Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
"Varlığı zâtından olup, uluhiyete mahsus-selbî ve sübutî-bütün kemâl sıfatlara sahip bulunan."
"Bütün kemâl sıfatlara sahip ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh Vacibü'l-Vücud."
"ALLAH odur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O'nundur." [Tâ-Hâ: 20/ 8.]
'Lafza-i celâl, Zât-i Akdes'e delalet eder; Zât-ı Akdes de, bütün sıfât-ı kemâliyeyi istilzam eder..." İşarat-ül İ'caz
ALLAH ismi, bütün ilâhî isimleri camidir, yani hepsini içine alır. "Bütün isimler ALLAH'ın isimleridir," denilir, ama 'ALLAH, Rahmân'ın ismidir, Rahîm'in ismidir...' denilmez.
Bütün isimleri içine alan ism-i âzamın hangi isim olduğu hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu mübarek ismin, ism-i âzam olabileceğini söylemişlerdir. Bunun için, bir kul 'ALLAH' dediği zaman bütün ilâhî isimleri ve sıfatları birden yâd etmiş olur.
Rahman, Rahîm, Rezzak, Gaffar gibi 'cemâlî isimler' ruhumuzda şükür ve sena mânâlarını canlandırırken, Ehad, Samed, Kayyûm, Kadîm, Baki gibi 'kemâli isimler' kalbimizi hayret ve takdir hisleriyle dolduracak, Kahhâr, Cebbar, Kadîr, Muntakim gibi 'celâlî isimler' ise bize noksanlığımızı, aczimizi, fakrımızı hatırlatarak nefsimize takva şuurunu kazandıracaktır.
ALLAH ismi, bütün esmâ-i hüsna gibi, bütün kemâl sıfatları da camidir.
ALLAH diyen bir kul, bütün ilâhî sıfatları ve bütün esmâ-i hüsnayı birden zikrettiğini bilerek, kendisini ilâhî isimlerin en parlak tecellisi ve ilâhî sıfatlardan haber veren bir hilkat mucizesi olarak yaratan Rabbine sonsuz hamd ve sena eder.
Lafza-i Celâl denilen bu ism-i âzamı okuyan bir mü'min, 'uludiyet' hakikatini düşünür ve ondan 'ubudiyet', yani kulluk hakikatine intikal eder. Bu ise saadetlerin en büyüğüdür.
"Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran."
"Rızıkları ve her türlü iyilikleri ihsan eden."
Rahîm: "Verdiği nimetleri iyi kullananlara daha büyük ve ebedî nimetler veren."
"Ahiret hayatında sadece mü'minlere ihsan ve ikram eden."
'O ALLAH ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Rahman, Rahîm olan O'dur." [Haşr: 59/22.]
Her iki mübarek isim de ALLAH'ın sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade ederler.
Rahmet ve merhamet; kısaca, 'hayrı irade etmek ve sonsuz ihsan ve ikramda bulunmak' mânâsına gelir.
Merhamet için yapılan şu tarif çok güzeldir:
"Merhamet; acıları, afetleri, sıkıntıları gidererek yerlerine hayrı, sürür ve saadeti ikame etme duygusudur."
Rahman ismi, 'insan-hayvan, mü'min-kâfir farkı gözetmeksizin her canlının her türlü rızkını veren ve onları koruyup gözeten" mânâsına gelir.
Rahîm ise, "iradesini doğru kullanan kullarına iman, ibadet, hidayet saadetini kazandıran ve onlara ebedî Cennetler hazırlayan" demektir.
Rahman ismi, ilk yaratılışa bakar. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, onların iradeleri dışında nice ihsanlara mazhar kılar.
Rahîm ismi ise, daha çok, ikinci yaratılışa bakar ve iradelerini hayra, doğruya, güzele yönlendiren bahtiyar kullar için, ikinci yaratılışta, sonsuz lütuflar, nimetler, ikramlar verileceği müjdesini taşır.
Demek oluyor ki, Rahmâniyetin tecellisinde 'cebir', yani mahlukun iradesi dışında bir ikram ve ihsanda bulunma sözkonusudur.
Rahîmiyetin tecellisinde ise insanın cüz'î iradesini doğru kullanması şartı vardır.
Rahman hem isimdir hem de sıfat, Rahîm ise sadece sıfattır. Bundan dolayı, Rahman ismi başkalarına nîsbet edilmez., ama Rahîm ismi nisbet edilebilir.
Diğer taraftan, 'ALLAH, dünyanın Rahmanı, ahiretin Rahîmidir' buyrularak, Rahman sıfatının ezel ile, Rahîm sıfatının ise ebediyetle ilgili olduğuna dikkat çekilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Rahîm ismi, daha çok Gafur ismiyle birlikte kullanılmış, böylece en büyük rahmetin mağfiret olduğuna dikkat çekilmiştir. Şu halde mağfiret, Rahîm isminin en güzel bir tecellisiçdir.
Rahman ismi dünyada nail olduğumuz nice nimetlere, Rahîm ismi ise ahirette kavuşmaya namzet olduğumuz ebedî saadetlere nazarımızı çevirir.
"Güçsüzlere merhamet edene, Rahman olan ALLAH da merhamet eder." [Hadis-i Şerif.]
Nur Külliyatında, şefkatin 'Rahîm ismine isal’ ettiği beyan edilerek şu noktaya önemle dikkat çekilir:
"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (a.s.m.)'mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir." [Kastamonu Lahikası.]
Rahman ve Rahîm olan ALLAH'ın, kâinatı ve içindeki eşyayı hizmetine vermekle merhametine mazhar kıldığı bir kulunu, küfür ve isyanı sebebiyle Cehennemine atmasına acımak ruh ve kalbin hastalığından ileri gelir. Zira, sıhhatli bir kalb ve müstakim bir akıl çok iyi bilir ki:
"ALLAH'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. ALLAH'ın gadabından fazla gadab edilmez." [Sözler.]
Biz Cehennem azabına uğramayı hak etmiş insanlara yersiz şefkat göstereceğimize, onları bu noktaya gelmeden önce yakalamanın ve kendilerine yardımcı olmanın yollarını aramak durumundayız.
İnsan, fakirleri doyurmak ve güçsüzlere yardım etmekle Rahman isminden; yanlış yolda gidenlere acıyıp şefkat etmek ve onları iman ve hidayet yoluna davet etmekle de Rahîm isminden feyiz alır
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım; insanların melikine, insanların (gerçek) ilâhına..." [Nâs: 114/1-3.]
Nur Külliyatında bir terkip geçer: Saltanat-ı Rububiyet. Bu ifade bize, bütün âlemlerde her ne varsa hepsinin ilâhî terbiyeden geçtiğini ders verir. İşte bu terbiye, bir 'rububiyet saltanatı' dır.
ALLAH'ın, bütün mahluklar üzerindeki bir diğer saltanatı da 'hâlikiyet saltanatı' dır. Zira, her şeyin zâtı ve sıfatları, O'nun yaratmasıyla vücut bulmuşlardır. O ise zâtı ve sıfatlarıyla hiçbir şeye muhtaç olmayan yegâne Melik'tir. Bu saltanata ortak olacak bir başka melik düşünülemez.
ALLAH'ın, bütün rızıklananlar üzerinde de bir 'rezzâkîyet saltanatı' vardır.
Keza, bütün hayat sahipleri O'nun ihyasıyla hayat bulur ve bütün vefat edenler O'nun öldürmesiyle bu dünyadan ayrılırlar; bu ise bir 'ihya ve imâte saltanatı' dır.
Mâlikiyet, hâkimiyet, kudret, izzet, azamet ve kibriya da ayrı birer saltanattırlar. Bunların her birinin hükmü altında nice mülkler, nice aciz, zelil ve hakir mahluklar vardır.
İnsan o mutlak Melik'e kulluk etmekle, arzın halifesi olma şerefine erer.
İnsan ruhu, bedendeki bütün organlara ve duygulara hükmetmekle Melik ismine bir aynadır; ayakları dilediği yöne doğru yürütür, ellere istediği şeyi tutturur. Bu kısa dünya hayatında insanoğlu böylece bir imtihan geçirir.
Kul olduğunu idrak ederek o Melik-i Mutlak'ın rızası istikametinde çalışanlar, Cennette nice hizmetçilere efendilik edeceklerdir.
Nefsine köle olmayı hürriyet sayanlar ise, kısa süren bir saltanatı müteakip ölümü tadacaklar ve O mutlak Melik'in huzurunda hesap verdikten sonra, ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.
Melik ismi, her şeyi ALLAH'ın hükmü ve tasarrufu altında bilmemizi ders verir. Bu kâinat ülkesinin yegâne melikinin ALLAH olduğunu ihtar ile O'nun o haşmetli saltanatına isyan etmekten nefsimizi men eder.
"Zâtında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde, hükümlerinde her türlü lekeden, eksiklikten çok uzak, pek temiz."
"Her şaibeden münezzeh, çok temiz ve pak olan."
"Göklerdekiler ve yerdekiler, Melîk, Kuddûs, Azîz ve Hakîm olan ALLAH'ı tesbih ederler." [Cum'a: 62/1.]
ALLAH, maddeden, değişmekten, tesir altında kalmaktan, acizlikten, yardımcıya muhtaç olmaktan, bilmemekten, gücü yetmemekten, dilediğini icra edememekten ve her türlü ayıptan çok yüksek, çok uzak olduğu gibi, kendisi hakkında beşer aklının ve hayalinin mahsulü olarak ortaya atılan her türlü sıfattarı, benzetmeden de münezzehtir.
Kuddûs isminin, selbî sıfatlarından 'muhalefet-ün lil havadis' sı;fatına dayandığı ifade edilmiştir.
Kuddûs isminin kâinattaki tecellîsi, sema yüzünden deniz yüzüne, çiçeklerden ormanlara kadar her şeyde mükemmel bir temizliğin hüküm sürmesidir.
Nur Külliyatından bir hakikat dersi:
"İsm-i Kuddüs'ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleşti riyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor." [Lem'alar.]
Bu isme karşı kulun vazifesi takdis ve teşbihtir. Takdis, 'ALLAH'ı kemâl sıfatlarla tavsif etmek'; teşbih ise 'noksan sıfatlardan tenzih etmek'tir. Meselâ 'ALLAH her şeye kadirdir' demek takdis; 'ALLAH acizlikten münezzehtir' demek tesbihtir.
Kuddûs ismi, ALLAH'ın bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes olduğunu ders vermekle, bizi temiz bir kul olmaya davet ederken, Kuddûs olan ALLAH,'ın huzuruna selim bir kalb ve temiz bir bedenle çıkılması gerektiğini de ihtar eder.
Bir mü'min, şüphe ve tereddütlerden, bâtıl telakkilerden ve hurafelerden ayıklanmış tertemiz bir itikada; gösterişten, riyadan ve menfaatten uzak ihlâslı bir ibadete ve her türlü kötü ahlâktan uzak bir ruha sahip olmak için gayret gösterdiği ölçüde bu mukaddes isimden feyiz alır. Bir günah işlediğinde derhal tövbe ederek o lekeyi ruhundan silmeye çalışır.
Kuddûs ismine mazhar olmanın bir yolu da, maddî temizliğe dikkat etmektir.
Buna göre, bir insan maddî temizliğe dikkat ettikçe kâinattaki paklığa ve temizliğe ayak uydurmuş olur, manevî temizliğine hassasiyet gösterdiği ölçüde de meleklere yaklaşır.
Nur Külliyatından harika bir tespit ile bu bahsi tamamlamak istiyorum:
"O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor."
[Şualar.]
Buna göre, Kuddûs isminin azamî bir tecellisi de Cehennemde tahakkuk edecektir.
Mizanda günahları ağır basan mü'minler, bu günahlardan temizlenmek üzere Cehenneme gidecekler ve gerekli azabı tattıktan sonra tertemiz olarak Cennete varacaklardır.
Küfür üzere ölenlere gelince, Kuddûs ismi onlarda da bir başka şekilde tecelli edecek ve onları imansızlık kirlerinden temizleyecektir. Artık hepsi Cehenneme ve meleklere inanacaklar ve bu dehşetli azaptan kurtulmak için ALLAH'tan medet dileyeceklerlerdir. Ama bu geç kalmış tasdik, onları Cehennemden kurtarmaya yetmeyecektir.
"Mahlukatını her türlü tehlikelerden selâmete erdiren."
"Cennetteki kullarına selâm eden."
“O ALLAH ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selâm'dır. [Haşr: 59/23.]
ALLAH, Vacib-ül Vücud'dur, yani varlığı kendindendir ve yok olmaktan salimdir.
Kudreti sonsuzdur ve aciz kalmaktan salimdir. Bir başka kudretin, o mutlak kudreti sınırlaması, icraatından men etmesi muhaldir.
Keza, ALLAH'ın bütün sıfatları değişikliğe uğramaktan da salimdirler. Yani, onlar için bir noksanlaşma, bir farklılaşma, kaybolma, yok olma düşünülemez.
Ve ALLAH'ın bütün fiilleri mahlukatını selâmete erdirecek şekilde cereyan eder. Bu fiiller, zulümden, aşırılıktan, hikmetsizlikten kısacası bütün noksanlıklardan ve yanlışlıklardan salimdirler. O ilâhî fiiller, kâinatın ilk tohumunu şu hazır hale salimen ulaştırdığı gibi, bütün nutfeleri, çekirdekleri ve yumurtaları da ilim ve hikmetiyle terbiye ederek kemâl noktalarına kavuşturur.
Canlı cansız her şeyi, yokluktan varlığa salimen çıkaran ALLAH, kendisine iman ederek istikamet üzere ömür süren kullarını da kabir ve mahşer safhalarından salimen geçirerek 'Dârü's-Selâm' olan Cennetine ulaştıracak ve orada bu bahtiyar kullarına 'Selâm' diye hitap etmekle, bütün dert ve çilelerden, hastalık ve musibetlerden salim bir hayat süreceklerini müjdeleyecektir.
Bu müjdeye mahzar olmak isteyen bir kul, kalbini her türlü şüphelerden, aklını sapık fikirlerden, dilini yanlış sözlerden, midesini haram lokmadan, kısacası hem ruhunu, hem de bedenini sonu azap olacak şeylerden uzak tutmaya çalışacaktır. Zaten, Müslüman denilince, 'ALLAH'a tam teslim olmakla bu selâmete erişmiş bahtiyar kul'
anlaşılır.
Selâm ismi, bizi Dârü's-Selâm'a çağırır ve o âleme uygun bir hayat geçirmemizi ihtar eder.
Bu ismin verdiği emniyet ile, insan kendi bedenindeki sayısız denecek kadar çok faaliyetin nizam ve intizamla yürüdüğünden emin olarak, başka işlerle uğraşır. Ve yine, insanlar bu isme istinat ile, zeminin kaymayacağından ve yıldızların düşmeyeceğinden emin olarak işlerini tam bir emniyet içinde yürütürler.
İman şerefine erişen bir kul, "Her şeyin dizgini O'nun elinde; her şeyin hazinesi O'nun yanındadır" diyerek, ALLAH'a teslim olur ve tevekkül eder. Kendisini, dünya musibetlerinden kabir azabına, mahşerin dehşetinden Cehennem ateşine kadar her türlü tehlike ve zarardan ancak ALLAH'ın emin kılabileceğine iman ederek, O'nun rızası üzere çalışır ve huzur bulur.
Bu ism-i şerifin, Selâm isminden sonra gelmesi de bu noktada ayrı bir önem taşır.
Nur Külliyatında bu yakın ilgi şöyle dile getirilir:
"İmana gel kî elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın." [Mesnevî-i Nuriye.]
İmana gelen insan, hayır olsun şer olsun her şeyi ALLAH'ın yarattığını bilir. ALLAH'ı hakiki mâlik bildiğinden mülk alemindeki hiçbir varlıktan korkmaz.
Hastalıklara karşı Şâfi' ismine sığınır. Sebeplere teşebbüs niyetiyle, ilaçlarını kullansa da şifayı ALLAH'tan bekler ve neticeden emin olarak rahat eder. Bu netice en kötü ihtimalle ölümdür. Ölüm ise ALLAH'ın Mümît isminin tecillisiyledir. ALLAH, Muhyî ismini tecelli ettirmekle hayat verdiği kulunu, ölüm hadisesiyle kabre gönderir. Ve kabir, iman ehli için dünyadan daha güzeldir.
Kâinatın teşekkülünden kıyametin kopmasına, güneşin doğup batmasından, canlıların dünyaya gelip göçmelerine kadar bütün hadiseleri, ilâhî isimlerin tecellisi olarak seyreden bir mü'min, her türlü elemden emin olarak, dünyada Cennet hayatı yaşar.
Bu ismin tecellisiyle emniyet içinde yaşamak, sadece mü'min kullara mahsus değildir. Yuvasından çıkıp uçan bir kuş, rızık hususunda hiç bir endişe taşımaz. Nereye gidip neler yapacağını önceden planlamaksızın, bir ilâhî ilham ile ve tam bir emniyet içinde rızkını arar ve bulur. Bu hakikat bütün hayvanlar âlemi için de geçerlidir.
Bu isim, insan ruhuna büyük bir huzur ve sürür bahşeder. Kendisini koruyup gözeten, yaptığı her ameli, her ibadeti, her iyiliği muhafaza eden ALLAH'ın, murakabesi ve koruması altında bulunmak, kalb için büyük bir inşirah kaynağıdır.
Bu ismi hatırlamanın en büyük faydası, kulu dikkate sevk etmesi, zerre kadar da olsa yaptığı amelin korunduğunu bilerek güzel işlerini artırmaya meyletmesi, aynı şekilde kötü işlerden de uzak kalma hususunda hassasiyet göstermesidir
"ALLAH'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma, Gerçekten ALLAH Azîz'dir, intikam sahibidir." [İbrahim: 14/47.]
Aziz, izzet sahibi demektir. izzetin zıddı ise zillettir. Meselâ, acizlik bir zillettir, sonsuz kudret ise izzet makamıdır. Fakirlik de bir zillettir, mutlak Ganî olmak, bir izzet makamıdır. Mahkûm olmak da bir zillettir. Her şeye hâkim olmak ise izzet makamıdır.
“Hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakib kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar." [Şualar.]
Hâkimiyet gibi, rububiyet, mâlikiyet, rezzâkiyet... de birer izzet akamıdırlar.
Misal olarak 'rububiyet’ üzerinde kasaca duralım:
Bütün âlemler ALLAH'ın rububiyeti karşısında zilletle boyun eğmiş, O'nun dilediği şekilde terbiye görmüşlerdir. Koca güneşi, yeryüzündeki canlılara hizmet ettiren, ALLAH'ın izzetidir. Güneş bu hizmetiyle, zelil ve mahkûm bir mahluk olduğunu âdeta haykırmaktadır.
Şu münâcat cümlesi izzet mefhumunu anlamamıza ışık tutuyor:
"Hem sen Azîz'sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz." [Mektûbat.]
ALLAH, dünyaya halife kıldığı insana, diğer hayvanlar üzerinde bir izzet bahşetmiş ve Yasin sûresinde de buyurduğu gibi, 'hayvanları insanlar için zelil’ kılmıştır. Nitekim, bir çocuk yüzlerce hayvanı önüne katıp götürebilir. İşte o çocuğun bu saltanatında bir izzet cilvesi vardır. Ama, bu izzet onun şahsî hüneri yahut bilgisinin eseri değil, ancak ilâhî bir ihsan, bir mevhibedir.
Hayvanlara da bitkiler âlemine karşı bir izzet verilmiştir. Keza, bitkilerin de hayat şerefinden tamamen mahrum olan cansız varlıklara nisbetle bir izzetleri sözkonusudur.
İzzetinin ilâhî bir ihsan olduğunu unutarak ALLAH'ın emirlerine boyun eğmeyen insan, takındığı bu mevhum izzetin cezasını çok ağır ödeyecek ve nice hükümdarları, cebbarları zelil eden Cehennem azabıyla, zilleti bütün acılığıyla tadacaktır.
Bu mübarek isimden alacağımız en büyük ders; zilletimizin şuurunda olmamız, bize diğer varlıklar üstünde bir izzet bahşeden Rabbimize sonsuz hamd ve şükür etmemiz ve ahirette zelil olmamak için de, günah ve isyandan şiddetle sakınmamızdir.
EL-CEBBÂR
"Mahlukatı, iradesine uymaya mecbur eden."
"Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan."
“Yaratıkların noksanlarını düzelten, işlerini ıslah eden."
Cebir, 'seçme hakkından mahrum bırakma' demektir ve iradenin zıddıdır.
Bu kâinat ve içindeki mahlukat, yokluktan varlığa kendi iradele;riyle değil, bir cebir ile sevk edilmişlerdir.
Güneşin güneş olması gibi Ay'ın ay, dağın dağ, denizin deniz olmaları da icbar yoluyla, yani bir zorlama ile gerçekleşmiştir.
Şu var ki, Alîm ve Hakim olan ALLAH'ın icbarı da ilim ve hikmet iledir.
Rahîm ve Kerîm olan ALLAH'ın cebir ile yaptığı her tasarrufun altında rahmet ve kerem saklıdır.
Cebir kelimesinin, hem 'kırıkları onarmak', hem de 'zorla iş yaptırmak,' mânâsına gelmesi enteresandır. Demek oluyor ki, ALLAH'ın cebri, ya bîr hekimin hastasına uyguladığı bir cebir yahut âdil bir hükümdarın zalimleri zorla hapse sokmasındaki cebri gibidir.
Semada yıldızlar kendi iradeleriyle değil ALLAH'ın cebri ile şu mevcut nizamı almışlardır. Kâinatın küçük bir misali olan insanın da, bütün organların şekilleri, vazifeleri, bedendeki yerleri, yine cebir ile tayin ve tespit edilmiştir. Ama ilâhî hikmet, bu dünya imtihanında insana bir irade bahşetmiş ve ihtiyarî fiillerde onu serbest bırakmıştır. Fakat, emrine isyan edenleri cebri ile Cehennemine sokacağını da önceden haber vermiştir.
Cennet ve Cehennemin yolları cebir ile tayin edilmiştir. Yani neyin helâl neyin haram olduğunu ALLAH bizzat tayin ve tespit etmiştir. Ama, doğru ve yanlıştan, Cennet ve Cehennemden dilediğini seçmekte insanı serbest bırakmıştır.
Aklı başında olan her insan, bu kâinatta cebren icra edilen ilâhî fiillerin ne kadar rahmet ve hikmet taşıdığını ibretle seyretmeli ve nefsin arzularına kapılmadan kendini o Cebbâr'a teslim ederek emri dairesinde bîr ömür sürmelidir.
EL-MÜTEKEBBİR
"Büyüklüğünü her şeyde ve her hadisede gösteren.”
"Kibriya ve azamet kendisine mahsus olan."
"Her şey, nezdinde hakir bulunan." [Gazâlî.]
"O ...Azîz'dir, Cebbâr'dır, Mütekebbir'dir." [Haşr: 59/23.]
Büyüklüğünü göstermekle, 'büyüklenmek' farklı şeylerdir. Sonsuz derecede aciz ve fakir olan insanoğlunun, büyüklenmeye kalkışması, onun hakkında kötü bir sıfat olur.
ALLAH, insanların anladığı mânâda büyüklenmekten münezzehtir. Zira, Kebîr, Azîm ve Aliyy ancak O'dur. Bütün varlıklarda görülen büyüklükler O'nun büyütmesiyle, yücelikler O'nun yüceltmesiyledir. O halde Mütekebbir ismini, ALLAH'ın büyüklüğünü ilan etmesi şeklinde anlamalı ve O'nun büyüklüğü karşısında herkesin ve her şeyin zelil, hakir, fakir ve muhtaç olduğunu biimeliyiz.
Ahirette, bu hakikat bütün berraklığıyla görülecektir. Ama, önemli olan, bu gerçeği şu dünyada yakalamaktır.
Mütekebbir isminin bir tezahürünü Kur'ân-ı Kerîm şöyle haber veriyor.
"O gün onlar (kabirlerinden)fırlayıp çıkarlar. ALLAH'a karşı hiçbir şeyleri gizli değildir. (Buyrulur ki'Bu gün mülk kimindir?' (Şöyle cevap verilir "Tek ve Kahhâr olan ALLAH'ındır." [Mü'min: 40/16.]
Demek oluyor ki, bu mübarek isim, bize aciz, nakıs, zayıf, fani ve hakir olduğumuzu ders vermekte ve büyüklüğünü ilan etmenin ancak ALLAH'a mahsus olduğunu ihtar ile nefsimizi haddi aşmaktan men etmektedir.
ALLAH Resûlü (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde beş şeye hayret ettiğini bildirir. Bunlardan birisini de şöyle ifade buyurur:
"Evvelinin bir cîfe, âhirinin bir lâşe olduğunu bildiği halde büyüklenen insana şaşarım."
Fatiha sûresinde, "bütün hamd ve senanın, âlemleri terbiye eden, Rahman ve Râhîm olan ALLAH'a ait olduğu" beyan edildikten sonra, ALLAH'ın 'din gününün de sahibi olduğu' nazara verilir. Bu âyetlerle ALLAH, büyüklüğünü ilan etmiş ve insanlar, aciz ve fakir bir kul olduklarının idraki içinde, "Biz ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" diye ALLAH'a iltica etmişler, O'na sığınmışlar, O'na güvenmişlerdir.
Namazın her rüknünde tekbir getiren ve bu tekbirin mânâsını tasdik etmek üzere el bağlayan, bel büken, yüzünü yerlere süren insan, Mütekebbir olmanın ancak ALLAH'a has olduğunu bütün duygularına böylece sindirmekte ve kulluk şerefinden hissesini böylece almaktadır.
Kula yaraşan ve yakışan, büyüklenmek değil kulluk etmektir.
Kulun bu isimden feyiz alması, bu varlık âleminde, ALLAH'ın büyüklüğünü gösteren sonsuz şahitleri güzelce dinlemesine ve seyretmesine bağlıdır.
İnsan, ALLAH'ın büyüklüğünü başkalarına ilan etmekle de bu isimden ayrı bir feyze nail olur.
selamün aleyküm hafize teyzecim ellerinize emeğinize sağlık ALLAH c.c. razı olsun ALLAH C.C. emanet olun ramazan ı şerifleriniz mübarek olsun hayırlı ramazanlar
Hâlık: "Eşyayı bir takdir ve ölçü ile yaratan; yoktan var eden."
Bari': "Eşyayı muhtelif şekiller ve suretlerle birbirinden mümtaz surette yaratan."
"Her varlığı, bir misali olmaksızın var eden."
'O ALLAH ki, Hâlık'tır, Bâri'dir, Musavvir'dir. En güzel isimler O'nundur.” [Haşr: 59/24.]
Bütün varlık âlemi bu iki ismin tecellileriyle doludur. Bir vişne çekirdeğinde vişne ağacının, kiraz çekirdeğinde de kiraz ağacının planını yerleştirmek bir takdir işidir, bir ilim eseridir ve o çekirdeklerin böylece yaratılmış olmaları Hâlık ismini gösterir.
Bu çekirdekler, ağaç haline geldiklerinde ve meyve verdiklerinde birbirlerinden daha net biçimde ayrılırlar. İşte bu ayrılık, bu farklılaşma, bu imtiyaz Bari' ismini ilan eder.
Aynı türün fertleri arasında da bir imtiyaz sözkonusudur.
Bu hakikat insanlık âleminde bütün berraklığıyla okunur:
Nutfelerde insanın bütün organlarının şekilleri, yerleri büyüklükleri ve sayıları genetik program halinde yazılıdır. Bununla birlikte, ALLAH, her insana da diğerinden bir farklılık, bir başkalık lütfetmiştir. Bu başkalıkla, insanlar birbirlerinden temyiz edilir, ayrılırlar.
O halde, bir insan, yaratılışı ile Hâlık ismini, diğer insanlardan farklı olmasıyla da Bari' ismini gösterir.
İmam Gazâlî Hazretleri, meseleye biraz farklı yaklaşır ve bu iki isim arasındaki farkı şöyle nazara verir:
"ALLAH, eşyayı takdir etmesi ve bu takdire uygun olarak yaratması itibariyle Hâlık'tır. Onları yokluktan varlığa çıkarması itibariyle de Bârî dir."
EL-MUSAVVİR
"Tasvir eden; her şeye bir suret ve şekil veren."
"Her şekli diğerinden farklı kılan."
"Mahrukatını istediği sıfat ve seçtiği surette yaratan."
“O ALLAH ki, Haliktır, Bâri'dir, Musavvir'dir. En güzel isimler O'nundur”. [Haşr: 59/24.]
Varlık âlemini seyrettiğimizde ilk önce suretler âlemi gözümüze çarpar. Bütün bu suretler, mahiyetlere göre şekil almışlardır.
Nur Külliyatında geçen, 'sima-yı istidadiye-i hususiye' ve 'simayı vechiye-i şahsiye' ifadelerinden anlaşıldığı üzere, suretler maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Her ruhun taşıdığı sıfatlar, kabiliyetler, istidatlar ile kendisini başkalarından farklı kılan bir manevî siması vardır. Tıpkı, her yüzün başka yüzlerden ayrı bir şekle sahip olması gibi.
Manevî simaları tahayyül ve tefekkür etmemiz oldukça zor olduğundan, Musavvir ismini düşünürken daha çok maddî suretleri hatırlar, onlardaki güzellikleri ve hikmetleri düşünürüz.
Mahlukat henüz yaratılmamışken, her şeyin mahiyeti ALLAH'ın ilmindeydi. Bu mahiyetlerin her birinin de kendine has bir 'manevî siması' vardı. Bunlar dünya sahnesine çıkarıldıklarında her birisine ona mahsus bir maddî suret takıldı. Görünmez suretler, görünür hale geldiler.
"Ete kemiğe büründüm.
Yunus diye göründüm,"
beytinde, bu mânâ enfes bir şekilde dile getirilmiştir.
Bütün varlık âlemi için geçerli olan bu hakikati, kâinatın bir küçük misali olan insanda, daha net olarak okuyabiliyoruz.
İnsanın bir mahiyeti olduğu gibi, her bir organının da yine ayrı bir mahiyeti vardır. İlâhî ilim ve hikmet ile her organın iş görebilmesi için nasıl bir surete sahip olması gerekiyorsa, ilâhî kudret o organı ona göre yaratmış, tasvir etmiştir.
Şimdi bütün canlılar âlemine kısaca bir göz atalım:
'İnsan, deve, keçi, kurt, güvercin, serçe, balık' ruhlarının, birbirlerinden çok farklı olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bu kadar farklı ruh çeşidi yaratmak ALLAH'a mahsustur. Yine, bedenimizin ruhumuza en uygun şekilde yaratıldığını çok iyi bildiğimizden, her hayvanın ruhunun da kendi bedeninde rahat ettiğini anlayabiliyoruz. Ve bir milyonu aşkın hayvan türünün her birine, kendi ruhlarına en uygun bir beden inşa edilmesinde, Musavvir isminin azametini hisseder gibi oluyoruz.
Suret verme hakikati sadece canlılar âlemine has değildir. Ama, bu hakikat canlılarda daha berrak bir şekilde kendini göstermekte, okutturmaktadır.
Bütün sıfatları sonsuz olan ALLAH, bu sıfatların ve isimlerin tecellilerinde de sonsuzluk sırrını göstermiştir. Musavvir isminin de tecellileri sonsuza doğru uzanır ve bu suretlerden hiçbiri diğerine benzemez.
Bu âlemde birbiriyle yüzde yüz uyum gösteren iki şekil bulamazsınız. Hiçbir yıldız diğerinin aynı değildir. Bulutlar her gün, her şehirde ayrı şekillerde boy gösterirler.
Birbiriyle aynı iki dağ göremezsiniz.
Deniz kıyısına varınız, şekilleri birbiriyle aynı olan iki çakıl taşına rastlayamazsınız.
Bu hakikatin en açık delili, insan siması ve parmak izleridir. İnsanlık âleminde, geçmiş ve gelecek zamanı da dikkate alsanız, aynı simaya sahip iki fert göremezsiniz.
Musavvir ismi tefekkür edilirken, bu başkalıkların aynı zamanda büyük bir rahmet olduğu da düşünülmeli. Meselâ, bütün insanlar aynı simaya sahip olsalardı, toplum hayatı bir keşmekeş içine girerdi.
İnsan, Musavvir ismini düşünürken, suretler âlemini ve bu âlemin mahiyetler alemiyle olan harika ilgisini hayretle tefekkür etmeli, ayrıca kendisine ihsan edilen insan suretinin de şükrünü edaya çalışmalıdır.
"Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır. [Nuh: 71/10.]
Günahlarına aldırış etmeksizin, Cennete gireceğinden emin bir halde yaşamak, büyük bir gaflet olduğu gibi, isyanlarına bakarak 'ben artık mağfiret olunmam’ demek de büyük bir hatadır.
Birinci hal ALLAH'ın gazabından emin olmak, ikincisi ise rahmetinden ümit kesmekle yeise düşmektir.
İşte Gaffar ismi, insanı yeisten kurtaran en büyük bir ümit kaynağıdır.
İmam Gazâlî Hazretleri, Gaffar isminin 'kötüyü, çirkini örten' mânâsına geldiğini zikrettikten sonra, önemli bir noktaya dikkatimizi çeker:
"ALLAH, insanın yüzünü, gözünü, elini açığa çıkardığı halde, midesini, bağırsaklarını ve sair görünmesi hoş olmayan organla;rını içeride yaratmıştır. Onları böylece örten ALLAH, kulunun günahlarını da örter"
Yine o büyük İmam, Gaffar ismine, 'tekrar tekrar affeden' mânâsı vermiştir.
Bu mânâyı düşünürken, Hazreti Mevlâna'nın, bazı haddini bilmezlerce tenkit konusu yapılan bir mısraı hatırıma geldi:
"Bin defa tövbe şişesini kırmış olsan yine gel!"
'Tövbe şişesini kırmak,' günahkâr Müslümanlar için sözkonusudur. Bu söz, o büyük insanın Gaffar isminin inceliklerini çok iyi kavradığının işareti iken, maalesef çok yanlış şekilde ele alındı ve o muhterem zâta cahilce hücum edildi.
Tövbesini defalarca bozan bir kul, pişman olarak ALLAH'ın dergahına sığınsa ve affını dilese, Gaffar ismi gereği, ALLAH bu "kulu affeder.
ALLAH'ın affettiğini kulların etmemesi, işin içine nefsin, hissin ve dar görüşlülüğün girdiğini gösterir.
Kendisine yapılan bir kötülüğü yıllarca unutamayıp, mü'min kardeşini affetmeye yanaşmayan bir insanın, Hazreti Mevlâna'nın bu sözünü kavraması oldukça zordur.
Gaffar isminden nasiplenmenin birinci şartı, pişmanlık duymak, tövbe ve istiğfar ile mağfiret kapısını çalmaktır.
Bir diğer şartı da, başkalarını affetmek, kusurlarını örtmektir. Affedenin, mağfiret olunması kuvvetle umulur
“Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir galibiyet ve hâkimiyet sahibi."
"Düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan hale getiren."
“Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, Kahhar olan ALLAH'ın huzuruna çıkarılacaklardır." [İbrahim: 14/48.]
İlâhî ahlâkla ahlâklanmanın bir gereği de, ALLAH'ın kahrına hedef olanları kahretmektir. Bu noktada hatırımıza hemen şeytan gelir. İnsan şeytanı kahrettiği nisbette ALLAH'ın lütfuna mazhar olur. Şeytanı en çok kahreden şeyler ise, "iman, salih amel ve güzel ahlâktır."
Kalbini, ruhunu ve bütün iç dünyasını böylece güzelleştiren insan, şeytanı kahretme yolundadır ve ilâhî rahmete mazhar olmaya aday demektir.
Nefsiyle, bir ömür boyu yılmadan usanmadan cihad etmek, onun emrine baş eğmemek, küfürden, şirkten, haramdan uzak kalmak, şüphelileri de elden geldiğince terke çalışmak, ALLAH'ın lütfuna ermenin ve kahrından uzak kalmanın en büyük sebepleridir.
Nur Külliyatında, şöyle buyurulur:
"Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır"
Kahhar isminin tecellisi, bütün azametiyle Cehennemde kendini gösterecek ve böylece kâfir ve müşrikler, kahır ve perişan olacaklardır.
ALLAH'ın kahrına uğramanın önemli bir sebebi de, ALLAH'ın kullarına ve diğer canlı mahlukatına haksızlık ve zulmetmektir. Böyle yapan bîr insan, kendisinde kahrın tecellisini istemiş olur.
Kahhar ismi, insanı isyan ve günahtan men ederek Cehennem azabından uzaklaştırır; hakkını çiğneyen ve kendilerine bir şey yapamadığı zalimler için de, bir azap müjdesi vererek mazlumu rahatlatır.
“Yoksa, Azîz, Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” [Sâd: 38/9.]
İşçilere verilen ikramiye, 'hibe' değildir. Daha verimli çalışmaları için bir nevî teşviktir, yani karşılığı beklenen bir yardımdır.
ALLAH'ın bütün ihsan ve yardımları hep 'hibe' yoluyladır. Bunların hiçbiri çalışmakla elde edilecek gibi değildir.
Meselâ, yok olan bir şeyin varlık sahasına çıkarılması Vehhâb isminin tecellisiyledir. O şey, yokluk âleminde çalışarak var olmaya hak kazanmış değildir.
Keza, hayvanlar da bitki âleminde güzel işler başararak hayvanlık mertebesine terakki etmiş değillerdir.
İnsanların insan olmaları da en büyük bir ihsandır. Vehhâb isminin en güzel ve en büyük bir tecellisidir.
Organ nakli için harcanan paraları şöyle bir düşünelim, sonra en fakir bir insana da göz, kalp, böbrek, el, ayak takıldığını hatırlayalım. Daha sonra, diğer hayvanların gözlerini, kalplerini, beyinlerini ve sair organlarını göz önüne alalım...
Bu canlılardan hiçbirinin bu organların gerçek sahibi olmadıklarını anlayacak ve hepsinin ilâhî bir ihsan ve hibe olduğunu açıkça göreceğiz.
Nur Külliyatından konuyla ilgili bir hikmet dersi:
"Şu meşhud saltanatı insaniyet ve terakkiyatı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. " [Sözler.]
Kula yaraşan, ruhundan organlarına, dağlardan bulutlara, güneşlerden yıldızlara kadar her şeyi ona karşılıksız bağışlayan.ve her şeyi onun hizmetine veren O Vehhâb'a sonsuz bir şükür ve minnettarlık duymak ve bu kadar ihsana, gereğince teşekkür edememenin ezikliğini ve mahcubiyetini iç âleminde tam hissetmektir.
Vehhâb isminden bir tecelli nasibi alan insan, başkalarına karşılıksız iyilik ve ihsanda bulunur. İbadetlerini geçmiş nimetlere şükür için yapar ve Cennete girme hususunda Vehhâb isminin tecellisini umar ve bekler.
ER-REZZÂK
“Maddî ve manevî her türlü rızkı ve bu rızıklara muhtaçları yaratan.”
"Canlıların rızkını dilediği şekilde veren."
"Hiç şüphesiz, ALLAH Rezzak'tır; O, kuvvet sahibi, Metin'dir." [Zâriyât: 51/58.]
İnsan denilince, ruh ve beden birlikte düşünüldüğü gibi, rızık denilince de hem maddî, hem de manevî azıklar hatırlanmalıdır. Bununla birlikte, genellikle, rızık denildiğinde, öncelikle, bedenin ihtiyacını karşılayan, ona güç ve kuvvet kazandıran maddî nimetler hatıra gelir.
Bu nimetlerin her biri bir mucizedir. Topraktan insan yaratan ALLAH, aynı topraktan insanın rızkını da yaratmıştır. Tek başına ne toprak, ne su, ne ışık, ne de hava insanın karnını doyururlar. Bunlar, ilâhî bir terbiyeden geçerek 'rızık' haline gelirler.
Rızkımız, bütün bîr kâinatın bir fabrika gibi çalışmasıyla yaratılıyor. Bir tek faktör noksan olsa, rızka kavuşamıyoruz. Öyle ise yediğimiz bir meyvenin arkasında bütün bir kâinatı görüp, şükrümüzü ona göre yapmak durumundayız.
"Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zûlcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat'umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur." [Sözler.]
Demek ki, rızık denilince sadece yiyecek maddelerini hatırlamak eksik kalıyor. Midesi tok fakat gözü kör bir insan da bir yönüyle aç demektir. O halde güneş de göze rızık oluyor. Buna göre, insanoğlu akşama kadar neye baksa, ağzından giren lokma misali, o şeyin görüntüsü gözünde teşekkül etmekte ve ona rızık olmaktadır.
Aynı şekilde işittiği sesler de kulağının rızkı; kokular da burnuna rızık.
Manevî rızık denilince, öncelikle, ruh ve kaibi rahat ettirerek huzura kavuşturan şeyler hatıra gelir.
Aklın rızkı, nimetin kendisi değil, onu tefekkür etmektir.
Kalbin rızkı, çiçeğin rengi ve kokusu değil onu sevmek, onda tecelli eden ilâhî isimleri sevmek ve o isimlerin sahibi olan ALLAH'ı sevmektir.
Rezzak ismi bize maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç bir kul olduğumuzu hatırlatır. Elementleri rızık haline getirerek bizim faydamıza sunan ve manevî ihtiyaçlarımızı da en güzel şekilde yerine getiren Rabbimizin o sonsuz rahmetine karşı kalbimizi hamd, şükür ve minnettarlıkla doldurur.
EL-FETTÂH
"Rahmet ve rızık kapılarını açan."
"Zorlukları kolaylaştıran."
"Hidayetiyle kalplere iman ve marifet kapılarını açan."
"Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazandıkları nedeniyle yakalayıverdik." [A'râf: 7/96.]
Bir milyondan fazla hayvan türü ve ondan daha fazla bitki türü olduğunu biliyoruz. Bu türlere giren fertlerin sayısını bilmek ise ancak ALLAH'a mahsus.
Sonsuz denecek kadar çok olan bu fertlerin bütün planları, nutfelerde, yumurtalarda yahut çekirdeklerde ilâhî ilim ve hikmetle yazılmış.
İşte bu noktaların kitap haline gelmesi, bu planlardan yapılar kurulması Fettâh isminin tecellisiyle başlar. Canlılar âlemine bu nazarla bakabilsek ve onları, dünkü planların canlanmış ve büyümüş halleri olarak değerlendirebilsek, Fettâh isminin sonsuz tecellilerini bir derece görür ve hayran oluruz.
Fettâh isminin bir başka sahası da manevîdir. Kalplerden gaflet perdesinin kaldırılması ve o kalplerin iman ve hidayete açılması Fettâh isminin en muhteşem, en bereketli ve en kıymetli tecellisidir.
Gözü açılan bir insanın bir anda semalara çıkması, dağlarda dolaşması, denizleri kucaklaması gibi, kalbinden gaflet perdesi kalkan bir insan da ilâhî isimlere ve bu isimlerin kaynağı olan ilâhî sıfatlara muhatap olur.
İmam Gazâlî Hazretleri de fethin hem maddî hem de manevî yönü bulunduğuna işaret ederek, maddî fetih için, "Biz, (Hudeybiye anlaşmasıyla) sana gerçekten bîr fetih (yolunu) açtık"[Fetih: 48/1.] âyet-i kerîmesini; manevî fetih için ise, "ALLAH'ın insanlara açacağı rahmeti durduracak yoktur" [Fâtır: 35/2.] âyet-i kerîmesini misal gösterir.
Manevî fethin çok önemli bir yönü de Nur Külliyatında şöyle nazara verilir:
"Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan 'ene' namında bir miftahı insanın eline vermiştir." [Mesnevi-i Nuriye]
Buna göre, insan ruhu Fettâh isminin en büyük tecellisine mazhardır. O ruha konulan ene, yani benlik, bir anahtar vazifesi görüyor. ALLAH, bu anahtarı kullanmasını bilen kullarına nice fennî keşiflerin yolunu açtığı gibi, esmâ-i ilâhiyenin hazinelerini de açıyor. ('Kenz-i mahfi'nin çoğulu 'künuz-u mahfiyye'dir ve ‘esmâ-i ilâhiye' mânâsına kullanılır.)
İnsan kendi ruhuna takılan ilim, irade, kudret gibi sıfatların her birini bir anahtar yaparak, kıyas yoluyla, ilâhî isimlere ve sıfatlara ulaşır.
Nur Külliyatından 'Otuzuncu Söz'de tafsilatıyla işlenen bu konudan, sadece bir bölüm nakledeceğim:
"Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Halikının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle. Halikının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir." der ve cüz'î ilmiyle O'nun ilmini fehmeder ve kesbî sanatçığıyla o Sâni'-i Zülcelâl'in ibda-i sanatını anlar. Meselâ: 'Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş' der."
EL-ALÎM
"Ezelî ilmiyle, büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi bilen."
"İlmi, yaratılmış ve yaratılmamış her şeyi birlikte ihata eden (kaplayan, içine alan)."
"Doğu da ALLAH'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz ALLAH'ın vechi (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki ALLAH, Vâsi'dir (rahmeti ve kudreti genişdir), Alîm'dir." [Bakara: 2/115.]
ALLAH'ın zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi ilmi de mahluk ilmine benzemez. Ezelî ilim ancak O'nundur ve O'na mahsustur. Olmuş ve olacak her şey O'nun ilminde daima hazırdır.
Evveli ve âhiri olan ve her şeyi sonradan öğrenen insanoğlu, bu dar, kısıtlı ve sınırlı ilmiyle, ALLAH'ın ezelî ilminin varlığını bilse de hakikatini bilemez.
İnsanın, iradesi gibi düşünmesi ve hatırlaması da cüzidir. Bir anda iki şey düşünemez ve hatırlayamaz. ALLAH'ın ilmi ise küllidir, 'her şeyi birlikte bilir'; mutlaktır, 'hiçbir kayıt altına girmez' ve muhittir, 'her şeyi içine alır, ihata eder.'
Bu hakikat, Nur Külliyatında 'güneş' misaliyle çok güzel açıklanır. Güneşin ziyası hangi sahaları kaplıyorsa, o sahadaki bütün varlıkları birlikte görür, hepsini beraber bilir ve her biriyle aynı anda beraber ilgilenir. Burada sıraya koyma sözkonusu değildir. Güneşi şuurlu farz etsek ve ziyasına ilim desek, güneş bütün çiçekleri, ağaçları, yaprakları, otları, karıncaları, insanları ve daha nice varlıkları bir anda ve beraber bilir. Onun bilmesinde az-çok, büyük-küçük fark etmez.
Yine Nur Külliyatında ilim konusunda enteresan bir ifade yer alır: 'Fiilen bilmek'.
"Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf ve Habîr'dir." [Mülk: 67/14.] âyet-i kerîmesi, bu 'fiilen bilme'yi ders veriyor.
Bir misal: Selimiye camiinin mimarî özelliklerini biz de biliriz. Mimar Sinan da. Ama, onun bilmesi fiilîdir. O, Selimiye'nin minarelerini yapar kubbesini çatarken, ilmiyle kudreti birlikte çalışmıştır. Bizim aynı şeyleri bilmemiz ise bundan çok farklıdır. Bizimkinde, yapılmış olanı sonradan öğrenme sözkonusudur.
Her şeyi bilerek ve hikmetle yaratan ALLAH'ın, eşya hakkındaki ilmi 'fiilî bir ilimdir,' mahlukatın ilmine benzemez.
İnsan kendisine ihsan edilen o cüz'î ilmiyle ALLAH'ın Alîm ismini tanır. Her şeyin ilimle vücut bulduğunu, hikmetli ve mânâlı yaratıldığını anlar. Bir hayvan, kendi iç organlarından bile haberdar değilken, insanın bu kadar geniş bîr sahada ilmiyle dolaşması, onun için büyük bir şereftir. Arzın halifesi olan insan, kendini okuduğu gibi, kendini okumaktan aciz mahlukları da okumakla vazifelidir.
Hadis-i şerifte, "bir saat tefekkürün bin yıl nafile ibadetten hayırlı" olduğu haber verilerek, ilmin bu ulvî şerefi nazarımıza sunu*sansürlü kelimelur. Bu şerefi hiçe sayarcasına, akıllarını sadece dünya menfaatlerini temin ve nefsin arzularını tatmin için sarf eden insanlar ne kadar zarardadırlar!?...
“ALLAH, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz ”. [Bakara: 2/245.]
Bu iki isim hem madde, hem de mânâ âlemi için geçerlidir. Zenginlikte genişlik, fakirlikte darlık olduğu gibi, ilimde genişlik cehalette darlık vardır.
Bu iki mübarek ismin en büyük tecellileri, insanın kalb ve ruh âleminde kendini gösterir. Zira, ruh bedenden, mânâ da maddeden üstündür.
Kulun, cüz'î iradesini Hakk'ın rızası istikametinde kullanmasıyla kalb ve ruh âleminde bir genişlik hasıl olur. Aksi halde insan ruhî sıkıntılar, günümüz tabiriyle stresler içinde perişan olur.
Tahkiki imanda genişlik, iman zafiyetinde ise darlık vardır.
Tevekkülde genişlik, sabırsızlıkta darlık vardır.
Affetmede genişlik, intikam hissinde darlık vardır.
Cömertlikte genişlik, cimrilikte darlık vardır.
Bununla birlikte bu iki isim insanın manevî terakkisinin esasları olan 'havf ve reca' ile yani "ALLAH'ın kahrından korkmak ve rahmetinden ümitli olmakla" yakından ilgilidir.
Kâbıd ismi korkunun, Bâsıt ismi ise ümidin önemli bir kaynağıdır. Yani, mü'min olan insan hem ALLAH'ın celâl ve azametinden korkacak, kabir azabını ve Cehennemi sıkça hatırlayacak; hem de O'nun rahmet ve mağfiretinden daima ümitli olacak ve ona göre amel edecektir.
Kur'ân'ın hülasası olarak tarif edilen Fatiha sûresinde, havf ve recâ sırayla işlenir, dolayısıyla da ruh ümitle korkuyu, ferahla darlığı sırayla yaşar.
'Rabb'ül-âlemîn,' 'Rahman ve Rahîm' isimleri ruhu sevinçle, ümitle rahatlatır.
'Mâliki yevmiddin' kelamı ise ruhta korku ve endişe uyandırır.
‘İbadet ve yardım dileme' safhalarında ümitle korku iç içedir.
'İstikamet yoluna hidayet' istenmesi, ruh için büyük bir ümit ve saadet kapısıdır.
Bu ümidi müteakip, 'mağdup' ve 'dallin' zümrelerinden olmanın korkusu ruhu sarar.
Bir bitkinin, gece ve gündüzden ayrı faydalar görmesi gibi, bir mü'min de Kâbıd ve Bâsıt isimlerinin her birinden ayrı bir feyiz alır.
İçinin sıkıldığı, karmaşık problemlerle kuşatıldığı, dünyanın kendisine dar geldiği anlarda, aczini ve fakrını daha iyi anlar; kulluk şuurunda inkişaf olur.
Ruhunun ferah ve sürurla dolu olduğu zamanlarda ise, bunu bir ilâhi ikram ve ihsan olarak değerlendirip şükür vazifesini eda etmeye çalışır.
İnsan, bu dünya hayatında, sıkıcı ve ferahlatıcı nice olaylarla değişik imtihanlar geçirir. Hastalanır, sıhhate kavuşur. Üzülür, sevinir. Derken bu geniş dünyadan kabre göç eder. İmanla göçenler için o âlemde Bâsıt ismi tecelli eder ve kabir, ALLAH Resulünün(a.s.m.)ifadesiyle, 'Cennet bahçelerinden bir bahçe' olur. İnanmayanlar için ise Kâbıd ismi tecelli eder ve kabir, "Cehennem çukurlarından bir çukura" dönüşür, insanı sıkar durur.
Ve bu yolculuğun sonu Cennet ve Cehennemle son bulur. Birincisinde her türlü genişlik, ikincisinde ise her türlü darlık vardır.
EL-HÂFİD / ER-RÂFİ'
Hâfıd: "Kâfirleri, asileri, mütekebbir ve zalimleri alçaltan.
"Din düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırıp ahirette zelil eden ve cezalandıran."
Rafı': "Sevdiği kullarını yükselten."
"Mü'minleri kendisine yaklaştırarak yücelten."
"(O), alçaltan ve yüceltendir." [Vakıa: 56/3.]
Bu iki ismin tecellisi de büyük çapta, kulun cüz'î iradesine bakıyor. İradelerini yanlış yolda kullanarak küfür ve isyan yoluna giren insanlar, alçalmaya talip olmuşlar ve Hâfıd olan ALLAH da onları inançsız ve ahlâksız kılmakla alçaltmıştır. Bu alçalmanın ahiretteki neticesi ise Cehennemde, zillet içinde azap çekmektir.
İman, ibadet ve ahlâk yolunu tutanlar ise yükselmeye talip olmuşlar; Râfi' olan ALLAH da onları, salih bir kul yapmakla yükseltmiştir. Bu yükselmenin ahiretteki neticesi ise Cennette ebedî saadete ermektir.
Demek oluyor ki, alçalma da yükselme de öncelikle dünyada gerçekleşiyor; birincisi Hâfid, ikincisi ise Râfi' isminin tecellileriyle.
Dünya ahiretin tarlası olduğundan, bu yükseklik ahirette çok daha inkişaf ediyor; bu alçaklık ise çok daha aşağı dereceleri netice veriyor.
Kulun, Râfi' ismine mazhar olması, öncelikle iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk yoluyla gerçekleşir. Bir de insanın başkalarını yükseltmeye çalışması, onları imana ve islâm'a davet etmesi var ki, bu yol en büyük bir feyiz ve yükselme vesilesidir.
Ayrıca, bir mü'min, islâm'ın ulviyetini kalplerde ve akıllarda yerleştirdiği ölçüde kendisi de yükselir, Râfi' ismine mazhar olur. İslâm'a zıt görüşleri, bâtıl inançları, yanlış fikirleri çürütüp aşağıladığı nisbette de Hâfid isminden ayrı bir feyiz alır.
Muizz: "Dilediğine izzet ve kuvvet veren, ilimde yükselten."
Müzill: "Dilediğini zelil kılıp rahmetinden uzaklaştıran. Hor ve hakir kılan.
"...Bilin ki, ALLAH'ı aciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten ALLAH, inkâr edenleri hor ve aşağı kılıcıdır." [Tövbe: 9/2.]
İzzet denilince aklımıza hemen gelen mânâ üstünlük ve galibiyettir. Mü'minler azizdir, kâfirler zelil. Âlimler azizdir, cahiller zelil.
İzzet en büyük bir hayırdır. Bütün hayırlar elinde olan ALLAH, izzetin de yegâne sahibidir. Kullar O'nun aziz etmesiyle bu şereften nasiplenirler.
Kâmil insanlar, arza halife kılınmalarından, Cennete namzet olmalarına kadar bütün izzet tecellilerinin ALLAH'tan olduğunu bilerek, O'nun kudret ve azameti, rahmet ve ihsanı karşısında secdeye kapanırlar.
Secde, nefsin zilleti en ileri seviyede tattığı, buna karşılık ruh ve kalbin izzet ve şeref kazandığı en üstün bir makamdır. Kulun Rabbine en yakın olduğu haldir; ALLAH'a yakınlık ise en büyük bir izzettir.
ALLAH, nefsine esir ve şeytana köle olmayı büyüklük sayanları, Müzill ismiyle alçaltır, hakir eder.
Bir kul, ALLAH'ın aziz kıldıklarına tazim etmekle izzete kavuşur; zelil kıldıklarından uzak kalmakla da zilletten kurtulur.
Nur Külliyatından bir cümle:
"İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın meşietine ve iradesine bağlıdır." [Sözler.]
Bu konuda, vaktiyle kaleme aldığım bir yazıdan bir bölümü arz ediyorum:
İzzet tacı da zillet gömleği de ALLAH'ın hazinesinde... Bunları mahlukatına sırayla giydirir...
Önceki günün azizleri, dün zelil oldular. Bugünkü azizler de zilleti tatmak için yarını bekliyorlar...
Etrafımız, bu iki ayrı tecellinin misalleriyle kaynaşmada...
Bir meyve ağacı yazın yaprak, çiçek açar, meyvelerle bezenir; seyrine doyum olmaz. Kış geldi mi her şeyini soyunur, kuru bir iskelet kalır. Başına karlar yağar, gölgesinde kimsecikler oturmaz.
Bu izzet ve zillet safhalarından geçen, sadece meyve ağaçları değildir. Güneş de doğarken azizdir, batarken zelil... Bahar, gelirken azizdir, giderken zelil... İnsan, yürürken azizdir, uyurken zelil...
Çocukluk, gençlik derken, olgunlukta bir izzet tecellisi görülüyor. Onu takip eden ihtiyarlık, zillet ve perişanlık yüklü... Derken, ölüm... Zilletin doruk noktası ve imanla göçenler için izzetin ilk basamağı... Önünü göremeyen ihtiyar, ölünce Cenneti seyre başlıyor. Bu izzeti bir yeni zillet takip ediyor: Sûr'dan korkma ve mahşere çıkma safhası...
İnsan, dünyada ne kadar izzet taslamışsa, orada o kadar zillet çekecek... Başını burada ne kadar dikmişse orada o kadar fazla eğecek. Ne kadar harcamışsa, o kadar hesap verecek. Ve sonunda bütün azizler bir yana, bütün zeliller bir yana ayrılacak. Mü'minler, ALLAH'ın 'azizler diyarı' olarak terbiye ettiği Cennete doğru yol alırken, münkir ve müşrikler, zeliller diyarına, Cehenneme düşecekler... 'İzzet ve zilletin ancak ALLAH'tan olduğu' hakikati bütün haşmetiyle görünecek.
Öyle ise, üzerimizde izzetin tecelli ettiği dönemleri çok iyi değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Aziz iken Hakk'ın dergahında zelil olalım ki, zelil olduğumuzda O'nun lütfuyla yine izzete kavuşalım.
ES-SEMİ / EL-BASÎR
Semi': "Gizli aşikâr her şeyi işiten."
Basîr; "Aydınlık karanlık, uzak yakın, büyük küçük her şeyi gören, müşahede eden."
“..ALLAH'ın âyetleri hakkında münakaşa edenlerin sinelerinde, ancak, yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen ALLAH'a sığın. Şüphesiz O, Semi'dir, Basîr'dir." [Mü'min: 40/56.]
Maddeden münezzeh olan ALLAH'ın işitmesi, insan idrakinin kavrayabildiği ve hayalinin ulaşabildiği her türlü işitmeden münezzehtir; bunların hiçbirine benzemez.
Biz hava unsuru olmaksızın, içimizdeki bir arzuyu muhatabımıza işittiremeyiz. Ama, ALLAH bizim kalbimizden geçen her arzuyu işitir. Kalbin arzu duyması, sözlü istemeye benzemediği gibi, kalbin sesini işitmek de havada temessül eden kelimeleri işitmeye benzemez.
Bu benzemezliğin bir işaretini Cenâb-ı Hak insanın mahiyetine koymuştur. İnsan, uyanıkken muhataplarını görür ve onların konuşmalarını işitir; bu görmeye göz, bu işitmeye de kulak vasıta olmuştur. Ama rüya âleminde yine muhataplarıyla görüşür ve konuşur, fakat gözleri uykuya dalmış, kulakları bu âlemden ilgisini kesmiştir. Rüya âleminde ne hava unsuru vardır, ne konuşanın ses telleri, ne de dinleyenin kulakları.
Bizim havadan faydalanarak ses tellerimizi hareket ettirmemiz ve aklımızdaki bir mânâyı, böylece kelimelere dökmemiz, onu insanlara işittirmek içindir.
O konuşmanın ilâhî hikmet ve kudrete bakan bir yanı var kî çok önemlidir:
Ağzımızdan çıkan bir kelime havada bir ilâhî mucize olarak milyonlarca kelimeye dönüşür. Hava sayfası bizim konuşmamızla âdeta dolup taşar. Aynı sayfaya, diğer insanların konuşmalarından kuşla;rın cıvıldaşmalarına, gök gürlemesinden suların şırıltılarına kadar nice sesler de yerleşirler. Bu varlıkların kendileri yer yüzünde hoş bir manzara teşkil ettikleri gibi, sesleri de hava sayfasında ayrı bir mucize sergilerler. Ve bu sanat eserini, Cenâb-ı Hak meleklerine ve ruhanilere seyrettirir.
Görmeye gelince: Güneşi güneş ışığını, gözü göz nurunu yaratan ve bir yağ parçasına görme kabiliyeti veren ALLAH, böylece bir hikmet ve kudret mucizesi sergilemiş oluyor. Yoksa meleklerin gözsüz görmelerinin de şehadetiyle, görme için mutlaka göz lâzım değildir.
İnsanın görmesi cüz’idir. Yani bir anda ancak bir yöne bakabilir ve bir şeyi seyredebilir. Başkalarını görebilmesi için nazarını ilk gördüğü cisimden çekmesi gerekir.
ALLAH'ın bütün sıfatları gibi görmesi ve işitmesi de küllidir, mutlaktır ve sonsuzdur. Yani, her şeyi birlikte görür ve işitir.
İnsan, karşısındaki şahsın derisinin altını göremediği gibi, kafasında taşıdığı düşünceleri ve kalbinde beslediği arzuları da göremez ve işitemez. Görmesi ışıkla, mesafeyle ve maddî engellerle sınırlıdır, işitmesi de belli frekanslar arasına sıkışıp kalmıştır. Ama bu insan, o kısa ve sınırlı olan görmesini ve işitmesini kıyas unsuru yaparak, ALLAH'ın Semi' ve Basîr olduğunu bilebilir.
Bu ilâhî isimleri düşünen bir mü'min, bütün eşyayı birlikte görmenin ve bütün sesleri beraber işitmenin ancak ALLAH'a mahsus olduğunu hatırlar. Ayrıca, yaptığı her işin görüldüğünü ve söylediği her sözün işitildiğini düşünerek bu sermayelerini daha dikkatle harcamaya çalışır.
İnsan, kendisine ihsan edilen bu nimetler sayesinde, hem Rabbinin Semi' ve Basîr olduğunu bilme şerefine erer, hem de renk, şekil ve sesler âlemlerinde tecelli eden ilâhî sanatları hayret ve hayranlıkla tefekkür eder.
"(De ki ALLAH'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı tafsilatlı olarak indirmiştir." [En'âm: 6/114.]
Bu ism-i şerif yâd edilirken, hayalimiz bizi mahşer meydanına götürür. O dehşetli meydana çıkış, ilâhî bir hükümle olduğu gibi, orada belli bir süre beklenmesi de yine ilâhî irade ve hüküm iledir.
Bu hükmün icra edilmesiyle, dünya tarlasının bütün mahsulleri bir araya toplanır. İlâhî hâkimiyet karşısında herkesin aciz ve zelil kaldığı, olanca ağırlığıyla hissettirilir.
Bunu takiben mizan kurulur ve "hükmün ancak ALLAH'a ait olduğu" bütün haşmet ve azametiyle herkese gösterilir.
Daha sonra, yine ALLAH'ın hükmüyle, bir kısım insanlar doğrudan Cennete giderler. Bir kısmı, günahları kadar yanmak üzere Cehenneme gönderilirler. Bir başka gurubun ise ebedî olarak Cehennemde kalmalarına hükmedilir.
Elbette ki, bu ismin tecellisi sadece ahirete mahsus değildir. Bu dünyada da bütün varlıklar bu ismin tecellisine mazhardirlar. İnsanı misal alarak konuşalım: İnsanoğlunun dünyaya gelişi gibi ölümü de ilâhî hüküm iledir. Organlarının yerleri, şekilleri, büyüklükleri, vazifeleri hep ilâhî hüküm ile tahakkuk etmiştir.
Diğer bütün varlıklar da, ALLAH'ın taktir ettiği özelliklere sahip olur ve O'nun hükmü altında vazife görürler.
EL-ADL
"Bütün icraatları hak ve adalet üzere olan.”
"Her hak sahibine hakkını veren ve haksızları cezalandıran."
“Ey iman edenler, âdil şahidler olarak, ALLAH için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sîzi adaletten alıkoymasın." [Mâide: 5/8.]
ALLAH Adl'dir. Adaleti sonsuz kemâldedir ve onun ötesinde bir adalet düşünülemez.
Nur Külliyatında adalet iki temel esasa ayrılarak incelenir: İhkak-ı hak' ve 'zalimleri cezalandırmak.'
İhkak-ı hak, her hak sahibine hakkını en güzel şekilde vermek demektir.
ALLAH, ağacın dallarından, güneşin gezegenlerine, Cennetin tabakalarından, Cehennemin menzillerine kadar her şeyi lâyık mevkiine koymuştur.
Bunun bir küçük misalini de insanda sergilemiş, her organı yerli yerine koymuş, vazife yapması için gerekli olan bütün şartları en güzel şekilde hazırlamış ve ihtiyaçlarını görmüştür.
İnsanın simasında, göz ile kulağı nasıl adaletle yerleştirmişşe, ruhunda da akıl ve hafızayı aynı adalet ölçüleriyle yaratmış ve her birine uygun vazifeleri yüklemiştir.
Varlık âleminde adaletini en güzel şekilde gösteren ALLAH, kullarının amellerine de adalet üzere karşılık verecektir.
"Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre kadar şer işlemişse onu görecektir." [Zilzâl: 99/7-8.]
Adalet denilince bunun zıddı olan zulüm hatıra gelir. Zulüm, 'başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf etmek demektir. ALLAH zulümden münezzehtir; çünkü bütün mülk âleminin tek sahibi ve yaratıcısı O'dur.
Bütün esmâ-i hüsna gibi, Adi isminin de diğer isimlerlerle yakın ilgisi vardır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz:
Azîz, Cebbar, Celîl, Kahhâr, Kadîr, Muktedir, Muntakîm... olan ALLAH, adaleti en kâmil mânâda tatbik eder.
Rahman, Rahîm, Kerim, Latîf, Halîm, Gaffar... olan ALLAH, bir kulunu Cehenneme koyarsa, o kul bunu hak etmiş demektir.
Bir insanın Adl isminden feyiz alabilmesi için, öncelikle kendisine ilâhî bir ihsan olarak verilen bütün organlarını, akıl, kalb, hayal, hafıza gibi manevî cihazlarını, sevgisini korkusunu ve daha nice hislerini yaratılış gayelerinde kullanması gerekir. Ancak o zaman, 'her şeyi yerli yerine koymak ve her hak sahibine hakkını vermekle' adalet etmiş ve zulümden kurtulmuş olur.
Aklını başkalarını aldatmaya ve onlara haksızlık etmeye yoran bir insan, öncelikle kendi aklına zulmetmiş olur. Çünkü, o akılla nice ilimler tahsil edebilir ve faydalı işler yapabilirdi. Böylece, hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olurdu. Muhatabına zarar vermekle ettiği zulüm ise ikinci derecede kalır. Çünkü, kendi aklına verdiği zarara karşılık muhatabının, meselâ, malına zarar vermiş olur.
Yine, bir insanın âdil olabilmesi için, maddî imkânlarını da adalet üzere kullanması, israftan sakınması, fakirin hakkı olan zekâtı eksiksiz vermesi gerekir. Zekât vermeyen insan, hem kendi nefsine, hem de muhtaçlara zulmetmiş demektir.
Adaletin ikinci şubesine gelince, elinde hüküm ve infaz yetkisi bulunan kimseler, 'zalimlere hak ettikleri cezayı vermek' ve bunu yaparken de aşırı giderek zulme girmemek suretiyle, Adl ismine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alırlar.
EL-LATÎF
"En ince ve gizli işleri, bütün incelikleriyle bilen ve onlara çok kolay nüfuz eden."
“ALLAH, kullarına karşı lütuf sahibidir; dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, Aziz'dir." [Şûra: 42/19.]
Latîf, kelime manâsıyla, 'katı olmayan, ince, hoş ve yumuşak' mânâsına gelir. Latîf, kelimesinin, hem 'lütuf ve yardım'la, hem de letafetle yani 'kesif ve katı olmamakla ilgisi vardır.
Bir ismi de Nur olan ALLAH'ın bütün sıfatları latiftir; zâtı da, sıfatları da maddeden münezzehtir.
Şu âyet-i kerîme Latîf isminin bu mânâsını bize ders verir:
"Gözler O'nu göremez, O bütün gözleri görür. O Latiftir, Habîr'dir." [En'am: 6/103.]
"ALLAH kullarına latiftir, dilediğini nzıklandırır." [Şura: 42/19.] âyetinde Latîf, 'son derece lütufkâr olan, kullarına ince ve sezilmez yollardan ihsanlarda bulunan' mânâsındadir.
"Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf'tir, Habîr'dir." [Mülk: 67/14.] âyetinde ise Latîf, "en ince şeyleri kolaylıkla bilen" mânâsına gelmektedir.
Varlık âleminde latîf varlıklar, maddî ve kesif eşyadan kat kat fazladır. İnsan ruhu ve ona bağlı ince hissiyatlar buna misal verilebilir. Midenin bir gıdayı hazmetmesiyle, aklin bir mânâyı kavraması ve" anlaması birbirinden ne kadar farklıdır! Akıldaki bu ince faaliyet Latîf olan ALLAH'ın büyük bir ihsanıdır.
Yavrusunu kucağına alıp emziren bir annenin, kolları bebeği sardığı gibi, latîf şefkati de aynı şekilde yavrusunu her yönden kuşatır. Bu, ALLAH'ın hem o anneye, hem de yavrusuna büyük bir lütfudur.
Letafet denilince, aklımıza hemen yumuşaklık gelir. Bir insan, başkalarına karşı ne kadar yumuşak davranır ve ne kadar lütufkâr olursa Latîf isminin feyzinden o kadar fazla nasip almış demektir.
EL-HABİR
"Eşyanın hakikatlerini ve gizliliklerini bilen."
"Batınî haberler kendisinden saklanamayan."
"Ey iman edenler, ALLAH'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. ALLAH'tan korkun. Hiç şüphesiz ALLAH, yaptıklarınızdan haberdardır." [Haşr: 59/18.]
Alîm ismiyle Habîr isminin mânâları birbirine çok yakındır. Şu var ki, Alîm ismi daha umumîdir.
Habîr denilince, haberdar olan, ilminden bir şey saklanamayan mânâsı hatıra gelir. Yani Alîm ismi, 'gîzli-aşikâr her şeyi bilen' mânâsını ifade ederken, Habîr ismi biraz daha hususiyet arz eder ve bize göre gizli olan şeylerin O Habîr için aşikâr olduğunu ders verir. Hiçbir hadise ve hatıranın, hiçbir düşünce ve -niyetin ALLAH'tan gizlenemeyeceğini ifade eder.
ALLAH'ın Habîr olduğunu bilen bir mü'min, O'nun razı olmayacağı her türlü söz, fiil ve halden uzak kalmaya çalışır. Kendi iç âleminde olup bitenlerden hiçbirinin, Latîf ve Habîr olan ALLAH'tan gizli kalamayacağını düşünür. Kalbini yanlış inançlardan, aklını bâtıl düşüncelerden, hayalini faydasız meşguliyetlerden korumaya gayret eder.
İmam Gazâlî Hazretleri insanın, 'kendi ruh dünyasında cereyan eden ve başkalarının bilemediği şeyleri vicdanen bilmesi’ cihetiyle, bu isme mazhar olduğunu söyler.
Hikmet dünyası olan bu âlemde, eşyayı yaratmakta'acele etmeyen, mahlukatı safha safha yaratan ALLAH, bu imtihan dünyasında küfür ve isyanlara da hemen ceza vermez. Kudreti yettiği halde, bu cezayı tehir eder. Kullara böylece tövbe kapısını açar ve onlara pişmanlık fırsatı verir.
Bu isimden kulun alacağı ders, işlediği günahlardan tövbe etmesi. Halim ismi gereği, cezasının tehir edilmesini bir fırsat bilip, ALLAH Resulünün(a.s.m.)tavsiyelerine uyarak, o günahlara kefaret olmak üzere güzel ameller işlemesidir. Bir de, ALLAH'ın Halim ve Gafur olduğunu hatırlatarak onu isyana teşvik eden nefsine, Alîm, Raklb, Hasîb ve Muntakim isimlerini hatırlatması ve böylece o nefsi yanlış yola girmekten men etmesidir.
“Büyüklüğü akıl ve fehmin ihatasından münezzeh bulunan.”
"Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, Aliyy'dir (yücedir), Azîm'dir." [Şürâ: 42/4.]
Azîm ismi, hem zâtın hem de sıfatların kemâline birlikte delalet eder. Azamette, heybet ve celâl mânâsı vardır.
Kur'ân'dan bir sûre okuduğumuzda bu tilavetimizi 'sadakALLAHü'1-Azîm' diye sona erdiririz; "Azîm olan ALLAH doğruyu ifade etti, hakikati ders verdi" deriz. Böylece Kur'ân'ın da azametini hatırlar, "bütün insanlar ve cinler, toplansa bir tek sûresinin bile mislini getiremeyeceğini" düşünür, onun belagatındaki azamete hayran oluruz.
Azîm olan ALLAH'ın kelamı taklide müsaade etmez. Bu hakikat, kâinat kitabı için de geçerlidir. Onun da ne sûrelerini, ne cümlelerini, ne de kelimelerini beşer taklit edememiştir ve edemez de. Bir çiçekteki ilâhî sanatın azameti, herkesi aciz ve hakir bırakır; kimse onun taklidini yapamaz.
Azîm ismini çok yâd ettiğimiz bir mevki de rükûdur. Rükûda, 'sübhane rabbiye'1-Azîm', yani 'beni en güzel şekilde terbiye eden Rabbim, Azîmdir, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir' demekle, insan terbiyesindeki azameti hatırlamış oluruz.
Bu azamet karşısında eğilme ihtiyacı duyan bir ruh ve bu ihtiyaca cevap verecek şekilde yaratılmış bir beden...
İşte, ruhun ve bedenin böyle en güzel bir şekilde terbiye edilmeleri, ancak Azîm olan ALLAH'a mahsustur.
EL-ĞAFÛR
"Affediciliği tam olan."
"Kulların kusurlarını melaike ve ruhanîlere karşı örten."
"Muhakkak ki, ALLAH bütün günahları bağışlar. O Gafur ve Rahim'dir." [Zümer: 39/53.]
Bir âyet-i kerimede, mealen şöyle buyrulmuştur:
"De ki: Ey nefislerinde israfa giren (haddi aşarak günah işlemekle nefislerine zulmeden) kullarım. ALLAH'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Muhakkak ki, ALLAH bütün günahları bağışlar. O Gafur ve Rahîm'dir." [Zümer: 39/53.]
Âyette geçen 'nefis' kelimesi, 'zât' mânâsına gelir ve insana emanet olarak verilen bütün organları, duyguları, hissiyatı, akıl ve kalbi içine alır.
Nur Külliyatında şöyle bir cümle geçer:
"En kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin." [Sözler.]
Aklını yanlış fikirlerle meşgul eden, kalbine bâtıl sevgileri yerleştiren, gözüyle harama bakan, diliyle yalan söyleyen, kısacası kendisine emanet verilen bütün o kıymetli aietleri ve duygulan, yanlış yolda kullanan insanlar 'nefislerinde israfa girmiş’ kullardırlar. Bu âyet-i kerime ile, insanların böyle bir israftan sakınmaları gereğine işaret edilmiş ve şeytana uyarak böyle bîr hataya düşmeleri halinde de ümitsizliğe kapılmayarak, ALLAH'ın mağfiretine sığınmaları ders verilmiştir.
Her ikisi de 'affedicilik' mânâsını ifade eden Gaffar ismiyle Gafur ismi arasındaki ince farkı, İmam Gazâlî Hazretleri şöyle açıklar:
"Gaffar, tekrar tekrar affeden demektir. Gafur ise, affediciliği tam olup, afv ve mağfiretin en ileri derecesinde bulunan mânâsına gelir."
Bu iki isimden kulun alacağı nasip, iki maddede özetlenebilir:
İnsan nefis ve şeytana uyarak bir günah işlediğinde, derhal tövbe etmeli ve ümitsizliğe düşmemek için ALLAH'ın Gafur olduğunu hatırlamalıdır.
Kulun bu isimden alacağı diğer nasip ise, mü'minlerin hatalarını örtmesi, başkalarına anlatmaması ve onları bağışlamasıdır.
İnsan, kendi cüz'î izzetine karşı işlenen küçük hataları affedebilmelidir ki, sonsuz izzet ve azamet sahibi olan ALLAH'a karşı işlediği isyanların affını dilemeye yüzü olabilsin. "Bütün icraatları hak ve adalet üzere olan.”
"Her hak sahibine hakkını veren ve haksızları cezalandıran."
“Ey iman edenler, âdil şahidler olarak, ALLAH için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sîzi adaletten alıkoymasın." [Mâide: 5/8.]
ALLAH Adl'dir. Adaleti sonsuz kemâldedir ve onun ötesinde bir adalet düşünülemez.
Nur Külliyatında adalet iki temel esasa ayrılarak incelenir: İhkak-ı hak' ve 'zalimleri cezalandırmak.'
İhkak-ı hak, her hak sahibine hakkını en güzel şekilde vermek demektir.
ALLAH, ağacın dallarından, güneşin gezegenlerine, Cennetin tabakalarından, Cehennemin menzillerine kadar her şeyi lâyık mevkiine koymuştur.
Bunun bir küçük misalini de insanda sergilemiş, her organı yerli yerine koymuş, vazife yapması için gerekli olan bütün şartları en güzel şekilde hazırlamış ve ihtiyaçlarını görmüştür.
İnsanın simasında, göz ile kulağı nasıl adaletle yerleştirmişşe, ruhunda da akıl ve hafızayı aynı adalet ölçüleriyle yaratmış ve her birine uygun vazifeleri yüklemiştir.
Varlık âleminde adaletini en güzel şekilde gösteren ALLAH, kullarının amellerine de adalet üzere karşılık verecektir.
"Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre kadar şer işlemişse onu görecektir." [Zilzâl: 99/7-8.]
Adalet denilince bunun zıddı olan zulüm hatıra gelir. Zulüm, 'başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf etmek demektir. ALLAH zulümden münezzehtir; çünkü bütün mülk âleminin tek sahibi ve yaratıcısı O'dur.
Bütün esmâ-i hüsna gibi, Adi isminin de diğer isimlerlerle yakın ilgisi vardır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz:
Azîz, Cebbar, Celîl, Kahhâr, Kadîr, Muktedir, Muntakîm... olan ALLAH, adaleti en kâmil mânâda tatbik eder.
Rahman, Rahîm, Kerim, Latîf, Halîm, Gaffar... olan ALLAH, bir kulunu Cehenneme koyarsa, o kul bunu hak etmiş demektir.
Bir insanın Adl isminden feyiz alabilmesi için, öncelikle kendisine ilâhî bir ihsan olarak verilen bütün organlarını, akıl, kalb, hayal, hafıza gibi manevî cihazlarını, sevgisini korkusunu ve daha nice hislerini yaratılış gayelerinde kullanması gerekir. Ancak o zaman, 'her şeyi yerli yerine koymak ve her hak sahibine hakkını vermekle' adalet etmiş ve zulümden kurtulmuş olur.
Aklını başkalarını aldatmaya ve onlara haksızlık etmeye yoran bir insan, öncelikle kendi aklına zulmetmiş olur. Çünkü, o akılla nice ilimler tahsil edebilir ve faydalı işler yapabilirdi. Böylece, hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olurdu. Muhatabına zarar vermekle ettiği zulüm ise ikinci derecede kalır. Çünkü, kendi aklına verdiği zarara karşılık muhatabının, meselâ, malına zarar vermiş olur.
Yine, bir insanın âdil olabilmesi için, maddî imkânlarını da adalet üzere kullanması, israftan sakınması, fakirin hakkı olan zekâtı eksiksiz vermesi gerekir. Zekât vermeyen insan, hem kendi nefsine, hem de muhtaçlara zulmetmiş demektir.
Adaletin ikinci şubesine gelince, elinde hüküm ve infaz yetkisi bulunan kimseler, 'zalimlere hak ettikleri cezayı vermek' ve bunu yaparken de aşırı giderek zulme girmemek suretiyle, Adl ismine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alırlar.
EŞ-ŞEKÛR
“Kendisine yapılan şükre, çok ecirle mukabele eden.”
"Cüz'î ibadetlere karşı külli mükâfatlar, yüksek dereceler ve çok sevaplar veren."
'Eğer ALLAH'a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. ALLAH Şekûr'dur, Halîm'dir." [Teğâbün: 64/17.]
Bir âyet-i kerîme:
"And olsun ki, şükrederseniz elbette size daha fazla veririm. Ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki azabım çok şiddetlidir." [İbrahim: 14/7.]
Şükretmek ALLAH'ın sonsuz nimet ve ihsanlarının kıymetini bilmek demektir ve küfranın zıddıdır.
Cenâb-ı Hak, bu insanlık görevini yerine getiren mü'min kullarına kat kat mükâfat vereceğini bu âyet-i kerîmeyle müjde veriyor.
Nur Külliyatında, "fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır" buyrularak, şükretmenin insanın yaratılışında mevcut olduğu ders verilir.
Bu dünyada bir çekirdeğe karşılık bir ağaç ihsan eden ALLAH, dünyada yapılan ibadet ve şükürlere öyle mükâfatlar verecektir ki, ALLAH Resulünün (a.s.m.) ifadesiyle, "Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de insanın kalbine, hatırına gelmiştir."
Şekûr isminin Cennetteki tecellisi işte böyle muhteşem, böyle harika ve böyle azim olacaktır.
Kula yakışan ve yaraşan, fırsatı çok iyi değerlendirip şu kısa dünya hayatını şükür ve ibadetle geçirmek, böylece ebedî saadete mazhar olmaktır.
Bu isimden nasiplenen bir kul, insanlardan gördüğü iyiliklere karşı da teşekkürle mukabele eder. Nankörlükten ve nimeti küçümsemekten sakınır.
Nitekim, ALLAH Resulü (a.s.m.) "İnsanlara teşekkür etmeyen, ALLAH'a şükretmez" buyurmuşlardır.
selamünaleyküm hafize teyzem ALLAH C.C. RAZI OLSUN ALLAH C.C. KAT BE KAT SEVAB VERSİN ELLERİNİZE EMEĞİNİZE SAĞLIK ALLAH C.C. EMANET OLUN SAĞLICAKLA VE AFİYETLE KALIN HAYIRLI SABAHLAR
“ALLAH bir insanla ancak bir vahy yoluyla ya da perde arkasından konuşur
veya bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder.
Gerçekten O, Aliyy'dir, Hakîm'dir." [Şûra: 42/51.]
ALLAH'ın varlığı vaciptir. Yani varlığı zâtındandır, yokluğu muhaldir. Bu ulvî mertebe sadece Aliyy olan ALLAH'a mahsustur. O'ndan gayrı ne varsa, hepsi mümkindirler yani bunların olup olmamaları eşittir; hepsi mahlukturlar, fanidirler, acizdirler. Bu varlıkların varlık mertebeleri, Vacib'in âlî mertebesi yanında çok aşağı ve süflî kalır.
ALLAH'ın bütün sıfatları mutlaktır, kayıt altına alınamazlar. Ve yine bütün sıfatları sonsuzdur; onların tecellileri için bir son düşünülemez.
İşte bu âlî mertebe de ALLAH'a mahsustur.
Mahlukatın ise, evvelleri olduğu gibi sonları da vardır. Öncesi ve sonrası olan bu varlıkların sıfatları da sınırlı ve kayıtlıdır, işte bu sınırlı ve kayıtlı sıfatlar, sonsuz ve mutlak sıfatlar yanında çok süfli ve çok aşağı kalırlar.
Aliyy ismi bize bu gibi dersleri verir; sonsuz ve mutlak kemâlin ancak ALLAH'a ait olduğunu bildirir.
"O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O Aliyy'dir, Azîm'dir."
[Bakara: 2/255.]
Bir mü'min, ALLAH'ın sıfatlarının ulviyeti hakkındaki marifette ne kadar inkişaf ederse, Aliyy isminden o kadar fazla feyiz alır.
Kul, böylece manen terakki etmekle ulvî dereceler kazanır ve bu isme daha parlak bir ayna olur.
Ve yine, bir kul süflî, bayağı ve aşağı şeylerden uzak kaldığı ölçüde yükselir ve bu isimden alacağı feyiz de o nisbette artar.
EL-KEBÎR
"Büyüklükte kendisinden daha üstünü düşünülemeyen."
"Celâli ve sânı pek yüce."
'O, gaybı da, müşahede edileni de bilendir, Kebîr'dir, Müteâl'dir." [Ra'd: 13/ 9.]
Kebîr ismi, "ALLAH'ın zâtının kemâline delalet eder" denilmiştir. Büyüklük, kemâl ile yakından ilgilidir. İlmi kemâle ermiş kimselere 'büyük insan' deriz. Keza, irfan, ahlâk, takva ve salahatta üstün olan insanlar da büyüktürler.
Bunlardan söz ederken, 'ilmi büyük' yahut 'irfanı büyük' demez, sadece 'büyük' demekle yetiniriz. Böylece, büyüklüğü sıfatlara değil, doğrudan zâta vermiş oluruz.
ALLAH'ın bütün sıfatlarının, isimlerinin ve fiillerinin sonsuzluğu ALLAH'ın zâtının büyüklüğünü gösterirler.
[Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna ALLAH'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 100.]
Azîm, Kebîr Ve Aliyy İsimleri Arasındaki Fark:
Azîm, Kebîr ve Aliyy isimleri arasındaki ince farkı bir derece anlamak için bunların karşılığı olarak kullanılan 'yüce, büyük ve yüksek' kelimelerine bakmak gerekir. Bu kelimeler, o isimlerin mânâlarını tam ifade etmeseler de, aralarındaki fark hususunda bize bir fikir verebilirler. Yani, bu üç kelime aynı mânâya gelmedikleri gibi, bu isimler de aynı değildirler.
Bir de bu isimlerin zıtlarına baktığımızda, 'azîm' kelimesinin zıddı hakir, 'kebîr'in zıddı küçük, 'âlî'nin zıddı aşağı veya alçaktır.
Bilindiği gibi, Güneş'le Dünya arasındaki mesafe, yaklaşık yüz elli milyon kilometredir ve ışık, bu uzun mesafeyi sekiz dakikada kat ettiği halde, ışığı hâlâ dünyaya ulaşmamış yıldızlar vardır.
Bu bilginin ışığında, 'azamet, kibriya ve ulviyet' mefhumları arasındaki farka bir derece bakmaya çalışalım.
Semanın bu uçsuz bucaksız genişliğini ve yüksekliğini gözlerin ihatadan ve akılların idrakten aciz kalması noktasında, sema azimdir.
Semanın büyüklüğü yanında yeryüzündeki bütün büyük cisimlerin küçük kalması yönüyle, sema kebîrdir.
Semanın yüksekliği yanında yeryüzündeki bütün yüksekliklerin süflî kalacağı cihetiyle de sema âlîdir.
Bu misal, maddeden münezzeh olan ALLAH'ın azamet, ulviyet ve kibriyasını anlamakta, elbette tam bir ölçü olamaz. Zira, hiçbir cihetle mahlukuna benzemeyen ALLAH'ın büyüklüğü, azameti ve ulviyeti de kendine hastır ve bunların bîr benzeri düşünülemez. Ancak, bu misal ile sözkonusu isimlerin aynı olmadıkları, bir derece anlaşılabilirse maksat hasıl olmuş demektir.
Azamet, ulviyet ve kibriya, bütün sıfatlar için olduğu gibi bütün şuunât, fiiller ve isimler için de sözkonusudur.
Sadece bir misal olarak merhamet üzerinde duralım:
Nur Müellifi, "bütün validelerin şefkatleri rahmet-i ilâhiyenin bir lem'asıdır" buyurur.
Merhametli olmak bîr üstünlüktür ve bu sıfatın kemâli ancak Kebîr olan ALLAH'a mahsustur.
ALLAH'ın o azim rahmetinin genişliğini ve şümulünü akıllar idrak edemezler.
Ve ALLAH'ın mahlukatna ettiği merhamet, bütün merhametlerden çok daha âlîdir, yüksektir.
EL-HAFİZ
"Koruyan, muhafaza eden."
"Varlıkları, kaderle tayin edilmiş bir ecele kadar, zevale uğramaktan koruyan."
"...Hem Rabbim sizin yerinize başka bîr kavmi geçirir de siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır, Hafîz'dir." [Hûd: 11/57.]
Hafiz: "Bütün varlık âleminin plan ve programını nur-u MUHAMMEDi'de saklayan."
"Bir ağacın bütün özelliklerini çekirdeğinde derceden." "Birçok canlı türünün planlarını yumurtalarında, birçoklarını da spermalarında muhafaza eden."
"İnsanın bütün amellerini onun hafızasında kaydeden." "Hafaza meleklerine insanın bütün iyi ve kötü işlerini kaydettiren."
"İnsan-ı ekber denilen kâinattaki her şeyi ve her hadiseyi levh-i mahfuzda yazan."
Bütün bu saydıklarımız, hafîziyetin yani hıfz edip korumanın en çok kullanılan mânâlarıdır.
Hıfzın diğer bir mânâsı da, "hayata düşman olan unsurları dizginleyip, belli bir ecele kadar yaşama fırsatı tanıyan" demektir.
Bu hıfz ve muhafaza olmasaydı, ormanlarda vahşi hayvanlardan başkasının yaşamaması gerekirdi. Ama gerçek hiç de öyle değil. Aslanlara, parslara, kaplanlara rağmen, tavşanından tilkisine, ceylanından keçisine kadar nice hayvan türleri aynı mekân içinde hayatlarını sürdürürler.
Bu hal bir hıfzedicinin varlığını, bütün akıllara net biçimde gösterir.
Bu isimden kulun alacağı en önemli ders, bir muhasebe gününe doğru her gün bir adım daha attığını düşünerek, günahlardan, haramlardan ve hatalardan uzak kalmasıdır. Bedenini zararlı maddelerden koruduğu gibi, ruhunu, kalbini ve aklını da şeytanın ve şeytan vazifesi gören dessas insanların şerrinden korumasıdır.
"Her şeyi lâyıkıyla bilip gözeten ve her şeye kudreti yeten.”
"Azıkları yaratıp bedenlere gönderen." [Gazâlî.]
Mukît, ilim ve kudrete birlikte delalet eden bir ilâhî isimdir. Her muhtacın neye muhtaç olduğunu bilmek ilim ile olur. Bu ihtiyacı yerine getirmek ise kudret gerektirir. Buna göre, bir mahlukun ihtiyacının gözetilmesi ve yerine getirilmesiyle Mukît ismi tecelli eder.
İhtiyaçlar maddî olabileceği gibi manevî de olabilirler. Cahiliye devrinde insanların en büyük ihtiyacı, 'tevhid inancıydı'. Bundan mahrumiyet, onları putlara tapacak kadar perişan etmişti. Cenâb-ı Hak, o kavme en son ve en büyük elçisini göndermek suretiyle, onların bu ihtiyacına en güzel şekilde cevap verdi.
Mukît'in bir başka mânâsı da, "Her muhtaca ihtiyacı kadar rızık veren" şeklindedir. Bu isim, kut ve gıda vermek demek olan 'ikâte' fiilinden gelmektedir. Bir canlının yeme, içme, görme, işitme, yürüme gibi her türlü ihtiyacı Rahman ve Rezzak olan ALLAH tarafından karşılanıyor.
Her canlıya, kendisine yetecek kadar rızık vermek 'ikâte' fiiliyle gerçekleştiriliyor ve bu ilâhî ihsanda Mukît ismi tecelli ediyor.
“Onlar (peygamberler) ALLAH'ın gönderdiklerini tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve ALLAH'tan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Hasîb olarak ALLAH yeter." [Ahzâb: 33/39.]
Bu ism-i şerif 'Alîm, Habîr ve Hafız' isimleriyle yakından ilgilidir. İnsanı yaratan ALLAH, elbette onun her şeyini, her fikrini, her inancını, her niyetini yakînen bilir. ALLAH'ın bildiği, haberdar olduğu ve hıfzettiği bu gibi hal ve hareketlerden, insanın cüz'î iradesine bırakılan ve hakkında emir ve yasak bulunanlar, ahirette Hasîb isminin tecellisiyle, muhasebeye konu olacaklar ve insan, bütün bunlardan hesaba çekilecektir.
Hesap sormak, 'bilmekten, haberdar olmaktan ve hıfzetmekten' farklıdır. Bundan dolayı, Hasîb ismi, Alîm, Habîr ve Hafız isimlerinden ayrıdır ve müstakil bir isimdir.
Nur Külliyatından bir ikaz cümlesi:
"İnsan bu keramete, bu şerefe nail olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes'ul zannetmesin.Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesabları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir." [Mesnevi-i Nuriye.]
Hasîb isminin bir başka mânâsı da 'kâfi gelen, yeten' şeklindedir.
"HasbiyALLAHu lâ ilahe illa hu," yani "ALLAH bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur." [Tövbe: 9/129.]
âyet-i kerimesi, Hasîb isminin insan kalbindeki kâmil tecellisini bize haber vermektedir. "ALLAH bana yeter" cümlesi bir hükümdür, "O'ndan başka ilâh yoktur" cümlesi ise bu hükmün delilidir.
Bütün mü'minler, 'HasbünALLAH' yani 'ALLAH bize yeter' derler. Çünkü O'nu, "herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nazır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakstan mualla bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl" (Nur Külliyatından, Sözler) olarak tanırlar ve böylece iman ederler.
Kulun bu isimden alacağı ders, ölümle birlikte hesap döneminin başlayacağını, kabir âleminde sorguya çekileceğini, kıyamet ve haşir safhalarından sonra her amelinden en ince teferruatına kadar hesap vereceğini bilmesi ve ömrünü ona göre tanzim etmesidir. Bu kısa dünya dönemine aklanmaması, ana rahminde olduğu gibi kabir âleminde ve daha sonrasında kimseden bir yardım görmeyip, ancak ALLAH'a sığınacağını bilerek, bu dünya hayatında da "ALLAH bana kâfidir" deyip, teslim ve tevekkül dairesinde yaşamaya çalışmasıdır.
EL-CELİL
"Sıfatları sonsuz kemâlde bulunan."
“Mâlikiyet, hâkimiyet, kudret, azamet gibi bütün celâl sıfatlarına sahip olan."
"Heybeti, akılları dehşette bırakan."
"Celîl ismi, Azîm ismine yakın bir mânâ taşır. Aralarındaki ince farkı İmam Gazâlî Hazretleri şöyle ifade eder:
"Celîl ismi sıfatların kemâline delalet eder. Azîm ismi ise, hem zâtın hem de sıfatların kemâline birlikte delalet eder."
Nur Külliyatından bir hakikat dersi:
"İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemâl ise mevcudatın cüz'iyatına tecelli eder... Ve keza celâl, vâhidiyetin tecellisinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur." [Mesnevî-i Nuriye.]
Bir çiçeğe baktığımızda ondaki güzelliğe, ince sanata, renklerindeki ahenge hayran kalırız. Bu güzellik ALLAH'ın Cemîl isminin bir teceilisidir. Bütün çiçeklere birden nazar edebilsek, bu hayranlığımız hayrete dönüşür. Bu kadar çiçeği ayrı ayrı süslemek, aralarında hoş bir ahenk kurmak azim bir tasarruftur, harika bir icraattır. İşte bu azamet, haşmet ve büyüklük mânâları, Celîl isminin tecellisiyledir.
Bîr kuşun, bulduğu bir taneyi zevkle ve heyecanla yemesinde, Rezzak isminin bîr tecellisini seyrederiz. Bir milyonu aşkın canlı türünün, rakamlara sığmayacak kadar çok fertlerinin birlikte rızıklanmalarını düşündüğümüzde, karşımızda bir celâl tablosunu buluruz. Ve o muhteşem ziyafette Celîl isminin bir tecellisini okuruz.
Yıldızlar âlemini ve büyük denizleri seyrettiğimizde de nazarımıza öncelikle celâl tecellisi çarpar. Bu haşmetli tablolarda Celîl ismini okuruz. Ancak, bunların gözler kamaştıran bir güzellikleri de vardır. Her iki tabloda da celâl içinde bir cemâl tecellîsiyle karşılaşırız. Nur Müellifi bu hakikati, 'celâlin gözünde cemâl' şeklinde ifade buyurur.
Kısacası, her biri sonsuz kemâlde bulunan ilâhi isimlerin, bütün mahrukatı kaplayan o muhteşem tasarruflarının her biri, vahidiyetin tecellisiyledir ve Celîl ismini bir başka pencereden bize gösterir dururlar. Bir tecellide, ALLAH'ın 'celîl hâlikîyetini,' bir başkasında 'celîl hâkimiyetini' bîr diğerinde ise 'celîl mâlikiyetini...' müşahede ederiz.
Hâlıkiyet, mâlikiyet ve hâkimiyetin, bütün varlık âlemini ihata etmeleri ve hükümleri altına almaları, vahidiyet tecellîleridir ve Celîl ismini fikir ehline okutturur, ders verirler.
Kulun bu isimden alacağı ders:
İnsan, kendi varlığını sonsuz varlıklardan bir nokta, simasını sonsuz simalardan bir sima, sofrasını sonsuz sofralardan bir sofra... olarak görüp, ilâhî isimlerin o celîl tecellileri karşısında hayretle secde etmeli, haddini bilmeli ve isyandan sakınmalıdır.
“Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani'dir (hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır), Kerîm'dir." [Nem: 27/40.]
ALLAH'ın bütün varlıklara, özellikle canlılara yaptığı sonsuz ihsan ve ikramlar herkesin malûmudur. Hava nimetinden, bütün canlıları faydalandıran ALLAH, bu yardımlarını ve bağışlarını karşılıksız olarak yapmakta, böylece sonsuz keremimin sayısız örneklerini sergilemektedir.
Bu isim, insanlar için kullanıldığında, 'şerefli, itibarlı, cömert' gibi mânâlara gelir. Şu var ki, insanlar çoğu zaman yardımlarını karşılıksız yapmaz, maddî veya manevî bir ücret beklerler.
Halbuki, kerîm olan zât, yaptığı yardıma, karşılık beklemez. Bir fakirin karnını doyurduktan sonra, ondan iş talebinde bulunan insana 'kerîm' denmez.
Bir ömür boyu, nefislerinin tatminiyle uğraşan ve şahsî menfaat peşinde durmadan koşan kimseler, Kerîm isminin feyzinden nasipsizdirler; insanlar arasında makbul sayılmadıkları gibi ALLAH katında da değersizdirler.
Cömertlikle ilgili şu hadis-i şerif bu noktada çok ibretlidir:
"Cömert, ALLAH'a yakın. Cennete yakın, insanlara yakın. Cehennemden uzaktır."
ER-RAKÎB
“Kullarının her şeylerini gözeten, müşahedesi altında tutan”.
"Her şey, ilmi, nazarı ve murakabesi altında bulunan."
"Şüphesiz ALLAH, sizin üzerinizde Rakîb'dir." [Nisa: 4/1.]
Bu ilâhî isim, Alîm, Basîr ve Şehîd isimleriyle yakından ilgilidir. Her şeyi gören, bilen ve her hadisenin şahidi olan ALLAH, elbette bütün varlıkları ve bilhassa insanları daimî bir murakabe altında bulundurur. Bilhassa insanları diyoruz, çünkü insan, kendisine cüz'î irade verilmesi sebebiyle ihtiyarî fiillerde serbest bırakıldığından, bu murakabe en ileri mânâda onda merkezleşir.
Bu ismi düşünen bir kul, kendi nefsini daima gözetler, kontrol eder. Onu başıboş bırakmamaya, günah ve isyan sahasına sokmamaya çalışır.
Kendisini, ALLAH Resulünün (a.s.m.)ifadesiyle, bir çoban olarak bilir ve güttüklerinden sorumlu olduğunu idrak ederek, nefsini, aile fertlerini ve sorumluluk sahasına giren herkesi ve her şeyi murakabe altında tutmaya çalışır.
Duygularını, haramdan ve şüpheli şeylerden korur.
Gözünü harama yönlendirmez, kulağına her şeyin girmesine izin vermez.
Aklını gereksiz ve zararlı şeylere yormaz.
Kalbini de murakabe altında tutar; imanına zarar verecek, itikadına ters düşecek düşünce ve meyillerden hassasiyetle sakınır.
Sevgi ve korkusunun sadece ALLAH için olmasına azami dikkat eder.
EL-MUCÎB
"Dua ve isteklere cevap veren."
"Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size cevap vereyim." [Mü'min: 40/60.]
Dua, 'istemek, talep etmek' demektir. Dua denilince, aklımıza, öncelikle, el açıp yalvarmak gelir. Bu, duanın sadece bir şeklidir ve 'kavli dua' olarak adlandırılır.
Nur Külliyatında, "istidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırari ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbulîyeti"nden söz edilir.
Bu ifadeden, duanın diğer üç çeşidini de öğrenmiş bulunuyoruz: 'İstidat lisanıyla dua', 'fıtrî ihtiyaç lisanıyla dua' ve 'ızdırar lisanıyla dua.'
Bütün çekirdekler, tohumlar, yumurtalar, nutfeler istidat lisanıyla dua ederek, bu istidatlarının kuvveden fiile çıkmasını talep ederler. Yeryüzünde sergilenen bütün hayvan ve bitki türleri, bu dualara cevap verildiğini ilan eder ve Mucîb isminden birer tecelli taşırlar.
Fıtrî ihtiyaçlarla yapılan dualara iki misal:
Göz, görme fıtratındadır, yani yaratılışında görme vardır ve görmek için de ışığa muhtaçtır. Keza mide, hazmetme fıtratındadır ve rızka ihtiyacı vardır. İşte bu dualara da cevap verilmiş ve güneş bir ışık kaynağı yapılırken, yeryüzü de azıklarla doldurulmuştur.
Izdırar lisanıyla yapılan dua ise çaresizlik içinde kıvranan, tutunacak hiçbir dalı kalmayan ruhların halis bir iltica ile ALLAH'tan medet dilemeleridir. Bunun en çarpıcı misali, Yunus aleyhisselâmın balığın karnında yaptığı duadır ve bu dua hemen kabul edilmiştir.
İşte bütün bu dualara, ALLAH cevap verir. Hakiki Mucîb ancak O'dur.
Dil, kalbin tercümanıdır. Kalpteki bir istek, henüz kelimelere dökülmeden, bir arzu, bir iştiyak yahut bir ızdırap halinde iken ALLAH'ın malûmudur
Nur Külliyatında duaya cevap vermekle, duanın kabulünün farklı şeyler olduğu enfes bir misalle şöyle açıklanır:
"Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbidir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: 'Ya Hekim! Bana bak.' Hekim: 'Lebbeyk' der.. 'Ne istersin?' cevab verir. Çocuk: 'Şu ilâcı ver bana' der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nazır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez." [Sözler.]
Bu isimden kulun alacağı ders, herşey için ve daima ALLAH'a muhtaç olduğunu hatırdan çıkarmayarak, ihtiyaçları için ancak O'nun kapısını çalmak, O'ndan medet dilemektir.
Ayrıca, "veren el, alan elden hayırlıdır" hadis-i şerifini de düşünüp, kendisinden isteyenlere vermeye çalışmaktır.
“Sınırsız ilmi, olmuş ve olacak her şeyi içine alan."
“Bu, ALLAH'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. ALLAH, Vasi'dir, Alîm'dır." [Mâide: 5/54.]
Bu ilâhî isim, mânâca, Muhît ismine yakın görünürse de, Vâsi' ismi çoğunlukla ALLAH'ın zâtı ve sıfatları için, Muhît ismi ise fiilleri için kullanılır. Meselâ, "ALLAH, o Vâsi' merhametiyle bütün mahlukatı Muhit'tir (kuşatmış, ihata etmiştir)" dediğimizde her iki ismi birlikte kullanmış oluruz. Ve aralarındaki farkı bir derece hissederiz.
ALLAH'ın merhameti vâsi'dir. Mahlukat yaratılmadan önce de bu böyle idi, yine böyledir. Mahlukatı yarattığında O'nun o vâsi' merhameti her muhtacı kuşatmış, içine almıştır.
İlâhî ilim, kudret ve sair sıfatlar için de benzer şeyler söylenebilir.
Buna göre, Muhît ismi, fiilî bir isimdir, ihata etme fiiline dayanır. Vasi' ise ALLAH'ın zâtına ve sıfatlarına bakar.
Bütün sema tabakalarını ve arzı kaplayan Kürsî, ALLAH'ın Vâsi' isminin en büyük bir tecelligahıdır.
"O'nun Kürsi si, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır."
EL-HAKÎM
"Hüküm ve hikmet sahibi."
"Her şeyi olduğu gibi bilen."
"Gerekeni en güzel ve en faydalı şekilde yapan."
“En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Azîz'dir, Hakîm'dir."
[Haşr: 59/24.]
Şu görünen varlık âlemine, kitab-ı âlem denildiği gibi, ilâhî fermanın bir ismi de Kur'ân-ı Hakîm'dir. Kur'ân'ın bütün emir ve yasaklarının insanın faydasına olduğunun en açık bir delili, şu kâinat kitabının ilim ve hikmetle âdeta kaynaşmasıdır.
Herbir fen, bu âlem kitabındaki sonsuz hikmetlerin sadece bir yönünü açıklamaya çalışır. Bitkilerden, hayvanlardan, denizlere, yer altına ve yıldızlara kadar her âlem, ayrı bir ilim dalının konusu olmuş ve her biri hakkında yüzlerce, binlerce kitap yazılmıştır. Âlemin bir küçük misali olan insanın derisi, iç organları, kalbi, gözü, kulağı ayrı birer ilim dalının inceleme konusudur.
Şu âlemde, her şeyin nice hikmetlerle dolu olduğunu gören insanoğlu, kendisini gayesiz, faydasız kabul edemez. Boş şeylerle uğraşıp ömrünü zayi edemez.
Ruhun hanesi olan beden, bu kadar hikmetli yapıldığına göre, o hanede tasarruf eden ruh nasıl hikmetsiz olabilir!?..
İnsan ruhunun ve kalbinin de hikmetli bir yol tutmaları, ancak Kur'ân-ı Hakîm'e uymalarıyla mümkündür.
Hakîm isminden gerekli dersi alan bir mü'min, her şeyi hikmetle yapan ve insanın ruhunda ve bedeninde nice hikmet cilveleri sergileyen Rabbinin hikmetine uygun hareket etmeye gayret gösterecek, faydalı işler yapacak, boş ve zararlı şeylerden sakınarak ahireti için azamî derecede sevap kazanmaya çalışacaktır.
Eşyada gizli ilâhî sırları ve gayeleri keşfetmek için çaba gösterecek, hikmetin 'faydalı ilim ve salih amel' tarifine uygun olarak, sadece gerçeği öğrenmekle kalmayacak, ilmini amelle destekleyerek Hakîm ismine mazhariyetten nasibini alacaktır.
Böylece, "(ALLAH) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pek çok hayır verilmiştir"
[Bakara: 2/269.] âyet-i kerimesindeki müjdeden nasiplenmeye çalışacaktır.