2. Kur’ân’da Ahit Kelimesiyle Eş Anlamlı Olarak Kullanılan Terimler
Kur’ân’da ahit kelimesiyle çok yakın anlama sahip başka terimler de mevcuttur: Mîsâk, yemin, akt, zimmet ve ill.
a) Mîsâk: Bu sözcük, Kur’ân’da 25 yerde geçer.[5] Mîsâk, güvenmek ve inanmak anlamındaki “sika” kökünden türemiş bir isimdir. Terim olarak ise, “yeminle pekiştirilerek verilen söz” anlamında olup ahitten daha kuvvetlidir.[1][vi][6] Kur’ân, bu kavramla, Allah’la kulları arasındaki antlaşmayı anlatır. Mîsâk kavramı, ahit sözcüğü ile içiçe girmiş bulunduğundan, mîsâkla ilgili âyetleri, ahit bağlamı içerisinde işleyeceğimizi belirtmek isteriz.
b) Yemîn: Kur’ân’da çokça geçen bir kavram olup, “sağ el, âzâ, bereket, güzel mevki, güç, kuvvet, kasem, ant, mîsâk, yaralayıcı”[1][vii][7] gibi oldukça zengin anlama sahiptir. Terim olarak ise, kişinin bir haberi kuvvetlendirmek veya bir işi yapıp yapmamak hususundaki azim ve iddiaya güç vermek için Allah’a ant ya da boşama ve köle azadı gibi bir şeye bağlamak suretiyle akit etmesi anlamındadır. Fîrûzâbâdî (ö. 817/1428), yemin teriminin Kur’ân’da on anlamda kullanıldığını söyler.[8]
c) Akt: Çeşitli türevleriyle Kur’ân’da 7 yerde geçen[1][ix][9] bu kavram, “bağlamak, düğümlemek, bir şeyi diğerine sağlamca tutturmak, sağlamlaştırılmış sözleşme, ipi bağlamak, alış-verişi bitirmek, taahhütte bulunmak”gibi anlamlara gelir. Bu sözlük anlamı aynı zamanda terim anlamını da içerir. Çoğul formu “ukûd”dur.[10] “Ey imân edenler! Antlaşmaları yerine getirin...”[11] âyetindeki “evfû bi’l-ukûd” ifadesini Zemahşerî (ö. 538/1144) “verilen sağlam söz, ahit” şeklinde yorumlar.[12]
d) İll ve zimmet: Bu terimler, iki âyette birlikte kullanılmaktadır.[13] İll ve zimmet sözcükleri “ahd, yakınlık, yemin, antlaşma, ittifak, eman, hak, hurmet”[14] gibi anlamlara gelir. Terim olarak ise, “bir sözleşmeden ya da kan bağından doğan ve her iki tarafı birbirini koruma yükümlülüğü altına sokan bir bağlanmayı” ifade etmektedirler.[15] Sözcüklerin geçtiği âyetlerde “ant ve antlaşma” anl----- gelmektedir.[16]
3. Allah-İnsan İlişkisinde Ahit
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah ile insan arasında birçok ahdin gerçekleştiğini, bunlardan bazısının genel bir kısmının da özel ahitler olduğunu ilgili âyet ve âyet pasajlarından öğrenmekteyiz. Genel ahitle, Allah’ın belirli bir toplulukla değil, bütün insanlıkla yaptığı antlaşmayı kastetmekteyiz. Özel ahite gelince, Allah’ın peygamberlerle ve Ehl-i Kitap’la yaptığı ahittir.
a) Genel Ahit: Allah’ın insanları yaratırken aldığı genel ahit şu âyette ifadesini bulmaktadır: “Kıyamet günü: ‘Bizim bundan haberimiz yoktu’ veya ‘Daha önce babalarımız ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik, (hakkı) batıl sayanların yaptıklarından ötürü bizi yok mu edeceksin?’ demeyesiniz diye, Rabbin Ademoğullarının bellerinden soylarını alıp onları kendilerine tanık tutmuş ve: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti). Onlar da: ‘Evet (biz buna) tanığız’ demişlerdi. (Hakka) dönsünler diye âyetleri böyle açık açık anlatıyoruz.”.[17]
Bu âyetin yorumunda temelde iki görüş ileri sürülür. Birincisi, halk dilinde “kâlû belâ’dan beri müslümanım” şeklinde kullanılan ve daha sonraları Elest Bezmi veya Bezm-i Elest şeklinde formüle edilen bu olay bizzat ayniyle gerçekleşmiştir. Diğer bir ifadeyle, âyetin zahirî manası ve mîsâk ile ilgili rivâyetlerin delâletine göre [18] Allah, bütün insan neslini Adem’in sırtından çıkararak söz almıştır. Bu olay, Hz. Adem’in yaratılışı esnasında olmuştur. Allah, başlangıçtan kıyamete kadar doğacak olan bütün insanları bir kerede ve bir yerde toplamış, akletme yetkilerini kendilerine vererek Allah’ın huzurunda O’nun kendilerinin Rabbi olduğunu itiraf etmelerini istemiştir.[19] Ancak bu yorumun Platoncu felsefenin ruh-beden ayırımına dayandığını söyleyebiliriz.[20] Çünkü, Kun’ân’a dayanarak ruh-beden ayırımı yapmak pek mümkün gözükmemektedir. Ayrıca, âyet dikkatlice incelenecek olursa, insanların ruhları alınıp ta onlara hitap edilmediği, bellerinden soyları alınıp, onlara hitap edildiği açıkça görülmektedir.Diğer görüşe göre ise, bu âyet gerçekleşmiş bir olayı değil, temsilî/sembolik bir anlatım tarzıdır. Diğer bir ifadeyle, Allah, insan nesillerinin, atalarının bellerinden alındığını, bundan sonra insanların fıtratına Allah’ı tanıma duygusunun yerleştirildiğini, insanın fıtratından[1][xxi][21] gelen bu duygu ve sezgi ile Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ve itiraf ettiğini anlatmaktadır. Buna göre, her insanda Allah inancı vardır.[22] Hz. Peygamber’in “her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar” [23] hadisi de bu inancın insanın doğasında olduğunu gösterir. [24] Bu olayın temsilî bir tarzda anlatıldığı hususu Kur’ân’a aykırı bir durum olmadığı gibi, aksine Kur’ân’da sık sık görüldüğü üzere, Allah’ın “konuşması, söylemesi ya da sorması” insanın da “cevap vermesi” gerçekte Allah’ın yaratıcılığını ve insanın da buna ontolojik cevabını, tepkisini dile getirmek için kullanılan temsilî ifadedir.
Aslında bu âyette, her insanın yaratılışı sırasında böyle bir ahdin söz konusu olduğu bildirilmektedir. Ayetteki “Adem oğullarının bellerinden” ifadesindeki çoğul formları bunu göstermekte olup, yaratma eyleminin tekerrür ettiğini bildirmektedir. Zira Hz. Adem’in bizzat kendisinden bahsedilmemektedir.[25]
Bu âyet pasajının vermek istediği mesaj şu olabilir: İnsanoğlu Allah’ın varlığını ve birliğini bilme, kısaca, tevhidî bir inanca sahip olabilme ve en temel ahlâkî gerçekleri görebilme yetisine sahiptir. Allah insana bu yetiyi yaratılıştan vermiştir. Dolayısıyla, peygamberlerle karşılaşmasa da, her insan imtihanın konusu olan en temel hakikatleri aklı ve vicdanıyla görebilecek donanıma sahiptir ve bunlardan âhirette hesaba çekilecektir.
Sonuç olarak, Allah’ın insanlardan aldığı bu mîsâk, insanın kendisine yaratılıştan verilen aklî ve fıtrî nimetleri Allah’ın istediği şekilde kullanması yolundaki ahlakî sorumluluğuna işaret etmektedir. Ayrıca bu ifadenin herhangi bir şekilde açıklanmaması, insanın hem bilinçli tecrübe yoluyla hem de içgüdüsel olarak bunu algılayabileceğini gösterir.[26]
Kur’ân’da geçen genel ahitlerden biri de insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve ona yönelip ibadet etmesidir: “Ey Adem oğulları! Ben sizinle, Şeytan’a tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur diye sözleşmedim mi?”.[27]
Bu âyet, kıyamet günü Allah ile insan oğlu arasında olacak olan bir diyalogdan bahsetmektedir. Çünkü bu âyetin öncesinde “Ey suçlular, siz bugün şöyle ayrılın!”[1][xxviii][28] buyrulmaktadır. Allah Teâlâ, insanoğlunun kendisini Rabb olarak kabul ettiği halde Allah’a verdikleri söze sadık kalmadıklarını ve insanoğlunun apaçık düşmanı olan şeytanın yolundan gittiklerini yüzlerine vuracaktır. Bu ifade, genel insan cinsine özgü olup, onun bütün fertlerinin mutlaka böyle olduğu anl----- gelmez. “Şeytana tapma” ifadesi, dolaylı olarak Allah’tan başka varlıklara tanrısal vasıflar yakıştırmaktaki akıl dışı davranışın, Allah’a karşı benimsenen bütün akıl dışı ve nankörce tutum ve davranışların sembolü olarak, Yaratıcı’sına baş kaldıran Şeytan’a tapınmakla aynı anlama geldiği belirtiliyor.[29]
Râğıb Isfehânî (ö. 502/1108), yukarıdaki âyettten de hareketle Allah’ın ahdinin şu üç şekilde olabileceğini söyler: a) Yaratılışta akıllarımıza yerleştirmekle b) Kitap ve peygamberler aracılığı ile bize emretmekle c) Dinin aslında olmadığı halde kendi üzerimize gerekli kıldığımız bir şeyle (Adaklar gibi). [30]
Kur’ân’da genel ahitler bağlamında değerlendirebileceğimiz bir başka husus ta, “emanet”in insan oğlu tarafından alınması, yüklenilmesidir. Allah Teâlâ, ilahi mesajında bu hususa ilişkin olarak şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu, Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif etmişizdir de, onlar bunu yüklenmekten çekinmiş ve ondan korkup titremişlerdir. Onu insan yüklenmiştir. Gerçekten insan pek zâlim ve çok cahildir.”[31] Bu âyet hakkında çeşitli yorumlar yapılmış ve buradaki “emanet”e, “farzlar, namazları kılma, zekatı verme, ramazan orucunu tutma, haccetme, borcu ödeme, ölçü ve tartıyı tam yapma, ruhî ve bedenî yetenekler, akıl, sorumluluk, taat, mârifetullah, dinî vecibeler, uzuvlar” gibi anlamlar yüklenmiştir.[32] Taberî (ö. 310/922), âyetteki emanetin Allah’ın insanlara gönderdiği hak din, bu dinin yüklediği vecibe ve hükümler olduğunu ifade eden bir çok rivâyet naklettikten sonra âyetteki emanetle hem dinî vecibe ve yükümlülüklerin hem de insanlar arasındaki emanetlerin, daha açık ifadeyle, bütün emanet çeşitlerinin kastedildiğini belirten görüşün en isabetli yorum olduğunu ifade etmiştir.[33] Zemahşerî ve F. Râzî (ö. 606/1209) gibi bazı müfessirler buradaki emanetin “yükümlülük” (teklif) anl----- geldiği görüşündedirler. Çünkü onlara göre, birini yükümlü kılmak demek ondan kendi doğasına aykırı davranmasını istemek demektir. Ayette göklerin, yerin ve dağların kabul etmediği emanet budur. Zira insan dışındaki varlıklar yaratıldıkları amaç doğrultusunda hareket etmek durumundadırlar. Mesela, meleklerin ibadetleri bile bir yükümlülük sonucu olmayıp insandaki yeme-içme gibi kendi doğalarının bir gereğidir.[34]
KAYNAKLAR
[5] Bkz: Abdulbâkî, M. Fuâd, el-Mu’cemü’l-Müfehres, İstanbul 1984, s. 741.
[6] Râğıb, age., s. 804; Kurtubî, Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1996, I, 171; Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü’t-Tefâsîr, İstanbul, tsz., I, 44.
[7] Fîrûzâbâdî, age., V, 406.
[8] Fîrûzâbâdî, age., V, 409-410.
[9] Bkz: Abdülbaki, M. Fuad, Mu’cemü’l-Müfehres, İstanbul 1984, s. 468.
[10] İbn Manzûr, age., III, 296 vd.; Cevherî, age., II, 510-511.
[11] 5. Mâide 1.
[12] Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmizi’t-Tenzîl, Baskı yeri ve tarihi yok, I, 600.
[13] Bkz: 9. Tövbe 8, 10.
[14] İbn Manzûr, age., XII, 221-222.
[15] Beydâvî, Abdullah b. Ömer, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Beyrut 1988, I, 396; Esed, Muhammed, Kur’ân Mesajı Meâl-Tefsîr, (çev: Cahit Koytak-Ahmet Ertürk), İstanbul 1996, I, 348-349.
[16] Bkz: Kurtubî, age., VIII, 51; Beydâvî, age., I, 396-397.
[17] 7. A’râf 172-174. Ayrıca bkz: 57. Hadîd 8.
[18] Bu rivâyetlerden bazısı için bkz: İbn Kesîr, İsmâil b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul 1984, II, III, 501-506.
[19] Elmalılı, M. H. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1979, IV, 2327-28; Mevdûdî, Ebu’l-Al’a, Tefhîmü’l-Kur’ân, (çev: Muhammed Han Kayanî ve arkadaşları), İstanbul 1991, II, 112-113.
[20] Daha geniş bilgi için bkz: Yar, Erkan, Ruh-Beden İlişkisi Açısından İnsanın Bütünlüğü Sorunu, Ankara 2000, s. 66.
[21] İnsanın özgün yaratılışı olan fıtratın geniş bir tahlili için bkz. Kılıç, Sadık, Fıtratın Dirilişi, İstanbul 1991, s. 13-30; Kılıç, Sadık, İslam’da Sembolik Dil, İstanbul 1995, s. 133-149.
[22] Zemahşerî, age., II, 176; Beydâvî, age., I, 367; İbn Kesîr, age., III, 500; Nesefî, Ebu’l-Berekât, Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, İstanbul 1984, II, 85; Elmalılı, IV, 2323-28; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsîri, İstanbul 1988, III, 413;
[23] Müslim b. Haccâc, Ebu’l-Hüseyin, Sahîhu Müslim, İstanbul, tsz, “Kader”, 25; Ahmed b. Hanbel, Müsned, İstanbul 1981, IV, 24.
[24] İman’ın epistemolojik akt’ın iki ucu olarak suje ve objenin birbirinin ürünü olmadığına ilişkin olarak bkz: Özcan, Hanifi, Epistemolojik Açıdan İman, İstanbul 1997, s. 23.
[25] İbn Kesîr, age., III, 506.
[26] Esed, age., I, 9-10 (dipnot: 19). Ayrıca bkz: Ateş, I, 124.
[27] 36. Yâsîn 60-61.
[28] 36. Yâsîn 59.
[29] Esed, age., II, 615.
[30] Râğıb, age., s. 523.
[31] 33. Ahzâb 72.
[32] Beydâvî, age., II, 254; Kurtubî, age., XIV, 162-163; Bursevî, İsmâil Hakkı, Tefsîru Ruhi’l-Beyân, İstanbul 1389, VII, 249 vd.; Alûsî, Şihâbuddîn Mahmud, Rûhu’l-Meânî, Beyrut 1994, XI, 276.
[33] Taberî, Muhammed b. Cerîr, Câmiu’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’ân, Beyrut 1992, X, 339-342.
[34] Zemahşerî, age., III, 564-565; Râzî, Fahruddîn, Mefâtîhu’l-Ğayb, (et-Tefsîru’l-Kebîr), Baskı yeri ve tarihi yok, XXV, 234-237; Nesefî, age., III, 315-316.