Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İnsan Psikolojisinde Tapınmanın Yeri (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İnançların insan hayatı üzerindeki belirleyici etkisi, başka hiçbir şeyle kıyas kabul etmeyecek derecede önemlidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Kendi elinde olmayan bir şekilde ve yine kendi iradesi dışında belirlenen bir zaman ve mekanda hayata gözlerini açan insanoğlu hep bir inançla yaşamıştır. En inkarcı bir halde bulunduğu zamanda bile inkarını iman haline getirmiş ve varlığını varlıklarına bağladığı birilerini ya da bir şeyleri elinde, dilinde, zihninde; yanında, yöresinde, meydanında, mabedinde, çarşısında, pazarında; sözünde, kitabesinde; taşında; dileğinde, duasında; yaşında, başında, yönetiminde hep yaşatır olmuştur. Zaman, zaman birlediği, bazen de ihtiyacına göre çeşitlendirdiği ve çoğalttığı tanrıları ile birlikte olmaktan haz duymuş ve hayatı kendince böyle anlamlandırmıştır.
Tanrı ya da tanrılara o kadar ihtiyaç duymuştur ki, Batılı bir düşünürün; "Eğer tanrı yoksa onu biz yaratmalıyız" sözü bunun ne derece kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunun ifadesi olması bakımından oldukça anlamlıdır. Öyle ki, insanoğlu için bir Tanrıya inanmak ve bağlanmak hayatın gayesidir’ demek hiç de yadırganacak bir hüküm olmaz.
Esasen, İslam bunu açık ve kesin bir biçimde ortaya koymuştur.
Ayette:
"Ben cinleri de, insanı da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım," buyuruluyor. (Zariyat: 51/56.)
"İbadet kavramı ise, Allah'ın arzu ettiği, gizli ve açık söz ve davranışların bütününü içine alır.
Bu geniş anlamı ile ibadetin yerine getirilmesi, insanın kendi hayatını, çeşitli davranış ve sözlerini, tasarruflarını, diğer insanlarla olan ilişkilerini İslam'ın gösterdiği şekilde ayarlamasını gerekli kılar.
Bu ise insan psikolojisini temelden etkileyen, yeniden Kur’an ve hayatı baştan sona yönlendiren esaslı bir olgudur. Burada konunun nirengi noktasını teşkil edecek temel soru şudur: "İnsanın duygu, düşünce ve davranışları üzerinde bu derece önemli rol oynayan, hayatı belli bir düzene sokan inançların esası nedir?" Yine bundan hareketle; "İman ve ilah edinmek kavramları ile insan ihtiyaçları arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır?
İnsanın varlığını sürdürmesi bakımından; 'Hüküm ve hikmet sahibi', her şeyi bilen bir ilah olan Allah'a iman, esasen neyin kabul ve tasdik edilmesidir? Bu inançtan sapmanın anlamı, insan psikolojisi açısından neleri ifade eder? Bunun anlaşılması için öncelikle 'iman' kavramı yerli yerince ve yeterince doğru olarak kavranmak.
İslam alimi Ömer Nesefı, imanı 'mutlak tasdik' olarak tarif ediyor, "Habercinin haberine veya hüküm verenin hükmüne, yani herhangi bir şeye hiç tereddüt etmeden inanmak, onun doğru olduğunu kabul etmektir" diyor.
İslam'da istenen İman; Allah Resulü'nün getirdiği haberi tereddütsüz kabul ve tasdik etme anlamında olup, kabul ve tasdik edilmesi istenen haberin esası ise ilah'ın "tek" oluşu üzerine kuruludur.
Doğruluğu peşinen kabul edilmiş inançların test edilmesinin kolay olmayacağı açıktır.
İnsanın hayata gelişinin, hayatla ve yaratılışla ilgili temel sorularının izahı ve tüm davranışlarının şekillenmesi bu noktadaki kabuller, yani inançlar üzerinde gelişir. Dolayısı ile insan davranışlarını anlamak bakımından bu inançların teşekkülü irdelenmeli ve bu noktadaki sağlam kaynaklara dayalı ilahiyat bilgileri ve konu ile ilgili sosyal bilimlerin ışığında çarpıklıklar ortaya konmalıdır. Bu hususta bize öncelikle yardımcı olacak bilim dalları şüphesiz ki Psikoloji, Psikiyatri ve Sosyolojidir. Biz burada daha çok Psikiyatri ve Psikolojiden istifade yoluna gideceğiz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İlah Edinme İhtiyacı

'İlah edinme', kaçınılması mümkün olmayan bir psikolojik ihtiyaç olarak görülüyor.
"İnsanların ilk tarihi günlerden itibaren inandıkları çeşitli putlar bir köklü ihtiyacın ifadesidir. İnsanlar karşılaştıkları büyük tehlikeler ve yoksunluklar karşısında; ihtiyaçlarının doyurulması, tehlikelerin azaltılması veya yok edilmesi için; kendisini yaşatacak, ona zor anlarında yardım edecek, onu mutlu kılacak bir güce ihtiyaç duymuş ve inanmıştır. İnsanın 'put'da toplanan, kutsal ve insanüstü güçten beklediği, bir üstün gerçeklik ve enerjidir. Zamanda ve zamanı yaşayan insan, asırlar boyunca dağınık hayatını toplamak ve bir şeye dayanmak zorunda kalmıştır. İşte, bu toplama gücünün kurtarıcı enerjisi (şirk içindeki toplumlar tarafından) putlarda bulunmuştur." Bu zan sonucu oluşan etkileşimle kutsallaştırma sürecine girilmiştir.
Bir şeyleri kutsallaştırma, ilahlaştırma ve onlara tapma eğilimi, hemen her devirde var olagelmiştir.
Konu ihtiyaç açısından ele alındığında putlaştırılan nesne ve objeler üç grupta toplanabilmektedir:

1. Günlük zevk, heyecan ve ihtiyaçları doyuran, kompleksli ruhlara hitabeden geçici putlar (putlaştırmalar):
Birçok sanatçılar, sporcular, şu veya bu devrin halkta coşku uyandıran hatipleri, büyüleyici mistikler, büyük şarlatanlar bu grupta toplanabilir. Bunun ekstrem örneklerini pek çok milletin hayatında görmek mümkün.
Hayatı ve birkaç yıl Rus devletinin yönetiminde oynadığı menfî rolü ile Rasputin gibilerden, gençlik yıllarında 'Sarışın Bomba' ismini alan artistin, filmlerinin gösterildiği sinema kapılarının önünde halkın kuyruklar halinde toplanmasına bir yerde göründüğü zaman; binlerce insanın üstüne üşüştüğünü, fotoğrafçıların birbirleriyle yarışırcasına resimlerini çektiği sanatçılar, gençlerin büyük bir coşkuyla resimlerini yanlarında taşıdıkları, önlerinde kendilerini jiletleyerek kendilerinden geçtikleri örnekler bugün bile sayılamayacak kadar çoktur.

2. İnsanın estetik zevkine, sanat merakına, bilim ve moral ihtiyacına cevap veren ve insanlığı bugünkü medeni basamağına çıkardığı düşünülen putlar galerisinde objektif eserleri ile ve her zaman ünleriyle anılan bilim, düşünce ve edebiyat yıldızları veya putları. Rafael'den Van Gogh'a, Hipokrat'tan Freud'e, Aristo'dan Newton'a, Einstein'e, Dante'ye, Goethe'ye.. kadar olmak üzere birçok uluslara mensup (erişilmez görülen) kişiler.

3. Şu veya bu memleketi büyük bir felaketten kurtarmak, esirlikten özgürlüğe ulaştırmak, bir savaşta zaferler kazanmak, bir ideolojiyi kitleler için gerçekleştirmek., gibi milyonlarca insan tarafından takdir edilmiş ve benimsenmiş tarihi kişiler galerisinde, herkesin görüşüne göre birçok simalar yer alır. Ancak farklı uluslara mensup insanların ortak takdirine ulaşanlar, objektif başarıları ile olduğu kadar, kitlelerin psikolojisine de ustalıkla girebilen ve halkı eserleri ile büyüleyici telkinlerine katabilen ve zamanında tanrılaştırılmış olan faniler.. Şüphesiz ki bunların başında Buda'dan İsa'ya ve bazı büyük azizlere, imamlara kadar din adamları da var. Bunların dışında Sezar, Cromvel, Napolyon, Washington, Marks, Lenin, Gandi ve Atatürk gibi güçlü kumandanlar, devrimciler ve devlet adamları tipindeki seçkin kişiler de yer alır. Bunlara daha birçok isimler de eklenebilir.
Herhalde 20. asır toplumlarında üstünkörü bir bakışla tapmanın ilkel şekillerinin (devam etmekte) gelişmekte olduğu görülür. İkinci Dünya Savaşı'nın meydana getirdiği şiddetli sarsıntılar, Atom bombasının büyük ölçüde maddi ve manevi yıkıntıları, 'Kumsalda Bir Gün' filminde olduğu gibi nükleer silahların gelecekteki trajik ve kollektif ölümlerin tasarlamaları yanında, bugün bile dünyanın belirli yerlerinde bir üçüncü dünya savaşı körüklemek tehlikesini gösteren kanlı savaşlar ve çatışmalar, iki üç düşman cephesine ayrılan gençlik grupları yeni bir insan şuuru ve ruhu oluşturmakta ve bunlar büyük bir hızla gelişmektedir. Kaldırımlardan, LSD'li ve esrarlı seks alemlerine kadar, düşürülen moral inanışlar yeniden birçok ihtiyaçlar ve tepkiler yaratmakta, birçok bireysel ve kollektif manevi sapıklıklar görülmekte ve bu ideolojilere ve mentalitelere uygun olmak üzere yeni yeryüzü putları doğmaktadır."
Birbirinden farklı veya benzer şartlar altında "İnsan, kendi gücünün çok üstünde olup da ümitlerini gerçekleştirmede bel bağladığı yahut şu veya bu şekilde yararlandığı değişik tabiat güçlerini; lider, kahraman, sporcu, şarkıcı, artist, seks yönünden çekici pek çok kuvvet ve objeyi kutsallaştırır, hatta tanrılaştırır.. Bu, insanın kendini adamaya karar verdiği, mutlak gönül bağlılığı içinde olduğu gücü "tanrısal kudret'i temsil eder.. İnsanın günlük denemelerini ilgilendiren her şey kutsallaştırılmıştır. Kozmik fenomenler ve tabii güçler (Güneş, ay, yıldızlar, pınarlar, ırmaklar, dağlar), hayati ve psikobiyolojik güçler, hayvanlar, ağaçlar, cinsel enerji, (özellikle erkek cinsel organı ve döllenmenin bütün güçleri).. Irk, vatan, sınıf, parti, savaşlar, altın, para., boş inançların birçok şekilleri... Umdurucu ve korumak gücünde görülen her şey, insanın merakını ve mistik yönünü kamçılar" ve bir şekilde putlaştırılır.
Rahatlıkla denilebilir ki; "İnsanın zihninde, onu ilah edinmeye iten etkenin asıl kaynağı muhtaç ve varlıksız oluşudur. İnsanın, kendisinin ihtiyaçlarını gidermeye gücü yeten, sıkıntılara karşı yardım eden, gerektiği her an onu koruyan, ıstırap ve korku halinde korkusundan onu emniyete çıkaran bir varlığa ihtiyacı vardır.
Yine kişinin ihtiyaçlarını gideren, dualarına icabet eden, isteklere cevap veren bir varlığın, mevki bakımından da şüphesiz kendinden daha yüce ve derece bakımından da daha üstün olması gerekir.
Nihayet kaçınılması imkansız tabii hallerden biri de, insanın aşkla ve şevkle yöneleceği kudretin (ilahın), insanın, anında ihtiyacını gidermeye, sıkıntıya düştüğü zaman sıkıntısından kurtarmaya, ıstıraplı anlarında sükunet bahşetmeye gücü yetmelidir. (Ya da öyle inanılmalıdır.)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki,
"ilah" kelimesinin mabud hakkında kullanılmasına sebep olan faktörler: İhtiyaçları gidermesi, amelin karşılığını verme, sükunet bahşetme, yüceliği ve hükmü altına alıp koruma, musibet anında onu korumaya gücünün yeter olması.." gibi düşünce ve kanaatlerdir. Kişinin bütün bu sayılanları kendisine verebilecek bir büyük Kudreti kabul etmesi, bu özelliklerin onda var olduğuna ve bununla birlikte kendisine yardım edecek olduğuna inanması.. İşte ilah edinme ihtiyacının esası!
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İlah İle Sözleşme

İslam'a göre tek ilah olarak kabul edilen Allah, 'her şeye gücü yeten'dir.
O; kuvvetli, kudretli, izzetli ve Kahhar olan bir ilahtır. Müslüman O'na yöneldiğinde, şu varlıklar aleminde Hakk'ın kendisi olan biricik kuvvete yönelmiş olur. Her türlü sahte kuvvetlerden kurtulup sükunete ulaşır, gönül huzuruna kavuşur ve rahat eder. Artık mü'min hiç kimseden, hiç bir şeyden korkmaz.. O, şunun bunun vergi ve mahrumiyetine de tamah etmez." Çünkü o, ruhlar aleminde Rabb'ine söz vermiş, Rab ve ilah olarak O'nu kabul etmiş; O'nunla ahitleşmiştir.
Müslüman, "Allah'ın ahdini te'kid ettikten sonra bozanlar.." dan olmak istemez.
Müslüman'ın hayatı bu ahitleşme üzerine şekillenir. Bunun için o, Allah'tan başkasını ilah ve Rab olarak kabul edemez. Esasen ezelde yapılan bu ahitleşmenin Allah'la tüm insanlar arasında olduğuna inanılır.
"Allah’u Teala ile beşer arasındaki ahdin bir çok çeşitleri var. Bunlardan biri insanoğlunun Halik'ını (yaratıcısını) bilmesi ve O'na yönelip ibadet etmesi için yaratılışında sahip olduğu fıtri ahittir. Allah'ın mevcudiyetine inanmak ihtiyacı, insan fıtratında daimidir. Şu kadar var ki bu fıtrat, bazen şaşırıp yolunu sapıtır ve Allah'a ortak aramaya koyulur."
Bir olan ilah ile yapılan bu sözleşmeye riayet ise 'takva' ile ifade edilir.
"Muttakiler için... Bu kitaptan (Kur'an'dan) kalbe faydalanma ehliyeti veren, takvadır. Kalbin kilitlerini açan takva, o nurun kalbe girerek vazifelerini yapmasını sağlar.
Faydası olan her şeyi tutup kaldırabilmeğe, karşılayıp hüsnü kabul göstermeye ve hayra çağrıldığında icabet etmeye kalbi hazırlayan takvadır.
Kur'an'da hidayeti bulmak isteyen kimsenin, ona selim kalple ve hulüs-u niyyetle teveccüh etmesi zaruridir. Daha sonra buna (Kur'an'a) korkan, korunan, delalete düşmekten yahut herhangi bir sapıklık tarafından avlanmaktan çekinen bir kalple yanaşması lazım gelir. İşte o vakit Kur'an esrar ve envarını açar."
Böylece kul ile ilah arasında uyum yolu da açılmış olur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İlah Kavramı İle "Allah" Kelimesinin İlintisi

İlah kelimesinin İslam literatüründe özel bir yeri var.
Allah kelimesinin etimolojisi hakkında ileri sürülen ve sayısının otuza yaklaştığı kaydedilen, birbirinden farklı bütün görüş ve iddialar değerlendirildiği takdirde, bu kelimenin Arapça asıllı ve zengin manalı "ilah" lafzından türediği görüşü ağırlık kazanmaktadır.
Bir görüşe göre bu kelime, "gizlenmek, perdelenmek ve duyu idrakinin ötesinde olmak" anlamındaki "lah" kelimesinden türemiştir. "Duyuların idrakinin fevkinde olan" manasında "lah" kelimesinden lam harfleri birleştirilerek "Allah" lafzı elde edilmiştir.
Daha çok üzerinde durulan bir görüşe göre de; Allah lafzı, "kulluk etmek" veya "hayret ve şaşkınlık içinde kalmak, gönülden bağlanıp sığınmak" anlamında bir mastar olan "ilah" kelimesinden türemiş ve bazı dil işlemlerinden geçmiş. "Tapınılan, yüceliğinin karşısında hayrete düşülen, gönülden bağlanılan ve sığınılan" anlamına gelen bu kelimenin başına önce bir harf-i ta'rif getirilerek "el-ilah" şekline dönüşmesi sağlanmış, daha sonra dilde kullanım kolaylığı sağlamak amacıyla, "lam" harfleri birleştirilmiş ve kelime azamet ifade eden tok bir sesle "Allah" şeklinde okunmuştur". Bu bilgiler, Allah'ın 99 ismi üzerinde çalışma yapan Prof. Metin Yurdagür'ün 'Esma ül Hüsna' isimli kitabından
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Şirkin Psikolojik Mahiyeti Ve Önemi

Hangi psikolojik mekanizmalar sonucu İnsanlar, 'Bir' olan Allah'ı bırakır da, birden çok ilah edinme ihtiyacı duyarlar ve de Allah'a has olan ilahlık kudretini başka şeylere yakıştırırlar? Bu soruya sağlıklı bir cevap bulabilmek için şirkin psikolojik mahiyetini iyi irdelemek gerekir.
"La ilahe illallah" demeden; yani "tanrı olduğu zannedilenler yada tutum, davranış, söz, yönetim ve yöntemleri ile kendilerini ilahlık mevkiinde görenler ilah değildir" demeden ve öylece inanmadan kimsenin imanı sahih olmayacağına göre konu hadsiz derecede önemli. Kul ile tanrısı arasında ruhi bir bağ olan İman, bu ilah kavramı üzerine kurulu.
Allah Resülünün; "Sizin için endişem, tekrar küfre döneceğiniz ihtimalinden değil, size karanlıkta karıncanın ayak sesleri gibi gizli ve sinsi gelecek olan şirktendir" anlamındaki sözleri, şirki, mahiyeti ile tanımanın ne denli önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İşte ancak o zaman, karıncanın ayak sesleri kadar sinsi gelen düşmana karşı korunmak mümkün olabilir.
Şirk olayını hayatın her alanında görmek mümkün: Günlük işleri düzgün gitsin diye yanında taşıdığı uğur simgesi (soteria) bir boncuk, bir tutam saç, içinde ne yazdığı pek de önemli olmayan ve merak da edilmeyen bir muskadan uğurlu kelime ve sayılara; hayatı üzerlerinde yetki sahibi olarak kabul ettiği dini ve idari otoriteleri olağan üstü görerek putlaştırmaya kadar her alanda!
"İnsanlar kendilerine egemenlik eden, onları büyüleyen liderleri veya şefleri ölür ölmez kısa bir süre içinde yenilerine dönerler. Bu süreli olarak iktidarı doldurmak ve boş bırakmamak, esasen daima ona bağlı olduğumuz ve kendisini saydığımız kutsal bir varlığı tutmanın ihtiyacıdır. Kişiler gider; lakin insan gönüllerinde kutsal olan ve putlaştıran güçler ve değerler kalır.
Bu putlaştırılan güçler zamana, tarihî dönem ve gereğe göre bir kurt-tanrı, bir çakal-tanrı, bir öküz-tanrı, savaşan bakire, her şeyi yutan bir ejder, bir doğurucu karınlı ana, yıldırımlar saçan Zevfe, Sezar gibi bir imparator, Hitler gibi bir lider, bir Prima Donna yani çok yönlü bir tiyatro veya sinema artisti, çılgınca dans eden ve striptiz yapan bir dansöz, bir seks vampiri, sesiyle gençleri çıldırtan ve yerlerde tepindiren Elvis Presley gibi bir şarkıcı, bir karlı tepeden öbür karlı tepeye uçan bir kayakçı veya Arjantin'de yapılmış olan futbol şampiyonasında takımını golleri ile şampiyon yapan bir Kempes gibi sporcu da olabilir.
Kutsallaştırılan (obje ve) hayallerin çeşidinin çok oluşu, değişik insan gruplarından ve kültürlerinden kaynak aldıklarını gösterir. (En ilkel kabilelerden, en yeni örgütlü topluluklara kadar).Bunlardan bazılarının süreklilikleri ya da evrensel tarihin değişkenlikleri arasında yeniden canlanmaları, daima ve her yerde, insanların durmadan yeni putlar ve yeryüzü tanrıları yarattıklarını gösterir.
Lakin bütün bunlar putlara tapmaya olan insancıl ihtiyacı derinliğine anlamamız için yeterli aydınlatmalar sayılmaz. Putlara tapmanın ve her alanda suni putlar yaratmanın dünya üstünde evrensel olması, bu durumun tarih boyunca sürmesi ve özellikle müspet bilimlerin her çeşit teknik başarıları ile egemen oldukları toplumlarda bile itibar görmesinin mantıksızlığı (ve anlaşılmazlığı) bunun insan ruhunda çok derin kökleri olduğunu gösterir. Bundan ötürü bunun aydınlanmasını en iyi şekilde bize psikanalitik metotlar sağlar.
Bütün insancıl eğilimler, zorlayıcı hevesler, zevke dönük dürtüler, saplantılar, alışkanlıklar ve daha genel bir terimle bilinç dışı komplekslerin aydınlanması için kullandığımız yolu, "Putlara tapma ihtiyacı"nı da anlamak için kullanmak gerektir. Herhalde bunun için de, insan yaratığının çocukluğundan itibaren erginliğe doğru giden gelişme yoluna girmelidir. Yeni doğan her insan yavrusu, temel psikolojik ihtiyaçlarını doyurmak için tamamıyla çevresine ve özellikle 5 yaşına kadar annesine veya onun yerine geçenlere bağımlıdır. Bu, annede, henüz duygusal yetersizliği ve kendi vücudunun hayalinin bütünlüğünü kavrayamaması dolayısıyla, çocuk ancak hayal meyal olarak bazı yerler görür: Bir meme veya emzik tutan bir el ve bunlara katılmış olarak bir koku, dokunma duyguları, az çok hoş olan durum değişmeleri gibi... Bu dağınık duygular, sinirsel olgunlaşma yokluğu dolayısıyla, bir bütünlük halinde reaksiyonlarda bulunur. Anne, bebek bağırmalarına karşı bir şey vermesi ya da ihtiyaç olduğu anda kaybolmasına göre; ve henüz mevcut olmayan bir zaman karışmasıyla da bu birbirinin tersi olan hayaller aynı anda karışık bir şekilde bulunur.
Bunlar erginlik çağına kadar bilinç dışı derinliklerde yer alır ve ancak psikanalitik bir inceleme ile meydana çıkarılabilir. Bunlar bazı lojik (bilim) dışı inançlarda ve kollektif topluluklarda önemli bir rol oynar. Bu bağımlılık, az çok genel bir güvensizlik de yaratır..
Şüphesiz ki her şey bunlarla bitmez. Lakin daha sonraki denemeler ve gerçekliklerle karşılaşmalar şu veya bu şekilde hazırlanmış olan bir zeminde vaki olmaktadır."
Geliştiği zeminin özelliklerine göre, kişilikler başkalarına sığınmaya, kolayca inanmaya, bağlanmaya ve itaate; gereksiz korkulara, sapmış sevgilere, umut ve beklentilere eğilim oluşturur. Bütün bu çalışma süresince göreceğimiz psikolojik özellikler, defektler (eksiklikler) ve bunların analizleriyle ilah edinmenin hazırlayıcı, kolaylaştırıcı zeminini irdelemeye, anlamaya çalışacağız.
İnsanlar çoğunlukla kendi durumlarının farkında değillerdir. Kendilerini şirk içine sokan sebepleri ve hatta şirk içinde olduklarını bile bilmekte ve anlamakta zorluk çekerler.
Bunun için İslam alimlerinin insanları sürekli olarak uyardıklarını görürüz.
Abdulkadir el-Geylani; "Allah'tan başka her kime itaat ediyorsan, o senin ilahın olur. Kimden korkuyor ve kurtuluşu kimden bekliyorsan onu ilah seçmişsin demektir. Zarar ve menfaati kimden biliyor ve Allah'ın o işi onun eliyle yaptığını görmüyorsan o senin için ilahtır. Ey kalbi ölü olanlar! Ey güç ve kuvvetlerinin putlarına tapanlar; geçim kaynaklarını, mallarını ve memleketlerinin sultanlarını putlaştıranlar! Kim zarar ve menfaati Allah'tan değil de başkasından görüyorsa o, Allah'ın kulu değil, onun kuludur.." diyor ve devam ediyor;
"Yalnız dille şahadet getirmek sana fayda vermez.
Çünkü kalbinde birçok ilah vardır. İdarecilerden olan korkun kalbine ilahtır. Çalışmasına, kuvvetine ve yaptığın ticaretine güvenmen sana birer ilahtır. Onları kalbinden çıkarmadıkça, 'Allah'tan başka ilah yoktur' demen faydasızdır.. Neye, kime itimad ediyorsan sana ilah o'dur."
Ebul Hasan el Nedvi de;
"Allah'tan başka kime itaat ediyorsan o senin ilahın olur; Kimden korkuyor ve ondan kurtuluşu diliyorsan, onu ilah seçmişsin demektir. Zarar ve menfaati kimden biliyor ve Allah'ın o işi, onun eliyle yaptığını görmüyorsan, o senin için ilahtır." diyerek uyarıyor.
Mevdudi de konuya şöyle açıklık getiriyor;
"Durmadan, 'Allah'tan başka ilah yoktur' kelime-i şahadetini tekrarladığı halde (insanlar) Allah'tan başka birçok ilahlar edinirler.. Şüphesiz ki bu şahıslar Allah'tan başkasına dua etmez, O'ndan başkasını ilah ve Rab olarak adlandırmaz. Lakin bu dil iledir. Bunun yanında, bu iki kelimenin kullanıldığı manalarda birçok ilahlar edinir de, zavallıların bundan haberleri bile olmaz."
Bir kimse; "Ne olursa olsun herhangi bir şeyi kendisi için veli, yardımcı, kötülükleri uzaklaştıran, ihtiyaçlarını gideren duasını kabul eden, zarar ve fayda vermeye gücü yeten bir varlık olarak görüyor ve bütün bunları tabiat kanunları çerçevesi dışında manalarla anlayıp, onlar hakkında kabul ediyorsa; bu, inandığı şeyin, bu alemin nizamı üstünde bir otoriteye sahip olduğunu kabul etmesinden ileri gelmektedir.
"İster ondan korkmak ve ona ümit bağlamak olsun, isterse onu Allah huzurunda bir şefaatçi kabul etmek veya ona mutlak itaat ve emrine düşüncesizce uymak kabilinden olsun (bu ilah edinmektir). Allah'tan başkasına bağlanan maddi ve manevi bağların Allah'u Teala'ya tahsis edilmesi gerekir. Zira O, yalnız başına bütün otoriteye maliktir."
Seyyid Kutup da, ayetler ışığında şu izahları yapıyor; "Tevhid akidesinin, berraklığını ve sadeliğini korumak için Kur'an-ı Kerim'in şiddetle yasakladığı (Allah'a eş koşma) keyfiyeti, her zaman müşriklerin yapa geldiği gibi, bir takım şeyleri ilah ittihaz edip, Allah'la birlikte onlara da ibadet etmek şeklinde olmaz. Bunun, muhtelif şekilleriyle bir de gizli olanı vardır ki: Mesela, ümitlerinin herhangi bir şekilde Allah'tan başkasından geldiğine inanmak şirkin bir çeşididir. Yani gizlice Allah'a şirk koşmak demektir. İbn-i Abbas (r.a) bir rivayetinde şöyle demektedir: "Ayette geçen öyle bir şirk çeşididir ki, bu gizlilik, gecenin karanlığında kaypak-siyah taş üzerinde yürüyen karıncanın ayak seslerinden daha hafidir (gizlidir).
Hal böyleyken, söz ile, 'biz hiç kimseyi Allah'a ortak koşmuyoruz’ demenin bir yararı yok!
"Unutma o günü ki, onları hep birden toplayacağız; sonra da, Allah'a ortak koşanlara; 'Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?' diyeceğiz."
"Sonra onların mazeretleri, 'Rabb'imiz Allah hakkı için biz ortak koşanlar olmadık!' demekten başka şey olmadı."
"Gör ki kendi aleyhlerine nasıl yalan söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti!"
Bir kimsenin; "Ey falan, Allah hakkı için, hayatımı sana borçluyum", gibi tabirler kullanması, eğer "şu köpek olmasaydı, hırsızlar gelirdi" şeklinde konuşması.. Arkadaşına; "Allah ve sen isterseniz bu iş olur", "Allah'la falan adam olmasaydı işimiz olmayacaktı", gibi sözler söylemesi hep bu gizli şirkin bir nevidir."
Bir hadis-i şerifte, bir adamın Peygamberimiz efendimize; "Allah ve sen isterseniz" dediği ve bu söze karşılık Resul-i Ekrem'in; "Beni Allah'a eş mi koşuyorsunuz?" buyurduğu rivayet edilir."
Şirk bu bilgiler ve izahlar ışığında ortaya konduğunda konunun önemi daha iyi anlaşılıyor olsa gerek. Yoksa;
"İslam'ı sadece tahtadan ve taştan imal edilmiş putları yok edip, onların yerine, o putlar gibi hiç bir fonksiyonu olmayan, kişi ve toplum hayatına müdahale etmeyen, hükmetmek gibi bir sıfatı bulunmayan, soyut bir tanrı inancı getiren din olarak algılayanlar, nice sahte ilahların hükümlerine uyarak gönül hoşluğuyla yaşarlarken, 'la ilahe İllallah'ı arada bir mırıldanarak cenneti garantilemiş olmanın hayalleriyle avunur dururlar."
 

Erzurumli

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Ağu 2007
Mesajlar
1,455
Tepki puanı
1
Puanları
0
Esselamu aleykum,
Değerli kardeşim felsefi olduğu kadar pisikolojik yani çok ağır basan bir yazı, bunu yazan kişi okadar çok uzun tutmuşki ilk sayfadan sonra zati okumayı kesdim ve bıktım.
Şunu iyi bilmek gereklidirki Allah-u Teala hazretleri Adem babamızı ilk yarattığı günden 1300 sene evveline kadar 104 bin ila 204 bin arası bir rakam ile Kavimlere peygamberler gönderdiği rivayet edilmektedir,demekki Mevla her peygamber gönderdiği kavme zaten kendisi kendi varlığını bildirmiştir,var olduğu bildiren bir İlahları varken insanın pisikolojik olarak kendi kafasından İlahlar uydurdukları tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır,böyle oldukları düşünülen insanların en büyük örnekleri dünya nüfusunun çoğunu oluşturan Hristiyanlar ve onlar gibi düşünen yahudilerdir,bunların bile Peygamberleri bir olan Allah (c.c) tarafından gönderildiği tarafımızca aşikarken ve gerçekte bu iken kendi gerçeklerini unutup da kendi elleri ve dilleri ile kendilerini ateşe atarak atalarının tevhid olan inançlarını bir şekilde dünya çıkarları için batıla çeviriyorlar,1300 yıl önce son Nebi olarak gelen Kainatın sultanı Resulü Zi-şan hazretleri s.a.v << Ey insanlar tek din İslam ve Tek mabud Allah (c.c) dur .>> dediği halde,yine aramızdan aleviliğin bir kolu meydana çıkmış ve ister başkaları tarafındanisterse kendi kendilerini kandırarak,haşa Hz.Ali nin İlah olduğunu söylemiştirler,şimdi soruyorum bunu nasıl bir insan aklı kendine başka bir insanı pisikolojik olarak İlah edinmek ister,İmamı Rabbani Hazretleri (ks) derki,ben Mevlamızın Hindistan taraflarına hiç Peygamber göndermedi sanırdım ancak bana manada aşikar olduki buralarada peygamber gelmiştir.Bu herne kadar birkeşif isede kerametleri görülmüş birinin sözleri değerlidir ve inanılır,demekki bazı ülkelerde bildiğimiz ve duyduğumuz inanç sistemleri arasında mesela japonya,çin,tayland taraflarında budha denilen bir şeye taparlar ancak bunu insan figürü ile tasvir etselerde bu bir ruhu temsil eder,her ne kadar sapıklıları aşikar isede bunlar aslında kendilerine gelen peygamberlerin getirdiği tevhid inancını daha sonra sapıtmış halklar olma ihtimali yüksektir,nasil ki hindu inanışının hakim olduğu bölge olan hindistana daha önce peygamber-ler gelmiş olması muhtemel isede onların ineklere tapmaları gibi bir sapıklık meydana gelmiştir,arap yarım adasında yani mekke de ise gerçekte Hz.İbrahim ve ondan sonra ki nesillerinden kalma tevhid inancı insanların yanlış değiştirmeleri sonucu farklı bir inanış şekli ve dolayısıyla küfür çıkmıştır,tarihciler şöyle der;
Hz.İbrahim den sonra oğulları Yakub a.s tevhid dinini kabe civarına yaymış idi vefatından sonra kutsal kabe yi koruyan ve tevhid inancını devam ettiren bir halk vardı,bunların içinde öyle kişiler vardı ki,halk onları yaptıkları ve inançları ve hatta kişilikleri bakımından çok severdiler,bunlardan birinin adı daha sonra kabe putlarına ismi verilecek olan uzza idi,bu uzza denen kişinin vefatından sonra bir rivayete göre şeytan onun halk tarafından sevildiğini görerek onun bir heykelinin yapılmasını ve insanların görebilecekleri bir yerde gösterilmesini ona saygı duyan kişilerinde bu heykele bakıp onu yaad edeceklerini fitneledi,hatta günümüzde de unutulmamak için insanlar aynı şeyi hayatlarında yapmak istemezmi Dünyanın heryeri böyle heykellerle doludur,o zamanın insanına bu yaptıklarından dolayı şaşmamak gerek,zamanla uzza heykeli insanların evlerine girdi ve tevhid inancı kaybolunca O artık bir put idi vel hasıl yinede (haşa) ona ve bazı kitaplarda ismi geçen lat ile menat putlarına tapan kişiyi Allah Tealaya yaklaştıracaklarına inanarak tapar idiler,bu putları artık mekkede put ve putlardan dolayı oluşan put haccı ticareti başlayınca diğer putlarda yerlerini aldı,bunu insanlar kendileri kafalarından uydurmuş gibi görünsede asıl inanış bakımından Yüce Mevla zatinin varlığını kullarına kendileri zati bildirmiştir,insan pisikolojisi kendi kendine bir şey uydurmamıştır.
Aklımıza hemen balta girmemiş ormanlar,afrikanın ücra köşeleri,kızıl derililer,hatta bir zamanın ünlü inka kabileleri gibi halklar gelebilir,bunların inançları ise genelde güneşe ve aya yıldızlara gibi şeyler olmakla beraber yinede her hepsinde de zahire değil asıl da bir ruha yani görünmeyen bir varlığa tapıldığı meşhurdur,bunlar içinde Mevla kendi yüce zatini onların atalarına peygamberler göndererek bildirmiştir,diyebiliriz.
Herşeyin en doğrusunu Yüce Allah (c.c) bilir,bende bu yazdığım yazıdan O'nun merhametine sığınırım.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Aleykümselam
değerli katkınız için teşekkür ederim.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Sağlıklı Aklın Yolu Tek İlah'a

Kur'an-ı Kerim'de, Allah'ın birliğini doğrudan ifade etmek üzere 'vahid', 'ahad' ve 'vahde' gibi kelimeler kullanılırken, İslami literatürde tevhide (tek ilah inancına) aykırı olan inanışların ise geniş kapsamlı bir kavram olan şirk kelimesi ile ifade edildiği bilinmektedir.
Yine Kıır'an'da, Allah'ın "bir"liğini belirten ayetlerin, Allah'ın varlığını bildiren ayetlerden fazla olması da konunun ciddiyetini gösteren önemli kriterlerden biri olarak görülür.
Ansiklopedilerde; 'Tanrıya ortak koşma; 'birden fazla tanrı edinme; 'çoktanrıcılık (politeizm)', 'putataparlık (paganizm)' anlamlarında kullanıldığı belirtilen şirk kavramı Allah'ın asla bağışlamadığı bir cürüm ve günah olarak bildirilmiştir.
Şirk olayı, esasen Allah'a has olan "ilahlık" kavramının ifade ettiği anlamların, Allah dışındaki varlıklara atfedilmesi, Allah'ın sıfatları ile bildirilen kudretinin inkar edilmesi, çoğu zaman sözle açıkça ifade edilmese de, hatta bazen tersi iddia edilse bile, daha çok düşünce, duygu ve davranışlarla kendini gösteren bir inkar (negasyon) ve isyan halidir.
Bu durum, insanın yaratılış amacı ile çeliştiği gibi fıtrata yani yaratılıştan getirilen ruhi ve yapısal özelliklere de ters düşer.
"Kur'an-ı Kerim, Allah'ın varlığının benimsenmesini ve O'nun 'bir'liğine inanmayı, insanın selim yaratılışının bir gereği olarak kabul etmiştir.
Bundan rahatlıkla şu hüküm çıkarılabilir; aklı başında olan ve düşünebilen her insan Allah'a yönelir, O'nu tanır, O'nu bilir. Bu, yaratılışın tabii sonucudur.
Aksini düşünmenin ise ne derece yanlış ve ters bir tavır olacağını ayetlerin etkili üslubundan takip edelim.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
"Allah İle Beraber Bir İlah Ha!"

Neml: 27/60-64.ayetlerinde Allah'tan başka inanılan, umut bağlanan, yardım istenen, sığınılan, korkulan ve itaat edilen nesnelerin asla buna layık olmadıkları, ilahlık fonksiyonuna erişemeyecekleri vurgulanıyor. Tek olan ilah tarafından yaratılmış ve her an kendisi ilaha muhtaç olanlar, nasıl olur da, ilah gibi görülürler.! Bu bir çelişkidir.
Ayetler, insanları bunun üzerinde düşünmeye çağırıyor. Rabb'in fazlı kereminden verdiği nimetlerden örnekler sayılarak, uyarı ve ikaz üslubuyla soruluyor; "Allah ile beraber bir ilah ha!"
"(O nesneler mî) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için bir su indiren? Öyle bir su ki, biz onunla sizin bir ağacını bile bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçelerin bitkilerini bitirmişizdir. Allah ile beraber bir ilah ha! Hayır, onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur."
"O nesneler mi yoksa yeri bir karargah yapan, aralarından ırmaklar akıtan, ona has ve.sabit dağlar kuran, iki denizin arasına bir perde koyan.. Allah ile beraber bir ilah ha!"
"Hayır, onların çoğu (tevhidi) bilmiyorlar. Yoksa, kendisine dua ettiği zaman bunalmışa icabet eden, fenalığı gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber bir ilah ha!"
"Siz ne kıt düşünüyorsunuz. Yahut, o kara ve denizlerin karanlıkları içinde sizin yolunuzu doğrultmakta, rahmetinin önünde rüzgarları müjdeleyici olarak göndermekte olan mı? Allah ile beraber bir ilah ha!"
"Allah onların tuttukları ortaklardan çok yüce ve münezzehtir."
"Yahut yaratmayı önce başlatan, sonra onu iade edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber bir ilah ha!"
"De ki, eğer (şirk koşmanızın) doğruluğuna inanıyorsanız getirin delilinizi.
" en-Neml: 27/60-64
Allah'ın verdiği akıl nimetini kullananlar için O'na ortak koşmak elbette akıl karı olamaz! Üstelik sadece baştan bir kere yaratılmış olmakla hayata devam etme imkanının olmadığı ve her an yaratılıp duran bir varlık olduğumuz bilinirken!
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Her An "Yaratılıp Durmak"

Her şeyin her an yaratılıp durması ve Yüce Yaratıcı'nın yaratma fiilinin bir kereye mahsus olmadığının bilinmesi duygu ve düşüncelerin hizaya sokulması bakımından oldukça önemli bir husustur.
"O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Hiç bir evlat edinmemiştir O. Mülkünde O'nun bir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratıp, bir düzen ve bir ölçü tayin etmiştir. Böyle iken kafirler O'nu bırakıp da birtakım ilahlar edindiler; ki, bunlar hiçbir şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar. Onların nefisleri için ne bir zararı gidermeye, ne de bir fayda sağlamaya güçleri yetmez. Öldürmeye, diriltmeye, ölenleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya ise hiç güçleri yoktur." Furkan: 25/3.
Yukarıda bahsi geçen Neml süresindeki ayetlerde; "Sizi gökten ve yerden rızıklandıran" ifadesi ile bu süresindeki "yaratılıp durmak" tabirleri, üzerinde düşünülmesi gereken çok önemli ve sadece inanca değil bilime de doğrultu verecek boyutta ip uçları içeren ikazlar. Bunların anlaşılması halinde başka ilahları reddedip, Allah'ı tek ilah olarak kavramanın inkar edilmesi mümkün olmayan bilimsel ve akli delillere ulaşılır.
Her şeyi yoktan var eden ve gökten ve yerden rızıklandıran..ilah O.
Yerden gıdalar; proteinler, karbonhidratlar, yağlar, vitamin ve mineraller.. Sonra su ve hava.. Bütün bunlar canlılığın devamı için gerekli.
İnsana yerden rızk verilmezse açlığa ve susuzluğa ne kadar dayanabilir!.. Belki birkaç hafta.. Sonra? Sonra, canlılık sona erer.
Yine hayat için çok önemli bir rızk olan oksijen olmaz ise hayat kısa sürede sonlanır. Dokular içinde oksijensizliğe en fazla dayanıklı olan kaslardır ki onlar da en çok beş dakikada canlılığını yitirir. Beyin hücreleri ise iki dakika oksijensiz kalamıyor. Daha fazlasına dayanamıyor ve ölüyor. Tekrar oksijene kavuşulsa bile artık beyin fonksiyon yapamadığı için, 'bitkisel hayat' denilen olay gerçekleşir ki, solunum ve dolaşımın suni olarak devam ettirilse de kişi çevresi ile bir ilişki kuramaz, konuşamaz, işitemez; iradi hareketlerden yoksundur, şuuru yerinde değildir.
Eğer 'tek ilah' olan ve "rızıklandırma" kudreti bulunan 'Yaratıcı' ilah'ın bu gıdalar, su ve hava (oksijen) ile nimetlendirmesi olmasaydı, bunu kim sağlayabilirdi ki!
Kim gıda verir, kim hidrojen ve oksijeni yoktan var edip, sonra 2 Hidrojen’i 1 Oksijen'le birleştirerek yağmuru yağdırabilir ve yerden suları fışkırtır?
Allah'a rağmen kendilerine itaat edilen; sığınılan, umut bağlanan, korkulan ya da Allah gibi sevilerek ilah edinilenlerin hangisi!
Bir de "gökten rızıklandırma" var ki, müthiş bir olay! Gökten verilen rızkın kesilmesinin sonuçları yerden verilenlerin kesilmesiyle meydana gelen ölüm gibi olmaz. Sonuç korkunçtur, ortada ne beden kalır, ne ceset; tam bir yok oluştur gerçekleşen.
Görünür alemde, insan ve canlılar dahil bütün maddi varlıkların en küçük yapı taşları; elektron, proton ve nötronlardır. Bunları meydana getiren alt parçacıklar ise 'quark'lar diye isimlendirilen enerji paketçikleri. Soyut alemden somut aleme geçişin tespit edilebilen ilk elemanları, cisim olarak var oluşun temel taşları.. Tüm madde, nihai tahlilinde bu enerji paketçikleriyle oluşuyor.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İşin en ilginç yanı,
görünen bütün bu maddi alemi temelde meydana getiren enerji paketçiklerinin kendi kendilerine varlıklarını sürdürmelerinin imkansız oluşudur. Bunlar kesintisiz bir şekilde madde ötesi (fizik ötesi) alemden gelen enerjiyle her an yeniden oluşur, yani yaratılır ve var oluşunu böylece sürdürür. Eğer görünmeyen madde ötesi sonsuz bir enerji kaynağından gelen bu kesintisiz enerji (gökten verilen rızk) bir an kesilse, bu paketçikler (quarklar) varlığını sürdüremez. Dolayısı ile atomun elemanları olan elektron, proton ve nötronlar teşekkül edemez yani atom, dolayısı ile madde var olamaz. Cisim, yani varlık bir anda tükenir; hiç var olmamış gibi olur. görünürken görünmez olur. Ortada ceset diye bir şey de kalmaz. Çünkü cesedi meydana getiren yani madde olmayı sağlayan elemanların artık hiçbiri ortada yoktur; bu ise tam bir yok oluştur.
Cisim, madde ya da vücut, mevcut durumunu muhafaza edebilmek için bu enerji paketçiklerinin, fizik ötesi bir alemden, sonsuz bir enerji kaynağından, büyük bir kudretten sürekli beslenmeye ihtiyacı olduğu gibi, herhangi bir fiilini, yapmak istediği herhangi bir şey için de aynı şekilde fizik ötesinin, gayb aleminin enerjisi şarttır. Bu olmadan hiçbir fiil hayat bulamaz, oluşamaz.
İşte bir anlamda kişinin kendi fiillerinin yaratıcısı olmadığı, esas yaratıcının yine Yaradan ilah olduğu, kişinin ise sadece istek ve tercihini ortaya koymakla kaldığının bir izahı da budur. Kişi ister, yani yönelir, Allah (cc) yaratır. Her şey O'nun kudret elindedir. Dilerse olur, dilemez ise olmaz. İnsan iyi ya da kötüyü tercih edişinin mükafat ve sorumluluğunu yüklenmiş olur böylece.
Demek ki, yalnızca Allah yaratıcıdır ve kendi varlığı ile kaimdir. Varlığında ve yaptıklarında kimseye muhtaç değildir. O'nun dışındakiler yani yaratılmış olanların tümü, ilk yaratıldıkları zamanda Allah'ın yaratmasına muhtaç oldukları gibi, ölüme kadar olan (hayat) süreleri içinde de muhtaç oluşları sürer. Ceset olarak var olmak da yine yaratıcı kudret tarafından her an yaratılmasını gerektirir. Hiçbir şey 'Vacibu’l vücut' yani kendi nefisleriyle ayakta duracak kudrette değildir. Kendi varlığı ile kaim olan, kendi kendine var olabilen (Kıyam bi nefsihi) yalnızca tek ilah olan Allah'tır. İnsan dahil tüm varlıkların, bir kere yaratılmakla işleri bitmemiştir; her an vücutları ve fiilleri ile birlikte "yaratılıp durmakta" dırlar. Hiç bir an kendi kendilerini ve fiillerini var ediyor değildirler.
Ve eninde sonunda rızk kesilecek, her nefis ölümü tadacaktır. Bundan kaçış yok!. İlk insandan itibaren yeryüzüne doğan, takribi 125 milyar kişiden kimsenin kaçamadığı gibi.!
Furkan: 25/2. ve 3. ayetlerini sürekli hatırlamalı;
"Böyle iken, kafirler O'nu bırakıp da bir takım ilahlar edindiler ki bunlar hiçbir şey yaratamazlar. Bilakis kendileri yaratılıp durmaktadırlar.."
“Ve o ilahi ikaz: "Allah ile beraber ile bir ilah ha!."
Akıl gibi bir büyük nimetle şereflendirildiler, nasıl olur da; 'yaratan, rızk veren, yardım eden, her söylediği tartışmasız ve mutlak hakikat olan, kayıtsız şartsız itaat edilmeye layık' bir ilaha yönelmekten başka bir yol ararlar!. İşte bunu anlamak için şirkin, hangi duygularla insan psikolojisinde yer ettiğine bakmalı ve bu duyguların gelişimini analiz etmelidir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
'Nefs', Kişilik Ve Şirk

Şu Ruh Haline Bakınız!
Ebu Leheb, Resulüllah'a soruyor;
"Ben iman edersem, bana ne var?" diye. Cevap;
"Herkese ne varsa, sana da o var!" Bu cevap karşısında Ebu Leheb, nefsini başkalarından üstün tutmanın mahvedici ve kahrolası kıskacında kendini ebedi azaba mahkûm edecek sözü söylüyor; "Beni herkesle bir tutan din olmaz olsun!"
Şirk, insanın istekleri, arzuları, umutları, korkuları, endişeleri, sevgi, zevk ve heyecanı, alışkanlıkları gibi bütün kişilik özellikleri ile sıkı bir bağlantı içinde.
Kişilik ise özet olarak, zaman içinde kazanılmış ve kalıplaşmış davranışların tümü diye ifade edilebilir. Kişiliğin oluşması ve davranışlarda nefsin önemi büyüktür; ama nefs tek etkili unsur değildir.
İnsan davranışları 'ruh'un, kalb'in, 'akl'ın ve 'nefs'in birlikte etkileri altında oluşur.
Ruhi kuvvetler, kalbi tesirler, akli dinamikler ve nefsi istekler daimi bir etkileşim içindedir. Denebilir ki, insanın 'behavior'u (davranışı); yani, yaptığı, yapmadığı, söylediği, söyleyemediği, duruşu, düşünüşü, bakışı, konuşması, tüm duygulanımı, içe ve dışa yönelik bütün bir psikolojik aktivitesi bu dört kuvvetin (ruh, kalp, akıl ve nefsin) o anki bileşkesidir.
Bunlardan her biri, hem etkileyen hem etkilenen konumunda olup, yerine göre bazen biri, bazen de diğeri baskın olur.
Bu, iç güçlerin şekillenmesi ve yönlendirilmesinde etki sahibi olan dış dinamikler de (din içi, din dışı) inançlar, sosyal ve fîzik çevre ile kültürel yapılar olmaktadır. Aile ise bu dış etkilerin ferde yansıtıldığı ve benimsetildiği laboratuar ortamı.
Düşünceyi yönlendirecek olan kavram ve semboller bu faktörlerin etkisi ile zihinlere yerleştirilir. Davranış biçimleri ve değer yargıları böylece şekillenir.
İlah ve ona bağlı kavramlar da, başta inançlar olmak üzere, dış faktörler tarafından insana, öncelikle çocukluk dönemlerinde telkin edilir ve doğru olarak inandırılır, kabul ettirilir.
"Şirk" olayının insan psikolojisinde kendine yakın bulduğu taraf ise "nefs"tir.
Konunun kavranmasında, nefsle ilgili olarak, önce ilahiyat bilgilerine sonra da psikoloji ve psikiyatrinin yaklaşımlarına müracaat edelim.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
"Nefs kelimesi
Kur'an'da 304 defa zikredilmekte. Bunların bir kısmı "kendi" ve "kendileri" anlamında geçmektedir."
Gazali de nefse iki anlam vermiş;
Biri; İnsandaki gazap ve şehvet gücü.
İkincisi; İnsanın bizzat kendisi, özü, hakikati."
"İbn Sina'nın, 'yetkinlik' diye ifade ettiği 'nefs', Kur'ani anlayış içinde üç kademede ele alınmış:
1- Nefs-i emmare; kötülüğü (kendine) emreden nefis. "Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefis, Rabb'imin merhameti olmadıkça kötülüğü emreder. Doğrusu Rabb'im bağışlayandır, merhamet edendir" ayeti buna işaret. eder. Yusuf: 12/53.
2- Nefs-i Levvame; ayıplayan, (kendini) eleştiren nefis.
"Bütün genişliğine rağmen yer onlara dar gelerek, nefisleri kendilerini sıkıştırıp, Allah'dan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, savaştan geri kalmış üç kişinin tövbesini de kabul etmiştir.." Tevbe: 9/118. ayeti bu eleştiren nefsi gösteriyor.
3- Nefs'i mutmeinne; sekinete, itminane ulaşan nefis.
"Ey huzur içinde olan can, O senden, sen de O'ndan hoşnut olarak Rabb'ine dön!"Fecr: 89/27, 28.ayetinde olgun ve üst seviyede bir nefs kademesi söz konusu.
Görüşleri çok fazla yankılar meydana getirmiş olan ünlü ruhbilimci Freud da insan benliğini açıklarken bu tasniften esinlenmişçesine tespitler ortaya koyuyor. Ona göre de insan benliği; "id", "Ego", "Süper ego" olmak üzere üç bölümden oluşmakta.
'İd' kelimesi, 'idios’ kelimesinden türetilmiş, 'kendisi' anlamına gelir. Psikiyatride ise, 'ölçü ve sınır tanımayan, arzulayan, elde etmek isteyen, arzu ettiğine sınırsız ulaşmak isteyen', 'ilkel benlik' anlamında kullanılır.
'Ego'; bilinçli benlik. Bilen; neleri elde edeceğini ya da neleri elde edemeyeceğini, neyi elde etmesinin doğru olduğunu veya olmadığını idrak eden; cemiyet, örf, din, yasa, terbiye, tecrübe gibi dış faktörlerle frenlenmiş, değer yargıları ile makul hale getirilmiş benlik.
'Süper ego'; ahlaki (olan) ve başkaları için hakkından feragat ettiren, inançları için kendini feda ettiren benlik."
İslam kaynaklarındaki nefs-i emmareyi andırır şekilde ve 'id' diye ifade edilen ilkel benliği ise Freud iki kısımda inceler;
"Biri zevk hissini ve seksüel güdüleri, öteki; yıkıcı, tahrip edici, yok edici tecavüzkar hisleri içerir. Bu hislerin, şuurlu ya da şuursuz, klinik yansıması hostilite (düşmanlık) ve ağresivite (saldırganlık) şeklinde olan ilkel benliği ('id'i) ifade eden duygu ve davranışlar olmaktadır."
Freud'un seks üzerinde fazla ısrar etmesi sebebi ile ondan ayrılan bir diğer psikolog Carl Gustav Jung ise; din, felsefe, mitoloji ve sembolizmden aldığı materyal üzerine kurduğu ekolle kişiliği izah gayretine girişmiş, Freud'un daha çok seksle izah ettiği "libido'yu, o; non-sexual bir hayat kuvveti olarak görmüştür."
Bu haliyle "nefs-i emmare" ya da "id"; frenlenmeye, terbiye edilmeye muhtaç. Azıp sapmaya, saptırmaya götürecek özellikleriyle de id (veya nefs-i emmare), şirkin yerleşmesine müsait bir zemin ve bu zeminde gelişen, kendini yüceltme yani büyüklenme olayı karşımıza çıkar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
"Büyüklenme"

"Nefs" ya da "İd" ağırlıklı hareket eden kişinin davranışları kendi nefsini yüceltme ve tatmine yöneliktir. Bu ise, şirkin hem temellerini oluşturan hem de onu kolayca fark edilemeyecek hale getiren önemli bir tespit. Burada cereyan eden psikolojik mekanizmalar ise oldukça ilginç.
Alfred Adler'in 'Individual Psychology’ teorisine göre; insanda aşağılık hissinin ortaya çıkmasına sebep olan fiziki kusur ve yetersizlik hisleri, şahısta bu hisleri bastırmak için geliştirilen övünme ve güven hislerini tahrik eder; ki, bu da 'büyüklenme'nin en olmaz gibi görünen dinamiklerinden biri.
Ona göre; "Her şahıs, kendisini, muvaffak olma ve etrafına karşı hakimiyet kurma hırsına doğru götüren inferiotorite (aşağılık-aşağılama) hissine sahip olur ki, bu hemen hemen daima çirkinlik, sakatlık, organ yetersizliği gibi bir kusurdan neşet eder. Dolayisı ile, her insan, daha ilk çocukluk yaşlarından beri, bu kusurunu kompanse (telafi) etmek gayesiyle, bütün hayatınca tatbik ve takip edecek bir hayat stratejisine sahiptir.
Adler; karakteri, çocukluk yaşlarından beri şahsın vücut konstitusyonu (durumu), sosyoekonomik durum, seks hayatı, aile şartları ve tahsil gibi birçok hayat cepheleri ile münasebetinde kurmuş olduğu ve takip ettiği, muvaffakiyet ve tahakküm etmede, kendisince en uygun olarak kabul edilen bir takım davranışlar zinciri diye tarif eder.

Adler nazariyesine göre,
şahsın, superiorite (üstünlük) temini hususunda kendi kusurları ile yapmış olduğu bu mücadele; bazen ya fazla bir kompansasyon (telâfi) veyahut da (bir kuvvet ve mazeret elde etmek gayesiyle) hastalığa sığınmak şıklarından biri ile neticelenmektedir."
İster yukarıda bahsedildiği gibi bedensel kusurlar ve yetersizlikler sonucu, isterse tatminkar bir inanç ve kişilik eğitimi yoksunluğundan dolayı olsun, insanoğlu kendindeki eksiklik ve acziyet duygusuyla sığınacağı; kendisine yardımcı ve koruyucu bir sığınak olacak, güç ve kuvvet verecek; güven kaynağı olan ve rahatlatan bir yer arar ki, işte bu, kavramsal bazda bir 'ilah' arayışıdır.
Esasen ruhun, yönelmek ve sığınmak istediği ilah; gücü her şeye yeten, her şeyi işiten, bilen, gören, hiçbir kimsenin ve hiçbir nesnenin kendisine denk olamayacağı, varlığı hiçbir varlığa muhtaç bulunmayan ve bütün varlıkların kendisine ihtiyaç duyduğu, her şeyi yaratan bir ilah olması gerekir ki, insanın ilah ihtiyacına karşılık verebilsin. Ve insanın ona tam teslimiyetle huzura kavuşması mümkün olsun. Nefsini yada başka nesneleri yüceltme olayı, psikopatolojik bir olaydır. Kendinde gördüğü eksikliklerin verdiği huzursuzluğu ve sıkıntıyı, başkalarını aşağılama (inferiorite) ve kendi nefsini yüceltme (superiorite) ile telafiye çalışmak patolojik (hastalıklı) bir davranış biçimidir. "Bir" ilahta toplanması gereken sığınma, güvenme, teslim olma yerine, kendi nefsini yücelterek, büyüklenmeyle nefsine (heva ve hevesine) güvenme ve dayanma, kendini putlaştırmaktan başka bir şey değildir. Ve de yalnızca bir felakettir, aldanmadır, hem de kendi kendini (nefsini) aldatma.
"Kendisine üstün varlık gözüyle bakan böyle insanlar, adeta kendi kendilerini esir alıyorlar. Bu üstünlük psikozu onların etrafını şişleyerek gerçekleri görmelerini engelliyor. Said Ramazan el-Buti bu insanlara işaretle diyor ki; "Dikkat ediniz, insanlar sahte ilahlık tahtları kurmuşlarsa, bu sadece kendi varlıkları hakkında sadakatle düşünmeye vakit ayıramamaları ve etrafındakileri(n niteliğini) görmemelerinden kaynaklanmaktadır."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Başkalarına karşı bu büyüklenme

Başkalarına karşı bu büyüklenme sonuçta Tanrıya karşı da bir büyüklenme ve kibir haline varır ki, bu, insanın Tanrı karşısında kendi nefsi ile şirke düşenlerden olması ile sonuçlanır.
Kur'an bu yapıdaki insanlar için şunları söylüyor:
"Yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslayanları, ayetlerimizi (anlamaktan) uzaklaştıracağım. Onlar ki, her ayeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de o yolu tutmazlar. Eğer sapıklık yoluna görürlerse o yolu tutarlar. Öyle yaparlar. Çünkü onlar ayetlerimizi yalanmayı adet edinmişlerdir. Ve onlardan gafil olagelmişlerdir." Araf: 7/146.
Kur'an mesajı incelendiği zaman görülür ki, kendi gerçeğini tanıma konusunda insanlar genel olarak üç kısma ayrılmaktadırlar;
Birincisi; Kendilerini olduklarından yukarda görenler:
Kur'an'da, bunlar mağrur ve mütekebbir insanlar olarak tanıtılır. (Nefsini yücelten, tanrılaştıran kimseler)
İkincisi; Kendilerini olduklarından daha aşağı görenler:
Kur'an'a göre bunlar zelil insanlardır. (Yukarıdakinin aksine kendilerini aşağılayıp başkalarını yücelten, onlara sığınan, güvenen ve isteklerine teslim olan, mutlak itaatle zulümlerine rıza gösterenler ve bundan dolayı suçlu olanlar).
Üçüncüsü; Kendi gerçeklerini olduğu gibi görenler:
Bunların Kur'an'da birçok isimleri vardır. Genel ve yaygın isimleri mü'min ve müslimdir.
Makul davranışın ölçüleri, bir taraftan büyüklenmeyi reddederken diğer taraftan da Yaratıcının bahşettiği onuru korumayı ve zelil duruma düşmemeyi öngörür.
Birinci konumda olanların yaptığı ile Şeytanın isyanı arasında mahiyet itibariyle bir fark yoktur. İblis'in yaptığı da Allah'ın eşref olarak yarattığı insanı hor görüp, onun karşısında kendini yüceltme, büyüklenme idi.
Başkalarını aşağılayan, nefsinden başkasına değer vermeyen böylece onları horlayan bu gibi kimseler Hz.Adem karşısında kendini yüksekte gören 'İblis'ten farklı mütalaa edilmez.
Büyüklenerek nefsini yüceltenlerdeki psikolojik mekanizmalar hep aynı yönde işler. Sırf bu haleti ruhiye sebebi ile; "Çeşitli zamanlarda, inananlar tarafından samimi, nezih, açık ve dürüst bir karaktere sahip olmaları için imana davet edilen münafıklar, bunu fakirlere, düşkünlere mahsus olarak kabul ediyor; ve şan, şöhret ve makam sahibi kimselerin iman etmelerini düşüklük addediyorlardı. İşte bunun içindir ki ayette;
"O beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanacağız?" diyorlar. Ve bu tutumlarına mukabil Allahü Teala onları, acı ve sert bir ifadeyle karşılıyor:
"Dikkat et! Asıl beyinsizler kendileridir. Fakat bunu bilmezler ki!..
"Bakara: 2/13
Ad Kavmi'nden verilen örnekler de aynı yönde;
"Ad Kavmi, yeryüzünde haksız yere kibirlenmek istediler. 'Bizden daha kuvvetli kim var?' dediler. Kendilerini yaratmış olan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi?.."Fussilet:41/15
Bunlar sadece kendileri için değil, toplum için de problem teşkil ederler.
Bu kimselerin bu ruh halleri ile toplumların üzerinde bulunmaları sosyal bir felakettirler. Çünkü, ellerine geçirdikleri politik ve ekonomik imkanlarla daha da azar ve horladıkları halkı ezdikçe ezerler.
"Zaman ve mekan hudutlarını aştığımızda aynı manzara insanlık tarihinin her neslinde karşımıza çıkar. Yüksek tabakayı temsil eden böyle zümreler, halk içinde kendi kendilerini yüksek mevkilere layık görür ve kendilerini halkın münevveri (aydınları) sayarlar.
Ayet-i kerimeler, bir taraftan tarihi bir vakayı canlandırırken, diğer taraftan, her nesilden sarsılmaz adımlarla hak yolda yürüyen samimi mü'minlerin karşısında böyle zümrelerin de bulunacağına işaret eder.
Böyle kimselerinin toplumun önünde olması, o toplum için felaket olan bir kısır döngünün kurulması demektir. Bunlar toplum tarafından kabul gördüğü ölçüde kitleler köleleşir ve sürü haline gelir, değersizleşirler. Bu köleleşme ve sürü haline gelme ise baştakilere hastalıklı bağımlılığı daha da artırır ve onları daha da azdırır. İşte o zaman karşı karşıya kalınan vakıa sosyo-patolojik bir kısır döngü halini almıştır.
"Kendisini beğenerek böbürlenen, kendinde doğa üstü güçler vehmeden insan ne kadar tehlikeliyse, kendisini küçük ve değersiz gören; zelil, inançsız, ilkesiz insanlar da o kadar tehlikelidir. Şahsiyet zaafı ile ma'lül olarak büyüklenenler, bir kere toplumun yönetimini ele geçirdilerse artık onlardan kurtulmak kolay olmaz. Çünkü düzenlerini öyle kurarlar ki, o düzenin hiçbir ünitesinde şahsiyetli adamın yeri yoktur. Bu düzen bütün üniteleri ile kişiliksiz adam kusar. Herkes birbirini alkışlar, herkes birbirini yer. Bu toplumlar, başka toplumların paryası olmaya da namzettir.
Kur'an'ın, insana bizzat insanı tanıtması aynı zamanda, onun bu bataklıklara düşmesini önlemeye de yöneliktir.
İnsanın kibirlenmesi de, kendisini küçük görerek zillete düşmesi de onun çıkmazıdır. Ve her iki davranış türü de Tanrı önünde cürüm sayılmıştır. Ayrıca, büyüklenerek kendilerini toplumun üzerinde görenler, gerçek ilah'a çağırıldıklarında ellerindeki imkanları kaybedecekleri endişesine kapılarak projeksiyon (yansıtma) mekanizmasını kullanırlar.
Ancak bunu itiraf edemeyip, içlerindeki yanlış ve marazi duyguları, hak yola çağıranlara yansıtıp, onları hep bîr hakimiyet ve dünyalık peşinde olmakla suçlarlar.
Allah'a çağıran Resulünü de, kendilerine kıyas ederek O'nun dünyevi bir üstünlük aradığını vehmeder ve hakimiyetlerini yitirmemek için tevhide gelmekten kaçınırlar. Pek çokları gibi, Hz.Nuh (a.s) da, kavminin hakim sınıfı tarafından aynı suçlamaya maruz kalmıştı.Mü'minun: 23/24.
Esasen dünyevi üstünlük ve hakimiyet peşinde olanlar, ellerindekilerle büyüklenen, 'kendilerini kendilerine yeter' gören ve böylece benliklerini ilahlaştıranlardır.
"Onlar kuvvetin kendilerinde olmasıyla, hakkın da kendilerinde olması gerektiğine hükmetmişlerdir."
Hz.Şuayb (a.s)'a, müşrik olan kavmi; 'Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Hem seni aramızda güçsüz görüyoruz', Hud: 11/91demiş ve müşrik akrabalarının hatırı olmasaydı, kendisini taşlayarak öldüreceklerini söylemişlerdi. Keza Firavun hükümetinin ileri gelenleri, Hz.Musa (a.s)'nın davetinde icabet etmeyişlerini sırf kendilerinin maddi üstünlüklerine, onun ve beraberindekilerin ise zayıflıklarına göre hesap etmişlerdi.
Demişlerdi ki:
"Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz." A'raf: 7/127.
"Hep düşük kimseler sana bağlanmışken, biz mi sana inanacağız" derler. Şuara: 26/111.
İnanmak, o sade insanlarla beraber olmak, kendilerinin prestijlerini alt üst etmez mi? Şayet peygamber fakir müminleri yanından kovarsa, ekabir takımı onunla ilgilenebileceklerini söylerler. İnsanların hidayetine sebep olma arzusunun, Peygamber tarafından bu teklifin kabulüne yol açabileceği ihtimaline karşı, Allah onların bu sözlerine kulak vermesini şiddetle yasaklar.
Kendilerini sözü dinlenecek, sığınılacak ve tek hak sahibi olarak görenler bu tavırları bırakmadan, hakka kapalı olacakları ve yeni bir inancı kabul etmekten çok uzakta bulunacakları açıktır.
Müşrik 'Nefs'lerin esareti altında bulunanlarla hak üzere uzlaşabilmenin her hangi bir zemini bulmak zordur. Onların bu hastalıklı psikolojilerinin iyilikler, güzellikler, hak ve adalet üzere bir uzlaşmaya izin vereceğini zannetmek aldanmaktır.
Hüküm Kur'an'ındır, ona kulak verelim;
"Baksana şu hevasını ilah edinenlere!" Furkan: 25/43
"Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ dendiği vakit; 'Biz hiç sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!' derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler veya bilmezlikten gelirler”. Bakara: 2/13
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Yüceltme Olgusu

Şirk olayının diğer bir önemli boyutu da, "yüceltme"; yani, herhangi bir nesneye yaratılıştan verilen özelliklerin üstünde bir "olağanüstülük" atfetme olgusudur. Bu da olağan dışı beklentiler ve ilişkiler yumağını oluşturur. Böyle bir etkileşim ise şirk vakıasının oluşma mekanizmalarından biridir.

Kabe'den Başlayan Tapınma

İbn-i İshak, eserinin, İsmail oğullarının İbrahim Peygamber'in dinini bırakarak putlara tapmaya başlayışlarını anlatan kısmında şöyle diyor;
"Mekke, İsmail oğullarına dar gelip, diğer bölgelerde bir yurt aramak için Mekke'den ayrılırken, kutlu tapınağa (Kabe) saygı sebebiyle oradaki taşlardan bir tanesini yanında alıp götürürdüler. Mekke'den ayrılanlar gittikleri yerde bu taşı bir yere koyar ve Kabe'nin etrafında dolaştıkları gibi bu taşın etrafında dolaşırlardı; bu suretle yavaş yavaş hoşlarına giden veya beğendikleri başka taşlara tapma adeti ortaya çıktı. Bundan sonra nesiller birbirini takip etti, eski hak dinlerini unuttular. Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in dinini başka bir dinle değiştirmiş oldular, putlara taptılar ve daha önceki milletlerin düştükleri sapıklıklara düştüler."
Kur'an-ı Kerim, bu ve benzeri zihni sapıklıkları ve çelişkileri sürekli vurgular:
Mü'minun: 23/85. ayette: "Onlara de ki, yer yüzü ve onun üstündeki yaratıklar kimindir? Eğer bilirseniz söyleyiniz. Hemen derler ki: 'Yüce Tanrınındır.’ Sen de ki; 'O halde siz fikr edip düşünmez misiniz?' Onlara de ki; 'Yedi göğün ve koca arşın sahibi kimdir?' Onlar hemen cevap verirler; 'Yüce Tanrıdır.' Sen de de ki; 'Öyle ise o tanrıdan korkmuyor musunuz?' Onlara de ki; 'Bütün eşyanın padişahlığı kimin elindedir, ki istediğini himaye eder ve hiç kimse onun azabını men edemez. Eğer bilirseniz söyleyiniz.' Onlar derhal cevap verirler: 'Yüce Tanrının elindedir.' De ki, 'öyle ise niçin iğfalata kapılıyorsunuz?" buyuruluyor.
Keza Ankebut 29/63. ayetinde de; "Eğer onlara, 'gökten yağmur yağdırıp onunla yeri ölü durumdan dirilten (canlandıran) kimdir?' diye sorsan, 'Tanrıdır’ diye cevap verirler." deniliyor.
Gene Zümer: 39/8. ayetinde: "İnsana bir zarar eriştiği vakit Ulu Tanrıya rücu ile ona dua eder, sonra yüce Tanrı ona o zarara karşılık nimet verdiğinde, duayı unutup halkı İslam'dan men için Tanrıya ortak koşar" buyuruluyor.
İnsanların Yaratıcı Tanrı'yı tanıyor olmaları halinde bile başka şeyleri yüceltip tanrılaştırmaları nasıl bir psikolojik etkileşim sonucu ortaya çıkar? sorusu üzerinde dikkatle durulması gereken bir önemi haizdir. İşte bu soruya cevap teşkil edecek önemli olgulardan biri "yüceltme" diye ifade edebileceğimiz olgudur. Çünkü bununla kurulan etkileşim insanları bir kısır döngü ile şirk çemberi içine sokar
.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Tapınmada Etkileşim

Herhangi bir nesneye, Yaratıcı'nın fıtrat ile (doğuştan) verdiği özelliklerin üstünde işlevler yakıştırmak bu hastalıklı etkileşimin ilk basamağı. Sonra atfedilen olağanüstülük oranında beklentiler içine girmek ise ikinci basamak. Sonuçta yüceltilen nesneye bağlı ve bağımlı hale gelmek de kaçınılmaz olur.
Yüceltilen nesne ne olursa olsun, ona olağan üstü güç ve özellikler atfetme ve buna paralel olarak da ondan, o ölçüde beklentilere kapılma tam bir kısır döngüdür. Yüceltilen, her ne ya da kim ise, onun her şeyinde bir hikmet arama ve yorumlama dönemi başlayınca bunun sonu gelmez. Cansız ise, şeklinde şemailinde, insan ise oturmasından kalkmasına, giyinişinden soyunuşuna; yemesinde içmesinde, gidişinde duruşunda, söylediğinde söylemediğinde, hatta idrarını büyük abdestini yapmasında bile hikmet aranır. Hz. Peygamber’in, altında abdest bozduğu ağaca karşı insanların farklı baktığını gören Hz. Ömer'in bu endişelerinden dolayı o ağacı kestirmesi bu açıdan düşündürücüdür.
Yaratılmışların özelliklerini yüceltmede sınır tanınmadığı gibi bizatihi cisimlerini yüceltmede de sınır tanınmamıştır. Hıristiyanların Hz. İsa'yı tanrılaştırmaktan tutunda cinleri, melekleri putlaştıran, güneşe tapmaktan önderlerini ilahlaştırmaya, hatta bazı Uzakdoğu ülkelerinde, fareleri tanrı sayanlardan erkek cinsel organına tapanlara kadar hayal edilmesi bile zor olan ilginçlikler putlar galerisinde saygın(!) yerlerini almışlardır.
Yüceltilen şeyin bir taş, bir heykel, uğurlu sayılan bir nesne ya da bir insan (idareci, başkan, şeyh, lider v.s.) olması bu yüceltme mekanizmanın işleyişini değiştirmiyor.
Yaratıcının bahşettiği ve takdir ettiği çerçevenin üzerinde birtakım nesnelerin mahiyetlerini ya da kendilerini 'büyük görme', yaratıcıya ait olan kudret ve sıfatlarla vasıflandırma aynen sürüp gider.
Şimdi yüceltme mekanizması ile pratikte şirk olayının nasıl cereyan ettiğine dair, geçmişte bazı örneklere göz atalım.
"Mekkeliler, önemli bir işe başlamadan önce ve yolculuktan dönünce veya Mekke şehir devletine ait tören ve merasimlerden önce Kabe'nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyaret eder, ona bağlılıklarının ifadesi olarak saygı gösterirlerdi."
Böylece işlerinin düzgün gideceğine inanırlardı.
Mekkeliler (de, bu psikoloji ile) Kabe etrafında dolaşarak O'na ibadet ettiklerini sanıyor ve fakat put heykellerine de aynı şekilde saygı gösteriyorlardı.
Herhangi bir Mekkeli, seyahate çıkınca veya seyahatten dönünce, yahut önemli bir işe başlayınca, Kabe'yi tavaf ediyor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin putlara saygı göstermesiyle başlıyor, devletin en önemli işleri görüşülmeden önce heykellere saygı duruyorlardı.
Ticari ya da siyasi bütün kuruluşlar, önemli toplantılarından önce de bu heykellere karşı saygıya durur, ondan sonra işlerine bakarlardı."
Onlar hem Allah'ı tanıyorlar, hem de putlara tapıyorlardı. Esasen şirkten kasıt da buydu, birtakım nesneleri Allah'ın sıfat ve kudretine ortak koşmak ve Allah'ın yanında başka güçler tanımak, Allah'a inanmak ve fakat O'nu inkar edenlerin hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. "Allah'a inandık" deyip, putların önünde saygıya durmak; secde etmek, eğilmek, onlar etrafında dönmek; o heykellerden medet ummak, onları ilham kaynağı saymak; güç ve ilhamlarını Allah'tan değil, o put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaşayan ya da ölü birtakım) putlaştırılmış şahıslardan beklemek.!
"Kur'an dilinde şirkin çeşitlerine göre ayrı ayrı isimlendirildiği görülüyor;
"vesen" küçük putlara verilen isimken
"sanem"şekilsiz putlara deniyor.
"tağut" olarak Yönetici putlar isimlendiriliyor,
"Erbab" ise; üstün meziyetler ve ilahi vasıflar yakıştırılarak ilahlaştırılan varlıklara verilen isim. Bu kelime, ilah seviyesine getirilen puta duyulan sevgiyi de ifade eder. Peygamberlerin ve salih insanların ilahlaştırılması da genellikle bu kelime ile anlatılır."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İnsanı putlaştırma

"İnsanı bayağı putlaştırma ve ona mistik bir bağlantı ile tapma, psikolojik olarak yalnız tarihin başarılı hakanlarına, büyük devrimci liderlere, savaş meydanlarında önemli zaferler kazanan güçlü komutanlara ya da insanlığa çeşitli bilimsel eserleriyle hizmet etmiş bulunan bilginlere ve büyük sanatkarlara ya da insan ruhunu bütün ıstırapları ve çıplaklığı ile yansıtmakta olan güçlü ediplere ve ozanlara dönük değil; özellikle asrımızda insan, çeşitli eğlencelere ve zevklere dürtüsel bir eğilimle bağlandığı ve her şeyi tatmak ve denemek istediği cihetle çeşitli yeryüzü putları yaratmakta ve özellikle genç kuşaklar bunları benimsemek suretiyle yatak odalarına resimlerini asmaktalar.
İnsanlar ya birtakım yeteneklerden dolayı, bu yetenek ve imkanları abartarak, bazı kişi ve nesnelere tanrısal özellikler yakıştırır, onları olağan üstü görürler ya da tamamen kendi hayallerinin ürünü olarak, yarı insan yarı tanrı varlıklar tahayyül eder ve onlara taparlar.
Bu şekilde hayal ederek yüceltmenin en çarpıcı örnekleri eski Yunan'dadır.
"Orada insanların bir inanç ihtiyacı ile, hayali olarak yaratmış oldukları ve çok kez fizyonomisi ve kıyafeti ile tasarladıkları on iki büyük tanrının oturduğu ve fani insanların varamadıkları yer Olympos dağı idi. Bir bakıma bu tanrılar göklerde değil, yine yeryüzündeydi. O zaman Olympos denizden çok ihtişamlı bir yükseklikler zinciri halinde görülen dağların en yükseği idi. Kışları kaim bir kar tabakası tepesini örtüyor; yazları da çok derin uçurumlarını ve sırtlarını büyük yeşil ağaçlar gölgeliyordu. Ediplerin tasvirlerine göre doğan güneşin ilk ışıkları bu kutsal dağın tepesini aydınlattığı gibi, akşam çekilişinde de bir tatlı kızıllık üstündeki bulutlara aksediyordu. Zaman zaman bunun tepesinde kasırgalar kopuyor, üstünde gökler gürlüyor, kalın siyah bulutlardan şimşekler kopuyor, seller halinde yağmurlar yağıyordu. İşte bütün bu tabii görüntüler eski Greklerin kuvvetli hayallerini bu dev dağa götürüyor; onu kutsallaştırıyor ve tabii fenomenlerin ve güçlerin kaynakları ve hakimleri, tasarladıkları tanrıları buradaki güzel saraylarda oturtuyordu.
Burası büyük dinlerin kıyametten sonraki ebedi hayatta vaad ettikleri cennet gibi bir yer olarak her çeşit nimetler, manevi huzur ile doluydu. Işık saçan bu Olimpos cennetinde her tanrının kişisel yeri yani sarayı vardı. Bunlardan en büyüğü, en göz kamaştırıcı olanı ölümsüz tanrıların en güçlüleri ve başları olan Zevs'e aitti. Her sabah, güneşin ilk ışıkları ortalığı aydınlatmaya başladığı zaman bütün bu tanrılar şeflerinin sarayında toplanırlardı. Zevs altından yapılma bir tahta oturmuş olarak sarayının en geniş salonunda bunları kabul ediyordu. Bir babanın önündeki bir aile gibi erkek ve dişi tanrılar da en büyüklerinin etrafında toplanmış olarak sonsuz bir mutluluk duyuyorlardı. Kumral saçlı ve ışık saçan Apollon çok güzel saz havaları ile onları keyiflendirirdi. Başları çiçekli taşların süslediği güzel bakireler dans ediyorlar; ara sıra musiki perileri en ahenkli nameleriyle tanrılarda neşe yaratıyorlardı. Gençlik tanrıçası Hebe adlı son derece güzel bir bakire bunlara lezzetli yemekler ve bal özü ikram ediyordu. Bu neşeli ve mutlu Olympos korosu onlara ebedi bir gençlik bütün dünyaları ve insanları idare etme gücünü veriyordu.. Tanrılar ihtişamlı evlerinde yalnız değillerdi. Kralların kalabalık mahiyeti gibi, on iki tanrının hizmetinde tanrısal vasıfları olan ve çeşitli hizmetler yapan yardımcıları vardı..
Bu tanrılar arasında Zevs, Olimpos'un en yüce hakimi insanların ve tanrıların ortak babası idi. Gök ve arz onun ebedi sultanlığına bağlı idi. Canlı cansız bütün şeyler onun bir baş işaretine bakarlardı. Her nimet, yerine göre ceza, her tabii afet onun hakim olduğu göklerden geliyordu.. Zevs ebedi varlık, bütün varlıkların ilki, bütün şeylerin başlangıcı ve sonu idi. Şairler bu yüce tanrının ihtişamını ifade edemediği için onu, görünürde çok güçlü ve çok güzel bir insan olarak tasarlıyor ve tasvir ediyor; onun için birçok hamasi efsaneler düzüyorlardı..
Diğer Olimpos tanrılarının da belirli bir tabiat kuvvetine egemenlikleri vardı. Bunlardan Athena bir savaş tanrısı idi ve eski Yunanlılar için görünmeyen en kuvvetli savaşçı idi. Koruduğu ordu mutlaka galip gelirdi. Cesareti başka kimsede yoktu. Apollon gün ışığının parlak tanrısı Güneşi temsil ediyordu. Ve Zevs'in oğlu idi. Hermes kanatlı sandalları ile Zevs'in oğlu ve elçisi idi. Ayrıca rüzgarların da tanrısı idi..
İnsanoğlunun gördüğünü yüceltmesi, bu da yetmezse hayal edip, uydurup yüceltmeye meyilli olduğunu göstermesi bakımından bu anlatılanlar oldukça ilginç.
İnsanoğlu öyle bir psikolojik yapıya sahip ki, bir kere sapmaya görsün artık ilahlaştırmada sınır tanımaz. Akla hayale gelen her şey yüceltilebilir. Fareden liderlere ve ruhlara, yıldızlardan makinelere kadar.!
Bazı Uzak Doğu ülkelerinde birtakım toplulukların fareleri kutsal saydığı ve onlara taptığı bilinir. Kim bilir belki farelerin çoğaldığı bir zamanda, pislik içinde farelerle yan yana yaşarlarken veba hastalığından binlerce insan kırılmış ve onlar bunu fareden bulaşan bir hastalık olarak değil de, farelerin kutsal gücü olarak zannetmişlerdir.
Yıldızlara ve gezegenlere kutsallık atfetmenin vatanı ise Mezepotamya olarak bilinir. Burada doğan astral mitoloji, sonradan Yunanlılar ve Romalılar tarafından da benimsenmişti. Bir insanın doğumu anındaki gezegenlerin yerleri ve burçların durumunun o insanın yeryüzündeki kaderini yansıtmakta olduğuna inanılmıştı. Mezepotamya ve Roma'nın tanrılar dünyası çoktan tarihe karıştığı halde bugün dahi müneccimlerin kehaneti eski mitolojik tasavvurlar üzerine bina edilmektedir.

T.W. Arnold'un İntişar-ı İslam Tarihi isimli kitabında anlattığı örnek ise oldukça düşündürücüdür.
Güney Nijerya'nın bir yöresinde, Müslüman mübeşşirlerden biri halka İslam'ı telkin etmeye çalışır, ancak yöre halkının dilini iyi bilmediğinden pek de başarılı olamaz. Buna rağmen insanlar onda birtakım iyi haller görür ve onu severler. Bu zat ölünce, zaman zaman elinde gördükleri Kur'an'ı Kerim'i, onun odasında bulur ve onda daha önce gördükleri ve kendilerine olağan üstü gelen hallerin bu kitaptan dolayı olduğunu düşünerek Kur'an'ı tapılacak bir şey olarak kabul ederler.
"Ne şekilde düşünülürse düşünülsün makine de insanın yarattığı putlardan biri olmuş sayılabilir.
Otomobilleri olan bazı insanlar, güzel atlarına tapan insanlar gibi, otomobillerinden bir sevgili duygusuyla söz ederler.
Rüya yorumlaması dilinde, otomobil cinsel enerjinin ve hatta ruhsal enerjinin sembolü olmuştur. İnsan otomobilini, hayatı idare edercesine sürer. Otomobil birçok insanların en yakın yardımcısı olarak ona taparlar ve çocuk gibi bakarlar ve diğer güzel yabancı otomobillere kıyasla kıskanırlar. Bu çok özel ilişki modern insanı arabasına bağlamış; ve yeni bir insan tipi yaratmıştır, (Automobiliste)." Yüceltmenin o kadar sınırı yoktur ki, "Türkistan'da, Başgırt halkından bir kısmının ve bazı kabilelerin erkeklik uzvuna taptıkları da görülmüştür..
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
"İnsan Peygamber" Hazımsızlığı

Yüceltme olgusu ile ilgili olarak peygamberler konusunda birbirinden farklı iki sonuçla karşılaşırız. Bunlardan ilkinde peygamberler insanüstü birer varlık olarak görülür, yüceltilir ve böylece tanrılaştırılır. İkincisinde ise, kendilerine peygamberlik gelmeden önceki sosyal konumlarına bakılarak, birer insan, hatta toplumun önünde bulunanlardan çok geride halktan biri olmalarından dolayı da kendilerine Tanrı elçiliği yakıştırılamaz ve bunun için inkar edilirler; taşlanır, kovulurlar; hatta öldürülenler olurdu.
Koca bir Hıristiyan alemini perişan eden ve Allah indinde sıkıntıya sokan husus bu mekanizmanın birinci şekilde işleyişi sonucudur. Onlar Hz. İsa'yı insan üstü bir varlık zannederek, tanrısal fonksiyonlarında tek olan ilaha ortak koşmuşlardı. Ona Allah'ın oğlu demeleri de bundandı.
Halbuki, "Peygamberler, kendilerine Allah tarafından verilmiş bazı özellikler taşırlar; yüce bir ahlak ve akla sahiptirler. Gerektiğinde bazı mucizeler gösterme imkanı kendilerine verilmiştir. Ancak bütün bunlar peygamberleri insan üstü bir konuma sokmaz. Çünkü, bu özellikler kendilerine ait değildir. Onlara Allah tarafından verilmiştir ve bu sebeple de asıl Allah'ın övülmesi gerekir. Oysa kavrama düzeyi düşük insanlar, peygamberlerin olağanüstü özelliklerini, onların insanüstü bir varlık, bir tür 'ilah' olmaları ile açıklamaya çalışırlar.
Peygamberlerin aracılıktan (elçilikten) başka olağanüstü bir özelliğinin olmadığını Kur'an'ın sıkça vurguladığı görülüyor:
"Biz onları yemek yemez kılmadık ve onlar ölümsüz (de) değillerdi"
Enbiya: 21/8.
gibi ayetlerde onların birer insan olduğu hatırlatılır..
Peygamberlerde insanüstü özellikler vehmedenler ise kendilerine gönderilen (insan) peygamberi tanımak istememişlerdi.
"Dediler ki; 'Bu elçiye ne oluyor ki, yemek yemekte ve pazarlarda dolaşmaktadır? Ona kendisi ile birlikte uyarıcı olacak bir melek indirilmesi gerekmez miydi?"
Furkan: 25/7.
Anlaşılan, bu yüceltme olgusu öyle bir psikoloji ki, kimin beyninde yer etmişse o, peygamberleri bile bir insan olarak görmeye tahammül edemiyor!.
"Peygamberlik müessesesinin bir insan tarafından temsil edilmesini hazmedemeyip itiraz edenleri Kur'an bir başka ayette şöyle anlatır;
"Kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi geldiği zaman insanların iman etmelerine, 'Allah bir insanı mı peygamber gönderdi?' demeleri mani oldu."
Kehf: 18/110.
Halbuki peygamberler ve dolayısı ile onların yolunda olan büyük insanlar, değil yüceltilmelerini, tam aksine kendilerinin de birer insan olduklarını her vesile ile hatırlatmışlardır. Kur'an ise bunu açık bir biçimde vurgulanmıştır.
"Ey Muhammed, senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de, şüphesiz yemek yerler, sokaklarda gezerlerdi."
Furkan: 25/20.
Nefislerinde zaaf bulunanlar ise; "Bu Kur'an, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?' dediler. Ey Muhammed, Rabb'inin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar?"
Zuhruf: 43/31,32.
"And olsun ki biz, senden evvel de peygamberler gönderdik. Onlara da eşler ve çocuklar verdik".
Ra'd: 13/38.
Nefislerini büyük görenler, apaçık ayetlere rağmen, kabullenecekleri ve itaat edecekleri peygamberleri kendileri gibi bir insan olarak düşünemiyorlardı.
"Peygamberi reddeden kimselerin reddediş sebeplerinin (aynı zamanda) kendi nefislerini yüceltmek olduğu açıktır. Onlar, sıradan, hele zengin ve varlıklı olmayan birinin, peygamberlik gibi bir makamla, kendilerine üstün gelmesine tahammül edemiyorlardı.
Ayetler bu duygulara şöyle değiniyor;
"Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kasabanın varlıklı kimseleri, onlara; 'Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz', diye gelmişlerdir. 'Malları ve çocukları en çok olan bizleriz. Azaba uğratılacak da değiliz' derlerdi.
Allah böyle düşünen insanlara şöyle bir ikazda bulunuyor;
'Ey insanlar, sizi bana yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır; yalnız inanıp yararlı iş işleyen kimselerin, işte onların, yaptıklarına karşılık mükafatları kat kattır. İşte onlar, yüksek derecelerde, güven içindedirler."

Sebe: 34/37.
Esasen peygamberlerin birer insan olarak gönderilmeleri çok anlamlıydı. Onların insan olması, insanların, kendilerine yapılan teklife itiraz etmelerini engeller, mazeretlerini bertaraf eder. "Biz yaratılmış insanlarız. Bu teklifler ağır tekliflerdir. Binaenaleyh, yerine getirilmeleri imkansızdır." şeklindeki mukadder bir itiraza karşı Allah (cc), peygamberine şunu söylettiriyor:
"De ki; 'Ben de ancak sizin gibi bir insanım.."
Kehf: 18/110.
İnsanlar; "Evet, Hz.Muhammed insandır ama, olağanüstü bir insandır" diyebilirlerdi. Allah, "sizin gibi" sözünü kullanmak suretiyle bu yolu da kapatmıştır. Aksi halde Allah Hz. Muhammed'i, yaptıklarını yapmaları hususunda insanlara örnek göstermekle "teklif-i malayutak"da (tahammül edilemeyecek bir teklifte) bulunmuş olacaktı. Allah için böyle bir şey düşünülemez.
Ve Allah (cc), Resul'ün yanındaki kimselere sevgili Resulü için, "arkadaşınız" diyor.
"Arkadaşınız (Muhammed) (hak olan müstakim yoldan) sapmadı, batıla da inanmadı. O kendi heva'sından konuşmaz. O'nun konuştukları, Allah'tan gelen bir vahiyden başka bir şey değildir."
Necm: 53/2-4.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt