Kalp gözü, maneviyat gözü anlamında kullanılmaktadır. Yani insanın maddi alemden başka, manevi alemlere nüfuz edebilmesidir. Bu, hem bir ihsan-ı ilahi hem de insanın gayret ve çalışmasına bağlı olan bir mertebedir. Dolayısıyla kalp gözü açık olan insanlar, normal insanların görmediği bir çok şeyi görürler ve işitirler. Mesela "ehl-i keşfel kubur" dediğimiz mübarek zatlar, ölen şahısların imanlı veya imansız gittiklerini - Allahın izni ile - görebilirler.
Günümüzde ve her zaman bu gibi kutlu insanların bulunduğuna kanaatimiz vardır. Fakat bunları herkes bilmeyebilir. Kalp gözü açık olan insanlar her an her şeyi göremezler. Allahın izin verdiği şeyleri ancak görebilirler.
Keramet ve gaybı bilme meselesi:
Gayb, bilinmeyen demektir. Allah’tan başka kimse bilmez mealindeki ayet bu hakikati ihtar etmektedir.
Cin suresi 26. ayette Gaybı ancak Allah’ın bileceği ifade edilir.
Ancak devamındaki ayette ise, razı olduğu kullarına gelecek ve geçmişten bilgiler vereceği haber verilir.
Demek ki, Allah bildirirse Allahın sevgili kulları da bilebilir.
Öyleyse "Gaybı ancak Allah bilir" sözünü Allah bildirmezse kimse gaybı bilemez diye anlamak gerekir.
Nitekim peygamberimiz kendinden sonra olacak ve önceden olmuş bazı olayları Allah’ın izniyle haber vermiştir.
Evet Allah kendi iradesi gereği bir sevgili kuluna ( Peygamber veya evliyaya ) gaybı bildirebilir.
Bu zat-ı muhteremler de kablel- vuku bir hadiseyi haber verebilir.
Yani bir hadise daha vuku bulmadan önce Allah başkalarına da bildire bilir.
Bu durum Allah’ın hür iradesinin de delilidir.
Şayet Allah’tan başka kimse bilmez, deyip peygamber ve evliyalarında gaybı bilemediğini iddia etsek o zaman hem ayetin sıhhatine de zarar vermiş hem de Allah’ın iradesinin de kayıtlanması anlamında bir fikri peşinen kabullenmiş olacağız.
Bu ise, bizim itikatımıza terstir.
Vahiy sadece peygamberlere gelir. ilham ise Allah'ın veli ve sevgili kullarından herkese gelebilir.
Bu konudaki bir diğer mütalaa Hz. Peygamber bir hadis-i serifinde;
"Mü'minin ferasetinden sakının Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar"
(Tirmizî, Tefsîru sûre, 15/6).
Âyet-i kerimesinde işaret edildiği gibi, salih bir mü'min ferasetiyle karşısındakinin bazı durumlarını sezebilir.
Nitekim yolda yürürken bir kadına bakan bir adam Hz. Osman'ın yanına girince, Hz. Osman (r.a);
"Biriniz içeri giriyor ve iki gözünde zina eseri gözüküyor" der.
Bunun üzerine adam "Rasûlullah'dan sonra bir vahiy mi geliyor yoksa" diye sorar.
Hz. Osman "hayır, ancak mü'minin feraseti vardır" der
(Nebhânî, Huccetu'l-lahi 'ale'l-Alemîn, s. 862).
Durum bu noktadan değerlendirilince gaybı bilmenin sınırlarının iyi belirlenmesi gerekir.
Yukarıda verilen ölçüler çerçevesinde diyebiliriz ki. her hangi bir kimseyi harikulade olaylar göstermesi nedeniyle, onun veli olduğuna hüküm veremeyiz. Gösterdiği olağanüstü halin de kerâmet olduğunu kabul edemeyiz.
Önce bu kimsenin İslâm'a bağlılık derecesine ve Allah'ın şerîatına bağlılık noktasına bakarız.
Hakkında hükmümüzü öyle veririz.
Nitekim herhangi meşru bir sebebe dayanmaksızın keramet izharına kalkışan kimsenin bu haline iyi gözle bakılmamış kötü görülmüştür.
Halbuki en büyük kerâmet, Allah'ın şerîatı üzerinde istikamete olmaktır.
Abdullah et Tüsterî (r.a)'nin yanında kerametten söz edildiğinde şöyle der:
"Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir takım şeyler ki, zamanı geliyor, Allah (c.c) vakti geldiği için onları ortaya çıkarıyor. Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir."
Ebu'l Hasan Eş-Şâzelî de bu hususta şunları söylüyor:
"Gerçek anlamda Kerâmet: Dosdoğru bir istikametten ibarettir. Bu istikameti de tam olgunluğa eriştirmektir. Bu ise iki temele dayanır. Allah'a gerçek manada iman etmekle ve Allah'ın Rasulünün getirdiklerine zâhirî ve bâtîni manada tabi olmakla sağlanır Kişiye düşen görev, bunları elde etmek için gayretini sarfetmesidir. Tek gayesi olmalı, oda bu iki amacı elde etmek. Fakat, olağanüstü olay anlamında Kerâmete gelince, muhakkik âlimler nezdinde buna itibar olunmaz. Çünkü bu, kimi zaman istikamette bir mertebe kazanmış olanın elinde meydana geldiği gibi, bazan istidrac kabilinden olur."
Ayrıca Allah'ın veli kulları, salih bir kimsenin elinde meydana gelen keramete veya kerametlere itibar etmezler ve gösterilen bu kerâmetlerin o kimsenin üstünlüğüne bir delildir, diye de kabul etmezler.
Bu hususta İmam Yafiî şöyle der:
"Elinde kerâmetler zuhûr eden her bir kimsenin velilerden olması gerekmez. Bu kimselerin, kerâmet göstermeyenlerden daha üstün olduklarının bir delilidir denilemez, Böyle bir iddia ileri sürülemez. Kerâmet göstermeyen öyle kimseler var ki, kerâmet gösterenlerden çok faziletlidirler ve üstündürler. Zira gerçekte kerâmet, bazen sâhibinin yakînini takviye için ortaya çıkmış olabilir. O kimsenin doğruluğuna ve faziletine bir kanıt olabilir. Ancak bu kerâmet o kimsenin efdâl yani en üstünlüğüne bir kanıt değildir. Zira efdaliyyet yani en üstünlük yakınî anlamda bir iman ve tam anlamıyla Allah'ı tanımakla mümkündür"
(bk. Abdullah el- Yâfiî Kitabu Neşri'l-Mehâsini'l-Galiyye, s. 119)
Kerameti özetlemek gerekirse:
Allahın segili kullarına verdiği bir ikramdır ve kalplerine ilka ettiği bir ilhamdır denilebilir.