcısı bir marifet ve tekâmül yolunda olabilmesi kadar, bu mânânın haini de oalbileceğini gösteriyor. İnsanın zalimliği, imânda olup olmaması ve Allah’ın emrilerini yerine getirip getirmemesi kadardır... Emirleri yerine getirebildikçe varoluşun hakikati üzerinde olmak var: Şeriat zâhirî akıl, akıl bâtınî şeriat... Buradan akıldan maksad, selim akıl ve ruh.
*
Üstadım’ın dediği gibi, “kâinat lisanla çerçevelendi ve varlık insanla mühürlendi!” Her varlık, kendi hâli içinde alıcı ve verici; erkek ve dişî. Topyekûn varlığın merkezinde, muhit kendini nisbetle olan “İnsanî Hakikat”, Ruh-î Muhammed var; Allah’ın tecelli aynası. Erkek veya kadın, Allah’a yakınlık veya uzaklık, “insanî hakikati” nefsinde yerine koyabildiğin kadar. Tasavvufta, nefsimiz dişidir. Nefs, erkek veya kadın cinsi, şuurlu benliğimizi, yahut kalb hakikatinde bitişik ruhun mukabil kutbunu gösteren bir kavram. Bu çerçevede, cinsiyet olarak kadın ve erkek, “insanî hakikati” yerine koymaya memur; bunun hudutsuzluğunu eserin içinde göreceğiz. Bize Kur’ân’da bildirildiği üzere şahdamarımızdan yakın, bunun yanında ne ki o sanırısın, O değil Allah; Üstadım’ın bir Noktalama’sında, “Kandından kendisinde olmayanı isteriz – Hasret yerinde kalır ve biz çeker gideriz!” demesindeki mânâyı, “Allah’tan başka herşey batıl!” ölçüsü ışığında, nefsimizin ütün mânâlarını içine alan diye görebiliriz: O olmamak üzere ebediyen O’nunla O’na doğru, kul haddi mahfuz, hep tükenesiye ama tükenmeyen insan. Allah, “Yere göğe sığmam, mümin kulumun kalbine sığınırım” buyuruyor; büyük velinin, “bir veli mevzuunu bulamaz ki ben desin!” dediği hikmet, herşeyiyle-itaatiyle O’nun olmuş mânâsına O olmuş insanın, gerçek müminin ölçüsünü ve buyurulanın hakikatini gösteriyor; niyet olarak mutlaka benimsememiz, karınca ayaklarıyla da olsa “olması gereken” bu.
*
Kıvam ve ruhî muvazene meselesine, tıbtan kıyasen güzel bir misâl: “Bütün maddeler zehirdir, ilâcı zehirden ayıran dozudur!”... Şuur seviyesinin her değişmesinde, gerçeklik seviyersinin de değişmesinden bahsediyoruz; bunun içinde bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz, uydurma “dır ve tır”lardan kaçınmamız gereken ve keyfiyetlerini Allah’a havale etmemiz lâzım hakikatler de var. ruhî ve aklî hiçbir ilimle malûm ve hiçbir hükümle mahkûm olmyan Allah ve O’nun her varlığın kendi derecesinde görünen ehadiyet-birlik tecellisi, sırrı; sırlar, -bunu anlamak için müslüman olmak da gerekmiyor-, bütün ifâde biçimlerine karşı koyar. Anlama vasıtalarını ve istidadımızı bildikten sonra, Üstadım’ın “Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var!” demesindeki hikmet içinde karşımıza çıkan her şeyde bu şuur: “Keyfiyetleri Allah’a havale ediniz!”... İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin, itminan bulduktan sonra imân ve sair bilgide iktifa etmek diye bildirdiği hususu, aşkın tarifi içinde görebiliriz. Aşk, insanı mevzuuna uygunlaştıran bir çekim ilâcı, mevcut olan kanaat ve elde edilmesi mümkün olmayana âit arzuyu terketmektir; mevcut olana kanaatten kasıd, kavuşmak mümkün olmasa bile, nsıl ki aşık olunandan, o hâlde vazgeçilemez. Tam da imhanın tarifi! Mevcut olan hâldir ve tekâmül de onun daim olması gereken açlık hissini “dozunda” doyurma süreci... Hem erkek, hem kadın için!
*
Ne olmalı, nasıl olmalıyız? Evvelâ kendi kendisi bakımından mesele olan insanın, derunî-iç dünyasının ve genişliğine doğru şu alelâde hayat plânı için, şuurun bütün yön-seviye ve ihtiyaçlarına cevab verebilecek bir “insanî hakikat” anlayışı bulunmadan, günümüzün şu bildik kadın-erkek meselelerinin çözümüne dair söylenen herşey, koppuk ve güdük kalmaya devam edecektir. Mutlak Fikrin gerekliliği ve kurulamazlığı, şuur seviyesinin bunu idrak ermiş imân mevzuu önünde, İslâm’dan başkası yok... Bu eser, uyarıcılık ve meseleleirn çözümünde bir vahid-i kıyas olmak niyetinde!
*
Bîrdozî. (Kürtçe.): İdeoloji. (Bîr: Hatırlamak... Dozî: Amaç, dava, dava adına yürütülen faaliyet... Bir ayet meâli: “Ona (Allah Resûlü’ne) öğrettiklerimiz, hatırlatmaktan ibarettir.”... Birr: Temizlik, masumluk. Gönül, kalb. Tilki eniği. Salih âmel. Takvâ. İhsan etme. Sevketme... İdeoloji’nin en güzel taifi kendiliğinden görünüyor: Hayâlindeki Cennet idealine doğru, akıl ve ruh dozunda teşekkül eden fikrin, insanları sevk amacı havi tutarlı bütünü.): 239.
Rıhal: Büyük halı. (Bir: Yıldırım: Halı, kilim, DÖŞEK, örtü, seccade.): 239.
Mifsal: Dil, lisan: 240= 1239.
Zaman: Devir, çağ, devre, mevsim: 98.
Ziman. (Kürtçe.): Dil, lisân, lehçe: 98.
Büyük Doğu’nun yürüyüşü (Büyük Doğu-İBDA) olarak meramımız anlaşılıyor.
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
KENDİNDEN ZUHUR


Bütün insanlık tarihi içindeki derinliğine ve genişliğine insan oluşları, "tek fert"te tecelli eden hakikatin ve zaman gayesinin temsilcileri olarak, "tek fert"in kadrosudurlar. Bu tek fert, topyekûn zaman ve mekânın emrine verildiği, varlığın yüzüsuyu hürmetine yaratıldığı, Gaye İnsan ve Ufuk Peygamber olarak Allah'ın Sevgilisi'dir; Hakikat-i Ferdiyye, Ferdin Hakikati-Ferd Hakikati... Her Peygamber'de, her birinde her birinin hissesi bulunmak üzere, bir hikmet tecelli etmiştir; Resûller Resûlü'nde ise, bütün hikmetlerin toplamı... Ferdin Hakikati... Ferdî hikmetin aslı!..

Ferd: Tek, bir, yektâ. Eşi, benzeri olmayan... Ferdâ: Tek olarak. Yarın. İSTİKBÂL... Ferîd: Yektâ, benzeri bulunmayan. Benzeri pek nâdir bulunan. Evliya. Yalnız ve münferid. Zamanında eşine rastlanmayan. Akrân ve emsâli yok. Kendi reyi ile hareket eden.

Şeriat, Tarikat, Hakikat: Zâhir, Bâtın, Hak ile halkı birlikte müşahede... Herkesin hakikatinin kendisine olması bakımından, Hak ile halkı birlikte müşahede noktası, "Cem-ül cem; hakikatlerin hakikati" dedikleri makamdır... Şeriatte "seninki senin, benimki benim", Tarikatte "seninki senin, benimki de senin", Hakikatte ise "ne seninki senin, ne benimki benim, hepsi Allah'ın" ... Hakikat-i Ferdiyye davası, "Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemeseler de" ölçüsü ile birlikte gözönünde tutulursa, İSTİKBÂL İSLÂMINDIR mânâsının kendi içinde tekrar tekrar teyidi görülür.

(Her nebiye bağlı hususî bir velâyet şekli vardır. Derecelerin nihayeti, Allah'ın Sevgilisi'ne bağlı olandır. Bu derece ZÂTÎ TECELLİ mertebesidir... Bu mertebede, Allah'ın isimleri, Allah'ın sıfatları ve hâdiselere yer yoktur. Böylece en mahrem visâl ve hakiki vecd meydana gelir.)

"Ben ahlâkî yücelikleri tamamlamak için gönderildim" buyuran Allah Sevgilisi'nde, hem Şeriat'ın ve hem de Velâyet'in kemâli... O'ndan sonra peygamberlik yok, sadece onun nuruna verâset var... VERÂSET'in ne olduğu ve vaktin ve hâlin icâbına nazaran "anlayış"ı yenilemenin içyüz mânâsı anlaşılıyor mu?..

Kendinden zuhur - fütuhî hikmet... Salih Peygambere nisbet edilen Fütuhî hikmet: Salih kelimesindeki "fütuhî" hikmetin aslı... Bu hikmetin ona nisbet edilmesindeki sebep, hiç beklenmedik zamanda dağın yarılarak içinden bir deve çıkması ve böylece ümmetinin ona inanmak için istediği mucizenin gerçekleşmesi, bu suretle fethe mazhar olması... "Fütuhî hikmetin aslı", aynı zamanda "kendinden zuhur" hikmetinin mânâsını kapsar... Bu hususa geçmeden önce, 1979'da Büyük Doğu Mimarı'nın tarafımıza ithafının başlangıcına bakalım:
-"Hiç beklemediğim bir zamanda, hiç beklemediğim bir mekândan bir ışık fışkırdı... Daima böyledir. Allah'ın tecellileri, yapmacıksız ve zorlamasız, boynunuz bükük, köşenizde otururken görünüverir."

Allah, bir şeyin olmasını dileyince ona OL der ve o da olur... Şu hâlde bir şeyin olması için "emir veren" Zât, onun iradesi ve bir de "Kün-Ol" emri lâzımdır. Eğer bu Zât ile onun bir şeyin oluvermesini dileyen, "İrade"si ve olacak şeye hitap ve teveccüh eden "Kün-Ol" emri olmasaydı, o şey de var olmazdı... Bundan sonra böylece bu şeyde üçlü bir birlik meydana geldi. Bu sebeple bu birlik tarafından onların yaratılması ve varlık ile vasıflanması gerçekleşti... Bu gerçekleşme de, önce kendisine emrolunan şeyin, Allah bilgisindeki suretine, sonra bu suretin "Kün" emrini işitmesine ve daha sonra işittiği emre itaat etmesine bağlıdır. Şu hâle göre, "Yaratan"ın üçlü birliği, "Yaratılan"ın üçlü birliğiyle karşılaştı...
Yaratılan şeyin yokluktan var olmasında onun sabit olan zâtı, kendisini icad edenin zâtına, bu hitabı işitmesi Yaratan'ın iradesine ve Yaratan'ın ona var olması için verdiği emre uyarak varlığı kabul etmesi de Hakk'ın "Kün" emrine karşılık düştüğü için, o şey de var olmuştur... Demek oluyor ki, Allah yaratılış işini yaratılan şeye nisbet etti... Eğer Allah'ın "Ol" emrine karşı o şeyin kendi nefsinde var olmak kuvveti olmasaydı, yaratılamazdı; şu hâlde o şey önce yok iken yaratılış emrini işitince zuhura geldi... Bu izâha nisbetle Allah, ispat etti ki, kendisine düşen iş, sadece yaratacağı şeye emir vermektir; nasıl ki Kur'ân'da "Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz vakit ona Ol deriz ve o da olur" meâlindeki âyette kendi nefsinden haber vermekle beraber, kendi emriyle olan yaratılış keyfiyetini yaratılan şeyin nefsine nisbet etti.

Kün: "Ol" mânâsında emir... Künâ: Arâzî... Arâzî: Ekilen yerler. Yerler... Arz: Yeryüzü. Dünya... Gabrâ: Yeryüzü. Nebat envaından bir nevi... Gabir: İstikbâl.

Eşyanın zuhura gelmesi, yâni emri işitince kendinden ortaya çıkması, sözkonusu üç şarta bağlı olmakla beraber, bu yaratılışı, Ehadiyet mertebesinde ve İlâhî bilgide mevcut olan bâtınî suretlerinin "Kün" emriyle zâhir kisvesine bürünüşüdür; bu mânâda anlaşılmak şartıyla, o şey "yok bir var" iken, emri işitince kendi nefsini yarattı... Bu bahsin harikulâde misâli de şudur:
-"Nasıl ki kendisinden korkulan ve isyan edilmesi mümkün olmayan bir âmir kölesine "kalk" der, köle de efendisinin emrine uyarak derhal kalkar. Bu kalkma keyfiyetinde efendisinin ona emir vermesinden başka bir şey yoktur. Kalkma ise, efendinin fiilinden değil, ancak kulun fiilindendir. Demek oluyor ki, yaratılışın aslı "teslis-üçleme" üzerinedir; irade ve emir Allah tarafından, oluş keyfiyeti de mahlûk tarafından olmak üzere üç esasa bağlıdır."
Kendinden zuhur!..

Allah Said'ler hakkında, "Rab'ları onlara Rahmet ve Rıdvanı ile müjde verir" buyurdu... Şakî'ler hakkında da, "Ey sevgili Resûlüm, sen onları elemli azap ile müjdele" dedi... Bu hâle göre her zümrenin çehresinde, onların nefislerinde bu sözlerle beliren şey tesirini gösterdi; onlar üzerinde ancak bâtınlarındaki kavramlardan nefislerinde yerleşmiş olan şeyin hükmü âşikâr oldu ve neticede istidatlarının gerektirdiği hâlden başka bir şey tesir etmedi, "tekvin - var oluş" da kendinden oldu... Ve geldik, felâh ve salâh yolunda İbda mimarisini inşâ ederken, İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürü kanatları arasında ikinciyi birincinin önünde hesaba çeken ve hakikatleri aslına irca eden anlayışımızın bahis mevzuu içindeki yerine:


-"Her kim kendinden oluş hikmetini anlar ve bunu kendi nefsinde tatbik ile tekvin sırrını kendinde görürse, başkalarıyla ilgilenmekten nefsinde rahat bulur ve nefse gelen hayır ve şerrin yine kendinden geldiğini bilir. Burada hayırdan maksadım kulun tabiat ve mizacına ve isteğine uygun olan şeyler, şerden kasdım da onun hoşuna gitmeyen ve mizacına aykırı düşen reydir. İşte bu görüşe eren kimse bütün varlıkların mazeretlerini takdir eder ve her ne kadar onlar tarafından bir özür beyân edilmemiş olsa bile bunu kendisi anlar ve bilir ki nefsinde zuhûra gelen her şey yine kendisinden oldu. Nitekim bu hakikat, "ilim malûma tâbidir" düsturuyla ifâde edilmiştir."
<!--[if !supportLineBreakNewLine]-->
<!--[endif]-->


SALİH MİRZABEYOĞLU
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
GENÇLİĞE HİTEBE- Necip Fazıl KISAKÜREK




Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik…


“Zaman bendedir ve mekan bana emanettir!” şuurunda bir gençlik…


Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre…


Birincisi iki buçuk asır… Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet…


İkincisi üç asır… Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet…


Üçüncüsü bir asır… Allahın, Kur’an’ında “belhümadal - hayvandan aşağı” dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret… Ya dördüncüsü ?…


Son yarım asır!.. İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedi helake mahkumiyet…


İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören… Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi…


Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilakı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik…


Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün “dikey”leri “yatay” hale getirecek bir çığlık kopararak “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik…


Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının,evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik…


Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında “Hakimiyet Hakkındır” düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik…


Emekçiye “Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın.! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!” diyecek…


Kapitaliste ise “Allah buyruğunu ve Resul emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!” ihtarını edecek…Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına,vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlik…


Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin, İslamda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam alemine ve bütüıı insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…


“Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert “ben varım!” cevabını verici, her ferdi “benim olmadığım yerde kimse yoktur!” fikrini besleyici bir dava ahlakına kaynak bir gençlik…


Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnetsayacak kadar gözü kara ve o nispette usule, stratejiye uygun bir gençlik…


Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle zifiri karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık madeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik…


Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı,çıkartma kağıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi,mümin zindanı mabedi, temeli yıkık ailesi, hasılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldağı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik…


Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara “siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız !Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi!” diyecek ve gerçek müslümanlığın “nasıl” ını ve “ne idüğü” nü her haliyle gösterecek bir gençlik…


Tek cümleyle, Allahın, kainatı yüzü suyu ,hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O’ndan başka hiçbir tutamak,dayanak, sığınak tanımayacak ve O’nun düşman larını ancak kubur farelerine layık bir muameleye tabi tutacak bir gençlik…


İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum.şekillenmesi,billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbazlık kodamanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dava taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil!

Allahın selamı üzerine oIsun…

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgar, artık ne yandan esersen es!.

Necip Fazıl KISAKüREK
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
SALİH MİRZABEYOĞLU KİMDİR?

İBDA NEDİR?

Av.Harun Yüksel



TAKDİM

Şimdi okuyacağınız metin, İBDA Fikriyatı'nın kurucusu Mütefekkir Mirzabeyoğlu'nun tutuklanıp, fikir ve aksiyonunu cezaevinden sürdürmeye başlayışından üç hafta kadar sonra, yazarımız Av. Harun Yüksel tarafından, Akademya Konferansları çerçevesinde 29 Ocak 1999 günü Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde verilen konferansın bant çözümüdür. Burada okuyacaklarınız, Büyük İslâm İnkılâbını tezgâhlayan bir büyük Mütefekkir'in ıstırabı değildir yalnızca. Bu satırlarda, çektiği fikir-sanat-aksiyon çilesinden şanlı bir destan dokuyan ÖNCÜ'nün benzersiz "hüviyeti-kimliği" de, konuşmacının zâviyesinden görülebildiğince yeralmaktadır. Sizi bu güzel konferansla başbaşa bırakalım artık...

AKADEMYA



Bugün burada bir kimlikten, çok önemli bir kimlikten, bir fikir-sanat-aksiyon adamının kimliğinden, çok önemli misyonu olan birinden bahsedeceğiz. Belki de bu kimlikler içinde en önemsiz olanı bugün en aktüel olanıdır. Yâni sanık kimliği. Aslında böyle bir insanı sanık kimliğiyle tarif etmek, ona da bize de yazık olur. Hâdiseler onu buraya getirdi. İlahî Takdir'in işlerine karışmayız. Fakat ona bu kimliği giydirmek isteyenlerle de hesabımız var. Bu hesabı hukukî platformlarda, her yerde, her zaman, bir hukukçu olarak, bir aydın olarak, bu ülkenin bir evlâdı olarak göreceğiz, görmeye devam edeceğiz. Zaman zaman burada, her ne kadar önemsiz bir kimlik de olsa, şu ândaki sanık kimliğine de değineceğiz. Konferansa gelmeden önce hatırıma birdenbire geliverdi; burada geçen sene Akademya faaliyetleri çevresinde, bizim de yönetici olarak katıldığımız bir panel verilmişti. Orada çok enteresan bir şey oldu. Bu içinde bulunduğumuz mekânın eskiden Osmanlı döneminin ünlü Mevlevî tekkelerinden biri olduğunu öğrendim. Ve o tekkenin kalıntıları üzerine inşâ edilmiş mekânda konuşuyoruz. Ve o tekkenin en önemli müntesiblerinden biri de, İstanbul'un gerçekten büyük dev şairlerinden olan Şeyh Galib. Sayın Mirzabeyoğlu da büyük bir şair. Fakat biz bugün onun şair kimliği üzerinde durmayacağız. Mesele şu; ben şiirden o kadar anlayan bir adam değilim. Şair kimliği üzerinde gerçekten çok önemli bir çalışma yaptı Remzi Vatansever kardeşimiz. Çalışmasının ismi "Kayan Yıldız Sırrı Üzerine Bir Şerh Denemesi"ydi. Meraklıları için adres gösteriyorum, orada bulabilirler. Şeyh Galib'in hatırıma gelmesi şunu çağrıştırdı. Biz hayatta hiçbir şeyin tesadüf olmadığına, her şeyin belli bir düzen içinde gittiğine, "Takdir-i İlâhî"ye inanan insanlarız. Merhum Şeyh Galib, yüzyıllar öncesinden Hazreti Mevlana'dan aldığı feyzi billurlaştırmış büyük insan, büyük şair. Bu bir tevafuk. Mevlevi tekkesindeyiz. Benimle sohbet eden dostlar bilirler. Benim Hazreti Mevlâna'ya ayıracak bir şükran borcum da vardır kendi hayatım içerisinde. Mevlevi tekkesindeyiz. Şeyh Galib'in huzurundayız.

Garib bir şey daha oldu; Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'ndeyiz. Tarık Zafer Tunaya da İstanbul Hukuk Fakültesi'nden benim hocamdır. Şimdi Şeyh Galib nerede? Tarık Zafer Tunaya nerede? Şeyh Galib dev bir Müslüman, Tarık Zafer Tunaya da kendi çapında bir ateist. İyi bir hocaydı. İyi şeyler öğrendik. Bu topraklarda olan değişimi tek başına gösterebilmesi bakımından ben bu tezadı vurgulamak istiyorum. Şeyh Galib'ten Tarık Zafer Tunaya'ya geldik. Yâni Mevlevî Şeyhi büyük şair Şeyh Galib'ten ateist profesör Tarık Zafer Tunaya'ya. Böyle dehşetli bir değişim yaşadık bu topraklarda.

Sayın Mirzabeyoğlu'na, Hukuk Fakültesi'nde Tarık Zafer Tunaya da hocalık yaptı o dönemde. Ve bizim bugün onu konuşacağımız, Tarık Zafer'in talebesi olan Sayın Mirzabeyoğlu, Tarık Zafer'in hiç istemediği bir dünya görüşünü örgüleştirdi bu topraklarda. Ve Şeyh Galib'in güzel dünyasını yeniden ihyâ için dehşetli, müthiş bir fikri ortaya attı. Ve bugüne geldiğimizde, 26 Ocak tarihi Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunun 700. yılı; üstüste garib tevafuklar var. Bir de 1 Şubat 1991 var. 1 Şubat 1991'de Sayın Mirzabeyoğlu'nun sanık kimliği ile, yine aktüel hâle geldiği bir tarih. 1 Şubat 1991'de; ona zorla deli gömleği giydirir gibi, fikir adamı kimliğini çıkartıp, sanatkâr kimliğini çıkartıp, şair kimliğini çıkartıp, sanık kimliğini giydirmek isteyenler bunu beceremediler. Salih Mirzabeyoğlu, 1 Şubat'tan zannediyorum 70 gün sonra bu kimliği üzerinden atmış olarak çıktı. Haysiyetiyle çıktı. Fakat ona 1 Şubat 1991'de revâ görülen zulüm, "İşkence" ismiyle eserleşti. Yüzyıllar boyunca da o eser, ona yapılanlara şâhidlik edecek. Bazı insanlar, bazı insanlara nedense sırf fikirleri yüzünden, sırf onun fikirlerini beğenmedikleri için inanılmaz zulümler ve işkenceler yapıyorlar. Rahmetli Üstadımızın biliyorsunuz, bir eserinin ismi, "Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar"dır.

Yine Üstadımızın "Son Devrin Din Mazlumları" adıyla, sırf inançları ve fikirleri yüzünden zulme uğramış son dönem mazlumlarını anlattığı eseri var. Sayın Mirzabeyoğlu'nun, sanık kimliğinin kendisine giydirilmek istenmesinden hemen önce yayınladığı "Büyük Muztaribler" isimli eseri var. "Büyük Muztaribler", dünya fikir tarihi boyunca gerçekten düşünerek kendilerine ızdırab vermiş, düşünme yüzünden büyük ızdırablar çekmiş; bu sebeble çoğu, aynı zamanda kendilerine verdikleri ızdırab yetmezmiş gibi, bu düşünme eylemleri yüzünden kendi dışındakiler tarafından da zulme uğramışlardır. Yâni Salih Mirzabeyoğlu, düşüncesi hâkim güçler tarafından beğenilmediği için zulme uğrayan ne ilk mütefekkir, eğer dünya böyle gidecekse ne son mütefekkir olacak. Yine onun "Büyük Muztaribler" isimli eserinden takib ederek söylersek; Batı düşüncesinde Sokrat, yoldan sapmış, doğrudan sapmış, kendilerini bu sebeble perişan etmiş, insanlıktan çıkmış Atinalılara hak ve hakikati gösterebilmek bakımından elinden geleni yaptı. Yaptığı şey neydi; yanlışlarını onlara söyleyerek, o yanlışlar yerine hangi doğruya sahib çıkmaları gerektiğini söyledi. Beğenmediler. Sen, dediler, bizim alışkanlıklarımıza, bizim çıkarlarımıza, bizim bizden öncekilerden devraldığımız hayat biçimine karşı çıkıyorsun. Sen kurulu düzeni yıkmak istiyorsun. Ve yargıladılar Sokrat'ı. Suçlusun, dediler. Büyük Jüri toplandı. O meşhur savunmasını yaptı. Baldıran Zehirini içerek ölüme mahkûm ettiler. İçti. Nitekim Sokrat ölümden korkan bir insan olsaydı, cezadan korkan bir insan olsaydı, düşüncelerini cezaya uğramak korkusuyla açıklamaktan korkan bir insan olsaydı, zaten bizim gibi kıvırırdı, söylemezdi. O söyledi, bedelini de ödedi. Bedelinin de öyle olacağını zaten biliyordu. Batı tarihi, aynı zamanda da Batı fikir tarihi, zulme uğramış yığınla tefekkür adamının bulunduğu bir tarihtir. Hani Batı şöyle âdildir, böyle âdildir diye bugün bize itelemeye çalışıyorlar ya, meselâ Bruno'yu yaktılar; Galile dünya dönüyor dediği için seni şöyle yaparız, böyle yaparız, sen düzeni değiştireceksin, dediler. Ne demek dünya dönüyor; dünya dönmüyor, dediler. Ya bu sözünü geri alırsın yahut cezanı çekersin, dediler. O sözünü geri almayı tercih etti. Ama dedi ki, "dünya gene de dönüyor". Dünyanın döndüğü sonradan anlaşıldı. Ama Galile'ye dünya dönüyor dediği için zulmedenleri bugün hayırla yâdeden kim var? Bugün Sokrat'ı düşünceyle uğraşan, fikirle uğraşan herkes tanıyor. Peki Sokrat'ı mahkûm eden jüriden kaç kişiyi tanıyorsunuz? Ve "iyi oldu" diyen var mı içinizde, Sokrat'a Baldıran Zehiri içirenler için? Ve Bruno'yu yakanlar için bugün törenler düzenleniyor mu, aferin helâl olsun adamlara diye? Bu, Batı'dan örnekler. Daha çoğaltılabilir örnekler. Batı'da biliyorsunuz Engizisyon gibi bir kurum var. Sırf bu işler için kurulmuş. Bir de bize dönelim. Yâni Vahdaniyet Yolu'na. Salih Aleyhisselâm'a pusu kurdular, öldüreceklerdi, beceremediler. Hazreti Yahya'nın başını kestiler, niye kestiler: Sırf "Hazret-i İsa gelecek, size kurtarıcı fikirler verecek, aman ona sahib çıkın, aman ona tâbi olun" dediği için. Hıristiyan kaynaklarında bir ismi de "habercidir" ya Hazret-i Yahya'nın! Hz. İlyas'ı ölüme mahkûm ettiler, memleketini terketmek zorunda kaldı. Kendisini ölüme mahkûm eden kurulu düzen, o ölüme mahkûmiyet sebebiyle çaresiz dertlere düştüğü için kendi ülkesine döndü, durumu düzeltti. Say sayabildiğin kadar bitmez. Kâinatın efendisine revâ görülen zulmü nasıl izah edeceksiniz! Kâinatın efendisini öldürmek istemediler mi? O bunu haber almadı mı? Ondan sonra yatağına Hz. Ali'yi koyup hicret etmedi mi? Öldürmek istediler, öldüremediler.

Bu tarafa doğru gelelim. İlk müslümanlara gelelim. İlk müslümanların uğradığı işkenceleri düşünelim. Daha bu tarafa gelelim. İmam-ı Azam'a kurulu düzenin, yine İslâm düzeni olmasına rağmen revâ gördüğü muamele, bugün hangi Müslümanın içini rahatsız etmiyor? İmam-ı Rabbanî Hazretleri'ne de aynı şeyi yaptılar. Onu da zindanlara attılar. Yine İmam-ı Mâlik Hazretleri, zannediyorum sırf içtihadları yüzünden zulme uğradı. Bütün bunları niye söylüyorum. Sanık kimliği bir insanı küçültücü bir kimlik değildir. Hatta biraz "arabesk takılalım" isterseniz. Ahmet Kaya'ya gelelim. Ahmet Kaya der ki; "Bu ülkede başı belâya girmemiş adama adam demem". Maalesef bu ülkenin şartları böyle.

Bir insanın adam olabilmesi için şu yanlışlıklar düzeniyle çatışması gerekiyor bir yerde, bir şekilde. Bu çatışma içinde birşeyleri riske sokması gerekiyor, riski göze alması gerekiyor. Sanık kimliği üzerinde söylenecek daha çok şey var. Fakat tutuklanmanın hemen akabinde, kıymetli kardeşim Hasan Bey, burada Akademya'daki arkadaşlarla birlikte yaptığı basın toplantısında özet olarak, bu kimliği onun üzerinden atmak için zaten söylenebilecek, yine mahkemede bu iddianameye karşı söylenecek, savunması yapılacak olan ne varsa söyledi. Fakat, medyanın yargısız infazı dolayısıyla, bu kimlik üzerinde konuşurken, birtakım şeyleri yeniden söylemekte fayda var, zannediyorum; çünkü hem sizin, hem de benim, mesele şurama kadar geldi, doluyuz. Şimdi, "yasadışı İBDA-C örgütünün lideri yakalandı". Ajans Press'den kupürleri getirttik. TV ve gazete haberlerini toparlattık. Onlara tek tek baktım, hepsini tek tek izledim videoda. Aşağı yukarı medyanın büyük bir bölümünün haber verişi şöyle: "Yasadışı İBDA-C örgütü lideri yakalandı". Şimdi "yasadışı İBDA-C örgütü lideri yakalandı" diyebilmek için, bunu hukuk mantığı içinde söyleyebilmek için, bu insanın yasadışı İBDA-C lideri olduğunun mahkemelerce tesbit edilmiş olması lâzım. Var mı böyle bir şey; yok. İlk defa böyle olduğu zannedildiği için hakkında dâvâ açılıyor. Peki hakkında kesinleşmiş bir hüküm olmayan bir insan için siz nasıl "yasadışı İBDA-C örgütü lideri" diyorsunuz; öyleymiş gibi? Buna mukabil o sorgusu sırasında basına sızdırılan ifadeleri içinde bir cümlesi var; "Ben bir fikir adamıyım". Adama soruyorlar, "ya sen yasadışı İBDA-C'nin lideri misin?" O da diyor ki; "Hayır. Ben bir fikir adamıyım. Ben bıçak yaparım. O bıçakla isteyen ekmek keser, isteyen adam keser, onu da o eylemi yapanlara sorarsınız". Aşağı yukarı 1991'den yana, özellikle sevgili kardeşim Hasan, mahkemelerde yasadışı İBDA-C örgütü diye bir örgütün olmadığını, merkezî bir örgütün olmadığını anlatmaya çalışıyor. Fakat 1980 öncesinin Marksist örgütleriyle mücadele sırasında polisin edindiği refleksler, zihin alışkanlıkları, düşünce alışkanlıkları sebebiyle; polis sürekli merkezî yapılanma peşinde. "Ya, yok böyle bir yapılanma" diyorsun, "vardır vardır" diyor adam. "Marksistler öyle olduğuna göre, siz de öyle yapıyorsunuz". Yahu, biz marksist değiliz. Nereden çıkartıyorsunuz bu şeyleri? Marksizm ayrı bir şey, İBDA dünya görüşü ayrı bir şeydir. Kendinden zuhur diyalektiğinin sistemini kurmuş adam. Ve buna göre de, bu fikre inananlar, legal veya illegal platformlarda bu fikri temsil etmek için, bu fikir uğruna mücadele etmek için örgütleniyorlar. İkincisi de, "bu fikir etrafında illegal örgütlenmeler yok", diyen yok. Bu fikir etrafında illegal örgütler var. Zaten adamlar eylem yapıyorlar, ondan sonra da üstleniyorlar. Diyorlar ki, filan yasadışı, filan İBDA-C bilmem ne adına bu işi yaptık. Biz ne bu yapılanları, ne de yapanları inkâr ediyoruz. Bizim söylemeye çalıştığımız şey şu; bu fikir etrafında, bugüne kadar basından duyduğumuz, illegal olarak eylem yapan 100'e yakın örgüt var. Bu örgütler birbirinden ayrı ve bağımsız örgütler. Bu örgütler, Salih Mirzabeyoğlu tarafından yönetilen örgütler değil. Bunlar, kim kurduysa onlar tarafından yönetilen, kararları kendileri tarafından alınan, eylemleri de kendileri tarafından yapılan, sorumlulukları kendileri tarafından üstlenilen örgütler. Gideceksiniz, bunlar yasaları ihlâl ediyorsa, siz de bunları yakalamak istiyorsanız, bunları bulacaksınız, yakalayacaksınız. Kim neyi yönetiyor, o zaman ortaya çıkacak. Şimdi bir fikir adamı alıyorsunuz, diyorsunuz ki, "arkadaş sen yasadışı İBDA-C örgütünün liderisin". O da diyor ki; "Değilim. Ben bir fikir adamıyım". Şimdi şöyle bir misâl vereyim. Hukukçuluk var ya serde. Marks, Marksizmi kurmuştur. Marksizmin fikir babasıdır, teorisyenidir. Ve dünyada Marks'dan sonra binlerce Marksist illegal örgüt kurulmuştur. İhtilâlci örgüt kurulmuştur. Dünya yüzünde, ki buna Türkiye de dahil, hiçbir savcı, komünist bir illegal Marksist örgütü yakaladığında, ortaya çıkardığında, Marks'ı da sanık olarak göstermek gibi bir düşünceye kapılmamıştır. Yahu Marks'ı sanık olarak göstermiyorsunuz, gösteremiyorsunuz, bunun komik olduğunu biliyorsunuz da, Salih Mirzabeyoğlu'nu niçin başkasının yaptığı eylemler yüzünden, kendisinin ilgisi ve irtibatı olmayan eylemler yüzünden sanık yerine koyuyorsunuz? Biz buna karşı çıkıyoruz. Bu gerçekten bir hukuk komedisi.

Şimdi düşünün; Dev-Sol'a, DHKP-C'ye ait bir birim yakalanmış. Savcı iddianame hazırlayacak. Desin ki; "bu örgütün lideri Marks'dır, ondan sonra Dursun Karataş'tır, ondan sonra da filân filân'dır". Marks öldüğü için dâvânın düşürülmesine karar verilsin, öteki yetkilileri hakkında yargılamaya devam edilsin. Ne Türkiye'deki bu kadar anti-komünist bir şey; Güvenlik Güçleri tarafından uygulama, operasyon yapılmıştır ve dâvâlar açılmıştır. Ne dünyada böyle iddianame hazırlayan savcı, böyle sorgu yapan polis görülmüştür. Eee, o zaman orada yaptığınız şeyleri hiç olmazsa kıyas yapın da, gelip burada adam gibi sorgu yapın, adam gibi iddianame hazırlayın. Şimdi meselenin sanık kimliği tarafını sabaha kadar konuşuruz da, biz oradan şöyle bir viraj alalım. Şeyh Galib'ten bahsettik. Şeyh Galib büyük bir şair ve Sayın Mirzabeyoğlu da büyük şair dedik. Sayın Mirzabeyoğlu, büyük şairdir. Fakat onun şiiri, fikrinin gölgesi altında kalmıştır. Bu da yaklaşık olarak kendi ifadesidir. Şiir uzmanı olarak söylemiyorum da, ondan cesaret ve cüret alarak söylüyorum. Şimdi "Kayan Yıldız Sırrı" diye bir şiir kitabı var burada. "Kayan Yıldız Sırrı" Şaheser-Şah Eser alt başlığıyla yayınlandı. Sadece bundan bir tad alınsın diye, ben o şaheseri size dilim döndüğünce bir okuyayım, bakalım nasıl şairmiş?.
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
Göklerde kanat açmış gûya gönlümce hür kuş

Ben değil mi yine ben kedere hedef durmuş

Gizleniyor bildiğim saklambaç oyununda

Benim gölge âlemde kendisine kaybolmuş



Bu mahmurluk sırtımda kaplumbağa kabuğu

Rahatı rahatsızlık şu dünyanın seyrinde

Ah geçmiş ne gelecek şimdiyse uçan buğu

Yollar ki birbirine kavuşmanın derdinde



Su üstünde ürperti hep gurbetlik duygusu

Nakışa düşen mânâ deniz üstünde desen

Zamanın nabzımı tutsun diye kurduğu

Dalgada gölge eşya benim gözümde de sen



Bir kayanın üstünde bilmem böyle kaç vakit

Rüyâların izinde tâbirlerin peşinde

Yıldırım düşen levha kumaşım ki mücerret

Açıktan geçen gemi yüreğim o gemide



Tedirgin bekleyişler berzah sırrında hapis

Fikir ki saklı güzel gözümde açık derin

Pervane çeken mihrak nisbet kurduğum akis

Rüyâların ötesi müjde verdi güvercin



Yetti mi? İşte böyle bir şair.

Şimdi böyle bir şiir, Merhum Şeyh Galib tarafından okunsaydı, büyük bir şair olarak ondan büyük keyif alacağından eminim. Fakat dedik ya, üstümüzden 200 yıldır batılılaşma silindiri geçti. Biz kendi zevklerimizden, kendi hayat tarzımızdan, kendi kültürümüzden koptuk, koparıldık. Sayın Mirzabeyoğlu'nun yapmak istediği şeylerden bir tanesi, bizim bu kaybettiğimiz kıymetli değerlerimizi, kaybettiğimiz keyifli hayatımızı, insanca hayatımızı, yeniden, yeni şartlarda, dünyanın geldiği yeni şartlarında "nasıl ihyâ ve inşâ ederiz"dir. Bunun reçetesini yazmış adam. Şimdi bunun reçetesini yazan adama bu sanık kimliğini giydirmek benim vicdanımı kanatıyor. Yâni insan olarak da, aydın olarak da vicdanımı kanatıyor. Bu mevzuya da, takılmış plak gibi zaman zaman döneceğim, dönüp duracağım etrafında. Şimdi asıl mevzuya doğru gelelim fazla dağıtmadan. Bu konferansın benim için çok önemli bir anlamı var, o da şu: Ben bundan 20-25 yıl önce bu insan ve bu fikriyatla tanışmadan önce, klasik cumhuriyet nesilleri çizgisinde, işte topçu popçu formatında bir adamdım. Şayet bu düşünceyle tanışmasaydım, ben şu anda 46 yaşına gelmiş ama hâlâ Televole muhabbetleri yapan, ne bileyim belki kitab okuduğumuz için de işte entel barlara filan takılan, buralarda zevzeklik yapan orta yaşlı bir adam olacaktım. Neticede tabuta da işte böyle pimpirik bir Televoleci olarak girecektik. Bu fikriyat, bu insan, benim hayatımı kurtardı. Benim hayatıma yön verdi. Ben bu insana ve bu fikriyata aslâ ödeyemeyeceğim minnet ve şükran duyguları içindeyim.

O yüzden bu konferans benim için çok önemli. Ben minnet ve şükran duygularımın bir kısmını onu anlatarak gidermeye çalışıyorum, edâ etmeye çalışıyorum, ödemeye çalışıyorum. Bir insanı tanımak o insanın kaç kilo olduğunu bilmek demek değildir. Kimlik meselesi, çok derin bir mevzu. Şimdi biraz kimlik üzerinde konuşacağız. Diyor ki Tilki Günlüğü'nde; "Ben kimim diye sormak, ölüm nedir diye sormakla birdir". Bu kadar kolay gibi görünen "ben kimim" sorusu, aslında dünyanın en çetrefil sorularından biri. Cevabı da en müşkül sorulardan biri. Hepimiz kendimizin kim olduğunu bildiğimizi zannederiz. Gerçekten de kendimize dair hiçbir şeyi bilmiyor da değiliz, kendimize dair bir şeyler biliyoruz. Yaşımızı biliyoruz, başımızı biliyoruz, doğum tarihimizi biliyoruz, mesleğimizi biliyoruz, işimizi biliyoruz, gücümüzü biliyoruz, eşimizi biliyoruz, evladımızı biliyoruz. Kendimiz hakkında epey malûmat sahibiyiz aslında. Ama bütün bu kendimize atfettiğimiz vasıflar, kimlik olarak bizi tam olarak tarif ediyor, tanımlıyorlar mı bahsine geçersek; bence pek tanımlamıyorlar. Hemen Hz. Yunus Emre'nin bir beyitini, bir mısraını hatırlayalım: "Bir ben vardır benden içeru" diyor. Yâni biz tek bir kimliğe mâlik düz varlıklar değiliz. Meselâ bizim dışımızdaki varlıklar; köpektir, kedidir, işte diğeri taştır, dağdır, ovadır gibi. Görünüşleriyle, hemen tanımlanabilen varlıklar. Ama insan öyle bir varlık ki, kendi içine doğru derinleştikçe, yeni yeni kimlikleri olduğunu, içinde yeni ve değişik tanımadığı insanlarla karşılaştığını, ama onun da aslında kendisi olduğunu filân görmeye başlıyor. Şimdi "dilbilgisi ilmi", ben kelimesinde "I. tekil şahıs" der. Birinciliğine bir itirazımız yok ama, insandaki kimlik sayısının fazlalığını gördükçe, tekilliğine benim özellikle çok itirazım var. Hiç de tekil şahıs değiliz, biz çok bir şahısız. Yâni tek gibi görünsek de, acayip, sayısızca çok bir şahısız. Misâl vereceğim; I. tekil şahıs olarak bizzat beni ele alalım. Şimdi ben kimim? "Sen kimsin?" dediklerinde, "ben Harun Yüksel'im" diyorum. Kimliğimi böyle ifâde ediyorum. Ondan sonra teferruata giren olursa, meselâ "sen varlık türleri arasında hangisindensin arkadaş?" dense, "insanız" diyoruz. "Pekiyi insan türü içinden hangi cinse mensubsun?" diye sorsalar, "erkeğiz", diyoruz. "Pekiyi arkadaş, sen neye inanırsın?, putperest misin?, şeytana mı tapıyorsun?, necisin?, ateist misin?" dediklerinde, hemen "elhamdülillah Müslümanız", diyoruz. "Pekiyi Müslümanlığın hangi versiyonundansın? Müslümanlığı nasıl anlıyorsun, hangi dünya görüşü çerçevesinde anlıyorsun?" dediklerinde, İBDA'cıyız diyoruz.

"Yaşın kaç?" dediklerinde "47 yaşındayız", diyoruz. "Evli misin, bekâr mısın?" dediklerinde, "evliyiz", diyoruz. Medenî hâlimizin kimliği de bu. "Pekiyi çoluğun çocuğun var mı?"; "evet var", diyoruz. "Babayız", diyoruz. Yâni baba kimliğimiz de var. "Hangi ırka mensubsun?", bazıları çok merak eder ya; "Türk'üz", diyoruz. "Nerede doğdun?" diyorlar; "Eskişehir'de doğdum", diyoruz. "Nerede doydun?" diyorlar; "İstanbul'da doymaya çalışıyoruz", diyoruz, falan filân. Yâni burada kendimizi değişik sorulara göre, değişik şekillerde tanımlıyoruz. Vasfediyoruz. Veya birileri bizi değişik vechelerden, değişik şekillerde tanımlıyorlar. Bu vasıflar, yukarıda saydığım bu vasıflar, sayısızca, soru adedince ve soran adedince çoğaltılabilecek vasıflardır.

Bunlar bir tek kimliğin ayrı ayrı vasıfları olarak ele alınabileceği gibi herbiri ayrı bir kimlik olarak da ele alınabilir. Veya bunlardan birini veya birkaçını esas alıp diğer kimlikleri onun alt kimliği olarak da düşünebiliriz. Bak hep "ben kimim?" sorusu üzerinden gidiyoruz. O zaman "Harun Yüksel kimdir?" sorusu tek bir sorudur ama, cevab soran adedince ve sorular adedince, sayısıza yükseliyor. O zaman da ortaya dehşetli bir kargaşa çıkıyor. Arkadaş biz kimiz? Kaybettik kimliğimizi! O kadar kimlik çokluğu içinde... Hani bu Amerikan filmlerinde olur, adam bir çıkartır, bir sürü kredi kartı, kimlik filan ıvır zıvır, bu uzar gider ya, bunların hangisini ne zaman kullanır; düşünmesi bile zor olur bunu. O kadar çokluk içerisinde bunu tek'e irca etmek gibi mükellefiyetimizde var bizim. Yâni bir yerlerde o çokluk tek'e indirilmeli. Pekiyi biz bunu "tek"e nasıl nasıl indireceğiz? Yâni biz kendimizi nasıl tanıyacağız, nasıl bulacağız? Burada kendini bilmek, kendini bulmak, basit bir ilgi konusu gibi görünüyor. Yâni ben kimim? sorusu bir nevî hobi gibi de ele alınabilir. İnsan merak eder ben kimim diye, öyle de olabilir. Veya birisi sizi merak eder, o kimdir diye sorar, öyle de olabilir. Fakat şimdi size bir ölçüden bahsedeceğim. "Rabbini bilen kendini bildi" deniyor. "Rabbini bilen kendini bildi". Eee şimdi biz de Müslümanız, diyoruz. Birader Rabbimizi bilmezsek, bu olacak iş değil. Pekiyi "Rabbini bilen kendini bildi" diye bir usűl ölçüsü koyuyor. Yâni sen Rabbini bilebilmen için kendini bilmen lâzım. Kendini bileceksin ki Rabbini ancak bilebilesin. Yâni daha değişik bir açıdan, kendini ne kadar bilirsen, Rabbini de o kadar bileceksin. Bu kadar büyük bir soru yâni. Şimdi burada, Said kardeşim burada, beni dinliyor, aslında ben onu dinlemek isterdim. İbda fikriyatının "Hakikat-i Ferdiyye" bahsi var. İbda fikriyatının Hakikat-i Ferdiyye bahsi, doğru anlaşılmadan, bir insanın kendini Müslümanca tek kimliğe indirgeyebilmesi mümkün değil. Pekiyi Hakikat-i Ferdiyye bahsi nedir? Şimdi "Hakikat-i Ferdiyye" bahsi için inşaallah Said kardeşim bir gün hazırlanır, onu bize derinliğinden ve inceliğinden anlatır. Ben sadece basite indirerek, indirgeyerek, Hakikat-i Ferdiyye bahsinden, -çok çetin bir bahistir,- bir şeyler söylemeye çalışacağım. Şimdi burada, Ferdin Hakikati Hakikat-i Ferdiyye o, Ferdin Hakikati, insanın hakikati nedir? "Nur-u Muhammedî" veya "Ruh-u Muhammedî" diye bir kavram var ve "Ferdin Hakikati, Nur-u Muhammedî'de veya Ruh-u Muhammedî'de topludur", deniyor. Yâni Ferdin Hakikatini, Yâni Ferdin gerçek kimliğini temsil eden Allah'ın Sevgilisidir. Ve kendimizi bütün ârızî kimliklerimizden, hani o ıvır zıvırlar var ya, yaşım şu, başım bu, işim bu, aşım bu filân diye zaman zaman kendimizi tanımlamak zorunda kaldığımız kimliklerimiz. Bunların herbirinden arındırıp, onun temsil ettiği hakikate, insanın gerçek hakikatine, gerçek insanî hakikate, kendi irademizle teslim etmedikten sonra, "ben kimim?" sorusunu, Müslümanca doğru cevabını bulmak mümkün değildir. İnsansak, Müslümansak, insanın hakikati de, İslâmlığın hakikati de Müslümanlığın hakikati de, O'nda topludur. O "Gaye İnsan-Ufuk Peygamber"dir. Yâni insanlığın gâyesi, peygamberliğin de ufkudur. Bizim kimliğimizin sırrı, O'nda gizlidir. Varlık sebebimiz O'dur, kâinatın varlık sebebi de odur. O öyle bir hakikati temsil eden varlıktır ki, biz o yüzden varız. Kimliğimizi ona varıncaya kadar, arızî kimliklerimizden arındırmadıkça "ben kimim?" sorusunun, Müslümanca doğru cevabını vermemiz muhal görünüyor bu çerçevede. Öyleyse O'na, O'nun öğrettiği yoldan yaklaşabildikçe gerçek kimliğimiz, asıl kimliğimiz, tek kimliğimiz, tekil kimliğimiz ve gerçekten tek değerli kimliğimiz ortaya çıkacak. Geri kalan kimliklerimizi çöpe atsak da olur, olsa da olur, olmasa da olur. Yâni meselâ 47 yaşında olsam ne olur, olmasam ne olur. Avukat olsam ne olur, olmasam ne olur; fakir olsam ne olur, olmasam ne olur. Zengin olsam ne olur, olmasam ne olur. Ama şu anlamda Müslüman kimliğine sahib olamazsam, bütün bunlar olsa bile ben yokum demektir. Çünkü bütün bunlar gelip geçici şeyler, izafî şeyler. Kimlik bahsine niye girdik? "Adam tanımak, surat tanımak değildir", diyen bir dünya görüşü kurucusundan bahsediyoruz. Adam tanımak surat tanımak değildir. Surat-sűret tanımak değildir. Ben aşağı yukarı 30 yıldır onu şahsen tanıyorum. Yâni suratını tanıyorum, sűretini tanıyorum. Ama böyle tanımış olmam onu tanımaya kâfi gelen bir referans değil, bu anlattığım çerçevede. Onun düşüncesini tanımak, onu tanımaktır. Onun düşüncesiyle ona bakmak, onu tanımaktır. Bu yüzden de biz burada onu fikir adamı kimliği üzerinde ağırlıkla duracağız bugün. Fakat kimlik bahsi, kimlik üzerine eğilen insan içinde zor bir bahistir. Yâni "ben kimim?" sorusu ne kadar zor bir soruysa, "o kimdir?" sorusu da en az bu kadar zor bir sorudur. Yine Yunus Emre'ye dönelim. Ne diyor; "Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır". Yâni birinin kim olduğundan bahsedebilmek için, yine insanın kendi kimlik problemini çözmüş olması gerekiyor. "Pekiyi arkadaş, sen kendi kimlik problemini çözdün de mi çıktın karşımıza?" diyeceksiniz. Ben kendi kimlik problemimi sonuna kadar çözmüş olan bir insan olarak karşınızda değilim. Ama ben kendi kimliğimi nasıl çözeceğimin usûlünü bu fikriyattan öğrenmiş bir insanım. Kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Kendimizi tanıdıkça, bu düşünceyi tanıyoruz. Yâni Sn. Mirzabeyoğlu her kimse, hangi vasıfları kimliğinde barındırıyorsa, o benim dışımda olarak zaten var. Ben şimdi bendeki Salih Mirzabeyoğlu'nu, yâni bir imajı size anlatıyorum. Bir imaj, aslına ne kadar yaklaşabilirse, o kadar doğru olur. Aslına yaklaşmanın usûlünü de, o eserleri boyunca ortaya koymuş bir insandır. O kadar kimlik problemi üzerine eğilmiş bir insan ki, Yaşamayı Deneme, Gölgeler ve Tilki Günlüğü; tam 8 cildlik roman yazmış. Otobiyografik roman. "Arkadaş ben kimim?", diye düşündüğü için. Kendi kimliğini ararken de hem kendine, kendi kimliğini bulmasını sağlamış, hem de bize kendi kimliklerimizi ve onun kimliğini nasıl bulabileceğimizin usûlünü ortaya koymuş. Şimdi kimlik bahsinde yine Kayan Yıldız Sırrı'ndan, biraz nefes alalım, nasıl olsa tütün içemiyoruz, hava alalım bari. Bir şiir;



Dünyaya atılan ben

Oltanın ucunda yem

Bir güzele vuruldum

Hayâl içinde âlem



Akıl kümesi mekân

Çeşit çeşit telâşe

Ele teselli gelen

Bana yalancı neş'e



Ruhuma düşen ateş

Çağıran sese durdu

Yolumuz ve hâlimiz

Çareye geçit buldu



Bilinen sen bilen ben

Arada doğan ilgi

Kimbilir hangi elden

Birleşiyor bu çizgi
 

osman gazi

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
28 Ara 2008
Mesajlar
716
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
54
Şimdi özellikle son dörtlük; "bilinen sen bilen ben" derken o fikre âşina olanlar bilirler ki, Selim kardeşim burada duyuyor, aslında bunun şerhini de yapmıştır... Üstad'dan bahsediyor, Necib Fazıl'dan bahsediyor. "Bilen ben", -Salih Mirzabeyoğlu-, "arada doğan ilgi"... Şimdi ben bu adamı biliyorum ama bu adama karşı benim ilgim nereden doğdu? Yâni beni bu adamı tanımaya iten şey nedir? "Arada doğan ilgi", "kimbilir hangi elden". Şimdi "el"in iştikakları içinde nerelere kadar vardığını, yine Said'i görüyorum orada. "... hangi elden"; hem iştikaklar içinde ilâh mânâlarına kadar gidiyor. Tabiî olarak herşey Allah'tan olduğuna göre, bu ilgiyi doğuran Allah'tır; özünde, esasında O'dur. İnsanî plâna gelirsek, burada "kimbilir hangi elden" derken, Selim nerede? Bir "tecâhül-ü ârif" var. Öyle mi? Aslında "hangi elden" olduğunu biliyor. "... hangi elden"? Abdülhakim Arvasî Hazretleri'ni kasdediyor burada. Arada doğan ilgi "Kimbilir hangi elden" olduğunu biliyor. "... hangi elden"? "Arada doğan ilgi kimbilir hangi elden"; biliyor da bilmemezlikten geliyor. "Tecâhül-ü ârif"in tarifi o ya. Onun "el"i vasıtasıyla o iki kimlik birleşiyor. Burada çok kompleks bir kimlikten bahsediyoruz. Yâni tek başına, ben kendimi anlatıyor olsaydım, bu kadar karışıklık ve kargaşa zaten çıkmazdı ortaya. Ben düz bir adamım. Tilki Günlüğü boyunca özellikle Tilki Günlüğü'ne âşina olanlar, "ya bu adam burada ne demek istiyor?", diye araştıranlar görürler ki, burada üçlü bir kimlik gizli. Yâni, Salih Mirzabeyoğlu kimliğinde aslında tek kişi yok. Şahıs olarak bir tek kişi yok. Burada Necib Fazıl var, görünen ilk, ondan ayrı kimlik olarak. Ve Necib Fazıl'la, rahmetli Necib Fazıl'la Salih Mirzabeyoğlu arasında dehşetli bir aşk var. Müthiş bir ilgi. Ve bu ilgi zorluyor zaten Ferhat'ça, Mecnun'ca ne ortaya çıkarsa. Fakat çok garib de bir şey var, Necib Fazıl'la Salih Mirzabeyoğlu'nu bir araya getiren şey, onlardan ayrı bir kimlik ve kişi. Yâni Tilki Günlüğü'nü tahlil ederken bunu da hissediyorsunuz, çok mübhem olarak geçiyor çoğu yerde de. Asıl kimlik sahibi burada, yâni hani o filmlerde vardır ya, "esas jön" tâbiri içinde asıl rol sahibi, asıl idare eden, asıl misyonu yüklenen, Abdülhakim Arvasî Hazretleri olarak ortaya çıkıyor. Şimdi Abdülhakim Arvasî Hazretleri çok önemli bir insan. O kadar önemli ki, rahmetli Necib Fazıl, 33 başbuğ velîyi anlattığı eserinde, onu zincirin son halkası, tesbihin son halkası olarak, 33'üncü olarak gösteriyor. Bütün büyük velîler içerisinde son büyük velî olarak gösteriyor. Tesbihin tamamlandığı yer. Ve lâkablarını da biliyorsunuz. "Keremli pîrlerin nazarlarına görünen". Tersinden okursak, "keremsizlerin nazarlarına asla görünmeyen". Gizli kalması gerekiyor "keremsizlerin nazarından" demek ki, misyon itibariyle. Tilki Günlüğü'nü biz kurcalarken, neticede işin orada düğümlendiğini ve Salih Mirzabeyoğlu'nun kimliğinden bahsederken Necib Fazıl'ın; ve Abdülhakim Arvasî Hazretleri olmadan onun kimliğinin doğru anlaşılamayacağını gördük. Okuyanlar biliyorlardır, Akademya'da Tilki Günlüğü üzerine iki tane makalem yayınlandı benim. Said'in güzel makalesi yayınlandı. Selim'in iyi çalışmaları var. Oraya bakanlar, buradaki bakmayanlara pek karmaşık gelen şeylerin, o kadar karmaşık olmadığını biliyorlardır. Yâni aslında ben burada Salih Mirzabeyoğlu'nu anlatırken Necib Fazıl'ı anlatıyorum. Aslında Abdülhakim Arvasî Hazretleri'ni anlatıyorum. Üçünün toplu vasıflarını anlatmaya çalışıyorum. Aslında onlar yine Abdülhakim Arvasî Hazretleri'nin Üçışık soyadındaki sırrî ifâde gibi, aynı kaynağın üç ayrı ışığı gibi görünüyorlar.

Burada kimlik bahsi üzerinde, "Salih Mirzabeyoğlu kimdir?" konusu üzerinde bu soruya cevab ararken, bütün bunları da ne kadar sıkıntılı, ne kadar netâmeli, ne kadar zor bir problemi çözmeye tâlib olduğumu göstermek için de söylüyorum. Hani "cahil cesur olur" derler ya. Siz de bizim cehaletimize verin, bu kadar netâmeli bir mevzuya balıklama dalışımızı.

Evet, "Salih Mirzabeyoğlu kimdir?", devam edelim şimdi, düz yola çıkalım. Çok önemli, çok ışıltılı ve çok yönlü bir kimliği olan bir insan, bir fikir adamı, bir sanatkâr, bir şair, tabiî aramızda bilmeyenler vardır. Kıymetli eşleri burada, o biliyor zaten... Aynı zamanda o ressamdır, iyi bir ressamdır ya, yâni öyle Marmaris'te mukim mütekaid darbeci paşamız gibi üflemeden ressam değildir. Çok güzel resimleri vardır. Daha resimlerin sergilemeyi düşünecek fırsatı olmadı. Adam orada sanık, burada bilmem ne, habire oradan oraya sürülmekten sanatkâr kimliği de bir türlü ortaya çıkamadı. Hattâ şöyle bir şey söyleyeyim. Yapılması gerekeni yapıyor, onun misyonu o. Bir dünya görüşü inşâ etti, insanları bu dünya görüşü çerçevesinde iyiye, doğruya, güzele yöneltmek... İyi, güzel ve doğruyu bu topraklarda yeniden inşâ ve ihyâ etmek. Şayet o sanatkâr kimliğini ifâde edebilecek rahat bir zemin olsaydı, dünya görüşü mimarı olmak gibi netâmeli bir iş onun sırtında olmasaydı, dünya görüşü, İbda dünya görüşü ondan önce kurulmuş olsaydı, o dünya görüşünün kurduğu dil zemini üzerinde saf sanat işleriyle uğraşsaydı, dünyanın en harika sanatkârlarından, şairlerinden, ediblerinden, romancılarından biriyle karşı karşıya olduğumuzu, eserlerini görerek çok rahat anlayabiliriz. Anlıyoruz, onun ne kadar büyük sanatkâr olduğunu ama, onun dünya görüşü yeni tamamlanmış ve hayata henüz geçirilememiş olduğu için, bu iş de kolay bir iş olmadığı için, sanatkâr kimliği şimdilik geri plânda duruyor ve biz de sanatkâr kimliğinden ziyade öncelikle onun fikirleri üzerinde durmaya çalışıyoruz. Şimdi Yaşamayı Deneme, Gölgeler, Tilki Günlüğü boyunca sekiz cild dedik. Bu sekiz cild binlerce sayfa, binlerce sayfa, binlerce sayfa. Meselâ dünyanın en büyük romanlarından biri hangisidir. "Harp ve Sulh", Tolstoy'un; kaç cild, 5 cild! İşte Dostoyevski'nin en önemli romanlarından biri "Suç ve Ceza"; kaç cild, 2 cild! Şimdi burada keyfiyet kemmiyet kıyaslaması yapmıyorum. Yâni bir sürü ishal hâlinde yazan yazarlar da var. Bunlardan hepsinden çok yazmış yazarlar da var. Önemli olan ne kadar çok yazdığın değil. O çok yazdıklarının her bir sayfasında gerçekten alın teri, göz nuru, fikir emeği ve derinlik, genişlik, zenginlik var mı, yok mu? Kalite var mı, yok mu?
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt