Göklerde kanat açmış gûya gönlümce hür kuş
Ben değil mi yine ben kedere hedef durmuş
Gizleniyor bildiğim saklambaç oyununda
Benim gölge âlemde kendisine kaybolmuş
Bu mahmurluk sırtımda kaplumbağa kabuğu
Rahatı rahatsızlık şu dünyanın seyrinde
Ah geçmiş ne gelecek şimdiyse uçan buğu
Yollar ki birbirine kavuşmanın derdinde
Su üstünde ürperti hep gurbetlik duygusu
Nakışa düşen mânâ deniz üstünde desen
Zamanın nabzımı tutsun diye kurduğu
Dalgada gölge eşya benim gözümde de sen
Bir kayanın üstünde bilmem böyle kaç vakit
Rüyâların izinde tâbirlerin peşinde
Yıldırım düşen levha kumaşım ki mücerret
Açıktan geçen gemi yüreğim o gemide
Tedirgin bekleyişler berzah sırrında hapis
Fikir ki saklı güzel gözümde açık derin
Pervane çeken mihrak nisbet kurduğum akis
Rüyâların ötesi müjde verdi güvercin
Yetti mi? İşte böyle bir şair.
Şimdi böyle bir şiir, Merhum Şeyh Galib tarafından okunsaydı, büyük bir şair olarak ondan büyük keyif alacağından eminim. Fakat dedik ya, üstümüzden 200 yıldır batılılaşma silindiri geçti. Biz kendi zevklerimizden, kendi hayat tarzımızdan, kendi kültürümüzden koptuk, koparıldık. Sayın Mirzabeyoğlu'nun yapmak istediği şeylerden bir tanesi, bizim bu kaybettiğimiz kıymetli değerlerimizi, kaybettiğimiz keyifli hayatımızı, insanca hayatımızı, yeniden, yeni şartlarda, dünyanın geldiği yeni şartlarında "nasıl ihyâ ve inşâ ederiz"dir. Bunun reçetesini yazmış adam. Şimdi bunun reçetesini yazan adama bu sanık kimliğini giydirmek benim vicdanımı kanatıyor. Yâni insan olarak da, aydın olarak da vicdanımı kanatıyor. Bu mevzuya da, takılmış plak gibi zaman zaman döneceğim, dönüp duracağım etrafında. Şimdi asıl mevzuya doğru gelelim fazla dağıtmadan. Bu konferansın benim için çok önemli bir anlamı var, o da şu: Ben bundan 20-25 yıl önce bu insan ve bu fikriyatla tanışmadan önce, klasik cumhuriyet nesilleri çizgisinde, işte topçu popçu formatında bir adamdım. Şayet bu düşünceyle tanışmasaydım, ben şu anda 46 yaşına gelmiş ama hâlâ Televole muhabbetleri yapan, ne bileyim belki kitab okuduğumuz için de işte entel barlara filan takılan, buralarda zevzeklik yapan orta yaşlı bir adam olacaktım. Neticede tabuta da işte böyle pimpirik bir Televoleci olarak girecektik. Bu fikriyat, bu insan, benim hayatımı kurtardı. Benim hayatıma yön verdi. Ben bu insana ve bu fikriyata aslâ ödeyemeyeceğim minnet ve şükran duyguları içindeyim.
O yüzden bu konferans benim için çok önemli. Ben minnet ve şükran duygularımın bir kısmını onu anlatarak gidermeye çalışıyorum, edâ etmeye çalışıyorum, ödemeye çalışıyorum. Bir insanı tanımak o insanın kaç kilo olduğunu bilmek demek değildir. Kimlik meselesi, çok derin bir mevzu. Şimdi biraz kimlik üzerinde konuşacağız. Diyor ki Tilki Günlüğü'nde; "Ben kimim diye sormak, ölüm nedir diye sormakla birdir". Bu kadar kolay gibi görünen "ben kimim" sorusu, aslında dünyanın en çetrefil sorularından biri. Cevabı da en müşkül sorulardan biri. Hepimiz kendimizin kim olduğunu bildiğimizi zannederiz. Gerçekten de kendimize dair hiçbir şeyi bilmiyor da değiliz, kendimize dair bir şeyler biliyoruz. Yaşımızı biliyoruz, başımızı biliyoruz, doğum tarihimizi biliyoruz, mesleğimizi biliyoruz, işimizi biliyoruz, gücümüzü biliyoruz, eşimizi biliyoruz, evladımızı biliyoruz. Kendimiz hakkında epey malûmat sahibiyiz aslında. Ama bütün bu kendimize atfettiğimiz vasıflar, kimlik olarak bizi tam olarak tarif ediyor, tanımlıyorlar mı bahsine geçersek; bence pek tanımlamıyorlar. Hemen Hz. Yunus Emre'nin bir beyitini, bir mısraını hatırlayalım: "Bir ben vardır benden içeru" diyor. Yâni biz tek bir kimliğe mâlik düz varlıklar değiliz. Meselâ bizim dışımızdaki varlıklar; köpektir, kedidir, işte diğeri taştır, dağdır, ovadır gibi. Görünüşleriyle, hemen tanımlanabilen varlıklar. Ama insan öyle bir varlık ki, kendi içine doğru derinleştikçe, yeni yeni kimlikleri olduğunu, içinde yeni ve değişik tanımadığı insanlarla karşılaştığını, ama onun da aslında kendisi olduğunu filân görmeye başlıyor. Şimdi "dilbilgisi ilmi", ben kelimesinde "I. tekil şahıs" der. Birinciliğine bir itirazımız yok ama, insandaki kimlik sayısının fazlalığını gördükçe, tekilliğine benim özellikle çok itirazım var. Hiç de tekil şahıs değiliz, biz çok bir şahısız. Yâni tek gibi görünsek de, acayip, sayısızca çok bir şahısız. Misâl vereceğim; I. tekil şahıs olarak bizzat beni ele alalım. Şimdi ben kimim? "Sen kimsin?" dediklerinde, "ben Harun Yüksel'im" diyorum. Kimliğimi böyle ifâde ediyorum. Ondan sonra teferruata giren olursa, meselâ "sen varlık türleri arasında hangisindensin arkadaş?" dense, "insanız" diyoruz. "Pekiyi insan türü içinden hangi cinse mensubsun?" diye sorsalar, "erkeğiz", diyoruz. "Pekiyi arkadaş, sen neye inanırsın?, putperest misin?, şeytana mı tapıyorsun?, necisin?, ateist misin?" dediklerinde, hemen "elhamdülillah Müslümanız", diyoruz. "Pekiyi Müslümanlığın hangi versiyonundansın? Müslümanlığı nasıl anlıyorsun, hangi dünya görüşü çerçevesinde anlıyorsun?" dediklerinde, İBDA'cıyız diyoruz.
"Yaşın kaç?" dediklerinde "47 yaşındayız", diyoruz. "Evli misin, bekâr mısın?" dediklerinde, "evliyiz", diyoruz. Medenî hâlimizin kimliği de bu. "Pekiyi çoluğun çocuğun var mı?"; "evet var", diyoruz. "Babayız", diyoruz. Yâni baba kimliğimiz de var. "Hangi ırka mensubsun?", bazıları çok merak eder ya; "Türk'üz", diyoruz. "Nerede doğdun?" diyorlar; "Eskişehir'de doğdum", diyoruz. "Nerede doydun?" diyorlar; "İstanbul'da doymaya çalışıyoruz", diyoruz, falan filân. Yâni burada kendimizi değişik sorulara göre, değişik şekillerde tanımlıyoruz. Vasfediyoruz. Veya birileri bizi değişik vechelerden, değişik şekillerde tanımlıyorlar. Bu vasıflar, yukarıda saydığım bu vasıflar, sayısızca, soru adedince ve soran adedince çoğaltılabilecek vasıflardır.
Bunlar bir tek kimliğin ayrı ayrı vasıfları olarak ele alınabileceği gibi herbiri ayrı bir kimlik olarak da ele alınabilir. Veya bunlardan birini veya birkaçını esas alıp diğer kimlikleri onun alt kimliği olarak da düşünebiliriz. Bak hep "ben kimim?" sorusu üzerinden gidiyoruz. O zaman "Harun Yüksel kimdir?" sorusu tek bir sorudur ama, cevab soran adedince ve sorular adedince, sayısıza yükseliyor. O zaman da ortaya dehşetli bir kargaşa çıkıyor. Arkadaş biz kimiz? Kaybettik kimliğimizi! O kadar kimlik çokluğu içinde... Hani bu Amerikan filmlerinde olur, adam bir çıkartır, bir sürü kredi kartı, kimlik filan ıvır zıvır, bu uzar gider ya, bunların hangisini ne zaman kullanır; düşünmesi bile zor olur bunu. O kadar çokluk içerisinde bunu tek'e irca etmek gibi mükellefiyetimizde var bizim. Yâni bir yerlerde o çokluk tek'e indirilmeli. Pekiyi biz bunu "tek"e nasıl nasıl indireceğiz? Yâni biz kendimizi nasıl tanıyacağız, nasıl bulacağız? Burada kendini bilmek, kendini bulmak, basit bir ilgi konusu gibi görünüyor. Yâni ben kimim? sorusu bir nevî hobi gibi de ele alınabilir. İnsan merak eder ben kimim diye, öyle de olabilir. Veya birisi sizi merak eder, o kimdir diye sorar, öyle de olabilir. Fakat şimdi size bir ölçüden bahsedeceğim. "Rabbini bilen kendini bildi" deniyor. "Rabbini bilen kendini bildi". Eee şimdi biz de Müslümanız, diyoruz. Birader Rabbimizi bilmezsek, bu olacak iş değil. Pekiyi "Rabbini bilen kendini bildi" diye bir usűl ölçüsü koyuyor. Yâni sen Rabbini bilebilmen için kendini bilmen lâzım. Kendini bileceksin ki Rabbini ancak bilebilesin. Yâni daha değişik bir açıdan, kendini ne kadar bilirsen, Rabbini de o kadar bileceksin. Bu kadar büyük bir soru yâni. Şimdi burada, Said kardeşim burada, beni dinliyor, aslında ben onu dinlemek isterdim. İbda fikriyatının "Hakikat-i Ferdiyye" bahsi var. İbda fikriyatının Hakikat-i Ferdiyye bahsi, doğru anlaşılmadan, bir insanın kendini Müslümanca tek kimliğe indirgeyebilmesi mümkün değil. Pekiyi Hakikat-i Ferdiyye bahsi nedir? Şimdi "Hakikat-i Ferdiyye" bahsi için inşaallah Said kardeşim bir gün hazırlanır, onu bize derinliğinden ve inceliğinden anlatır. Ben sadece basite indirerek, indirgeyerek, Hakikat-i Ferdiyye bahsinden, -çok çetin bir bahistir,- bir şeyler söylemeye çalışacağım. Şimdi burada, Ferdin Hakikati Hakikat-i Ferdiyye o, Ferdin Hakikati, insanın hakikati nedir? "Nur-u Muhammedî" veya "Ruh-u Muhammedî" diye bir kavram var ve "Ferdin Hakikati, Nur-u Muhammedî'de veya Ruh-u Muhammedî'de topludur", deniyor. Yâni Ferdin Hakikatini, Yâni Ferdin gerçek kimliğini temsil eden Allah'ın Sevgilisidir. Ve kendimizi bütün ârızî kimliklerimizden, hani o ıvır zıvırlar var ya, yaşım şu, başım bu, işim bu, aşım bu filân diye zaman zaman kendimizi tanımlamak zorunda kaldığımız kimliklerimiz. Bunların herbirinden arındırıp, onun temsil ettiği hakikate, insanın gerçek hakikatine, gerçek insanî hakikate, kendi irademizle teslim etmedikten sonra, "ben kimim?" sorusunu, Müslümanca doğru cevabını bulmak mümkün değildir. İnsansak, Müslümansak, insanın hakikati de, İslâmlığın hakikati de Müslümanlığın hakikati de, O'nda topludur. O "Gaye İnsan-Ufuk Peygamber"dir. Yâni insanlığın gâyesi, peygamberliğin de ufkudur. Bizim kimliğimizin sırrı, O'nda gizlidir. Varlık sebebimiz O'dur, kâinatın varlık sebebi de odur. O öyle bir hakikati temsil eden varlıktır ki, biz o yüzden varız. Kimliğimizi ona varıncaya kadar, arızî kimliklerimizden arındırmadıkça "ben kimim?" sorusunun, Müslümanca doğru cevabını vermemiz muhal görünüyor bu çerçevede. Öyleyse O'na, O'nun öğrettiği yoldan yaklaşabildikçe gerçek kimliğimiz, asıl kimliğimiz, tek kimliğimiz, tekil kimliğimiz ve gerçekten tek değerli kimliğimiz ortaya çıkacak. Geri kalan kimliklerimizi çöpe atsak da olur, olsa da olur, olmasa da olur. Yâni meselâ 47 yaşında olsam ne olur, olmasam ne olur. Avukat olsam ne olur, olmasam ne olur; fakir olsam ne olur, olmasam ne olur. Zengin olsam ne olur, olmasam ne olur. Ama şu anlamda Müslüman kimliğine sahib olamazsam, bütün bunlar olsa bile ben yokum demektir. Çünkü bütün bunlar gelip geçici şeyler, izafî şeyler. Kimlik bahsine niye girdik? "Adam tanımak, surat tanımak değildir", diyen bir dünya görüşü kurucusundan bahsediyoruz. Adam tanımak surat tanımak değildir. Surat-sűret tanımak değildir. Ben aşağı yukarı 30 yıldır onu şahsen tanıyorum. Yâni suratını tanıyorum, sűretini tanıyorum. Ama böyle tanımış olmam onu tanımaya kâfi gelen bir referans değil, bu anlattığım çerçevede. Onun düşüncesini tanımak, onu tanımaktır. Onun düşüncesiyle ona bakmak, onu tanımaktır. Bu yüzden de biz burada onu fikir adamı kimliği üzerinde ağırlıkla duracağız bugün. Fakat kimlik bahsi, kimlik üzerine eğilen insan içinde zor bir bahistir. Yâni "ben kimim?" sorusu ne kadar zor bir soruysa, "o kimdir?" sorusu da en az bu kadar zor bir sorudur. Yine Yunus Emre'ye dönelim. Ne diyor; "Sen kendini bilmezsen, bu nice okumaktır". Yâni birinin kim olduğundan bahsedebilmek için, yine insanın kendi kimlik problemini çözmüş olması gerekiyor. "Pekiyi arkadaş, sen kendi kimlik problemini çözdün de mi çıktın karşımıza?" diyeceksiniz. Ben kendi kimlik problemimi sonuna kadar çözmüş olan bir insan olarak karşınızda değilim. Ama ben kendi kimliğimi nasıl çözeceğimin usûlünü bu fikriyattan öğrenmiş bir insanım. Kendimizi tanımaya çalışıyoruz. Kendimizi tanıdıkça, bu düşünceyi tanıyoruz. Yâni Sn. Mirzabeyoğlu her kimse, hangi vasıfları kimliğinde barındırıyorsa, o benim dışımda olarak zaten var. Ben şimdi bendeki Salih Mirzabeyoğlu'nu, yâni bir imajı size anlatıyorum. Bir imaj, aslına ne kadar yaklaşabilirse, o kadar doğru olur. Aslına yaklaşmanın usûlünü de, o eserleri boyunca ortaya koymuş bir insandır. O kadar kimlik problemi üzerine eğilmiş bir insan ki, Yaşamayı Deneme, Gölgeler ve Tilki Günlüğü; tam 8 cildlik roman yazmış. Otobiyografik roman. "Arkadaş ben kimim?", diye düşündüğü için. Kendi kimliğini ararken de hem kendine, kendi kimliğini bulmasını sağlamış, hem de bize kendi kimliklerimizi ve onun kimliğini nasıl bulabileceğimizin usûlünü ortaya koymuş. Şimdi kimlik bahsinde yine Kayan Yıldız Sırrı'ndan, biraz nefes alalım, nasıl olsa tütün içemiyoruz, hava alalım bari. Bir şiir;
Dünyaya atılan ben
Oltanın ucunda yem
Bir güzele vuruldum
Hayâl içinde âlem
Akıl kümesi mekân
Çeşit çeşit telâşe
Ele teselli gelen
Bana yalancı neş'e
Ruhuma düşen ateş
Çağıran sese durdu
Yolumuz ve hâlimiz
Çareye geçit buldu
Bilinen sen bilen ben
Arada doğan ilgi
Kimbilir hangi elden
Birleşiyor bu çizgi