Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Esma-i hüsna (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'VAHHAB

el'VAHHAB

Hibe, karşılığı olmayan ivezsiz ve garazsız bir bağıştır.. Bu sıfatla bağışı çoğaltan kişiye cömert ve Vahâb (ziyadesiyle veren ve bağışta bulunan) denir.
Gerçek Cömertlik, karşılığında hiç bir şey beklemeden vermek ve bağışlamak ancak Allah'dan beklenir. Bu, ancak Allah'a mahsustur. Çünkü O, her muhtaca verdiği zaman karşılık beklemeden vermiş ve halen de vermektedir. Hem de peşin verir, vereceğini sonraya bırakmaz..
Bir kimse, bir bağışda bulunduğunda, karşılığını hemen beklerse ve yahut zamanla insanlar tarafından övülmesini veya en azından kınanmaktan kurtulmasını isterse o insan bağışda bulunmuş bir insan değildir. Cömerd olmak şerefini bile ihraz etmiş sayılmaz. Çünkü her verilen şeyin karşılığı mutlaka para veya mülk olamaz. Bazan da bunların cinsinden olmayan, elle tutulmayan manevî değerler de olabilir verdiği şeyin karşılığı...
Her kim şeref kazanmak veya övülmek için bir bağişda bulunursa o sadece bu bağışı meydana getiren bir işçi olabilir. Çünkü gerçek bağışlayıcı o kimsedir ki, herkes ondan karşılıksız faydalar görür, yani herkese ivezsiz ve garazsız faydası dokunur.
Hattâ bazen öyleleri de olabilir ki, sırf hayrı (bak ne cimri adamdır, hiç hayr yapmıyor) demesinler için sırf korkusundan yapar, işte böyle bağışlarda bulunanlara da bağışda bulunan insan denemez. Çünkü bu da bağışını ötekiler gibi karşılık için yapmıştır..
Kuldan, hiç bir zaman gerçek mânâda cömertlik ve bağışlayıcılık beklenemez. Çünkü o, yapılacak bir işin, yapılmaması evlâ olunca o işi yapmaya katiyen yanaşmaz. Fakat, bütün varlığını hatta en aziz varlığı olan ruhunu Allah yolunda, Cennetine tama etmeden veya azabından kurtulmak gibi bir gaye beklemeden feda edese o kişi şüphe yok ki gerçekten Vahhâb (Bağışta bulunan) ve Cevad (son derece cömert olan) ismine lâyık olmuş olur.
Böyle olmayıp da sırf Allah'ın cennetine kavuşmak veya azabından kurtulmak gayesiyle yaparsa veyahut insanlar tarafından övülmek, beğenilmek dolayısıyle nam ve şöhret kazanmak için bir bağışta bulunmuşsa, o kişi her ne kadar zahiren karşılıksız bir bağışta bulunmuş hissini vererek, insanlar tarafından Cevad (son derece cömert) kabul edilirse de aslında böyle değildir. Çünkü insanlar karşılığın yalnız madde olduğunu sanırlar oysa maddî olmayan, manevî olan karşılıklar da vardır...
— Pekâlâ sadece Allah rızası için bir manevi nasib bekliyerek bütün varını bağış olarak veren kişi nasıl Cevad (fazla cömert) olma vasfına mazhar olamaz? diye bir sual varid olursa deriz ki:
Bu tip kimselerin hazzı yalnız Allah'tır, nzasıdır,. ona kavuşmaktır.. İnsanoğlunun ihtiyarî olan fiilleri ile,kazanabileceği en büyük mutluluktur bu! O öyle bir haz ve saadettir ki bütün mutluluklar onun yanında hiç kalır..
Şu halde Arif-i Billâh o kişidir ki, Allah'a yalnız Allah için ibadet eder. Yoksa karşılığında herhangi bir şey beklemek için değil sözünün mânası nedir? Ayrıca Allah'a karşılıksız ibadet edenle, ondan birşeylei bekleyen kişinin ibadeti arasında ne gibi farklar vardır? dersen, cevabım şu olur:
— Haz, insanlarca yapılan herhangi bir işin karşılığı demektir. Kul, ibadeti esnasında bu gibi niyet ve arzudan tamamen tecerrüt ettiğinde, Allah'dan başka gayesi ve maksadı kalmamış demektir. Ona, insanların haz kabul ettiği şeylerden tamamen tecerrüt etmiş derler..
Meselâ bir köle, efendisine, efendisi olduğu için değil de, ondan bir ikram beklemek için hizmet eder.. Efendi de kölesini, kölesi olduğu için değil de ondan hizmet ve hürmet beklemek için korur.. Bir baba böyle mi ya?!
Bir baba, çocuğunu, çocuğu olduğu için korur, onlardan menfaat beklemek için değil.. |
Hattâ, oğlu ona gereken hürmeti göstermese bile yine onu düşünür, onun iyiliğine çalışır.. (Adama sende!..) diyemez!
Bir kimse, bir şeyi (o şeyin kendisi için değil de) başka şeye ulaşmak için talep ederse, sanki onu talep etmemiş demektir. Çünkü istemesinde o gaye değil, başka şeydir. Altın isteyen kimse gibi... Altın isteyen kişi, onu bizatihi istemez, bilâkis onunla yiyecek ve giyecek almak için ister... Hatta yiyecek ve giyecek de bizatihi murat değildir; lezzet elde edip, elem ve kederi gidermek için arzulanmışlardır..
Lezzet (zevk) bizatihi murat edilmiştir.. Ardında başka gaye yoktur!
İnsanoğluna arız olacak elem ve kederin önlenmesi de öyle. İşte altın, yiyecek elde etmek için bir vasıtadır.
Yemek de şehvet ve lezzet elde etmek için bir köprü!... Lezzet ise gayedir, vasıta değil...
İşte çocuk da bir baba için vasıta değildir.. Babanın onu arzulaması (sevmesi) onun selâmeti içindir. Çünkü çocuğun kendi, bizatihi pederin hazzıdır...
Allah'a Cennet için ibadet eden de böyledir: Allah onu (Cenneti) kendisinin aranması ve istenmesi için bir vasıta kılmıştır; gaye değil.. Vasıtayı şöyle anlayabiliriz: Şayet gayeye onsuz (vasıtasız) ulaşılacak olursa o aranmaz...
Dünyevî istekler eğer altınsız elde edilse hiç şüphe yok ki, altın aranmaz. Kimse ona iltifat etmez.. Şu halde gerçekte mahbûb olan ulaşılmak istenen gayedir,altın değil..
Eğer Allah'a ibadet edilmeden cennet elde edilseydi, kimse Allah'a ibadet etmezdi.. Şu halde Abid'in (İbadet eden kişinin) mahbûbu ve matlûbu cennetti, başkası değil.. Lâkin Allah'dan gayri mahbûbu olmayan, bütün hazzı ve gayesi Allah'a kavuşmak olan kişi böyle değildir. Onun bütün gayesi ve arzusu Allah'a kavuşmak, Mele-i Ala da mukarreblerde beraber olmaktır.. İşte bu niteliği taşıyan kişiye «O, sadece Allaha ibadet ediyor, yani Allah'a Allah için ibadet ediyor; başka bir gaye güderek değil..» derler..
Bu demek değildir ki, onun hiç bir hazzı yoktur.. Onun hazzı vardır ve o hazzı yalnız Allahtır, O'ndan başkası değil...
Allah'a kavuşmak, onu müşahede etmek, onu bilmek sevinç ve neşesine inanmıyan, ona müştak olamaz.. Ona müştak olmayan hakkında, Allah'ın onun gayesi olduğu düşünülemez. Bu sebebledir ki, o kişi yaptığı ibadet babında, sadece maddiyatı düşünen kötü bir işçi gibi olur
Ne yazık ki insanların çoğu, bu zevki tatmamışlardır, bu zevki tanımamışlardır, Allah'ın cemaline bakmanın lezzetini anlayamamışlardır.. Bu tip kimselerin, îmanı yalnız dilledir.. İçlerine işlememiştir.. Çünkü içlerinden biran evvel Cennette Müminlerin emrine verilecek hurilere kavuşmak isterler...
Bütün bu anlattıklarımızdan şu neticeyi elde ediyoruz: Kazlardan hali olmak muhaldir. Allah'a kavuşmak nazların en büyüğüdür.. Eğer insanların kabul ettiği, yapılan herhangi bir işin karşılığı olan maddi veya. manevî menfaati bir haz olarak kabul ederseniz ben buna (Haz) demem..
Kul hakkında elde edilmesi, ondan mahrum olmasından daha iyi ise tabii ki bu onlarca haz kabul edilebilir...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
er'REZZAK

er'REZZAK

Rızıkları, ve rızik verdiği varlıkları yaratan, rızıklarını onlara ulaştıran, rızıklarla faydalanmalarına temin eden hiç şüphe yok ki, O'dur!
Rızık iki kısımdır:
1 — Beden için olan, azıklar ve yemekler gibi zahiri rızık,
2 — Batınî rızık. (Yani ruhun rızkı).
Batınî rızık, marifetler ve mükaşefelerdir ki, bunlar kalbler için hazırlanmış en şerefli rızıklardır.. Çünkü bunun semeresi, ebedî hayattır; zahiri olan rızkın semeresi ise belirli bir zamana kadar bedenin kuvvetini sağlar.
Bu iki rızık çeşitini yaratan ve erbabına isal eden (ulaştıran) şüphe yok ki, Allah'tır.. Lâkin onu, dilediğine bolca verir, istediğine karşı da azaltır...
TENBÎH :
Bu vasıftan kul'un hazzı (nasibi) iki şey olabilir:
1 — Bu vasfın gerçek sahibi Allah olduğunu bilmesi, O'ndan başka kimsenin müstahak olmadığını iyiden iyiye anlamnasıdır. Böylece rızkı ancak O'ndan bekler. Bu hususta O'ndan başkasına itimad ve tevekkül etmez.
Hatem'ül - Esem'den rivayet edilmiştir: Bir adam ona sordu:
— Nerden yiyorsunuz?
— Onun hazinesinden...
— Sana gökten ekmek mi yağdırıyor?
— Yeryüzü o un olmasaydı, elbette ekmeği gökten yağdırırdı...
— Siz sözü tevil ediyorsunuz!
— Çünkü o, gökten ancak kelâmı indirmiştir!..
— Anlaşıldı sizinle baş edemiyeçeğim!
— Çünkü batıl, hakla hiç bir zaman başa çıkamaz!...
2 — Ona kılavuz bir ilim, öğretici bir dil, sadaka verip, de menfaat sağlayan bir el verdiğini bilmesidir.. Bunlar, söyliyeceği güzel sözler, ve yapacağı güzel işler vasıtasıyla kalbler için şerefli rızkın temin edilmesine yol açarlar..
Allah bir kulu sevdimi, halkın ona olan ihtiyacını artırır...
Rızıkların halka ulaşılması babında, Allah ile kul arasında vasıta olduğu müddetçe, vasıftan bir nasip almış olur. Peygamberimiz (S.A.V.) buyurmuşlardır: «Allah'ın emrettiğini, isteyerek veren emin haznedar,. hiç şüphe yok ki, tasaddukta bulunanlardan biridir.»
Kulların elleri, Allah'ın hazineleridir.. Ellerini bedenlerin rızıklanmasi için, seferber eden, dilini kalblerin rızıklanması rçin ayakta tutan kişi, bu sıfatın sevabına nail olacakların en şereflisidir!
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el-FETTÂH

el-FETTÂH

O, öyle bir varlıktır ki, onun inayetiyle bütün kapalı (kapılar) açılır, hidayetiyle her müşkül hal olur da peygamberlerine ülkeler feth edip düşmanlarının ellerinden çıkarır de şöyle buyurur: «Biz hakiykat sana (Hüdeybiyye müsalehası ile) apaşikâr bir feth (ü zafer yolu) açtık.» , Velilerinin kalblerinden perdeyi kaldırıp onlara, Semâsının melekütüne, kibriyasınm cemaline giden kapıları açar... Ve şöyle buyurur: «Allahım insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur.»
Gayb anahtarlarını ve rızık anahtarlarını elinde (kudretinde) bulunduran o (yüce varlık) hiç şüphe yok. ki, (Fettâh) olmaya en lâyık olur!....
Kulun silkinmesi lâzımdır ki. yapacağı güzel nasihatlerle müşkülât kilitleri kırılsın, vereceği güzel öğütlerle de halkın anlayamadığı dinî ve dünyevî meselelerine bir çözüm yolu bulunsun. Bu sayede o, El-Fettâh. isminden gereği gibi yararlanmış olabilir..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'ALÎM

el'ALÎM

Bu ismin mânası açıktır. Bunun kemâli; herşeyi tam mânasiyle bilmekle, yani dışını, içini, inceliğini, açıklığını, önünü, sonunu, başlangıcını ve bitimini bilmekle olur..
Bu açıklanması bakımından, malûmat (bilinen şeyler) den istifade edilmiş değil de, malûmatın kendisinden istifade edilmiş olması gerekir. Aksi halde o ilme tam ilim denilemez..
TENBÎH :
Alîm vasfından kulun nasibi malûm... Lâkin onun ilmi ile Allah'ın ilmi üç hususta ayrılır:
1 —Namütenahi ( bilinenler) in çokluğunda. Kulun malûmatı (bildikleri) ne kadar çok olursa olsun yine de mahduddur, azdır . Namütenahi ilimler nerde, o (kul) nerde?...
2 — Kulun bilmesi, veya anlayışı, her ne kadar vuzuh bulsa da, asıl gayeye vasıl olamaz. Bilâkis onun eşyayı müşahade etmesi, ince bir perdenin ardından görmesi gibi bir şeydir.. Keşif derecelerindeki farkı inkâr edemezsin. Sabahın alaca kararilığıyla günün ortasındaki aydınlık bir olabilir mi?
3 — Allahın ilmi, eşyadan istifade edilmiş değildir, bilâkis bütün eşya onun ilminden istifade edilmiştir. Kulun,eşyayı bilmesi, eşyaya tabidir ve onun sayesinde meydana gelmiştir.
Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebeb olduğunu, satrancın varlığı da, öğrenen kişinin bilgisine sebeb olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin. Şu halde satrancı bulan kişinin ilmi, satrançdan önce gelmiştir. Santrancı öğrenen kişinin bilgisi bu yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allah'ın ilmi de böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebeb olmuştur.
Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır.
Kulun ilim sayesinde elde ettiği şeref; ilmin, Allah sıfatlarından oluşu sebebiyledir. Lâkin en şerefli ilim, malûmu (bilineni) en şerefli olandır. Bilinmişlerin en şereflisi şüphe yokki, Allah-ü Zülcelâldır. Bunun için marifetullah, marifetlerin en efdali olmuştur. Hattâ sair eşyayı bilmek de, Allah'ın işlerini bilmeye yahut kulu Allah'a yaklaştıracak yolu bilmeye veya da mari-fetullah'a ulaştıracak herhangi bir hususa sebeb veya vesiyle olduğu için şeref sayılmıştır. Bunun dışında kalan her bilgi bu kadar şerefi haiz değildir...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'KABIZ el'BÂSIT

el'KABIZ el'BÂSIT

Ölüm anında varlıkların ruhunu kabz eden, hayat vereceği zaman onlara ruhları veren, zenginlerden sadakaları (zekâtları) alan, fakirlere rızkı veren, zenginlere bolca ihsan da bulunan, fakirlerden rızkı kısıp onları darda bırakan, kalbleri kabz edip onları cemalinden mahrum bırakan, yahut kalblere inşirah verip lütf-ü ihsanına boğan hep O'dur!..
TENBÎH:
Kullardan bu vasıflara mazhar olan o kişilerdir ki, kendilerine hikmetli sözler ve mükni bilgiler ilham edilmiştir. Bu ulvî istidat ve kabiliyetler sayesinde, insanların kalblerini, gönüllerini kâh Allah'ın çeşitli nimetlerinden, bitmez ihsan ve lütüflarından söz ederek ferahlatırlar; kâh Allah'ın Kibriya ve Celâl sıfatlarından, düşmanlarına karşı reva göreceği çeşitli . azablarindan söz ederek onların kalplerini kabz ederler (yani daraltır ve sıkarlar..)
Meselâ; Allah'ın Resulü Sallallâhü Aleyhi ve Sellem önce sahabenin kalbini ibadetten, «Allah," kıyamet günü Ademe (A.S.) ateşe göndereceklerini gönder, diyecek.. Adem soracak: — Ne kadar Yarab? Allah, her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzunu, gönder, emrini verecek..» diyerek soğutmuştur.
Onların kalblerinin kırıldığını ve ibadete karşı olan şevklerinin zayıfladığını görünce yeniden kalplerini yapmış ve şöyle buyurmuşlardır:
— Siz, o gün, sizden evvel gelen ümmetlerin içinde beyaz öküzdeki siyah bir benek gibisiniz!»
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'HAFİD er'RAFİ

el'HAFİD er'RAFİ

Kâfirleri, felâkete duçar etmekle alçaltan; Müminlere saadetler bahş ederek yükselten O'dur!
O, velîlerini kendisine yaklaştırarak yükseltir; düşmanlarını kendinden uzak ederek alçaltır!
Mahsusât (his edilenler) ve mütehayyilât (Hayâl edilenlere) önem vermeyip, iradesini şehveti kamçılayan hususlardan arıtan kimseyi, şüphesiz ki mukarrep meleklerin yanına yükseltir..
Her kimde şehvetinin zebûnu olur da hayvanlar gibi her şeyin zevk ve safâdan ibaret olduğuna inanırsa onu da esfele saf iline alçaltır. (indirir). İşte bu güce sahib olan ancak Allah'tır.. Çünkü O, hem Hafiddir, hem Rafi...
TFNBÎII :
Kul, bu isimden şöyle istifade edebilir: Hakkı görünce kaldırır, bâtılı görünce yerin dibine indirir.. Bu da ancak, haklıya arka çıkmak, haksızı haksızlıktan menetmekle olur...
Allanın düşmanlarını alçaltmak gayesiyle, onlara. saldırır; dostlarını da yükseltmek için yardımlarına koşar.
Bazı dostlarına hitaben;
Allah buyurmuştur: (Bu hadis, Hadis-i Kudsi'dir.)
«Dünyadaki zühdün kendi rahatlığın içindir
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'MUİZ el'MUZİLL

el'MUİZ el'MUZİLL

Mülkü, dilediğine veren, dilediğinden alan şüphesiz ki O'dur! Gerçek mülk, ihtiyaç zilletinden kurtulmakla, şehveti kırmakta, cehaleti bertaraf etmektedir...
Herkimin kalbinden perdeyi kaldırıp Cemalini müşahade ettirirse ( kanaat ni'metine gark ederek mahlûkatından kimseye muhtaç bırakmazsa), kuvvet ve tey'id bahşederek nefsine onu ezdirmezse, işte onu aziz kılmış ve daha dünyada iken ona mülkü vermiş olur. Ahirette de hiç şüphe yok ki onu kendisine şu ebedî: «Ey itmi'nana ermiş ruh, dön Rabbine, sen ondan razı, o senden razı olarak.» hitabla yaklaştıracaktır...
Kimi de gözlerini halkın ellerindekine diktirmiş ve onu aşın bir hırsa bürütmüş, azla kanaat etmez bir hale sokmuş ise onu zelil kılmıştır... (O'na kim karışabilir?) İşte bu O'nün işidir. İstediğini aziz, dilediğin' kılar..
Bu zelîl kişi şü İlâhi hitaba maruz kalan kişidir. «Fakat kendinizi, kendiniz yaktınız (hep müminlerin felâketini) gözettiniz. (İslâm dini hakkında) şüphe ettiniz. Sizi kuruntular aldattı. Sizi o çok aldatan (şeytan veya dünya), Allah'a karşı bile aldattı. Nihayet (işte) Allanın emri gelip çattı.»
Bu ne büyük zillettir yarab!.. Gerek dili ile ve gerekse eli ile aziz olma yolunu tutan kişinin bu vasıftan haz ve nasibi olmalıdır elbet...
 

Zeki.42

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
447
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Arkadaslar kısacası siz Allahı kalben bu siilerini ezberler ve hayatınızı ona gore duzenler haramdan sakınırsanız muhakkak ki cennetle mujdelenen yere gidersiniz. Unutmayın dua ederken Allah ım beni lütfunla lutuflandır deyin.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
es-SEMİ

es-SEMİ

Ne kadar gizli olursa olsun, O, her şeyi duyar... Hattâ karanlık bir gecede, insiz bir kaya üzerinde sessizce,, yürüyen simsiyah karıncanın ayak seslerini bile işitir..
Hamd edicilerin hamdini duyar, mükafatlandırır, dua edenlerin yalvarışlarından haberi olur, dualarını kabul eder..
Duyar amma bizim gibi kulakla değil, yapar amma bizim gibi eli yoktur, konuşur amma bizim gibi dille değil.. O bütün insanlarda olan aza ve hadisatın her şeyinden her çeşitinden münezzeh ve müberradır. Bizim gibi alet ve edevattan münezzeh kıldığımız zaman anlarız ki, O'nun duyuşu bizimkine benzemez, bambaşkadır..
Duyuşu sonsuzdur...
Bu hususu ince düşünmeyen kişi, teşbih gibi, affedilmeyecek bir hataya düşebilir.. Onun için çok düşünmelisin ve pek dikkatli olmalısın!..
TENBÎH :
His (duyma) yönünden, kulun bu sıfattan nasibi vardır lâkin kısadır. Çünkü o, bütün duyulan şeyleri idrak edemez (duyamaz) o ancak yakın olan sesleri duyabilir.
Sonra duyu organı her zaman hastalanabilir.. Ses
gizli olursa duyma kabiliyeti hemen hemen işe yaramaz.
Ses uzakda olursa hiç duyamaz. Ses çok ve son derece tiz ve gürültülü olursa büsbütün duyusunu kaybeder. Yahut ona bir halellik gelir de duyamaz olur..
Bu vasıfdan kulun alacağı dinî haz iki çeşittir:
1 — Allah'ın herşeyi duyduğunu ve Allah'a gizli kapaklı hiç bir şey tasavvur edilemiyeceğini bilir ve ona göre dilini muhafaza eder kötü niyet ve teşebbüslerde bulunmaz...
2 — Kendine kulağın yalnız Allah kelâmını dinlemek için verildiğini bilir.. Allah'ın kitabını dinler, ondan istifade eder, Allan'a ulaştıracak hidayet yolları bulmak için canla ona sarılır...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el-BASÎR

el-BASÎR

Herşeyi gören, yerin altındakileri de, üstündekileri de hülâsa bütün kâinatı gören O'dur!
O'nun gözleri> bizim gözler gibi değildir. Yaratmış olduğu insan ve hayvan ve sair eşyanın" gözleri gibi olmaktan münezzeh ve müberradır. İş böyle olunca O'nun görme sıfatı en mükkemmeldir. Noksan Sıfattan tamamen beri ve azadedir.
TENBÎH :
Kulun bu vasıfdan hazzı meydanda... Lâkin (yukarıda arz ettiğimiz gibi) kulun görmesi zayıftır.. Çünkü uzağı görememektedir. Hattâ çok yakınında ve içinde olan çöpü de, gözünü döndürüp göremez. Kul ancak yakında görünen ve aydınlıkta olan şeyleri görebilir. Karanlıkta olanları da göremez..
Kulun bundan istifade edebileceği dini fayda iki şeyden ibarettir:
1 — Onun gözlerini Allah yaratmıştır, Allanın ayetlerini, melekûttaki akılları durduracak garaip ve acayiplerini, gökteki çeşitli ayetlerini görmesi için.. Tabiî bunlara bakışları ders ve ibret almak için olmalıdır..
İsa Aleyhisselâma sordular:
— Mahlûkat arasında senin gibisi var mıdır?
— Kâinat bakışı ibret, sükütü tefekkür, sözü de zikir Olan kişi benim gibidir. Cevabını aldılar.
2 _ Şunu iyi bilmelidir ki, onu Allah görmekte ve yaptıklarını bilmektedir.
Yaptığı kötülükleri Allah'dan başkasından gizleyip de Allah'dan gizlememek Allah'ın murakabesini hiçe saymaktır. Cenab-ı Hakkın bu sıfatını bilmek ve ona göre hareket etmek, imanın verimli semerelerinden biridir..
Allah'ın; kendisini mürakebe ettiğini bildiği ve gördüğü halde, bile bile masiyete yaklaşan kimsenin cesaretine diyecek söz yok doğrusu!
Allanın, kendini (yaptıklarını) görmediğini zannederse küfre girmiş olur...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'HAKEM

el'HAKEM

Gerçek ve tam manasiyle hükmeden O'dur! Onun verdiği hükmü kimse bozamaz, (niçin böyle hüküm verdin diye?) O'na kimse soramaz.
O'nun kullan hakkında verdiği hükümlerdendir:
«Hakikaten insan için kendi çalıştığından başka (bir şey) yoktur. Hakikaten çalıştığı ileride görülecek..»
«İyiler hiç şüphesiz Naim (cennetin) de, kötüler ise elbette alevli ateştedirler..»
İyilik saadete, kötülük ise şakavete sebeb olur. Zehir ile ilâç gibi.. Biri öldürür, diğeri ölecek durumda olan hastalan iyileştirir.
Mademki hikmetin mânası, sebebleri düzenleyip müsebbebata yöneltmektir.
Öyleyse o, mutlak hikmet ve hüküm sahibidir. Zira özet olarak da ve tafsilatlı olarak da bütün sebebleri yaratan ve onlara yön veren O'dur!
Kaza ve kader de Allah'ın hükmünün birer neticeleridir.. (Yani bunlar da ilâhî hükümden meydana gelmişlerdir..)
Onun tedbiri, sebeblerin, müsebbebata tevcih edilmesi, yer, gökler, gezegenler ve diğer belirli zamana kadar hareket edecek eflâki tedvir etmesi babında bir esastır...
Kazası şu Ayette belirttiği gibidir: «Bu suretle onları, yedi gök olmak üzere iki günde vücûda getirdi. Her gökte ona ait emri vahyetti.»
Bu sebeblerin tevcihi, ondan doğacak Müsebbeblere doğru yavaş yavaş, belirli ölçülerde hareket ettirmektir.. İşte bu da O'nun kaderidir..
Demek ki, hüküm ilk küllî tedbir (göz açıp yumuncaya kadar zaman alan) ilk emirdir. Kaza; daimî ve küllî sebeblerin küllî olarak vazıdır, (konulmasıdır).
Kader ise; Küllî sebebleri, takdir ve hesab edilmiş hareketlerle, yine ne fazla ve ne de noksan olan, belirli bir ölçüde olan müsebbeblere doğru yöneltmekten ibarettir. Bu sebebledir ki, varlıkda (Kainatta) ceryan e-den hadisat hep onu kaza ve kaderiledir.. Bunu bir misalle anlatmağa çalışalım:
Belki namaz vakitlerini bildiren zaman sandığını görmüşsündür. Belki de görmemişindir. Sana anlatayım:
Bu sandığın yapılması için önce üstvâne (direk) şeklinde içinde biraz su bulunduran bir alet gerekmektedir. Suyun üstüne konulmuş başka içi boş bir aletin, de bulunması lâzımdır.
Bir tarafı bu alete diğer tarafı üstüvânın üstüne konmuş küçük bir kaba bağlı bir ip bulunacaktır. O küçük kapda bir yuvarlak top ve altında da tas bulunacak. Top düşünce, tasa (Kâseye) vuracak ve bir ses çıkaracak.
Sonra üstüvane dediğimiz aletin altından, belirli ölçüde azar azar su inmesi için bir delik açılacak. Su alçalmca, su yüzünde olan içi boş alet de alçaîacak. Bu suretle kendisine bağlı olan ipi çekecek topun bulunduğu aleti harekete geçirecek öylesine harekete geçirecek ki, topun tasa vurmasını sağlıyacak... Tasa düşecek ve «Tan!» diye ses çıkaracak... Her saatin sonunda bir düşecek. İki düşüş arası, suyu çıkış ve alçalışı ile hesablanıp takdir edilecek. Bu da tabii ki, suyun boşandığı deliğin genişliğini hesablamakla olacak ki bu ancak hesab yolu ile bilinir.
Suyun, belirli bir ölçüde inmesine bir sebeb olma
lıdır ki bu deliğin belirli genişlikte açılmasını sağlasın. Bu sayede suyun üstünün alçalması o ölçüye göre olur. O sayede içi boş aletin alçalması ve her iki tarafı hareket ettirecek ipin çekişi ölçülebilir.
İşte bütün bunlar çoğalıp azalmıyan bir ölçü dahilinde olmaktadır:
Topun tasa düşmesi diğer bir harekete sebeb oluyor, diğer hareket de üçüncü bir harekete sebeb oluyor..
Bunları acayip, ölçülü hareketler takip ediyor..
Bunun birinci sebebi suyun belirli miktarda inmesidir.
Şimdi şu anlattığımı bir düşünürsen. Bu sandığı icad eden kimsenin üç şeye muhtaç olduğunu anlamakta güçlük çekmiyeceksin:
1 — Tedbir: Arzu edilen şeyin meydana gelmesi için, alet ve sebeblerden nelerin icab ettiğini düşünmek. İşte bu, hükümdür!
2 — Bu sandığın esasını teşkil eden yukarda isimleri geçen aletleri edinmek. İşte buda Kazadır.
3 — Sonra bu âletleri yerli yerine koymak ve her âletin vazifesini yürürlüğe sokmak.. Bu suretle o âlet çalışır. Açılan delikten su dökülür, o su, suyun hareketini sağlar, o da su yüzünde olan içi boş âletin hareketini temin eder. O da ipin hareketini, ip de topun bulunduğu kabın hareketini, temin eder. Böylece top tasa düşer ve bir ses çıkarır. Bu ses halk tarafından duyulur, namaz vaktinin geldiğini anlarlar, namazlarına koşarlar. İşte bütün, bunlar, belirli ölçü dahilinde' olur. İşte buna (kader) denilir.
Bu misalimizi iyice anladıktan sonra, şimdi şunuda iyi anla:
Allah tarafından takdir edilmiş ve belirli bir ölçü verilmiş hâdiseler de böyledir. Bir santim ne ileri gider, ve ne de geri kalır, Allah nasıl takdir ve tayin etmiş ise öyle olur. Her şeyi belirli bir ölçüdedir.
Şurası da bir gerçektir ki, Allah işini bilmiş ve her şeye belirli bir ölçü vermiş de öyle yaratmıştır.
Gökler, felekler, yıldızlar, yer, deniz, hava ve kâinattaki o muazzam cisimler, tıpkı o âletler gibidir.
Bütün feleklerin, yıldızların, yerin, göklerin, güneş ve ayın hareketi bir hesaba bağlıdır. Tıpkı, suyun belirli bir ölçüde dökülmesini sağlayan delik gibi..
Güneş, ay ve yıldızlardaki hal ve hareketin, yeryüzünde bazı hâdiselere sebep olması yukanki misalde geçen su hareketinin, üstteki topun düşmesine sebep olması gibidir.
Gökteki varlıkların hareket etmesinden meydana gelen olaylar malûm..
Meselâ bugün çıplak gözle baktığımızda güneşin hareket edip doğuya gelmesiyle bütün dünya aydınlığa boğulmakta ve herkes işine gücüne gitmektedir. Batıya gidip batınca da her tarafı karanlık basmakta ve herkes evine çekilmektedir. Belirli bir menzilde olduğu zaman da havalar ısınmakta, meyveler olgunlaşmaktadır. Oradan başka yöne çekilince bu sefer, kış gelmekte soğuk artmaktadır.
Ortalara gidince bu defa da ilkbahar başlar, her tarafı yeşillik kaplar.
Bu bilinen şeyler.. Ya bilmediklerimiz?! Akıllara durgunluk, kalbe heyecan veren nice hâdisat vardır ki bilgimizin çok ötesine düşerler...
Mevsimlerin değişmesine ne dersin? (Tesadüf eseri midir?) Hayır; onlar da Allah'ın takdiri ile değişmektedirler. Onların değişmesindeki ölçü de belirlidir. Güneş ve Ay'ın hareketine bağlıdır
İşte âyet: «Güneş de, Ay da hcsabladır.» Yani onların hareketleri de belirli bir hesaba bağlıdır. (Öyle kendiliklerinden tesadüfi hareket etmezler...)
İşte bu takdirdir, (Kaderdir). Küllî sebeplerin vaz'ı ise Kaza, birinci tedbir ise Hükümdür...
İşte bütün işlerin böyle olmasında, Allah âdil bir hüküm ve hizmet sahibidir.
Nasıl ki, az evvel arzettiğimiz misaldeki âletler, yapıcısının, iradesi, dışına çıkamazlar, onun istediği gibi çalışırlarsa, işte kâinatta vukua gelen bütün hâdisat iyi-kötü, faydalı - zararlı ne varsa; bütün bunlar Allah'ın iradesi ile olmaktadır. Onun için sebeplerini iyi anla. (İşte onları bunun için yaratmıştır!) kavlinin mânası budur!
Allah'ın işlerini adî misallerle anlatmak güç bir şeydir..
Misaller, teşbih için verilir.. Öyleyse sen misali bırak, maksuda karşı uyanık ol, her türlü temsil ve teşbihden uzak dur.
TENBİH :
Yukarıdaki misalden, tedbir, kaza ve hüküm babında kulun faydalanacağı hususları anlamış bulunuyorsun. Bu, kolaydır. Asıl güç olan iş; nefisle mücadele etmek, din ve dünya İşlerini yoluna sokmak için gerekili olan isabetli hareketleri tayin etmektir.. Cenab-ı Hak, sırf nasıl hareket edeceklerini görmek için kullarını yeryüzüne, bunun için istihlâf etmiştir...
Dinî bakımdan kulun bundan istifade edeceği hakikat şudur:
Allah'ın dediği ve dilediği ne ise o olur. Kul buna böylece inanmalıdır.
Olan, vaktiyle ne takdir edilmiş ise odur. Mutlaka olacaktır. Bunun önlenmesi imkânsızdır.
Öyleyse üzüntü boşunadır. Kulun yapacağı şey, rızkını gayet vakar ve sükûnet içinde, endişeye kapılmadan, telâşa düşmeden aramasıdır.
Biz bu anlattıklarına göre, iki müşkülle karşı karşıya kalıyoruz:
1 — Üzüntü, neye boşuna olsun. O da diğerleri gibi mukadder değil midir? Madem ki mukadderdir, mutlaka olacaktır!
2 — Madem ezelde ne takdir edilmiş ise o oluyor, öyleyse çalışmak neden? diye sorarsan, cevabımız şöyledir:
Bizim üzüntü boşunadır, dememizden kasdımız o mukadder değildir anlamı taşımaz. Çünkü biz diyoruz ki, üzüntü makdur olan şey! önlemez. Çünkü olacak bir şeye üzülmek, serâpâ cehalettir. Çünkü olacak şeyi eğer olacaksa ondan kaçınmak ve ona karşı üzüntü duymak, onu önlemez. Bu henüz acı ile karşılaşmadan, acının geleceğinden korkmak gibi bir şeydir.. Olacak şey şayet mukadder değilse, o zaman üzülmenin hiç mânasıl kalmaz.. İşte bu iki cihetten üzüntünün boşuna olduğunu söylemiş olduk.
Çalışma meselesine gelince:
Bunun cevabını Peygamber Sallaîlâhü Aleyhi ve Sellemîn şu mübarek hadisi vermiştir:
«Çalışın, her biriniz kendisi için yaratılan şeye müesserdir.»
Bu hadisden şu kasdedilmiştir: Kendisine mutluluk takdir edilen kimseye bu mutluluk mutlaka bir sebebe mebni olarak takdir edilmiştir. O sebepleri elde etmek, kul için zor değildir: İtaat etmek suretiyle elde edebilir.
Kendisine bedbahtlık takdir edilen kişiye de bu, bir sebebe mebni olarak takdir edilmiştir ki o sebep hiç şüphe yok ki tembelliğidir.
Belki tembelliğine sebep şöyle bir düşünce olabilir: «Ben mutlu olacaksam, zaten çalışmaya lüzum yok, mutsuz olacaksam, zaten mutsuz olacağım ne diye çalışayım?»
Bu düşünce tarzı sakattır.. Çünkü böyle düşünen; bilmiyor mu ki, mutluluğu, ilim ve amel sayesinde gerçekleşiyor.. İlim ve ameli elde edemezse bilmelidi ki bu, onun mutsuz olmasının bariz bir alâmetidir..
Buna bir misal verelim:
Meselâ, imamet derecesinde bir fakıh olmak isteyen kişiye, «çalış, ilim tahsil et» denir. O da:
— Eğer Allah ezelde benim imamlığımı takdir etmiş ise çalışmama ne lüzum var? Yok eğer cahil olmamı takdir etmişse, zaten cahil olacağım, çalışmak bana ne gibi bir fayda sağlayabilir? diye mukabele eder.
— Sende bu fâsid fikir hâkim olduktan sonra mesele yok, zaten ezelde senin cehaletin takdir edilmiştir. Çünkü ezelde imamlığı takdir edilen kişi, —buna ancak sebeplerine tevessül etmekle ulaşılacağını bildiği için — esbaba tevessül eder ve üzerinden durmadan tembellik ve miskinlik telkin eden o yanlış düşünceyi atıverir...
Demek ki, çalışmayan imamet derecesine kati surette ulaşamamaktadır.
Çalışan ve sebeplerine tevessül eden kişinin ise, önüne bir engel çıkmadıkça, doğru yoldan yürüdükçe, mutlaka imamlık derecesine yükseleceğine katiyetle hükmedebiliriz..
İnsanoğlu şunu da iyi bilmelidir:
Kişi, saadete ancak selâmet bulmuş bir kalble vasıl olabilir.
Kalp selâmeti; nefsin tezkiye ve yetiştirilmesi çalışmakla elde edilir.
Evet, hükmü müşahede babında kullar derece derecedirler: Kimi işin sonunu düşünür, acaba nasıl olacak sonum diye.. Kimisi önünü acaba ezelde hakkımda ne takdir edildi, diye düşünür. Bu, bir öncekinden daha iyidir. Çünkü, işin sonu önüne, yani ezelde ne takdir edilmişse ona bağlıdır.
Kimisi de ne maziyi ve ne de geleceği düşünür: İşte bu anın adamıdır, Allah'ın kaza ve kaderine razı olmuştur. Allah tarafından ne gelirse gayet rahatlıkla onu kabul etmiştir.. Bu ise, önceki ikisinden daha iyidir. Kimisi de var ki: Ne hali, ne geçmişi, ve ne de istikbali düşünür. Kalbi ilâhî hükme gömülmüş ve devamlı şuhud halindedir... İşte en üstün derece budur...
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
" En güzel isimler O'nundur (Allah'ındır) "

( Haşr Suresi - 24 )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'ADL

el'ADL

Bunun mânası âdil (Adalet sahibi) demektir.
Adalet sahibi demek, kimseye zulüm etmeyen, yaptığı işi âdil yapan, verdiği hükümde adaletten ayrılmayan demektir..
Adil, ancak adaleti ile tanınır. Adalet ise yapılan, işte tecelli eder.
Allah hakkında bu vasfı anlamak isteyenin, her şeyden önce yedi kat gökten al da, tâ yerin dibine kadar olan varlıklarda cereyan eden Allah'ın işlerini iyice bilmesi gerekir.
Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkatta hiç bir kusur göremeyince, tekrar bakar yine kusur göremez, yine bakar bu sefer yine kusur göremez. Çünkü Allah'ın güzel ve noksansız yarattığı kâinatın, göz kamaştırıcı nizam ve intizam içinde olduğunu görünce âdeta şaşkına uğrar, ne yapacağını, ne diyeceğini bilmez bir hale gelir.. Ancak o anda Allah'ın adaletinin bir çok anlamlarından belki bir kaçını anlamış olur..
(Allah), mevcudatı, ruhanî ve cismanî olmak üzere başlıca iki kısımda yaratmıştır. Yarattığı yaratıkların hakkını tam mânasıyle vermiş, yerli yerine yerleştirmiştir. O, bu itibarla cevad (son derece cömert) olmuştur. Sonra onları gayet güzel ve göz alıcı bir şekilde tertip ve tanzim etmiştir. İşte bu itibarla da O, âdil (adalet sahibi) olmuştur...
Yer, su, hava gökler, yıldızlar, kainatın büyük cisimlerinden sayılırlar.
Allah, bunları yaratmış ve gayet mükemmel bir şekilde nizam ve intizama sokmuştur.. Yeri (toprağı) en alta koymuş, onun üzerine de suyu koymuş, suyun üzerine de havayı, havanın üzerine ise gökleri yerleştirmiştir. Bu tertip tersine olsaydı dünyanın nizamı altüst olurdu. Bunun izahı herhalde biraz güç olacak; onun için halk (Avam) seviyesine inelim, de şöyle izaha çalışalım:
Kişi önce kendi bedenine'baksın: O beden, tıpkı kâinatın çeşitli cisimlerden meydana geldiği gibi,çeşitli azalardan meydana gelmiştir. Meselâ insan vücûdu, kemik, et ve deriden teşekkül etmiştir. .
Allah evvelâ kemikleri yaratmış ve ona et giydirmiştir, sonra cildi (Deriyi) ete giydirmiştir. Bu, böyle olmayıp da tersi olsaydı ne olurdu? İnsan vücûdunda görünen şu muazzam nizam ve intizam kalır mıydı?
Bu misali anlamakta güçlük çekiyorsan sana bir misal daha vereyim:
İnsan için çeşitli azalar yaratılmıştır. El, ayak, göz, burun ve kulak v.s.
Cenab-ı Hak bu azalan yaratmakla Cevab (son deece cömert) olmuş, ve bunları yerli yerine koyup yerleştirmekle de son derece adil olmuştur. Çünkü O, gözü bedenin en münasip yerine koymuştur. Eğer onu kafanın üstüne veyahut ayağın üstüne yada elinin üstüne veyahut başının tepesine koysaydı, çok çirkin bir manzara arz ederdi ve devamlı olarak tehlikeye maruz kalırdı.
Elleri de omuzlara asmıştır. Ya onları kafada, yahut dizlerin üstünde yaratsaydı, arz edeceği çirkinlik yüzünden ona bakılabilir miydi?..
Havassı Hamseyi (beş duyuyu) da başta yaratmıştır. Çünkü bunların her birerleri casusluk vazifesini görürler, Bunlar üstte değil de yanda veyahut alt kısımda yaratılmış olsalardı bir şeye yararmıydılar?.. Her azayı böyle şerh edecek olursak konu uzar. Onun için şuna dikkatini çekerim: Allah her azayı yerli yerine yaratmıştır. Eğer yerli yerine değilde, biraz sağda veya solda, aşağıda veyahut yukarıda yaratılmış 'olsaydı, yetersiz, yahut boş, veya da çirkin olurdu.. Hattâ bakılmıyacak kadar kötü bir manzara arz ederdi.
Burunu görmüyor musun: yüzün tam ortasında yaratılmıştır. Ya başta veyahut alında, yahut da yanakta yaratılmış olsaydı nasıl olurdu acaba?. Ondan Eklenilen faydayı verebilir miydi?.
Allahın hikmetini idrak etmeye biraz daha gayret edebilirsin: Bak güneşi dördüncü kat gökte yarattığı zaman, beyhude yaratmamıştır. Çünkü O, bütün gökler arasında bir vasıtadır.. Onu gerçekten tam yerinde yaratmıştır... Lâkin ne var ki sen onun hikmetini anlayamıyorsun! Çünkü Semavat ve yer hakkında pek az tefekküre sahihsin! Eğer onlara, hakkıyla bakabilsen,'onlarda görecek olduğun acayip ve garalplikler, bedeninde gördüklerini unutturur.
Ah keşke kendi şahsında bulunan hikmetleri anlamayı tamamlasaydın da Afak-ı Semaya bakabilseydin! İşte o zaman şu ayetin sırrına mazhar olanlardan olurdun: «Gerek âfakda, gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz.»
Sonra, sen nerde, şu ayeti kerimenin sırrına nail olmuş kişi nerde: «Biz İbrahimin, kesin ilme erenlerden İması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylece gösteriyorduk.
Bütün emeli ve gayesi dünya olan, hırsın koleleşlirdiği kişiye, gök kapıları açılır mı hiç?..
O. ismi öğretecek başlıca yolu anlatan bir işaretten ibarettir. Tam mânayı açıklayanak olursak cildlerle kitab yazmak gerekir.
Bütün isimlerin mânaları da böyledir. - Onlar da öyle izah ve şerh edilir. - Çünkü isimler, fiillerden türediği için, fiiller anlaşılmadan izah edilemez! Allah'ın varlıktaki efâli tam mânasiyle bilinmeden isimleri tam mânasiyle anlatılamaz. Çünkü Allah fiilleri sonsuzdur!
Ama mücmel olarak, kul bu isimlerin mânalarını bilebilir. Bilgisine göre de bu isimlerden nasibini alır. Bu uzun uzun bahs edilmesi gereken bir mevzudur. Bu kitabın gayesi ise, sadece kişiye bir anahtar vermektir..
Cenab-ı Hak'kın bu isminden kulun istifade edebileceği husus şudur:
Herşeyden önce Kul, şehvet ve gadabını, akıl ve dine hizmetçi etmelidir. Eğer aklını, şehvet ve öfkesine esir edip de onların (Şehvet ve öfkesinin) dediğini yaparsa, adaletten ayrılmış ve kendi nefsine zulmetmiş olur.
Bu kendi nefsi hakkında riayet etmesi gereken bir adalet anlayışıdır.
Tafsilâta gelince: Şeri Şerifin çizdiği hududları aşmamakla adalete riayet etmiş sayılır. Şayet İlahî hududları aşarsa, hemcinsine karşı haksızlık ederse, o takdirde adaletten ayrılmış ve zûlm etmiş demektir..
Sahibi bulunduğu her azaya karşı adaletine gelince; onları yerli yerinde yani Allah'ın emr ettiği şekilde kullanmaktır!
Eğer söz sahibi bir kimse ise,, çoluk çocuğuna ve balkına karşı nasıl davranması icab ettiği meydandadır,
Çokları zanneder ki, zülüm başkalarına eziyet etmekten; adaletse başkalarına yardım elmek ve onlara iyi davranmaktan ibarettir.. Oysa durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Çünkü bir melik (idareci), silâh, para,kitab tan meydana gelen mallarını taksim ederken, bütün paraları zenginlere, kitabları askerlere, silâhları da alimlere verse, belki böyle yapmakla faydalı bir iş yapmış olur, Lâkin verdiği şeyler yerini bulmadığı için, yani taksimatı icab ettiği şekilde yerli yerine yapmadığı için adaletten ayrılmış olur.
Bunun tersi, hastalara acı ilâçları vermekle iyileştirir, canileri de bir ceza vermek suretiyle öldürürse onlara belki eziyet etmiş olur. Fakat adaleti de yerine getirmiş olur. Çünkü yaptığı işler haksız değil, bilâkis Hakkın ve adaletin gerektirdiği işlerdir..
Din yönünden. kulun bundan istifade edebileceği hususa gelince:
Herşeyden önce kulun, Allah'ın, yaptığı bütün işlerde, hükümlerinde, emir ve yasaklarında adil olduğuna inanması gerekir. Allah'ın emirleri, ister kendi isteklerine uygun, ister uymasın. İster kendi menfaatleriyle bağdaşsın, ister bağdaşmasın.. Allah mademki emretmiştir, doğrudur. Onun emrini yerine getirmesi lâzımdır. Madem ki yasak etmiştir yine doğrudur onun yasaklarından uzak durması lâzımdır..
Allah'ın emrine sarılmazsa, mutlaka zarara girmiş olur. Çünkü o, Allah kadar bilemez. Onu, Rabbi kendisinden daha iyi bilir.
Nitekim kanının alınması gerekli olan bir hasta, «acıya dayanamam» diyerek kan aldırmaktan imtina ederse, bu acıdan daha büyük zararlara girmiş olur..
İşte kulun, Allah'ın yaptığı bütün işlerde haklı ve adaletli olduğunu bilmesi ve buna böyle inanması gerekir.
Çünkü iman, inkârı kökten keser, zahiren bütün itirazları süpürüp atar..
Kişi, zaman ve feleğe kabahat yüklememekle mükelleftir. (İşte ne yapalım bu yaptıklarımız zaman icabı.. Zalim felek geldi de bizi mi buldu?) gibi sözlerle zamanı ve feleği suçlamak - ki bu zamandaki insanlarını ekserisinin yaptıkları gibi-bir cehalet örneğinden başka bir şey değildir. Kul şunu iyi bilmeli ve aklına koymalıdır ki, herşey bir sebebe bağlıdır. O şekilde tertiplenmiştir. Allah tarafından nasıl tertip edilmiş ise öylece vuku bulmaktadır.
Allah'ın tertibinde haksızlık olamaz, Allahın her dediği doğru ve her yaptığı da adildir!..
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
" En güzel isimler Allah'a mahsustur. O'na bu güzel isimlerle dua edin. "
( A'râf Suresi - 180 )
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'LÂTİF

el'LÂTİF

Bu isme ancak, maslahat ve menfaatlerin gizli tasarruflarını, herkesin anlayamayacağı inceliklerini bilen ve o menfaatleri yumuşak bir eda ile hak edenlere ulaştıran müstahak olur. Fiilde rıfk (yumuşaklık), ilimde lütuf bulunursa işte lütfün mânası tamamlanmış olur. Gerek fiil ve gerekse ilimde bunun kemâli (Mükemmel olması) ancak Allah için mevzubahis olabilir.
İnceliklere, ince olandan daha ince olan şeylere Allah'ın vukufu bilinen bir şeydir. İzaha lüzum yok... Gizli ve kapalı olan hususlar, O'na göre apaçık meydanda olan hususlar gibidir. Arada en ufak bir fark yoktur.
Yaptığı işlerdeki rıfkı ve lütfuna gelince, bu da sonsuzdur. Allah'ın ef'aldeki rıfk ve lütfûnu ancak, Allah'ın yaptığı işleri tam mânasıyle bilen kişi bilir. Bizde o bilgi nerede?.
Cenab-ı Hakk'ın bu isminin (Lâtif İsm-i Celîl'inin) mânasını kul, yukarıda arz ettiğimiz gibi, ancak bilgisi miktarınca anlayabilir..
Bunun izah ve şerhi de hayli vaktimizi alacağı gibi, büyük ciltli kitaplara da sığdıramayız. Onun için bazı mühim yerlerine işaret etmekle yetineceğiz:
Allah'ın lütûflarından birisi de, anne karnında Çocuğu karanlıklarda yaratması, onu (bir zarar gelmeden) hıfz etmesi, doğuncaya kadar, gıdasını göbeği vasıtasıyle almasını temin etmesi, doğduktan sonra ağzı ile yemesini öğretmesidir. Ona o ilhamı vermeseydi çocuk doğar doğmaz annesinin memesini emmeyi nasıl ve nereden bilecekti?..
Çocuk gecenin zifirî karanlığında doğsa bile yine memenin yerini bulup emer.
Kuluçkadan yeni çıkan civcive yerden taneleri toplama ve yeme kabiliyetini kim ihsan etmiştir!
Belirli bir zamana kadar, rahatça meme emebilmesi için, yavrunun ağzını dişsiz yaratan, sonra rahatça yemek yiyebilmek ve yediğini serbestçe öğütebilmek için inci gibi dişleri ona takan kimdir? (Bunlar hep Allah'ın birer lûtfu ve ihsanı değil de nedir?)
Ağızdaki dişlerin taksimatına dikkat ettiniz mi hiç?
Bazıları, rahatça öğütebilmek için geniş, kimisi kırmak için azı olarak, kimisi de kesmek için sert ve keskin olarak yaratılmıştır! (Bunlar kimin lûtfudur?)
En büyük gayesi konuşmak olan dilin bile. yemekteki faydası akla durgunluk verecek niteliktedir.
Ağzımıza aldığımız tek bir lokmayı inceleyecek olursak, onu ne kadar rahatlıkla aldığımız hemen anlaşılır. Ya onun meydana gelmesindeki çalışmalar: O, önce ekilmiş, sonra biçilmiş, daha sonra öğütülmüş, pişirilmiştir..
Bunlar zor şeyler değil mi? Ya yemesi? (İşte bunda bile Allah'ın lûtfunu görmek güç değildir!..)
Demek ki, Allah, tedbir ve takdir bakımından Hâdm (Her şeyi yerli yerine yaratan mutlak hikmet ve hüküm sahibi olan), onları meydana getirme yönünden Cevat (ziyadesiyle cömert), onları tertip etme bakımından Musavvir (şekillendirici), her şeyi yerli yerine koyması cihetinden Adl (Âdil), nfk ve mülâyemetin en ince cihetlerini terk etmeksizin kullarına lütûfda bulunması bakımından da Lâtif'dir!..
Allah'ın ef'alini tam mânasıyle bilmeyen insanoğlu, bu isimlerin mânalarını hakkıyle nasıl bilebilir?
Allah'ın kullarına karşı lütûflarından birisi de; onlara, güç ve takat getirmedikleri herhangi bir vazifeyi tahmil etmemesidir.
Yine Allah'ın lûtfu icabıdır: Kısa bir ömür içinde onlara ebedî saadeti elde etmek imkânına kavuşturmuştur..
Tertemiz ve taptaze süt, çok değerli ve kıymetli cevherler, bal ve ipek gibi insanların faydalandıkları şeyler nereden gelmiştir düşündünüz mü?
Ya insanın, tiksinti duyulan bir nutfeden meydana gelişine ne buyurulur? Mebdei bu olan insanoğlunun, ilim, marifetle teçhiz edilmesi, emanetin ona tahmil edilmesi, semavat ve melekûtunun ona gösterilmesindeki sır ve hikmet, gerçek mânada düşünülüp incelenirse, bütün bunların Allah'ın sayılmayacak kadar çok olan eltaf-ı Sübhanisinin birer parçası olduklarını anlamakta (doğru söyleyin!) güçlük çekilir mi?
TENBİH :
Bu isimden kul şunu elde edebilir:
Allah yoluna çağırırken, Allah kullarına, karşı gayet yumuşak davranır, onlara karşı şiddet tavırları takınmaz, taassup yolunu seçerek onlan rencide etmez, hakkı kabul ettirme, doğru olana ikna etme usullerinin en iyisini seçer.
Lütuf usullerinin en iyisi, salih amel, Allah'ın rızasına uygun hareketlerle, tam bir ihlâs içinde Hakk'a koşmaktır.. Bu, süslü lâfızlar söylemek ve lâf ebeliğini yapmaktan daha iyi ve daha tesirlidir!..
 

torressa

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 Tem 2009
Mesajlar
923
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Allah razı olsun senden kardeşim güzel bir yazı sunmuşsun
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el-HABİR

el-HABİR

O, öyle bir varlıktır ki, en gizli haberler bile, O'nun malûmu olur. Yerlerde, göklerde olup bitenlerden haberdardır.
Hareket eden veya hareketsiz duran (giden, gelen) her şeyden O'nun haberi vardır. Bu itibarla Allah'ın bu ismi aynı Alim (ziyadesiyle bilen) mânasında olmuş olur. Ancak şu farkla: İlim, gizli ve bâtınî şeylere izafe edildiğinde o ilme Hibre (Haberdar olma), sahibine de Habir (Tam mânasıyle haberdar) denilir..
TENBÎH :
Kulun bundan hazzı şu olabilir: Kul kendi âleminde cereyan edenleri bilmelidir.
Kulun kendi dünyası hiç şüphe yok ki, kalbi ile bedenidir.
Kalpte çöreklenen gizli şeyler de; kin, hıyanet, dış, dünyaya karşı aşırı temayül, kötüyü gizlemek, iyiyi de sırf gösteriş için izhar etmek gibi köksüz İlişlerdir.. İşte kendini bilen ve kendi iç dünyasından haberdar olan, kişi, iç âleminde cereyan edenlerden haberdar olur ve ona göre kollarını sıvar da olanca gücü ile o hislerle mücadele eder. Sırtlarını yere getirinceye kadar bu mücadeleyi elden bırakmaz.
Bu suretle o kul, bu isme lâyık olur.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
el'HALÎM

el'HALÎM

O, kullarının isyanını, onların kendi emrine muhalif olan davranışlarını görür, bilir de öfkeye kapılıp hemen onları cezalandırmaya kalkışmaz. Onları yerden yere çarpmaya iktidarı olduğu halde onlara karşı Halım olur. Yoksa, insanları ma'siyetlerinden dolayı cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden bir tek canlı varlık bırakmazdı. «Eğer Allah, insanları kazandıkları (günahlar) yüzünden (hemen) muahaza etseydi, (yerin) sırtında hiç bir canh mahlûk bırakmazdı.»
TENBİH :
Kulun bu isimden istifade edeceği şey meydanda..-Hilim, kulun en güzel huylanndandır. Onun için genişçe izahına lüzum yoktur...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt