Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Heva
‘Heva’, sözcük olarak: şahinin inişi gibi hızla süzülüp inmek, düşmek, yukarı fırlamak, yıldızların doğuşu ve batışı, mahvolmak, rüzgarın esmesi, kabın boş olması; boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz gibi anlamlara gelmektedir.
Kavram olarak: benliğin vahye tabi olmayı reddederek, kendi arzusuna tabi olmayı tercih etmesi; nefsin, vahiy tarafından yasaklanan kötü arzulara karşı olan eğilimi veya doğruluk, hak ve faziletten saparak haz ve menfaatlere yönelmesi manasında kullanılmaktadır.
Cahiliye döneminde genellikle nefsin tutkusu, özel olarak aşk anlamında kullanılan heva; iyi veya kötü her türlü istek ve arzuyu da ifade ediyordu. Kur’an bu sözcüğü tek anlamlı olarak; nefsin vahyin istekleri yerine kendi isteklerine tabi olması anlamında kullanmaktadır.
Kur’an, hevayı, tekil ve çoğul anlamıyla onlarca ayette vahyin karşıtı anlamında kullanmıştır. Cahiliye döneminde olumlu anlamda da kullanılan heva ve onun çoğulu olan ‘ehva’ sözcüğü, Kur’an’da yalnızca olumsuz anlamda yer almaktadır.
Kur’an, vahyi ölçü almayan, ona uymayı kabullenmeyen, Allah’ı razı etmeyi amaç edinmeyen her türlü tutum ve davranışı; arzu ve isteği heva olarak tanımlamaktadır.
Kur’an, bu tanım doğrultusunda insanları tercihlerine göre iki ana guruba ayırtmaktadır: vahye tabi olanlar ve vahye tabi olmayı reddederek hevalarına tabi olanlar.
Bu kavramsal tanıma göre, insanın her türlü arzu ve isteğini vahye uygunluğu esas alarak karşılaması, diğer bir deyimle meşru yoldan karşılaması onun mü’min olması; kendi istek ve arzusuna göre karşılaması, yani gayri meşru yoldan karşılaması ise onun müşrik/kafir olması anlamına gelmektedir.
Aklımızı devre dışı bırakmakla, yanlış kullanmak arasında bir fark yoktur. Her iki durumda aklın var olmasındaki anlam, anlamını yitirmiş olur.
İnsan aklı ile hareket etmesi gereken bir varlık olup, aklın doğruyu bulabilmesi diğer bir deyimle ‘varoluş anlamına’ uygunluğu için vahye tabi olması zorunludur. Vahye tabi olmayan aklın geriye tabi olacağı tek şey kalmaktadır, o da hevadır. ‘Aklı kullanmakla’, akla tabi olmayı birbirinden ayırmak gerekmektedir.
Aklın önemi yadsınamaz. Öyle ki vahye göre aklı olmayanın sorumluluğu da yoktur. Ancak aklın kullanılması ile ona tabi olunması aynı şey değildir. Akıl yalnızca bir araçtır. Onun doğru ve yararlı kullanılması için vahye tabi olması gerekmektedir.
Aklın bizzat kendisine uyulması onun amacı dışında kullanılması olur. Kur’an’a göre, vahyi ölçü almadan yapılan her şey heva kapsamına girmektedir.
Bu bağlamda başta rasyonalizm olmak üzere her türlü beşeri anlayış ve düşüncenin ana kaynağı insanın hevasıdır. Bu gerçekliğe göre insanın düşüncesini ve inancını oluşturan kaynakları vahiy ve heva şeklinde ikiye ayırabiliriz.
Tasavvuf, aynı zamanda tasavvufun temel argümanlarından olan hevaya karşı insanı korumaya(!) büyük önem vermektedir.
Nefsi her türlü dünyevi ve bedeni tutkulardan arındırmak isteyen tasavvuf, bunu gerçekleştirme sürecinde vahyin ölçülerinden saptığı için, hevayı yok etme adına aslında dolaylı olarak insanı hevanın hakimiyetine sokmaktadır. Vahye tabi olma adına hevaya tabi olunmaktadır.
Çünkü bir şeyin heva olmamasının şartı vahye uygunluktur. Vahyin çizdiği sınırların dışında kalan her şey hevanın kapsamına girmektedir. Dinde aşırılık da, dini yanlış uygulamak da dinin dışına çıkmaktır.
Ve din dışına çıkış da hevaya girmek demektir. Tasavvufun, doğrudan hevasına tabi olanlardan farkı, onun hevaya din adı altında tabi olmasıdır.
Nefsin arınmasını, insanın dünyadan uzaklaşmasına bağlamanın insanı tamamen dünyaya bağlayan anlayıştan temelde bir farkı yoktur. Kur’an’a göre ikisi de sapkınlıktır. Ve her sapkınlık aslında hevaya uymaktır.
Kur’an’ın istediği şey, nefsin köpek yerine konması ve her türlü dünyevi ve bedeni isteklerden yoksun bırakılması değil, nefsin en üstün varlık olması ve her türlü dünyevi ve bedeni isteklerinin meşru şekilde karşılanmasıdır. Nefsin fıtrata uygun istek ve arzularını yok etmeye çalışmak, insanın fıtratını yani sünnetullahın gereği olan yapıyı bozmak demektir.
Nefsin doğal istek ve arzularını meşru olan yoldan karşılamak, vahye tabi olmanın gereğidir. Nefsi yok etmeye çalışmak da, hiçbir ayırım yapmadan onun her isteğini yerine getirmek de ne adına yapılırsa yapılsın onu ‘ifsad’ etmektir. İster Allah adına olsun ister başka bir şey adına olsun vahyin gösterdiği yoldan sapılması hevaya uyulması demektir.
Kur’an’da insan anlamına gelen ve insanı tanımlamak anlamında kullanılan ‘nefs’ sözcüğü tasavvuf tarafından bu anlamından koparılarak sanki nefs insanın kendisinden farklı bir varlıkmış gibi ve insanın en büyük düşmanıymış gibi görülerek şeytan ilan edilerek lanetlenmektedir.
Böylece insan kendi kendine düşman ilan edilmektedir. Tasavvufta insanın, ‘insani isteklerinden’, yani kendi benliğinden uzaklaşması şart görülmekte ve bu takva olarak nitelendirilmektedir.