İKİNCİ BÖLÜMÜN BİRİNCİ KISMININ SONU VE BİR İTİZAR
Şunu'iyi bil ki: Ben bu bahse Resulûllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellemin şu mübarek sözünden cesaret alarak girdim. Ve Allahü Teâlâ'nın isimlerinden ve sıfatlarından bahsettim:
«Allah'ın ahlâkı ile ahlâkların.»
Yine Resulûllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır:
«Allah'ın böyle nice (güzel) huyları vardır. Her kim bunlardan biri ile ahlâklanırsa mutlaka cennete girer.»
Bizim bu konuya dalmamız, bazı (akılsızları) yanlış bir zanna kaptırabilir. Bu beyanlarımızdan huûl ve ittihad {bugünkü dilimizde buna Vahdet-i Vücûd diyorlar) mânası çıkartabilirler. Fakat akıllı kişilere göre böyle bir zan asla düşünülmez. Hele mükâşefe hususiyetlerinden haberi olanlar için böyle bir düşüncenin yeri asla yoktur.
Şeyh Ebu Ali el'Karmedî'den dinledim. Şeyhi Ebul-Kasim el'Kürkani'den hikâye ediyordu: (Kaddesallâhü Ruhehuma)
«Doksan dokuz isim, kendini ibadete veren bir sâlik için birer vasıf olabilir. O, henüz sülüktedir; vâsıl değildir..»
Eğer bu anlattıkları ile, bizim yukarıda anlattığımız şeye uygun bir husus kasdederse, doğrudur, diyeceğimiz yoktur. Çünkü o, bu sözü mecazi anlamda söylemiş olur.
Neden mi?
Çünkü, Allah'ın isimleri onun sıfatlarıdır. Onun sıfatları ondan başkası için kat'î surette sıfat olamaz.
Ne var ki, kulda, o sıfatlara uygun bir ahlâk hasıl olabilir.
Meselâ, filân kimse üstadının ilmini tahsil etli, denir. Oysa, üstadın ilminin aynısı talebeye intikal etmez. Ona intikal eden ilim sadece üstadının ilminin misli ve benzeridir.
Ben derim ki, Allah'u Teâlâ'nın isimlerinin mânalarının o kul için sıfat olduğuna kail olanın sözünün İki şıkkı vardır. Ya bu söz ile o sıfatların gayrisinin veya mislini kasdetmiş ise ya mutlak olarak ve her vecih-ten mislini kasdetmiş veya isim bakımından ve bir de mânaların hususiyetlerinde olmaksızın sadece sıfatların umumda müşareket bakımından misli olduğunu kasdetmiştir. Bu da iki kısımdır:
Eğer bu söz ile sıfatların aynını kasdetmiş ise bu hususu (Allah'ın sıfatlarının isimlerinin mânalarının kul için birer sıfat olması hususu) ya sıfatların Rab'dan kula intikal etmesi veya etmemesi ile olacaktır.
Eğer intikal suretiyle olmazsa kulun zatının Rab'bın zatı ile birleşmesi suretiyle olacak ve neticede o, onun aynı ve sıfatları da onun sıfatları olacak veya bu durum hulul tarikiyle meydana gelecektir.
İşte sana üç kısmı (hülâsa olarak) bildirmiş olduk. İntikal, ittihad, hulul.
Bu ise beş kısımdır. Bu beş kısımdan doğru olanı yalnız bir kısımdır.
BİRİNCİ KISIM: O da şudur. Bu sıfatlardan kula münasip olan ye yalnız isimde iştirak eden bazı huyların sabit olması.. Tenbihatta da zikrettiğimiz gibi Allah'ın sıfatlarına asla mümaseleyi tamme ile benzemez..
İKİNCİ KISIM: Kula Allah'ın sıfatlarından aynısının sabit olması. Bu muhaldir (imkânsızdır).
Çünkü bu sıfatlardan birisi, yerde, göklerde ve bütün kâinatta olup bitenlerden haberdar olmak mânasındaki ilmi ile, bütün yaratıkları kuşatan kudretidir ki, onunla yeri, gökleri ve bütün varlıkları yaratmıştır. Bu, Allah'tan başkası için düşünülebilir mi? Hiç bir kul, yerin, göklerin ve içindekilerin hâliki (yaratıcısı) olabilir mi? Buna imkân var mı hiç?!.
Yer ve göklerin içinde olanlardan birisi de kulun kendisidir. Hiç kul, kendini yaratabilir mi?..
Sonra farz edelim ki bu sıfatlar iki kula sabit olmuştur. Bundan birinin, diğerini yaratması lâzım gelmez mi? Böylece varlıkların iteselsuT zincirleme birbirlerini halk etmesi ve dolayısıyle de birbirlerinin halikı olması icap etmez mi? İşte görüyorsunuz ya bu gibi düşünceler mesnedsiz ve boştur!
ÜÇÜNCÜ KISIM: Ubudiyet sıfatlarının tıpatıp kula intikal etmesi..
Bu da muhaldir (imkânsızdır). Çünkü sıfatların mevsuflarından ayrılmasına imkân yoktur. Hattâ bu,yalnız zat-i kadime mahsus değildir. Zeydin ilminin tıpkısı bile Amre intikal edemiyor. Hattâ sıfatlar ancak mevsufları ile kaim olurlar. Mevsuflar olmazsa sıfatlar nasıl ayakta durabilecekler?..
Sonra sıfatların intikali, intikal ettiği varlığın o sıfatlardan arınmasını gerektirir. Öyleyse rububiyet sıfatının intikali, Rabbin, rububiyet ve sıfatlarından tecerrüt etmesini gerektirir. Bunun imkânsızlığı da meydandadır.
DÖRDÜNCÜ KISIM: İttihad (zatlarin birleşmesi).
Bunun da bâtıllığı açıktır. Çünkü biri kalkar da kul, Rab olmuştur derse, bu sözün kökünden tenakuzlarla dolu ve muhal olduğuna hemencecik hükmedilir. Öyleyse Allah Sübhanehu ve Teâlâ'nın. böyle ileri geri konuşan, mantıksız fikirler ortaya atan kişilerin muhal dolu lâflarından tenzihi gerekmektedir..
İzah edelim: Biri kalkar da bir varlığın başka bir varlık olduğunu söylerse, bu mutlak surette muhaldir. Zira, Zeydi ayrı olarak düşünürüz, tanırız. Amri ayrı olarak düşünürüz ve tanırız. Sonra biri kalkar da bizim tanıdığımız Zeydin Amr olduğunu söylerse, aklımıza şu sorular gelebilir: Bunlar birleştiklerinde ya ikisi mevcuttur, ya da madurndur (yoktur). Yahut da Zeyd mevcuttur da Amr ortadan kaybolmuştur. Yahut da bunun tersi olmuştur: Amr mevcuttur da Zeyd yok olmuştur.
Bu, dört şeklin dışında başka bir ihtimalin mevcudiyeti mevzuu bahis değildir.
Eğer her ikisi de mevcut ise, demek ki, biri. diğerinin aynı olmamıştır. Çünkü her ikisi ortadadır. Şayet gaye, yerlerinin ittihat etmesi ise, bu onların birleşmelerini gerektirmez. Çünkü ilim, irade, kudret bir zatta bulunurlar da yerleri mütebayin olmaz. Kudret hiç bir zaman ilim veya irade olmaz. Birbirleri ile de birleşmeleri düşünülemez. (Görüyorsunuz ya bunlar aynı insanda mevcut olmalarına rağmen birbirinden Ayrı varlıklardır..)
Eğer her ikisi de yok olmuşlarsa, öyleyse birleşmemişlerdir, bilâkis her ikisi ortadan yok olmuşlardır. Meydana gelen şey ise onlar değil, üçüncü bir şey olmuştur.
Şayet bunlardan biri mevcut, diğeri madum ise (yok olursa), yine ittihat yoktur. Çünkü mevcut (var olan) bir şeyle madum (yok olan) bir şey birleşmez. Aslında iki varlığın birleşmesi muhal (imkânsız) dır. Bu birbirlerine benzeyen varlıklarda böyledir. Bir de birbirinden tam mânasıyle ayrı olan varlıkları düşünecek olursak, bu imkânsızlık apaçık meydana çıkmış olur.
Meselâ bu siyahın şu siyahla ittihadı imkânsız olursa, bu siyahın o beyazla ittihadı büsbütün imkânsız olur. Şu halde Allah ile kul arasında ittihat (Vahdet-i Vücut dedikleri şey) bâtıldır. Zira, Allah ile kul arasındaki mübayenet siyah ile beyaz arasındaki mübayenetten daha büyüktür.
Şayet Sofiyeler böyle bir söz kullanmışlarda, biz bunu mecazî anlamda kullanmışlardır deriz. Sırf bazı şairlerin sözlerini güzelleştirip edebiyat yapmak için dedikleri gibi bir şey olur bu.. Meselâ şair der ki: «Ben sevdiğim kişiyim, sevdiğim de bendir.» Şair bunu söylediği zaman, gerçekten kendisinin, sevgilisi olduğunu veya sevgilisinin kendisi olduğunu» kasd etmemiştir. Çünkü bu imkânsızdır. Bilâkis bu sözünden, ona çok bağlı olduğunu, onun da kendisine çok bağlı olduğunu birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını kasd etmiştir,
Sofiyenin Ebi Yezid Bistamî'nin «Ben kendi varlığımdan, yılanın kavından (derisinden) soyulduğu gibi soyuldum. Bir de ne göreyim ben O'yum.» sözünü buna hamletmek gerekir. Yani her kim nefsanî arzu ve temayüllerden tecerrüd ederse, Allah'tan başkasını düşünmezse, sevmezse, bütün gaye ve düşüncesi Allah olursa, böyle olan kimseler mecazî mânada böyle söz. söylerler.
«Sanki O, odur!» sözü ile «O tıpatıp O'dur!» sözü arasında fark vardır. «O, tıpatıp O'dur» yerinde kullanılmıştır.
«Sanki ben sevdiğim kimseyim!» «Ben sevdiğim kimseyim!»
İşte buna ayak kayması derler. Çünkü mahlûkatta sağlam bir ayağa sahip olmayan kişi, çoğu kez birini, diğerinden ayıramaz. Kendi zatındaki kemâlâtı görüp de kendisini O, zanneder. Ve (Enel-Hak!) der. Bunu diyen kişi, Hıristiyanlar gibi yanılmıştır. Çünkü onlar da O'nu İsa Aleyhisselâmın zatında görmüş ve İsa Aleyhisselâm'a (hâşâ) İlâh demişlerdir. Bu, aynaya bakıpda kendini gören kişinin gördüğü suretin, kendisinin resmi değil de aynanın gösterdiği renkli başka bir resimdir diye sananların yanılması gibi büyük bir yanılmadır. Oysa ayna onun resmini göstermiştir, başka bir şeyin değil.. Çünkü aynanın işi resimleri aksettirmektir. Hattâ bir çocuk aynada birinin resmini görürse, aynada hakikî bir insanın olduğunu sanır.
Kalp de böyledir işte, O, aslında resim ve şekillerden halidir. Onun heyeti, şekil, suret ve hakikatleri kabul etmekten ibarettir. Önun içine giren (tahayyül ettiği şey) sanki onunla birleşmiş gibi görünür, aslında gerçekten onunla birleşmiş değildir.
Kadehle şarap hakkında bilgisi olmayan kişi, içi şarap dolu kadehi görünce, şarapla kadehi ayırd edemez. Kâh şarap yoktur der, kâh kadeh yoktur diye haykırır. Bunu bir şair şöyle dile getirmiştir:
«Kadeh ve içindeki şarap inceldikçe inceldi. Birbirlerine benzediler ve iş güçleşti. Sanki ortada şarap var;kadeh yok, kadeh var şarap yok gibi bir manzara arze-der oldu..»
«Enel-Hak!» diyenin sözüne gelince; bunun anlamı, ya şairin «Ben sevdiğim kimseyim; sevdiğim de bendir!» sözündeki anlam gibidir, ya da Hıristiyanların Lahut'unNasut'la birleştikleri hakkında kapıldıkları yanlış zanlarında yanıldıkları gibi yanılmışlardır.
Eba Yezid'in: «Şanım ne büyüktür!» sözüne gelince:
Eğer bu sözü gerçekten o söylemiş ise, ya bunu (Lâ ilahe illâ ene Fa'budun)de olduğu gibi, Allah'tan hikâye etmek suretiyle söylemiştir; yahut da devamlı çalışma neticesinde gördüğü şeylerden ve kendi kudsiyetinderi haber vermek istemiştir de kendi büyüklüğünü diğer umumî yaratıklardaki büyüklüğüne izafetle dile getirmek istemiştir. «Ne yüceyim!» dediğinde bundan ne yüce bir evsafta yaratıldığım kasd etmiştir. Böylece şanının yüceliği, Allah'ın yüceliğine izafetle değil de halka izafetle olmuştur. Üstelik bunu, sekir ve gaşy halinde söylemiş de olabilir. Çünkü ayık halinde kişi, dilini bu gibi tehlikeli sözlerden koruyabilir de sekir halinde iken koruyamaz.
Onun sözünü bu iki tevilin dışında mülâhaza ederek lttihad (Vahdet-l Vücul) fikrine kail olmak mümkün değildir.
İnsanların manevî sahada yükseldikleri mevkilere bakıp da muhal olan bir şeyi söyleme sakın. Çünkü insanlar Hakk'ın bildirmesiyle bilinir, yoksa Hak insanlarla değil.
BEŞİNCİ KISIM: Hulul... Bu, Rab kula hulul etmiştir veya kul Rabb'a hulul etmiştir, demektir. Rablerin Rabbi, kâinatın halikını zâlimlerin bu sözünden bütün mevcudiyetimizle tenzih ederiz. Bu söz sahih olsa bile ittihadı gerektirmez. Kulun da Rab sıfatları ile tavsif edilmesini icap ettirmez. Çünkü hal sıfatlan mahal (yer) sıfatları olamaz. Bilâkis hal sıfatı olduğu gibi kalır.
Sonra hululün istihalesi, ancak hululün mânasını anladıktan sonra düşünülebilir. Çünkü müfret mânalar, tasavvur tariki ile idrak edilmez. Onun nehyi veya isbatı mümkün değildir. Şu halde hululün mânasını bilmeyen, hululün var olduğunu veya muhal olduğunu nereden bilecek? Deriz ki:
Hululden iki şey anlaşılmaktadır:
1 — Cisimle, cismin bulunduğu yer arasındaki nisbet. Bu ise ancak iki cisim arasında bahis mevzuu olabilir. Cismaniyet mânasından beri olan bir varlık hakkında bu imkânsızdır.
2 — Araz ile cevher arasındaki nisbet. Araz hiç şüphe yok ki cevher ile kaimdir. Araz, cevherde bulunmuştur denilebilir.
Fakat, kendi kendine durabilen bir şey için bunu söyleyemeyiz. Çünkü bu muhaldir.
Her şey ki, kıvamı kendi nefsi iledir, onun kıvamı kendi nefsiyle olan başka bir şeye hulul etmesi, ancak cisimler arasında vaki olan mücavere tariki ile mümkün olur. Görüyorsunuz ya iki kul arasında bile hulul düşünülmesi imkânsız oluyor. Bu imkânsız olursa, kul ile Rab arasında bu nasıl düşünülebilir?
Hakikat babından, hulul, intikal, ittihat ve.Allah'ın sıfatları ile muttasıf olmak bâtıl olunca,onların sözlerinin mânası ancak tenbihatta işaret ettiğimiz gibi mütalâa edilebilir. Başka türlüsüne imkân yoktur