Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Esma-i hüsna (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'EVVEL el AHİR
Bil ki; Evvel, bir şeyler izafetle ancak evvel olur. Ahir de öyle şu halde bunlar birbirlerine zıt iki manadırlar. Öyleyse bir şey aynı şeye izafetle hem evvel, ve hem ahir (son) olması imkânsızdır.
Varlığın tertip ve tanzimine, tertip edilmiş mevcudatın silsilesine baktığın zaman, görürsün ki, Allah mevcudata nisbetle hepsinden evveldir. Çünkü mevcudatın hepsi varlıklarını ondan almışlardır. O, ise kendi zatı ile mevcuttur (varlığı kendindedir). Varlığına hiç kimseden almamıştır.
Sulûk'ün tertibine baktığında, seyr edenleri ta menzillerini gözden geçirdiğinde, ariflerin en son derecesi O'nu (Allahı) bilmektir. Onun marifetinde evvel olan (her marifet demek ki O'na ulaşmak için bir merdivendir. Şu halde Menzil-i Aksa (En son menzil) MARİFETULLAH'tır. Demek oluyor ki, sulûk'e izafetle o, sondur. Varlığa izafetle ise o evveldir. Netice: varlıkların başlangıcı O'ndandır ve yine en son O'na döneceklerdir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'BATIN - ez-ZÂHİR

el'BATIN - ez-ZÂHİR

Bu iki vasıf da muzaflardandır: Zahir, bir şeyin batını olur. Bir şey, ayrı yönden hem zahir, hem batın olamaz.
İdrake izafetle bir yönden zahir ve diğer yönden bâtın olur. Şu halde zuhur (açıklık) butun (gizlilik) idraklere izafetle kabili tasavvur oluyor.
Allah, his ve hayâl idraklarının gücü ile aranacak olursa batın, istidlal tarikini elde eden akıl ve mantık gücü ile aranacak olursa zahirdir..
SUAL:
Hislerin idrake, izafetle, batın oluşu açıktır, izaha lüzum yok..
Akıl için zahir oluşu meselesine gelince, anlaşılması biraz güç. Çünkü zahir (açık) olan herhangi bir şeyi herkes görür. Onu idrak etme babında halk arasında fikir ayrıldığı olmaz. Bu ise, insanlar arasında ihtilâf konusu olmuştur.. (Zira ona, inananlar bulunduğu gibi inanmıyanlarda olmuştur..)
CEVAP:
Şüphesiz O, zuhurunun şiddetinden hafi (Gizli) olmuştur. Onun zuhuru, batınının (hafi olmasının) sebebidir. Nuru ise, nurunun perdesidir.. Haddini aşan her şey ziddi üzerine in'ikas eder. Bunu bir misâl vermeden anlayamayacaksın, galiba. İşte sana misal:
Bir kâtip tarafında yazılan bir kelimeye baktığın zaman, o kelime ile onun âlim, Kadir, Semi', Basîr olduğuna istidlal eder ve ondan yakın elde edersin!
Çünkü bu sıfatlar (nitelikler) onda bulunmuştur
Tek bir kelime, kâtibin varlığına, onun gören, gücü yeten, duyan ve yaşayan bir varlık olduğuna delâlet ederse göklerde, yerde, bulunan gezegenler, güneş, ay, hayvan, bitki gibi varlıklar, kendilerini meydana getirecek ve idare edecek bir varlığa delâlet etmez mi? Hatta insan, yalnız kendi varlığını incelese bile, kendisinin bir yaradıcısı, idare edicisi olduğunu hemen idrak eder..
Eşya, görme bakımından çeşit çeşit olursa, yani kimisi görüp de kimisi göremezse, hepsi için yakın hasıl olur.
Lâkin müşahedeler çoğalınca, zuhurun şiddetinden görünmez olur..
Misâli
Eşyanın en meydanda olanı, duyularla idrak edilendir. Bunun da en zahir olanı gözle görülendir. Gözle görünenler arasında en meydanda olanı bütün cisimleri aydınlatan güneşin ışığıdır. Her şeye ışık veren yani her şey kendi sayesinde aydınlığa kavuşan bir şeyin kendisinin zahir olmaması düşünülebilir mi?
Bu gerçeği bir çok kimseler anlayamadılar da şöyle dediler
Renkli şeylerde ancak kendi renkleri bulunur. Siyahsa siyah, kırmızı ise kırmızı olur.. Bu renklerle beraber bir ziya veya nurun bulunası ise mümkün değildir. Sonra böyle düşünenler idrak ettiler renkli olan şeylerde de nurun bulunduğuna kail oldular. İdraklerinin sebebi şudur:
Gölge ile, aydınlığın bulunduğu yer arasındaki fark ile, gece ile gündüzün arasındaki fark...
Güneşin geceleyin gaybubeti, gündüzleri de karanlık cisimlerinden uzaklaşması düşünüldüğünde, renkli olan şeylerden ederinin kesildiği görüldü. Ve böylece güneşin tesiri ile aydınlananla, ondan mahrum olan karanlık arasındaki fark anlaşıldı. Nurun varlığı, bu suretle nurun yokluğu ile meydana çıkmış oldu.. Varlık haleti, yokluk haletine izafe edildiği vakit, her iki halde de renklerin kaybolmadığı görülerek aradaki fark hemen anlaşılır.
Eğer güneş devamlı olarak cisimleri aydmlatmakda devam etseydi, hiç gözden kayıp olmasaydı (geceleri olduğu gibi) o zaman aydınlığın, diğer renklerden farklı bir şey olduğu bilinemezdi. Halbuki o, Eşyada en zahir olan bir şeydir. Hatta bütün eşyayı aydınlatan odur.
Netice :
Eğer Allah-ü Teâla ve Tekaddes Hazretlerine (Hâşâ) yokluk veya bazı şeylerden gaybubeti düşünülseydi, gökler ve, yerler ve nurundan mahrum olan her şey, yıkılırdı ve iki hâl arasındaki fark anlaşılıp kati suretle varlığı idrak edilirdi. Lâkin, bütün eşya şehadet hususunda söz birliği ettiği, bütün haller yeknasak muttarit olduğu için, bu, Hefasına (gizli olmasına) sebeb olmuştur.
Nuru ile mahlûkattan gizlenen, Zuhurunun şiddetinden onlardan gizli kalan ulu varlık, seni (bütün mevcudiyetimle) tenzih ederim!...
Evet O (Allah), zahirdir, hem de öylesine zahir ki ondan zahir hiç bir şey yoktur; O, Batındır.. Öyleysine Batındır ki, ondan daha batın hiç bir şey yoktur!...
TENBÎH:
Allanın bu sıfatları hakkında verdiğimiz bilgiye hayret etme! <
İnsanı insan yapan da içi ve dışıdır. Tertipli ve düzenli hareketleri ile Zahirdir.
His idraki yönünden incelendiği zaman da o batındır. Çünkü his, beşeresinin (Vücudunun) zahirine teallûk eder insan, ondan görünen bedeni ve eti ile insan değildir. Onun cildi hattâ azalarından bir kaç tanesi değişse bile yine o, odur. Ne varki bazı azalan (eczaları) değişmiştir.
Belki de büyüdüğü zaman insan vücudunun aldığı deri ve parçaları, küçüklüğündekinden başkadır. Zamanla onlar, emsali ile gıda almak suretiyle değişmişlerdir ama, yine de insan insandır. Hüviyeti değişmemiştir. İşte o hüviyet, duyulardan gizlidir, lâkin, eser ve fiilleri ile (hareketleri ile) istidlal yolu ile akla zahirdir..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'BERR
O, ihsanda bulunandır (iyilik yapandır). Her iyilik ve ihsanın ana kaynağı O, olduğundan mutlak iyilik sahibi ancak ve ancak O'dur.
Kul, ancak gücü yettiği kadar iyilik yapabilir. Bilhassa anne-babâsı ile üstadları ve şeyhlerine karşı iyilik ve ihsanda bulunabilir. . Bir Rivayet:
Musa Aleyhisselâm, Rabbi ile konuştuğu zaman, arşa ilişmiş bir adam gördü ve sordu:
— Yarabbi, bu kul, bu mevkiye nasıl erişti? Allah'ü Teâla izah buyurdu:
— Bu kul, kullanma verdiklerimden ötürü hiç kimseyi. kıskanmazdı. Üstelik anne-babasına son derece iyilik yapardı..
İşte bu, kulun iyiliğidir. Yani kulun iyiliğine verilen bir misaldir.
Allah'ın mahlûkatina karşı olan iyilik ve ihsanını anlatacak olursak mevzu çok uzar. Bazı anlattıklanmızdan, isteyen istifade edebilir..
et'TEVVAB
Kulun defalarca tevbe etmesi için imkânlar sağlıyan şüphesiz ki O'dur!
Kullar, Allahın ayetlerini, gördükleri zaman, işledikleri günâhlar yüzünden çarpıştırılacaklan ceza kendilerine bildirildiğinde hemen tevbe etmeye koşarlar, Allah'da tevbelerini kabul edip onlara ihsan ve ikramda bulunur..
TENBÎH :
Emrinde bulundurduğu kişiler veya arkadaşları tarafından işlenen suçları tekrar tekrar afv eden kişi, bu ahlâkla ahlâklanmış ve bundan nasibini almış demektir
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MÜNTEKÎM
Asîlerin belini kıran, canilerin hakkından gelen,, taşkınlık yapan azgınların haddini bildiren şüphesiz ki O'dur!
Tabiî bu ukubet (Ceza) faslı, onları defalarca mazur gördükten, onları uyardıktan, defalarca onlara fırsat verdikten sonradır..
Bu şekildeki intikam, peşin alınan intikamdan daha çetindir. Çünkü fazla masiyet işlemiş olmaları, onların daha çetin azaba çarptırılmalarına sebeb olacaktır..
TENBÎH :
Kulların alacağı intikamlarından makbul olan intikam, Allah düşmanlarından olacağı intikamdır. Düşmanların en zorlusu hiç şüphe yok ki kulun nefsidir..
Bir masiyet irtikâp ettiğinde veya ibadetlerden birine halel getirdiğinde, ondan intikam almak kulun en "başta gelen meşru haklarındandır..
Bayezid-i Bistamî'den nakledilmiştir.
«Nefis beni, bir gece zevkli ibadetlerimden alıkoydu. Fakat ben de ona tam bir sene su vermemekle intikamımı aldım.»
İşte nefisden intikam böyle alınmalıdır!..
el'AFUVV
Bu, günâhları mahveden, masiyetlerden geçiverendir. Bu itibarle bu isim Gafur ismine yakındır. Ancak şu farkla; Gafûr'dan çok mâna ifade etmektedir. Çünkü Gufran, günâhları örtüvermek demektir, Afv ise günâhları kökünden kazımaktır..
Bir şeyi kökünden kazımak, o şeyi örtmekten daha iyidir, tabiî..
TENBÎH:
Kulun bu isimden alacağı nasip meydanda.. Kendisine zülm eden kişiyi afv eder, hattâ ona iyilik bile yapar. Allah'ı görmüyor mu? Dünyada âsilere ve kâfirlere nasıl ihsanda bulunuyor da küfür ve isyanlanhdan dolayı onları hemen cezalandırmıyor..
Hattâ tevbe edip, günâhlarından veya küfürlerinden vaz geçtikleri zaman, Allahı onları bağışlamaktadır da. Çünkü günâhına tevbe eden, günâh işlemeyen kişi gibidir.. İşte suçu afv edip kökten kazımanın gerçek mânası budur!
er'RAÛF
Rafet sahibi demektir. Rafet (şefkat dediğimiz) aşırı merhamet mânasına gelir. Bu itibarle bu kelime (isim) Rahim mânasındadır. Ancak bunda, - mâna yönünden - biraz fazlalık vardır.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
MALİKU'L-MÜLK
Bu, dileğini, memleketinde istediği gibi yürüten demektir: İstediği zaman var eder, istediğinde yok eder, istediğinde bırakır.
Mülk'ün buradaki anlamı, Memlekettir. Malik, ise tastamam bir kudrete sahip olan manasınadır.
Varlık aleminin bütünü tek bir memlekettir. O ise bu memleketin (ülkenin) sahibi...
Varlık aleminin tek bir memleket sayılması, içinde bulunan varlıkların birbirlerine bağlı olmasından ileri gelmektedir. Bunlar, bir bakıma her ne kadar çok görünürlerse de diğer yönden bir sayılırlar..
Tıpkı insan gibi. İnsan hakikatin bir memleketidir..1
Lâkin bu memleket bir çok azadan teşekkül etmektedir. Bu azalar birbirlerine yardım ediyorlar ki, insan hakikatinin istekleri yerine gelsin... Bu itibarla bu, tek bir memleket olmuştur..
İşte bütün alem de tek bir şahıs gibidir. Alemin eczası, tek bir gaye için birbirlerine yardımcı olan o şahsın azaları gibidir..
Allah'ın ihsanı, bütün alemde tam mânası ile gerçekleşsin diye bu ecza-i alem devamlı surette bir birlerine yardım etmekte, yekdiğerlerini tamamlamaktadırlar..
Bütün âlemin yeknesak oluşu aynı nizam ve intizam içinde bulunuşu itibarı ile tek bir ülke sayılmıştır. Bu ülkenin sahibi de hiç şüphe yok ki, yalnız ve yalnız: Allah'tır.
Kulun ülkesine gelince,
Onun ülkesi, bedenidir. O, gerek kalbine ve gerekse diğer azalarına söz geçirebilirse, kendisine verilen kudret nisbetinde, kendi ülkesinin sahibi olur..
ZÜL CELÂL VEL İKRAM
Onun olmiyan hiç bir yücelik ve mükemmellik yoktur. Hiç bir Keramet ve şeref yoktur ki, O'ndan sadır olmasın!..
Onun Celâli zâtında; kerameti (iyilik ve ihsanı) ise, ondan malûkatına saçılmaktadır. Mahlûkata olan ikramının çeşitleri sayılmayacak kadar çoktur. Bunu, (Ve Lekad kerremna beni âdeme: Andolsun ki biz Âdem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdir.) = Sûre-i İsra, 70. âyet.
el'VALÎ
Mahlûkatın işlerini yoluna koyan ve gereği gibi idare eden ancak O'dur.
Velayet, Tedbir, Kudret ve Fi'il gibi hususları iş'ar eder. Bunları kendinde bulundurmayana vali denemez!
Bütün umurun (işlerin) valisi şüphe yok ki, Allah'tır.
O' işleri önce tedbir, etmiştir, ikinci defa tahkik sahasına çıkarmıştır, üçüncü defa da onları devam ettirmiş ve idaresinde bulundurmuştur..
Bu isim, EL-Aliy (yüce) mânasındadır. Ne varki bunda biraz mana fazlalığı mevcuddur..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MUKSİT
Mazluma acıyıp, zalimin elinden kurtaran demektir
Bunun kemâli, hem mazlumu, hem zalimi hoşnut, etmekle gerçekleşir.
İşte son derece adalet ve insaf budur. Buna Allah'dan başka kimin gücü yeter ki?..
Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem; Eshabı arasında otururlerken tebessüm ettiler ve ön dişleri görüldü. Hz. Ömer (R.A.) sordular:
— Anam, babam sana feda olsun, neden güldünüz? Cevab verdiler:
— Ümmetimden iki kişi Allah'ın huzurunda diz çökmüşler.
Biri diyor ki: —Yarabbi bundan hakkımı al! Allah öbürüne: Kardeşine hakkını ver!
— Yarabbi hiç sevabım kalmadı ki! Allah öbürüne hitaben:
— Kardeşine ne vereceksin şimdi, bak hiç sevabı kalmamış? der, Hakkını isteyen cevab verir:
— Yarabbi (mademki sevabı kalmamış) öyleyse benim günâhlarımdan alsın!»
Bunu anlattıktan sonra Resullallah' (S.A.V.)in mübarek gözleri dolar ve şöyle buyurdular:
«İşte O gün, gerçekten büyük bir gündür! Çünkü insanlar çaresiz birbirlerinin günâhlarını yüklenecekler.» Sonra kıssaya devam ettiler:
Allah, alacaklıya hitaben der ki:
— Gözlerini kaldır da cennetlere bak! Adam başını kaldırınca şöyle haykırmaktan kendini alamaz:
— A... A... Gümüş şehirleri inci karışık altın köşkler görüyorum!
Yarabbi, bunlar acaba hangi Siddîk'in, hangi Şehidin olacaktır? Allah buyurur:
— Bunların değerini kim verirse, onun olacak!.
— Bunları alabilecek kadar zengin var mı ki?..
— Tabiî. Bunları pekâlâ sen alabilirsin. Çünkü sende bu imkân mevcuddur.
— Ne ile Yarabbi!
— Kardeşini (Din kardeşini) afv etmekle, suçunu-bağışlamakla, ondaki alacağından vaz geçmekle..
— Afvettim onu Yarabbi!
— Madem afv ettin, tut kardeşinin elinden doğru girin Cennete! diye onu taltif eder..
Bu kıssayı anlattıktan sonra Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyurdular:
«Allah'dan korkun, birbirlerinizi barıştırın. Çünkü Allah kıyamet günü Müminlerin arasını bulacaktır..»
İşte zalimden hakkını alıp mazluma vermek böyle olur ki, bunu tam manasiyle Allah'dan başkası yapamaz..
Bu isimden kulun alacağı nasip, hisse şudur: Evvel kendisinin yaptığı haksızlıklardan vaz geçer: Sonra başkasına yapılan haksızlığı gidermek için uğraşır. Başkası tarafından kendisine yapılan haksızlığa sabr eder.. (Yukarıda arz ettiğimiz hadisi, Hakim,. Enes'den (R.A.) rivayet etmiştir.)
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'CAMÎ
Bu isim; birbirlerine benziyen, birbirlerine benzemiyen, birbirlerinin zıddı olan varlıkları bir araya toplayan manasına gelir.
Birbirlerine benzeyenleri bir araya getirme meselesine gelince:
Allah, yeryüzünde bir çok insanı yaratmış ve onları kıyamet günü aynı bir yerde toplayacaktır..

Birbirlerine aykırı olan varlıkları bir araya getirmesi meselesine gelince, Allah; gökler, yıldızlar, hava, yer, denizler, hayvanlar, bitkiler, çeşitli madenler. Ve şekilleri, renkleri, tatları ve bir çok vasıfları birbirlerine uymuyan varlıkları bir araya getirmiştir.
Sonra canlı varlıklarda, et, kemik, adele, damar, beyin, cild ve kar gibi çeşitli şeyleri cemetmiştir.
Birbirlerine zıd olanları bir araya getirmesi meselesine gelince Allah; hararet, burudet, rutubet, yubûset (kuruluk) gibi birbirlerine zıt olan unsurları canlı varlıkların terkibinde bir araya getirmiştir.
Bundan daha mükemmel iş ne olabilir? Bunları ayrı ayrı anlamak veya anlatmak, ancak dünya ve ahirette bunları mufassal şekilde bilene müyesserdir.
Evet bütün bunları derinlemesine şerh ve izah etmek, uzun vakitlere müsteniddir..
TENBÎH :
Kullardan bu vasfa lâyık olan o kişidir ki, dış görünüşteki edeb ve terbiye kaidelerini, iyi davranışları ile, iç görünüşteki yani kalbi olan davranışlarındaki incelikleri bir araya getirir.
Marifeti tam, siyreti güzel olan kişiye (Mecazî anlamda) cami denebilir.
Bu sebeble KAMİL kişiyi şöyle tarif ettiler:
«Kâmil insan o kişidir ki; marifetinin nuru, veramının nurunu söndürmez!»
Sabır ile basireti bir araya getirmek de imkânsızdır.. Bundan dolayıdırki, zühd-ü takvaya karşı son derece sabırlı olan kişide basiret göremiyoruz.
Bunun aksi olarak da, basiret sahibinde de sabır görülemiyor... İşte Cami, sabırla basiret arasını cemedendir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'GANÎ - el'MUGNİ
Bu, ne zatında ve ne sıfatında başkası ile ilgisi olmayan, başkalarıyla alâkası olmaktan tamamen münezzeh olan, demektir. Zatı veya sıfatı, kendi zatından hariç herhangi bir şeye taallûk ederse, onun varlığı veya kemali ona bağlı olur. Böyle olan şey veya kimse muhakkak kesbe (kazanmaya) muhtaç demektir. Allah'ın ise hiç kimseye ihtiyacı yoktur, zira cümle alem ona muhtaçtır.
Muğni olan (zengin eden) de O'dur. Lâkin zengin ettiği kimse, asla mutlu zengin olamaz. Çünkü zenginliği ile kullardan emsaline muhtaç olamazsa dahi O, yine Allah'a muhtaçtır.
Şu halde hakikî zengin hiç kimseye ve hiç bir şeye ihtiyacı olmayan yalnız ve yalnız Allah'tır. Başkasına muhtaç olmayıp da Allah'a muhtaç olana zengin, yalnız mecazî anlamda denebilir. Çünkü hakiki manada o, asla zengin değildir. Allah buyuruyor: «Allah Ganiydir, siz ise fakirlersiniz»'
Allah'dan başkasına ihtiyacı olmuyan kişiye zengin denmesi, düşünülmeseydi Allah'ı (el'MUGNÎ). ismiyle vasf etmek sahib olmazdı. Onun için Allah'dan başkasına ihtiyacı olmıyana da zengin denebilir. (Amma yukarda anlattığımız gibi. Mecazî anlamda... Çünkü gerçek mânada zengin Allah'tan başka kimse olamaz!.)

el'MANÎ
Dinlerde veya bedenlerde görülecek noksanlığı veya helaki, ona karşı hazırlanmış koruyucu sebeblerle önleyen, şüphe yok ki O'dur! Yukanda (Hafız) isminin mânası'geçmiştir. Hafiz kelimesini icablarında birisi de önlemedir.
(Hafîz) isminin mânasını anlayan, El-Mani isminin mânasını da anlar. Men helake sürükleyen sebebe izafe edilir; Hıfz (Koruma) ise, helâktan korunana izafe edilir.
Felâketi önlemekten maksad ve gaye, felâkete duçar olacak kişiyi veya şeyi korumaktır.
Man'den hıfs kasd edilip de, hıfzdan men kasd edilmediğine göre, her hafız (koruyan) önleyicidir; her önleyici, koruyucu değildir. Meğerki önleyiciden, bütün helak sebeblerin önleyicisi kasd edile.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'DARR - en'NAFÎ
Bu, hayrında şerrinde, faydanında zararında kendinden sadır olan, manasına gelir.. Bütün bunların hepsi; ya melekler ya insanlar veya cemadat vasıtasıyle, veyahut da doğrudan doğruya Allah'a izafe edilir.
Sanma ki, zehir (kendisi) öldürüyor, yemek (kendisi) doyuruyor, melek, insan, şeytan veya felek, yıldız gibi yaratıklardan herhangi biri hayra, şerre, fayda veya zarar vermeye kadirdir. Bilâkis bunların hepsi,.
neye teshir edilmişse onu yapmaktadır ki, ezeli kudrete izafe edilirler. Kalemin itikad-i ammi'de kâtibe izafe edildiği gibi..
Sultan, iyilik ve zarar bildiren bir evrakı imzaladığı zaman, onun fayda veya zararı kalemin kendisinden değil ancak kalemi kullananlardandır. «İtikadi ammide» tabirini kullanmamızın sebebi şudur;
Çünkü cahil, kalemin, kâtibin emrinde olduğunu sanır, arif ise, onun Allah'ın emrinde olan bir kimsenin elinde olduğunu anlar.
Çünkü kâtibi ve kâtibdeki gücü kabiliyeti yaratan, parmaklarına ve kaleme hareket veren şüphe yok ki, Allah'tır..
Onun için kalem istese de istemese de yazacaktır. Hattâ yazmak istememesi de mümkün değildir. Çünkü gerçek yazan' Allah'tır. Canlılarda bu, böyle olursa, cansızlarda bunun aksi hiç düşünülemez. Çünkü cansızlarda keyfiyet izaha lüzum görülmeyecek kadar açıktır.
en'NUR
O, öyle bir zahirdir ki bütün zuhur onunladır. Çünkü kendi nefsinde zahir olan (görünen) ve başkasını da gösteren nesneye «NUR»denir.
Varlık yoklukla karşılaştığı zaman, şüphesiz zuhur (görünme) şansı varlığındır. Çünkü yokluktan daha karanlık bir şey yoktur. Yokluk karanlığından hatta yokluk imkânından beri, bütün eşyayı yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran «NUR» adını almaya herşeyden ve herkesden daha lâyıktır.

Bütün eşyayı aydınlatan nur, şüphesiz ki O'nun zatının nurundandır. Çünkü göklerin ve yerin nuru O'dur!
Nasıl ki, güneşin aydınlattığı her zerre, güneşin varlığına bir delildir, kâinatın her zerresinde görünen aydınlık da, o aydınlığı yaratan varlığın mevcud olmasına bir delil teşkil etmektedir..
(Ez"Zahir) İsm-i Celilinde yaptığımız açıklama, nur'un mânasını anlatmaya yetişir de artar bile...
 

YaVekil

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Kas 2009
Mesajlar
307
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
48
YA VEKİL; İşlerini kendisine bırakanların işlerini, mükemmel sonuçlandıran.

Cenab-ı Hak buyuruyor. "Vekil olarak Allah yeter." (Nisa, 81)

"'Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!' dediler." (Al-i İmran, 173)

Vekil: Kendisine dayanılan-güvenilen (tevekkül edilen), her şeyi gözetip idare eden, hiçbir şeyin bilgisi kendisne gizli kalmayan, şahid ve rızka kefil olan. İşlerini yolunca kendisine bırakanların işini düzeltip onların yapabileceğinden daha iyi halleden; en iyi şekilde çekip çevirerek olumlu sonuca götüren.

Tam bir tevekkülle bağlanılacak vekil ancak Allah'tır.

Kendisine iş ısmarlanan, iş havale edilen ve vekil tutulacak yegane ve hakiki merci yalnızca O'dur.

Gerçekte her şeyin tedbir ve idaresi zaten Allah'ın elindedir. Bu yüzden O'nun vekil edilmesi, doğrudan imanın sonucu olan bir itimat ve teslimiyet ifadesidir. O her şeyin yerini tutar, fakat hiçbir şey O'nun yerini tutamaz. Hiçbir şey O'na dayanmadan kendi başına duramaz. Bu bakımdan Allah'ın vekili olma ve O'nun yerini tutacak bir vekil düşünülmesi de esasen imkansızdır.

İhlasla "Yâ Vekil" diye bir müslüman bu isme devam etse, rızkı genişler, bütün korkulardan emin olur.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'HADÎ
O' öyle bir varlıktır ki, kullarından havas olanlarına, zâtını tanımaya hidayet etmiştir de onunla, zatının bilinmesine delil getirmişlerdir. Kullarından avam tabakasına, yaratıklarını göstermiştir de onlar, onunla zatını isbata koyulmuşlardır.
Hülâsa her yaratığı, neye ihtiyacı varsa, ne yapması lâzım gelirse ona hidayet etmiştir.
İşte çocuğa doğar doğmaz, meme emme İlhamını, civcive yumurtadan çıkar çıkmaz yerdeki taneleri toplama ilhamını veren o olmuştur.
Ya arı? Ona altı köşe şeklinde petek yapmayı kim göstermiştir? Bunların hepsini ayrı ayrı açıklayacak olursak konu uzayıp gider. İki âyetle anlatmaya çalışalım:
1 — «Bizim Rabbhniz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolunu gösterendir»
2 — «Takdir eden (ona göre de) yol gösterendir.»
İnsanlardan hidayet edenler, peygamberler ve halkı doğru yola irşat eden âlimlerdir. Aslında insanları onların vaşıtasıyle hidayet eden Allah'tır. Çünkü peygamberler olsun, âlimler olsun, O'nun emirlerini yerine getirmeye yine O'nun tarafından vazifelendirilmişlerdir.
el'BEDİ'
Bu, Zâtında, sıfatında ve ona raci olan her işte emsali görülmemiş demektir.. İşte bu vasıf mutlak surette ancak Allah'a mahsustur. Çünkü Bedi-i Mutlak ancak ve ancak O'dur! Çünkü O'ndan evvel kimse ve hiç bir şey yok ki, misli görülmüş olsun; O'ndan sonraki varlıkların, hepsini O, yaratmıştır. Yaratıklar, hiç bir zaman kendilerini yaratanla bir olamazlar. Şu halde O (Allah), ezelen ve ebeden Bediîdir.
Herhangi bir kulunu, peygamberlik veya velilik vererek üstün kılmışsa, bu üstünlük ancak bazı zamanlardâ veya kendi asrında olmuştur. Şu halde o kul, kendisine verilen bu üstünlükle, ancak kendi zamanına izafetle Bediî olmuştur.
el'BAKÎ
Bu, bizatihi varlıği vacib olan mânasına gelir. Ne var ki, zihinde istikbâl düşünüldüğünde buna baki denilir. Mazi düşünüldüğünde kadîm denilir.
Mutlak bakî, varlığının takdiri namütenahidir.. Buna, ebedîdir, diye de tabir edilir.
Mutlak kadîm, varlığının evveli olmayan demektir ki, buna ezelî de denilir. Bizatihi varlığı vacip de diğimiz zaman, bütün bu mânaları içine alır. Bu isimler, ancak mazi veya istikbâle izafetle oluyor.
Çünkü mazi ve istikbâlde bazı değişiklikler oluyor. Zira her ikisi de zamandan ibarettir. Tagayyür (değişme) ve hareket zaman icabıdır. Çünkü hareket bizatihi mazi ve müstakbele bölünmektedir. Değişen, değişme vasıtasıyle zamanla alâkası bulunmaktadır.
Tagayyür ve hareketten hali olan, zaman içinde değildir. Onun için de, onda mazi (geçmiş) ve müstakbel (gelecek) zaman yoktur. O bize göredir; geçmiş zamanda geçen hâdiselere, bunlar geçmiştir, geçmiş zamanda vukua gelmiştir; ileride vukua geleceklere' de ilerde olacaktır, şimdi hali hazırda olan hâdiselere de şimdi cereyan etmektedir, deriz..
Hak Teâlâ, zamandan da öncedir, çünkü zamanı O yaratmıştır. Zamanı yarattığı zaman, zâtından hiç bir şey değişmemiştir. Zamanı yaratmazdan önce, zamanın onun üzerinde hiç bir rolü yoktu. Çünkü zaman diye bir mefhum yoktu.. Zamanı yarattıktan sonra da nasıl idiyse öyle kaldı.
Beka'nın Zâtil-Baki üzerine zait bir sıfat olduğunu iddia eden yanılmıştır. Kıdem'in Zâtil-Kadîm üzerine sıait bir sıfat olduğunu iddia eden daha çok yanılmıştır. Bekanın bekası, sıfatın bekası, kıdemin kıdemi, sıfatın kıdemi gibi sözler icap ettirir ki, bu aslından çürüktür..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'VÂRİS
Bu, mal sahibi öldükten sonra mal kendine kalan mânasına gelir.
İşte asıl vâris Allah'tır. Mahlûkat yok olduktan sonra, her zaman olduğu gibi yine Hay olacak ve Bakî kalacak Odur. Çünkü her şeyin dönüşü O'nadır. O zaman: «Bugün mülk kimindir?» diyecek olan da O «Bir ve Kahhar olan Allah'ındır!» diye cevap verecek olan da O'dur.
Bu, tabiî mal ve mülkün kendilerinin olduğunu sananlar için bahis konusu olacak. Çünkü onlar o gün bu nidayı duyduklarında mülkün hakikî sahibinin Allah olduğunu anlayacaklar..
Erbâb-ı Besâir'e (Basiret sahiplerine) gelince:
Onlar, zaten öteden beri bu nidanın mânasını bilmekte ve bunu sessiz sedasız huşu içinde dinlemekte ve mülkün hakikî sahibi Bir ve Kahhar olan Allah olduğuna yakînen iman etmektedirler..
Evet bunu ancak, her gün, her saat, mülk ve melekûttaki hakikî idarecinin tek olduğunu idrak edenler bilirler.
er-REŞİD
Bu, hiç bir mürşidin irşadı, hiç bir müş'irin işareti,, hiç bir doğrultucunun doğrultması olmaksızın, tek başına her şeyi yerli yerine koyan ve en doğru şekilde nizama sokan mânasına gelir. Bu mânada «Raşid» Allah'tan başka kim olabilir ki?!
Kulun rüşdüne gelince, din ve dünyasına ait işlerde, Allah'ın kendisine sağladığı başarı nisbetindedir..
es'SABÛR
O, bir işi, vakti gelmeden yapmak için acele eden değildir. Yapacağı işlere muayyen bir zaman koyar ve onları koyduğu kanunlara göre zamanı gelince icra eder, önceden çizdiği zamandan, bir tembelin geciktirmesi gibi geciktirmez veya acelecinin yaptığı gibi zamanı gelmeden yapmaya kalkışmaz. Bilâkis her şeyi, hangi zamanda yapılmasını takdir buyurmuş ise o zaman yapar.
O'nun hakkında, bütün-bunlar, iradeyi zorlayacak ve onu sıkıntıya sokacak sebeplerden halidir.
Kulun sabrı ise iradeyi zorlayacak sebeplerden hali değildir. Çünkü onun sabrı, şehvet ve öfkenin gerektirdiği şeyler karşısında, dinin icap ettirdiği şeylere karşı sebat göstermek demektir.
Bu itibarla kul, iki zıd şey karşısında kalmaktadır. Zıd şeylerden (şehvet ve öfkenin icap ettirdiği) hususu itip, dinin gerektirdiği hususa sarıldığı zaman kula Sabûr (çok sabredici) ismi verilebilir. Çünkü onu kötülüğe iten şeyi kahredip sabretmiştir.
Allah hakkında aceleyi gerektirecek durum bahis konusu değildir. Onun için, takdir ettiği şeyi zamanından önce yapmasına sebep olacak bir bais yoktur. Zaten olamaz da. Öyleyse bu isme (Es'Sabûr) ismine en. lâyık olan da Allah'dır. Onun hakkında, mücahede tarikiyle altedilecek aksi sebepler katiyen mevcut olamaz..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
İKİNCİ BÖLÜMÜN BİRİNCİ KISMININ SONU VE BİR İTİZAR
Şunu'iyi bil ki: Ben bu bahse Resulûllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellemin şu mübarek sözünden cesaret alarak girdim. Ve Allahü Teâlâ'nın isimlerinden ve sıfatlarından bahsettim:
«Allah'ın ahlâkı ile ahlâkların.»
Yine Resulûllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır:
«Allah'ın böyle nice (güzel) huyları vardır. Her kim bunlardan biri ile ahlâklanırsa mutlaka cennete girer.»
Bizim bu konuya dalmamız, bazı (akılsızları) yanlış bir zanna kaptırabilir. Bu beyanlarımızdan huûl ve ittihad {bugünkü dilimizde buna Vahdet-i Vücûd diyorlar) mânası çıkartabilirler. Fakat akıllı kişilere göre böyle bir zan asla düşünülmez. Hele mükâşefe hususiyetlerinden haberi olanlar için böyle bir düşüncenin yeri asla yoktur.
Şeyh Ebu Ali el'Karmedî'den dinledim. Şeyhi Ebul-Kasim el'Kürkani'den hikâye ediyordu: (Kaddesallâhü Ruhehuma)
«Doksan dokuz isim, kendini ibadete veren bir sâlik için birer vasıf olabilir. O, henüz sülüktedir; vâsıl değildir..»
Eğer bu anlattıkları ile, bizim yukarıda anlattığımız şeye uygun bir husus kasdederse, doğrudur, diyeceğimiz yoktur. Çünkü o, bu sözü mecazi anlamda söylemiş olur.
Neden mi?
Çünkü, Allah'ın isimleri onun sıfatlarıdır. Onun sıfatları ondan başkası için kat'î surette sıfat olamaz.
Ne var ki, kulda, o sıfatlara uygun bir ahlâk hasıl olabilir.
Meselâ, filân kimse üstadının ilmini tahsil etli, denir. Oysa, üstadın ilminin aynısı talebeye intikal etmez. Ona intikal eden ilim sadece üstadının ilminin misli ve benzeridir.
Ben derim ki, Allah'u Teâlâ'nın isimlerinin mânalarının o kul için sıfat olduğuna kail olanın sözünün İki şıkkı vardır. Ya bu söz ile o sıfatların gayrisinin veya mislini kasdetmiş ise ya mutlak olarak ve her vecih-ten mislini kasdetmiş veya isim bakımından ve bir de mânaların hususiyetlerinde olmaksızın sadece sıfatların umumda müşareket bakımından misli olduğunu kasdetmiştir. Bu da iki kısımdır:
Eğer bu söz ile sıfatların aynını kasdetmiş ise bu hususu (Allah'ın sıfatlarının isimlerinin mânalarının kul için birer sıfat olması hususu) ya sıfatların Rab'dan kula intikal etmesi veya etmemesi ile olacaktır.

Eğer intikal suretiyle olmazsa kulun zatının Rab'bın zatı ile birleşmesi suretiyle olacak ve neticede o, onun aynı ve sıfatları da onun sıfatları olacak veya bu durum hulul tarikiyle meydana gelecektir.
İşte sana üç kısmı (hülâsa olarak) bildirmiş olduk. İntikal, ittihad, hulul.
Bu ise beş kısımdır. Bu beş kısımdan doğru olanı yalnız bir kısımdır.
BİRİNCİ KISIM: O da şudur. Bu sıfatlardan kula münasip olan ye yalnız isimde iştirak eden bazı huyların sabit olması.. Tenbihatta da zikrettiğimiz gibi Allah'ın sıfatlarına asla mümaseleyi tamme ile benzemez..
İKİNCİ KISIM: Kula Allah'ın sıfatlarından aynısının sabit olması. Bu muhaldir (imkânsızdır).
Çünkü bu sıfatlardan birisi, yerde, göklerde ve bütün kâinatta olup bitenlerden haberdar olmak mânasındaki ilmi ile, bütün yaratıkları kuşatan kudretidir ki, onunla yeri, gökleri ve bütün varlıkları yaratmıştır. Bu, Allah'tan başkası için düşünülebilir mi? Hiç bir kul, yerin, göklerin ve içindekilerin hâliki (yaratıcısı) olabilir mi? Buna imkân var mı hiç?!.
Yer ve göklerin içinde olanlardan birisi de kulun kendisidir. Hiç kul, kendini yaratabilir mi?..
Sonra farz edelim ki bu sıfatlar iki kula sabit olmuştur. Bundan birinin, diğerini yaratması lâzım gelmez mi? Böylece varlıkların iteselsuT zincirleme birbirlerini halk etmesi ve dolayısıyle de birbirlerinin halikı olması icap etmez mi? İşte görüyorsunuz ya bu gibi düşünceler mesnedsiz ve boştur!
ÜÇÜNCÜ KISIM: Ubudiyet sıfatlarının tıpatıp kula intikal etmesi..
Bu da muhaldir (imkânsızdır). Çünkü sıfatların mevsuflarından ayrılmasına imkân yoktur. Hattâ bu,yalnız zat-i kadime mahsus değildir. Zeydin ilminin tıpkısı bile Amre intikal edemiyor. Hattâ sıfatlar ancak mevsufları ile kaim olurlar. Mevsuflar olmazsa sıfatlar nasıl ayakta durabilecekler?..
Sonra sıfatların intikali, intikal ettiği varlığın o sıfatlardan arınmasını gerektirir. Öyleyse rububiyet sıfatının intikali, Rabbin, rububiyet ve sıfatlarından tecerrüt etmesini gerektirir. Bunun imkânsızlığı da meydandadır.
DÖRDÜNCÜ KISIM: İttihad (zatlarin birleşmesi).
Bunun da bâtıllığı açıktır. Çünkü biri kalkar da kul, Rab olmuştur derse, bu sözün kökünden tenakuzlarla dolu ve muhal olduğuna hemencecik hükmedilir. Öyleyse Allah Sübhanehu ve Teâlâ'nın. böyle ileri geri konuşan, mantıksız fikirler ortaya atan kişilerin muhal dolu lâflarından tenzihi gerekmektedir..
İzah edelim: Biri kalkar da bir varlığın başka bir varlık olduğunu söylerse, bu mutlak surette muhaldir. Zira, Zeydi ayrı olarak düşünürüz, tanırız. Amri ayrı olarak düşünürüz ve tanırız. Sonra biri kalkar da bizim tanıdığımız Zeydin Amr olduğunu söylerse, aklımıza şu sorular gelebilir: Bunlar birleştiklerinde ya ikisi mevcuttur, ya da madurndur (yoktur). Yahut da Zeyd mevcuttur da Amr ortadan kaybolmuştur. Yahut da bunun tersi olmuştur: Amr mevcuttur da Zeyd yok olmuştur.
Bu, dört şeklin dışında başka bir ihtimalin mevcudiyeti mevzuu bahis değildir.
Eğer her ikisi de mevcut ise, demek ki, biri. diğerinin aynı olmamıştır. Çünkü her ikisi ortadadır. Şayet gaye, yerlerinin ittihat etmesi ise, bu onların birleşmelerini gerektirmez. Çünkü ilim, irade, kudret bir zatta bulunurlar da yerleri mütebayin olmaz. Kudret hiç bir zaman ilim veya irade olmaz. Birbirleri ile de birleşmeleri düşünülemez. (Görüyorsunuz ya bunlar aynı insanda mevcut olmalarına rağmen birbirinden Ayrı varlıklardır..)
Eğer her ikisi de yok olmuşlarsa, öyleyse birleşmemişlerdir, bilâkis her ikisi ortadan yok olmuşlardır. Meydana gelen şey ise onlar değil, üçüncü bir şey olmuştur.
Şayet bunlardan biri mevcut, diğeri madum ise (yok olursa), yine ittihat yoktur. Çünkü mevcut (var olan) bir şeyle madum (yok olan) bir şey birleşmez. Aslında iki varlığın birleşmesi muhal (imkânsız) dır. Bu birbirlerine benzeyen varlıklarda böyledir. Bir de birbirinden tam mânasıyle ayrı olan varlıkları düşünecek olursak, bu imkânsızlık apaçık meydana çıkmış olur.
Meselâ bu siyahın şu siyahla ittihadı imkânsız olursa, bu siyahın o beyazla ittihadı büsbütün imkânsız olur. Şu halde Allah ile kul arasında ittihat (Vahdet-i Vücut dedikleri şey) bâtıldır. Zira, Allah ile kul arasındaki mübayenet siyah ile beyaz arasındaki mübayenetten daha büyüktür.
Şayet Sofiyeler böyle bir söz kullanmışlarda, biz bunu mecazî anlamda kullanmışlardır deriz. Sırf bazı şairlerin sözlerini güzelleştirip edebiyat yapmak için dedikleri gibi bir şey olur bu.. Meselâ şair der ki: «Ben sevdiğim kişiyim, sevdiğim de bendir.» Şair bunu söylediği zaman, gerçekten kendisinin, sevgilisi olduğunu veya sevgilisinin kendisi olduğunu» kasd etmemiştir. Çünkü bu imkânsızdır. Bilâkis bu sözünden, ona çok bağlı olduğunu, onun da kendisine çok bağlı olduğunu birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını kasd etmiştir,
Sofiyenin Ebi Yezid Bistamî'nin «Ben kendi varlığımdan, yılanın kavından (derisinden) soyulduğu gibi soyuldum. Bir de ne göreyim ben O'yum.» sözünü buna hamletmek gerekir. Yani her kim nefsanî arzu ve temayüllerden tecerrüd ederse, Allah'tan başkasını düşünmezse, sevmezse, bütün gaye ve düşüncesi Allah olursa, böyle olan kimseler mecazî mânada böyle söz. söylerler.
«Sanki O, odur!» sözü ile «O tıpatıp O'dur!» sözü arasında fark vardır. «O, tıpatıp O'dur» yerinde kullanılmıştır.
«Sanki ben sevdiğim kimseyim!» «Ben sevdiğim kimseyim!»
İşte buna ayak kayması derler. Çünkü mahlûkatta sağlam bir ayağa sahip olmayan kişi, çoğu kez birini, diğerinden ayıramaz. Kendi zatındaki kemâlâtı görüp de kendisini O, zanneder. Ve (Enel-Hak!) der. Bunu diyen kişi, Hıristiyanlar gibi yanılmıştır. Çünkü onlar da O'nu İsa Aleyhisselâmın zatında görmüş ve İsa Aleyhisselâm'a (hâşâ) İlâh demişlerdir. Bu, aynaya bakıpda kendini gören kişinin gördüğü suretin, kendisinin resmi değil de aynanın gösterdiği renkli başka bir resimdir diye sananların yanılması gibi büyük bir yanılmadır. Oysa ayna onun resmini göstermiştir, başka bir şeyin değil.. Çünkü aynanın işi resimleri aksettirmektir. Hattâ bir çocuk aynada birinin resmini görürse, aynada hakikî bir insanın olduğunu sanır.
Kalp de böyledir işte, O, aslında resim ve şekillerden halidir. Onun heyeti, şekil, suret ve hakikatleri kabul etmekten ibarettir. Önun içine giren (tahayyül ettiği şey) sanki onunla birleşmiş gibi görünür, aslında gerçekten onunla birleşmiş değildir.
Kadehle şarap hakkında bilgisi olmayan kişi, içi şarap dolu kadehi görünce, şarapla kadehi ayırd edemez. Kâh şarap yoktur der, kâh kadeh yoktur diye haykırır. Bunu bir şair şöyle dile getirmiştir:
«Kadeh ve içindeki şarap inceldikçe inceldi. Birbirlerine benzediler ve iş güçleşti. Sanki ortada şarap var;kadeh yok, kadeh var şarap yok gibi bir manzara arze-der oldu..»
«Enel-Hak!» diyenin sözüne gelince; bunun anlamı, ya şairin «Ben sevdiğim kimseyim; sevdiğim de bendir!» sözündeki anlam gibidir, ya da Hıristiyanların Lahut'unNasut'la birleştikleri hakkında kapıldıkları yanlış zanlarında yanıldıkları gibi yanılmışlardır.
Eba Yezid'in: «Şanım ne büyüktür!» sözüne gelince:
Eğer bu sözü gerçekten o söylemiş ise, ya bunu (Lâ ilahe illâ ene Fa'budun)de olduğu gibi, Allah'tan hikâye etmek suretiyle söylemiştir; yahut da devamlı çalışma neticesinde gördüğü şeylerden ve kendi kudsiyetinderi haber vermek istemiştir de kendi büyüklüğünü diğer umumî yaratıklardaki büyüklüğüne izafetle dile getirmek istemiştir. «Ne yüceyim!» dediğinde bundan ne yüce bir evsafta yaratıldığım kasd etmiştir. Böylece şanının yüceliği, Allah'ın yüceliğine izafetle değil de halka izafetle olmuştur. Üstelik bunu, sekir ve gaşy halinde söylemiş de olabilir. Çünkü ayık halinde kişi, dilini bu gibi tehlikeli sözlerden koruyabilir de sekir halinde iken koruyamaz.
Onun sözünü bu iki tevilin dışında mülâhaza ederek lttihad (Vahdet-l Vücul) fikrine kail olmak mümkün değildir.
İnsanların manevî sahada yükseldikleri mevkilere bakıp da muhal olan bir şeyi söyleme sakın. Çünkü insanlar Hakk'ın bildirmesiyle bilinir, yoksa Hak insanlarla değil.
BEŞİNCİ KISIM: Hulul... Bu, Rab kula hulul etmiştir veya kul Rabb'a hulul etmiştir, demektir. Rablerin Rabbi, kâinatın halikını zâlimlerin bu sözünden bütün mevcudiyetimizle tenzih ederiz. Bu söz sahih olsa bile ittihadı gerektirmez. Kulun da Rab sıfatları ile tavsif edilmesini icap ettirmez. Çünkü hal sıfatlan mahal (yer) sıfatları olamaz. Bilâkis hal sıfatı olduğu gibi kalır.
Sonra hululün istihalesi, ancak hululün mânasını anladıktan sonra düşünülebilir. Çünkü müfret mânalar, tasavvur tariki ile idrak edilmez. Onun nehyi veya isbatı mümkün değildir. Şu halde hululün mânasını bilmeyen, hululün var olduğunu veya muhal olduğunu nereden bilecek? Deriz ki:
Hululden iki şey anlaşılmaktadır:
1 — Cisimle, cismin bulunduğu yer arasındaki nisbet. Bu ise ancak iki cisim arasında bahis mevzuu olabilir. Cismaniyet mânasından beri olan bir varlık hakkında bu imkânsızdır.
2 — Araz ile cevher arasındaki nisbet. Araz hiç şüphe yok ki cevher ile kaimdir. Araz, cevherde bulunmuştur denilebilir.
Fakat, kendi kendine durabilen bir şey için bunu söyleyemeyiz. Çünkü bu muhaldir.
Her şey ki, kıvamı kendi nefsi iledir, onun kıvamı kendi nefsiyle olan başka bir şeye hulul etmesi, ancak cisimler arasında vaki olan mücavere tariki ile mümkün olur. Görüyorsunuz ya iki kul arasında bile hulul düşünülmesi imkânsız oluyor. Bu imkânsız olursa, kul ile Rab arasında bu nasıl düşünülebilir?
Hakikat babından, hulul, intikal, ittihat ve.Allah'ın sıfatları ile muttasıf olmak bâtıl olunca,onların sözlerinin mânası ancak tenbihatta işaret ettiğimiz gibi mütalâa edilebilir. Başka türlüsüne imkân yoktur
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
SUAL:
— Peki, «Kul, bu sıfatlara lâyık olduğu zaman saliktir, vâsıl değildir» sözünün mânası nedir?
Ayrıca sülük ne demektir? Vusul ne demektir?
Sülük, ahlâk, hareket ve maarifeti tehzip etmektir. Bu da iç ve dış âlemi imar etmekle olur. Kul bu hususta çalışmalar yapar ki, içini temizlesin de vusule hazırlanabilsin!
Vusul ise, Hakk'ın hilyesi kendisine münkeşif olmasıdır. Böylece O, kendini ona verir. Hem öylesine ki, kendi bilgisine baktığı zaman, ancak Allah'ı bilir, himmetine baktığı zaman, Allah'dan başka bir himmet ve gayesinin bulunmadığını anlar. Böylelikle kulun bütünü, müşahede ve himmet bakımından onun bütünü olur. Zahiri ibadetle, bâtını ahlâkı tehziple meşgul olması için (sırf bu gaye ile) kendi nefsine iltifat etmez. İşte bütün bunlar taharettir (yani iç ve dış temizliğidir..) Yine bu bir bidayet (başlangıç) tir. İşin nihayeti ise, tam mânasıyle kendi nefsinden onun için tecerrüt etmesidir. Böylece sanki o, O olur. İşte vusul budur.
SUAL :
Sofiye sözleri bazı kerametlerden haber veriyor ki, aklın bunlarda bir rolü yoktur. Oysa yukarıdan beri sizin anlattıklarınız hep akıl sermayesidir?..
CEVAB :
Şunu bil ki: Velayet devrinde aklın imkânsız saydığı bazı, kerametlerin zuhur etmesi caiz değildir. Evet, aklın başa çıkamadığı, daha doğrusu mücerret akıl ile idrak edilemiyecek kerametlerin zahir olması mümkündür.
Meselâ Bir velî mükâşefe yolu ile (filân kimse yarın, ölecektir.) diyebilir. Bu mükâşefe kendisine verilir. Bu akıl sermayesiyle idrak edilemez, çünkü akıl bunu idrak edemez. Fakat bir velî için de, «Allah yarın kendisi gibi bir varlık yaratacaktır.» diye bir mükâşefe bahîs konusu olamaz! Çünkü akıl bunu muhal görür, tecviz etmez.
Hele bir velinin veya herhangi bir kimsenin «Allah beni de kendisi gibi yapacak» demesi büsbütün akla aykırıdır. Akla bundan daha aykırı olan bir söz daha: «Beni Allah, kendisi yapacak. Ben O, olacağım!» Çünkü bunun mânası şudur: Ben hadisim.. (Sonradan yaratılmayım.) Lâkin beni kadîm yapacak.. Ben yer ile göğün yaradıcısı değilim ama, Allah beni onların yaradıcısı kılacak.. Bu, şu söz mânasında olur: «Baktım ki, ben O'yum!» Bu söz tevil edilmeyip de zahirine hamledilecek olursa, akıl bunu tecviz eder mi? Böyle imkânsız şeyleri tasdik eden kimsede akıl diye bir şey var mıdır
Bir velî kalksa da: (Şeriat bâtıldır, her ne kadar hak ise de Allah onu bâtıl yapacaktır) derse, onun bu sözü dinlenir mi? (Tabiî ki dinlenmez.) (Doğru olan bir şey asla yalan olamaz.) diyen kimseyi akıl tasdik eder.
Bunu akıl sermayesiyle söylemiştir. Akıl bunu kabul ederse, hadis (sonradan yaratılmış) olan bir şeyin kadîm olmasına imkân olmadığını nasıl kabul eder? Hiç kul Rab olabilir mi? Buna akıl cevaz verir mi?
Aklın muhal gördüğü şey ile aklın idrak edemediği şeyin farkını ayırd edemiyecek kimse muhatab olarak kabul edilir mi? Onu cehaleti ile baş başa bırakın!, (Lütfen!)
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Maksadlar ve gayeler hakkindadir

Maksadlar ve gayeler hakkindadir

Bu kısımda, isimlerin zat ve yedi sıfata rücu ettiğinin isbati vardır. Tabiî bu Ell-i sünnet mezhebine göredir..
— Peki, bu isimler çoktur. Sen yukarıda hepsine ayrı ayrı mânalar verdin. Bunları şerh ederken, eş anlam ifade eden, ayrı ayrı lâfızlar olmadığını söyledin. Şimdi ise bunların yedi sıfata rücûundan bahsediyorsun. Bu nasıl oluyor? diye.sorarsan, cevabı şudur:
Şunu iyi bil ki: Sıfatlar her ne kadar yedi ise de ef'al çoktur. Vasıflar da çoktur. Selbler de çoktur. Bunları ayrı ayrı anlatmak sanırım ki imkânsızdır. Ne var ki, sıfatın mecmuundan, yahut sıfat ve izafetten, ya da sıfat ve selb'den, ya da selb ve izafetten, terkip yapıp hizasına bir isim koymak suretiyle isimleri çoğaltmak mümkün olur. Bunların mecmuu, zata delâlet edene, yahut selble birlikte zata delâlet edene, yahut izafetle birlikte zata delâlet edene, yahut selble ve izafetle birlikte zata delâlet edene, yahut yedi sıfattan birine delâlet edene, yahut sıfat ve selbe delâlet edene, yahut sıfat ve izafete delâlet edene, yahut fiil sıfatına delâlet edene, yahut fiil sıfatı ve izafete ve ya da selbe delâlet edene racidir. Bu da on fasıldan ibaret olur.
1 — Allah gibi zata delâlet eden. Zat, Vacib'ül-Vücud olma bakımından kasd edildiğinde (Hak) ismi buna yakîn olur.
2 — Selble birlikte zata delâlet eden. Buna El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Gani, El-Ahad ve benzerlerini örnek gösterebiliriz.
Çünkü el-Kuddûs, deyince, vehme dahil olan ve akla gelen her şey ondan selbedilmiş olur..
Es'Selâm deyince, bütün ayıplar ondan selbedilir.
El-Gani deyince, bütün ihtiyaçlar ondan selbedilir. El-Ahad deyince, nazir (benzeri) ve taksim ondan selbedilir.
3 — İzafetle birlikte zata raci olan: El-Aliy, El-Azîm, El-Evvel, El-Ahir, Ez-Zahir, El-Bâtın ve benzeri isimleri gibi.
El-Aliy, rütbede bütün zatların fevkinde olan bir zattır ki, bu ancak madununa izafetle anlaşılır. İşte buna izafet derler..
El-Âzîm, idrakler hududunu aşması yönünden zata delâlet etmektedir.
El-Evvel, bütün varlıklardan önce ve onları geçen demektir.
El-Ahir, bütün varlıkların en son mercii demektir.
Ez-Zahir, aklın delâletine izafetie zat ismidir. El-Bâtın, his ve vehmin idrakine muzaf olan zattır. Diğerlerini de buna kıyas edebilirsin'
4 — selb ve izafetle birlikte zata raci olan: El-Melik, El-Aziz gibi..
El'Melik, her şeyin kendisine muhtaç olduğu ve fakat kendisinin hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmadığını gösteren bir zata delâlet eder.
El-Aziz, emsalsiz olan, kendisine zor yetişilen demektir.
5 — El-Alîm, El-Kadir, El-Hay, Es Semî, El-Basîr
6— İzafetle birlikte ilme raci olan: El-Habîr, El-Hakîm, Eş-Şehîd, El-Muhsî gibi.. Çünkü El-Habîr, umuru batmaya muzaf olarak ilme delâlet eder, Eş-Şehîd, görünen şeylere muzaf olarak ilme delâlet eder, EI-Mukîm, en ileri bilgilere muzaf olarak ilme delâlet eder. El-Muhsî, sayılı ve mahsur olan bilgileri (malûmatı) ihata etme (kuşatma) cihetinden ilme delâlet eder.
7 — İzafet ziyadesiyle Kudrete raci olan: El-Kah-har, ElKaviy, El-Muktedir, El-Metîn gibi..
Çünkü kuvvet, kuvvetin tamamıdır. Metanet ise,şiddeti, kahr ise, mukadder olan şeye galebe etmekle tesir etmesidir..
8 — İzafetle veya fiil ile birlikte iradeye raci olan: Er-Rahman, Er-Rahîm, Er-Raûf, El-Vedûd isimleri gibi..
Rahmet, zayıf ve muhtaç olan bir kimsenin ihtiyacını yerine getirmeye matuf olarak iradeye racidir.. Rafet ise, daha fazla merhamet etmek mânasına gelmektedir El-Vedûd, ihsan ve in'ama muzaf olarak iradeye racidir. Er-Rahîm fiili bir ihtiyaç sahibini gerektirmektedir. El-Vedûd fiili, bunu gerektirmeden doğrudan doğruya in'ama delâlet etmektedir. Yani muhtaç durumda olan kimsenin ihtiyacını bertaraf etmek için ihsana matuf iradeye racidir. Bunu geçmiş sahifelerimizde anlatmıştık..
9 — El-Halik, El-Bâri, El-Musavvir, El-Vahhab, Er-Rezzak, El-Fettah, El-Kabız, El-Basit, El-Hafid, Er-Rafi, EI-Muiz, El-Muziî, El-Adî, El-Mukit, El-Mucib, El-Vasi, El-Bais, El-Mubdî, El-Muid, El-Muhyi, El-Mumit, El-Mukaddim, Ei-Muahhir, Ei-Vali, EI-Berr, Et-Tevvab, El-Müntakim, El-Muksit, -El-Cami, El-Manİ, El-Mugnî,. El-Hâdi isimleri gibi fiil sifatîanna raci olan isimlerdir..
10 — Biraz daha fazla olarak fiile delâlet eden: El-Mecid, El-Kerîm isimleri gibi.. Çünkü Medd, ikramın bolluğunu ifade eder, tabii zatın şerefi ile birlikte...
El-Kerim ismi celili de böyledir.. El-Lâtif, fiildeki rıfka delâlet eder. (Yumuşaklıkla davranmak demektir)
Gerek bu isimler ve gerekse diğerleri bu on taksimden hali değildir.
Diğer isimleri de bunlara kıyas edebilesin. Bu izahatımızdan anlaşılmıştır ki, isimlerin mânaları ayrıdır. Yani eş anlam ifade eden müteradif kelimelerden değildir.
.............................
Elhamdülillah...
Bir kitabı daha bitirdik okuyan kardeşlerimizden Allah'u teala razı olsun
Selam ve dua ile
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Nasiplenmek adına güncelleme
 

gülkoksam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Ara 2008
Mesajlar
969
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
okumak çok isterdim ama pc ye fazla bakamıyorum gözlerim ağrıyor
okuyanlar nasıl başarıyosunuz bunu
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt