Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ebced Hesabı (8 Kullanıcı)

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Selamün Aleyküm,

1.Daha önceleri arap şairleri kendi şiirlerinde ebced hesabına dayanan bir usul ile yazarlardı.Bu şiirlerde ebced hesabı yaptıklarında ya kendi doğum tarihleri yada özel bir şeyi temsil eden tarihler çıkardı ve bu hesap bir çok alanda kullanılmakta idi.

2.Ebced hesabı sonuçta insanların aklına dayanan bir metoddan ibarettir.

Bu akla dayanan hesabı yani kaynağı vahiy değil ilham değil,Yüce mushafdaki ayetlere uygulayarak bir sonuç elde edilmeye çalışmışlar ve buna delil olarak hadis yada ayet kaynak gösterilmeye çalışılmış

Örneğin Allah her şeyi adetçe belirleyip saymıştır" (Cin, 28) ayetini delil sayıyorlar.Soruyorum sizce Allah'ın her şeyi sayıp bilmesi ile ebced hesabı birmidir ?

(ENBİYÂ suresi 5. ayet) «Hayır, dediler, (bunlar) saçma sapan rüyalardır; bilakis onu kendisi uydurmuştur; belki de o, şairdir. (Eğer öyle değilse) bize hemen, öncekilere gönderilenin benzeri bir âyet getirsin.»
(ŞUARA suresi 224. ayet) Şairler(e gelince), onlara da sapıklar uyarlar.
(SÂFFÂT suresi 36. ayet) «Mecnun bir şair için biz tanrılarımızı bırakacak mıyız?» derlerdi.
(TÛR suresi 30. ayet) Yoksa onlar: (O,) bir şairdir; onun, zamanın felâketlerine uğramasını bekliyoruz mu diyorlar?


(HÂKKA suresi 41. ayet) Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!

Evet Yüce Rahman bu ayeti kerimede bu sözlerin bir şaire ait olmadığı söylüyor.Halbuki birinci maddede belirttiğimiz gibi şairler ebced hesabını kullanıyorlardı sizce Haşa Yüce Gaffur sizce ebced hesabınımı kullanmıştır?

Eğer bizlerde ebced hesabını ayetlere uygulayıp bir şeyler çıkarmaya çalışmamız bile bu ayetlerin sanki bir şaire ait olduğunu kabul etmiş gibi bir davranış sergilemiş olmazmıyız..Çünkü ebced hesabını insanlar kullanıyordu sizce Yüce Zülcelal ebced hesabınımı kullanmıştır ?

Yüce Allah haydi buyrun ayetlerimizin bir benzeri getirin eğer getiremez iseniz cehenneme atacağım diyor ve cinleride dahil ediyor.

Yüce Allah Kuranda şöyle buyurmuştur.Biz bu kitapta açıklamadık hiç bir şey bırakmadık.

Bazı alimler ebced hesabı kullanarak Hz.Mehdinin geleceği yılı hesap etmişler.Halbuki Yüce Peygamberimiz bunun alametlerini hadisler ile bize bildirmiştir.Ama bakıyoruz ki efendimizin bu sözlerinde ebced hesabı yok ama alimlerimiz her neense bir ebced hesabı yapmışlar ve Hz.Mehsi a.s nin geleceği yılı hesaplamaya çalışmışlar.

Bir ayeti kerimede şöyle buyrulur.' Ey iman edenler peygamberin önüne geçmeyin'

Hani deseler ki bize ilham olan budur bizim buna itirazımız olmaz.

Her şeyin doğrusunu bilen Allah'a hamd ve senal olsun.

Slm ve Dua ile..
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
İslamda fala bakmak yoktur


EBCED nedir?

Hz. Ali (ra) bir gün ,Resulullah (sav) Efendimize (sav) EBCED HEVEZ HUTTİ kelimelerin ifade ettiği manaları sormuştur. Hem de onların sonuna kadar..

Resulullah (sav) buyurmuştur :

-" Ya Ali Ebced tefsiri biliyor musun?
Elif Allahın ,ismidir .Allah manasındadır
Ba Allahın ,ismidir Bari manasını anlatır
Cim Allahın ,ismidir Celil manasını ifade eder"
Böylece Resulullah (sav) Efendimiz onları sonuna kadar saymıştır


İmam-ı Ahmed kesin olarak karar verdi ki : hece harfleri kadimdir yaradılmış değildir . Nisabur ve Cürcana yazdığı mektubunda şöyle anlattı :

-Bir kimse ,hece harflerin sonradan olduğunu söyler ise o kafir olur.
Bir kimse onların mahluk olduklarına hüküm verir ise Kuranı da mahluk sayar.
Bir gün İmamı Ahmede şöyle söylendi :
-Falan kimse diyor ki :
Allahü Teala harfleri yarattığı gün lam büküldü Elif ise dik durdu ve şöyle dedi bana emir verilinceye kadar secde etmem..
Bunun üzerine İmamı Ahmed şöyle dedi :
-bunu diyen kimse küfre girmiştir

İmamı şafi (ra) derki :
Harflerin sonradan yaratılmış olduklarına kail olmayınız . Zira yahudiler ilk başta bununla helake girdiler
Her kim harflerin yaratılmış ve sonradan olmuş kabul eder ise...Kuranın da sonradan yaratılmış olduğunu kabul etmiş olur.
Zira onların Kuranda kadim olduğu söylendiği zaman : gerekir ki : Kurandan başka yerlerde de kadim olalar..Zira birşeyin ,bir yerde kadim olması ,aynıyla bir başka yerde sonradan yaratılmış olması caiz görülen bir şey değildir.
Bir kimse derse ki :
-Bunlar Kuranda sonradan olmuş şeylerdir ...
Bunun bu sözü geçersizdir .Çünkü bunların Kuranda kadim olduğu yolunda deliller geçti. Hemde kesin olarak ..

Kuranda o şekilde sabit olunca ...başka yerlerde de öyle olur
şayet derlerse ki :

-Bu söz bütün konuşulan sözlerin kadim olmasını gerektirir .
bunun için kısadan şöyle denir :
-bir söz ki Kuran hakkında söylenmez ..Y.ne gerekir ki : o söz hece harfleri hakkında da söylenmeye...

Günyet'u-Talbin Abdülkadir Geylani (ks)
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Teşekkür

Teşekkür

Değerli Kardeşim Selamün Aleyküm,

Ya Ali Ebced tefsiri biliyor musun?
Elif Allahın ,ismidir .Allah manasındadır
Ba Allahın ,ismidir Bari manasını anlatır
Cim Allahın ,ismidir Celil manasını ifade eder"

Bu örnek verdiğin hadisi hiç görmemiştim malum binlerce hadis var elhamdülillah..
Bak ne güzel herşeyde bir hayır vardır bu hadis ile ben çok bahtiyar oldum.Neden mi?

Bir ara Suretül-Bakarada bulunan mukatta harfleri yani elif,lam,mim harflerinin ne olduğunu düşünmüştüm bulamamıştım.Sonra vazgeçtim düşünmekten çünkü aklım fikrim almadı bir türlü bunda bir sır ve hikmet vardır dedim bıraktım..

Ama bir gün birden bu harfler Allah'ın izni ile birden aklıma ilka oldu yada ilham oldu ve şu şekilde idi..

Elif:Tek olan Allah (C.C.)
Lam:La ilahe illallah
Mim:Hz.Muhammed mustafa (s.a.v)

Yani birleştirirsen şehadet kelimesi ortaya çıkıyor Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu en la Muhammedun Rasullululah..

İşte verdiği bu hadis örneği ile ben bu yüzden bahtiyar oldum Allah senden razı olsun güzel kardeşim Allah gayretlerini boşa çıkarmasın..



Evet bana ilham bu şekilde idi..Ama ben bunu kime anlatabilirim ki.. ama olsun biz söyleyelim bizden vebal kalksın..

Slm ve Dua ile..


نعىمة;667186' Alıntı:
İslamda fala bakmak yoktur


EBCED nedir?

Hz. Ali (ra) bir gün ,Resulullah (sav) Efendimize (sav) EBCED HEVEZ HUTTİ kelimelerin ifade ettiği manaları sormuştur. Hem de onların sonuna kadar..

Resulullah (sav) buyurmuştur :

-" Ya Ali Ebced tefsiri biliyor musun?
Elif Allahın ,ismidir .Allah manasındadır
Ba Allahın ,ismidir Bari manasını anlatır
Cim Allahın ,ismidir Celil manasını ifade eder"
Böylece Resulullah (sav) Efendimiz onları sonuna kadar saymıştır


İmam-ı Ahmed kesin olarak karar verdi ki : hece harfleri kadimdir yaradılmış değildir . Nisabur ve Cürcana yazdığı mektubunda şöyle anlattı :

-Bir kimse ,hece harflerin sonradan olduğunu söyler ise o kafir olur.
Bir kimse onların mahluk olduklarına hüküm verir ise Kuranı da mahluk sayar.
Bir gün İmamı Ahmede şöyle söylendi :
-Falan kimse diyor ki :
Allahü Teala harfleri yarattığı gün lam büküldü Elif ise dik durdu ve şöyle dedi bana emir verilinceye kadar secde etmem..
Bunun üzerine İmamı Ahmed şöyle dedi :
-bunu diyen kimse küfre girmiştir

İmamı şafi (ra) derki :
Harflerin sonradan yaratılmış olduklarına kail olmayınız . Zira yahudiler ilk başta bununla helake girdiler
Her kim harflerin yaratılmış ve sonradan olmuş kabul eder ise...Kuranın da sonradan yaratılmış olduğunu kabul etmiş olur.
Zira onların Kuranda kadim olduğu söylendiği zaman : gerekir ki : Kurandan başka yerlerde de kadim olalar..Zira birşeyin ,bir yerde kadim olması ,aynıyla bir başka yerde sonradan yaratılmış olması caiz görülen bir şey değildir.
Bir kimse derse ki :
-Bunlar Kuranda sonradan olmuş şeylerdir ...
Bunun bu sözü geçersizdir .Çünkü bunların Kuranda kadim olduğu yolunda deliller geçti. Hemde kesin olarak ..

Kuranda o şekilde sabit olunca ...başka yerlerde de öyle olur
şayet derlerse ki :

-Bu söz bütün konuşulan sözlerin kadim olmasını gerektirir .
bunun için kısadan şöyle denir :
-bir söz ki Kuran hakkında söylenmez ..Y.ne gerekir ki : o söz hece harfleri hakkında da söylenmeye...

Günyet'u-Talbin Abdülkadir Geylani (ks)
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Değerli Kardeşim Selamün Aleyküm,

Ya Ali Ebced tefsiri biliyor musun?
Elif Allahın ,ismidir .Allah manasındadır
Ba Allahın ,ismidir Bari manasını anlatır
Cim Allahın ,ismidir Celil manasını ifade eder"

Bu örnek verdiğin hadisi hiç görmemiştim malum binlerce hadis var elhamdülillah..
Bak ne güzel herşeyde bir hayır vardır bu hadis ile ben çok bahtiyar oldum.Neden mi?

Bir ara Suretül-Bakarada bulunan mukatta harfleri yani elif,lam,mim harflerinin ne olduğunu düşünmüştüm bulamamıştım.Sonra vazgeçtim düşünmekten çünkü aklım fikrim almadı bir türlü bunda bir sır ve hikmet vardır dedim bıraktım..

Ama bir gün birden bu harfler Allah'ın izni ile birden aklıma ilka oldu yada ilham oldu ve şu şekilde idi..

Elif:Tek olan Allah (C.C.)
Lam:La ilahe illallah
Mim:Hz.Muhammed mustafa (s.a.v)

Yani birleştirirsen şehadet kelimesi ortaya çıkıyor Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu en la Muhammedun Rasullululah..

İşte verdiği bu hadis örneği ile ben bu yüzden bahtiyar oldum Allah senden razı olsun güzel kardeşim Allah gayretlerini boşa çıkarmasın..



Evet bana ilham bu şekilde idi..Ama ben bunu kime anlatabilirim ki.. ama olsun biz söyleyelim bizden vebal kalksın..

Slm ve Dua ile..


ve aleyküm selam, bunlar sadece şahsi zannlarınızdır. Hz. Muhammed (sav) Allahın yetkili Elçisi idi söylediği her sözü haktı . bizler -haşa- Peygamber değiliz..basit kullarız . Hiç bir Allah dostu kendi ilhamlarını dinde delil göstermez!
Ayetleri tefsir edecek yetkimiz yok. Kuranı kendi reyiyle anlatanın durumu bellidir . Hadiste müjdeliyor.
Bu müctehidlerin işidir -ki gereken ictihad çoktan yapılmıştır - bize sadece yaşamak kalır . Ehli Sünnetin 4 Mezheb İmamları gereken ictihadı : İCMA VE KIYASI yapmışlardır . İmam Meliki, İmam Şafii, İmam Hanbeli, İmamımız Ebu Hanife.
Üstüne söylenecek birşey bırakmamışlardır. Hiç biri de İLHAM yolu ile hareket etmemiştir!

İLHAM ibadette olur. İTTİKADTA OLMAZ! İLHAM DELİL KABUL EDİLMEZ. BİR KERE İLHAMIN RAHMANİ Mİ ŞEYTANİ Mİ OLDUĞU BELLİ DEĞİL...
İTTİKADTA ESAS OLAN HAKİKATTIR : KURAN VE SÜNNETTİR. Ve bunlara dayanan /izah eden SAHİH İCMA VE KIYASTIR..
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Değerli Kardeşim نعىمة,

Arapçam yok ama niciniz heralde nimet anlamına geliyor.Ancak bu kadar çevirebildim.Doğrusunu siz yazarsınız.

Sizin için bir makale ekleyeceğim biraz uzun bu yüzden ikiye bölüp vereceğim.Sabırla okumanızı rica ederim.

Slm ve Dua ile..

Kur'ân-ı Kerîm'de bu ilim hakkında "bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir
ilim" mânâsına gelen "
مِنْ
لَدُنَّا عِلْمَا " 1 ifâdesi kullanılmıştır.
"Ledünnî ilim" tâbiri de buradan gelir.


Esâsen, Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e
bildirdiği hakîkatler, üç kategori teşkil eder. Bunların birinci kategorisindeki
gerçekler, ancak nûr-i nübüvvetle idrâk olunabildiğinden, bunlar, Allâh Teâlâ
ile O'nun yüce Peygamberi arasında bir sır olarak kalmıştır. Böyle gerçekleri
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından hiç kimseye ifşâ
etmemiştir.



Allâh Teâlâ ile Rasûlü arasında böyle ifşâsı câiz ve mümkün olmayan, ifşâ
edilse bile anlaşılma imkânı bulunmayan gerçeklerin mevcûdiyeti, bâzı hadîs-i
şerîflerin mazmûnundan anlaşılmaktadır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi
ve sellem- ashâbına:


"Şâyet bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız." (Buhârî, Küsûf,
2; Müslim, Salât, 112) buyurmuştur.


Diğer bir hadîs-i şerîfte de:


"Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne
de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz." (Münâvî, Feyzü'l-Kadir, IV,
buyurmuştur.


Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e
bildirdiği ikinci grup bir hakîkatler manzumesi de vardır ki bunlar, ancak aklen
ve rûhen yükselmiş, "havâs" veya "havâssü'l-havâs" 2


tâbir olunan ehil ve istîdâdlı zevât tarafından -doğru olarak- kavranabilir. Bu
kategorideki gerçekleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı büyük sahâbeye nakletmiş olduğu
tarihî bir gerçektir. Bunların sadırdan sadıra intikâli, bir an'anedir. Zîrâ,
satıra geçtiği takdîrde ehil olmayanların da bunlara muttalî olmak ve -yanlış
anlamaları sebebiyle- hatâya sürüklenmek ihtimalleri mevcuddur. Bununla birlikte
kişinin bu hususta kalbî istîdâd ve iktidârı kadar mes'ûliyeti vardır. Kul,
kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmek mecbûriyetindedir.


Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e
bildirdiği hakîkatlerin üçüncü grubunu teşkîl edenler ise, şer'î gerçeklerdir.
Bu kategorideki bilgiler hakkında, bütün insanlık âleminin, îmân ve amel
mükellefiyeti vardır. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak bu hükümleri asgarî seviyedeki
kullarını da dikkate alarak, onların da tâkat getirebileceği bir şekilde takdîr
etmiştir. Bunlar, herkese lâzımdır ve umûmun mükellefiyetini tâyin sebebine
binâen, âleme ilân olunmuştur.


Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman
kıyâmete kadar olacak hâdiseler husûsunda îzâhlarda bulunur, ancak ashâbın pek
çoğu bunları lâyıkıyla kavrayamazdı. Bir kısmı da unutup giderdi.


Ancak yukarıda ifâde etmiş olduğumuz gibi bazı ehil kişilere anlaşılması güç
birtakım hakîkatleri haber verdiği ve bunların pek çoğunun da sırf sadırdan
sadıra intikal ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlar, umûma lâzım olmadığı gibi,
pek çok kimsenin idrâk ve ihâtasını aşan gerçeklerdir. İstîdatlılar arasında
böyle bilgilerin teselsülünün, herkese hitâb sûretiyle değil, çoğu kez sadırdan
sadıra, yâni ehil bir ferdden, diğer bir ehil ferde intikâl sûretiyle
gerçekleştiği târihî bir an'anedir.


Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali'ye ilâveten sahâbeden İbn-i Mes'ûd, Ebû
Hureyre, Muaz bin Cebel ve Haris bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- de bu husûsî ilme
âit bâzı sırlara mazhar olanlardandır.



______________________


1.Bkz. Kehf Sûresi, 65. âyet-i kerîme.



2.Havâs: Seçkin muttakî kullar. Havâssü'l-Havâs:
Seçkinlerin de seçkini olanlar.


Allâh
Teâlâ, kendisinden hakkıyla
ittikâ eden, beşerî irâde ve arzularını ilâhî irâdeye râm edebilen
kullarının kalblerine, gözlerin görmediği, akılların
tartamadığı birçok lutuflarda bulunur. Nitekim yüce
Rabbimiz, böyle muttakî kullarına husûsî bir ilim ve hikmet
lutfettiğini Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bildirmektedir:




يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً








وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ
الْعَظِيمِ


"Ey îmân edenler! Eğer
Allâh'tan ittikâ ederseniz, O, size bir
furkan (iyi ile kötüyü ayırd


edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir,
günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allâh, büyük
lutuf sahibidir." (el-Enfâl, 29)


"Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size
rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr
lutfetsin…" (el-Hadîd,
28)



Hadîs-i şerîfte de:


"Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ
bilmediklerini öğretir." (Ebû
Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, X, 15)
buyurulmuştur.



Bir hadîs-i kudsî de şu mealdedir:


"Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı
harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim
farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana
(farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet
ben onu severim. Kulumu sevince de ben (âdetâ) onun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm, bana
sığınırsa, onu korurum." (Buhârî,
Rikâk, 38)


Görüldüğü üzere farzları âdâb ve erkânına riâyet
ederek ihlâsla edâ ettikten sonra, aşk, şevk ve


vecd ile gönülden yapılan nâfile ibâdetler,
Cenâb-ı Hakk'ın böyle
muhteşem lutuf ve ikrâmlarına birer vesîle teşkîl
etmektedir. Bunun için nefsin süflî arzularına karşı koyarak haram ve
şüphelilerden sakınmalı, sünnet-i seniyyeyi hayat
tarzı edinmelidir. Bu lutuflara


nâiliyyet için bedenî hazları hadd-i
lâyığında (gerektiği ölçüde) tutup, rûhî âlemi inkişâf ettirmelidir. Çünkü bu
öyle büyük bir lutuftur ki
Cenâb-ı Hak, insanın beşerî zaaflarıyla perdelenen idrâkini, doğruya,
gerçeğe, hikmete açıverir. İnsan her hâl ve hareketinde ilâhî irâdeye göre adım
atar. Teşhis ve tahminlerinde isâbet eder. Sebep ve bahâneler, zâhirî
görüntüler, irâdesi Hakk'ın irâdesinde erimiş böyle
bir kulu aldatamaz. Kul, hâdisâtın içyüzünü
keşfetmeye ve ileri görüşlülüğe nâil olur.



Kalbe gelen ilhâmlarla isâbetli tahmin ve teşhiste bulunmanın
yanısıra bir de akla gelen ve zihne doğan hoş ve
ince fikirler vardır ki bunlar kelimelerle değil, çoğu zaman işâret ve
rumuzlarla ehline bildirilen, kalb ahvâline dâir
rakîk mânâlardır. Bunlara "latîfe" veyâ bunun çoğulu
olan "letâif" tâbir olunmuştur. Bu mânâlar, Hak
Teâlâ'nın mâneviyat yolundaki sâlih kullarına


lutfettiği işâret ve rehberlerdir.

devamı aşağıda....
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Ayrıca, Cenâb-ı Hak, sâlih
kullarına düştükleri müşkil durumlarda
gâibden gelen seslerle îkâz etmek sûretiyle de
yardımda bulunabilir. Buna "hâtif" denilmiştir ki sâhibinin görülmediği,
gizliden gelen sesler demektir. Sâlikin kalbinde
ortaya çıkan ve onu Hakk'a dâvet eden seslerdir.



Şu hâdise, hâtiften ses işitmenin bir hakîkat olduğuna delâlet eder:


Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- vefât ettikten sonra O'nu
gasletmek isteyen ashâb, acabâ diğer ölülerimiz için
yaptığımız gibi Rasûlullâh -sallâllâhu


aleyhi ve sellem-'i elbisesini çıkarıp da mı
gasledelim, yoksa elbisesi üzerindeyken mi yıkayalım, diye ihtilâfa düşmüşlerdi.
Bu ihtilâf üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-'in, elbisesi çıkarılmadan
yıkanacağı, gâibden gelen bir sesle bildirilmiştir.






Allâhu
Teâlâ, peygamberleri vâsıtayla insanlara, "Kitâb"ı,
"Hikmet"i ve diğer bilmediklerini öğretmiştir. Bu tâlim, bazen açıktan, bazen de
ledünnî olarak doğrudan kalbe gelen ilhâmlar şeklinde gerçekleşmiştir. Ancak bu
hâller, yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi çoğu zaman insan idrâkiyle kavranması
güç bir keyfiyette tezâhür ettiğinden, insanların ekserisine meçhûl kılınmıştır.
Fakat ledünnî ilmin hak ve hakîkat olduğu Kur'ân ve sünnetle sâbittir.


Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-'in bâzı hadîs-i şerîflerinde
anlatılan, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm-
arasında cereyan eden şu hâdise, ledünnî ilmin muhtevâsından muhteşem pırıltılar
aksettirmektedir:


Hazret-i
Mûsâ ve ona inananların peşine düşmüş olan Firavun ordusu, İsrâiloğulları'nın
gözleri önünde Kızıldeniz'e garkolmuştu. Bu ilâhî lutfun ardından Hazret-i Mûsâ
-aleyhisselâm- kavmini topladı. Onlara çok fasih, belîğ ve ateşli bir vaaz
verdi. Öyle ki dinleyenlerin kalbleri yumuşadı, gözleri yaş döktü. Kavmi,
Hazret-i Mûsâ'nın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı. İçlerinden biri,
bu sohbetin feyziyle mest olarak:


"- Ey Allâh'ın peygamberi, dünyada senden daha âlim bir kimse var mı?" diye
sordu.


Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ise hoşuna giden bu suâle "Allâh bilir"
demeksizin:


"- Hayır, böyle bir kimse bilmiyorum." diye cevap verdi. Bu sûretle bir zelle
işlemiş oldu. Allâh Teâlâ bu cevâbı hoş görmedi ve o esnâda Hazret-i Mûsâ'ya
vahyederek:


"- İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, o senden daha âlimdir. Ona,
husûsî bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir." buyurdu.



Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilmi öğrenmek arzusuyla:


"- …O iki denizin birleştiği yere kadar durup dinlenmeksizin
gideceğim, (gerekirse) senelerce yürüyeceğim dedi." (el-Kehf, 60)


Daha sonra kızkardeşinin oğlu Yûşâ bin Nûn ile yola çıktı. Seyahat esnâsında
bâzı tecellîler yaşandı. Nihâyet aradıkları şahsı buldular. Kur'ân-ı Kerîm'de bu
buluşma şöyle bildiriliyor:


"Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona nezdimizden bir
rahmet vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim (ledünnî ilim) öğretmiştik."
(el-Kehf, 65)


Mûsâ -aleyhisselâm-'a vahiyle işâret edilen bu zât, bir kayanın üzerinde yeşil
bir hırkaya bürünmüş vaziyetteydi. Hazret-i Mûsâ yaklaşıp selâm verdi ve:


"- Ben Mûsâ'yım." dedi.



Hızır -aleyhisselâm- da:


"- Demek Benî İsrâil peygamberi Mûsâ sensin." dedi.


Mûsâ -aleyhisselâm-:


"- Bana Allâh tarafından, insanların en âlimi olarak bildirilen zât sen
misin?" diye sordu.
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Hızır -aleyhisselâm- cevâben:


"- Yâ Mûsâ, Allâh sana bir ilim vermiştir, o bende yoktur; bana bir ilim
vermiştir, o da sende yoktur." dedi.



Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-'a:


"- Allâh'ın sana öğrettiği rüşd'ü (hakîkate ulaştıracak ilim ve
hikmeti) bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?" (el-Kehf, 66)
dedi.


Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-'dan bu ilmi tahsîl etme arzusunu
böylece bildirdi. Görülüyor ki bu ilmin tahsîli için âyet-i kerîmede geçtiği
üzere "tâbî olmak" gerekiyor. Zîrâ bu ilim sadırdan sadıra intikâl edecektir.
Bunun için de bir maiyyet, yâni maddî-mânevî berâberlik mecbûriyeti vardır.


Mûsâ -aleyhisselâm- zâhiren anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâip ve
garâipten görülen bâzı hakîkatlerin hikmetini Hızır -aleyhisselâm-'dan öğrenmek
istiyordu. Hızır -aleyhisselâm- ise Musâ -aleyhisselâm-'a:


"- Doğrusu sen benimle berâberken sabretmeye aslâ muktedir olamazsın!
İç yüzünü bilmediğin bir bilgiye nasıl sabredeceksin?" (el-Kehf, 67-68)
dedi.



Hızır -aleyhisselâm-, aslında daha bu sözüyle, Hazret-i Mûsâ'nın psikolojik
durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O'na kendini anlatmış oluyordu ki, bu hâl
sonunda gerçekleşecekti. Çünkü bu ilim büyük bir sabır istiyordu ve Mûsâ -aleyhisselâm-
ise çok hareketli bir hayattan geliyordu. Burada Hazret-i Mûsâ'nın alacağı ders,
ilâhî hakîkat ilmi karşısında kendi mevkîini ve acziyetini görmekti.


Mûsâ -aleyhisselâm- ise ısrarla:


"- İnşâallâh beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı
gelmeyeceğim." (el-Kehf, 69) dedi.


Hızır -aleyhisselâm-:


"- Mâdem bana uyacaksın, ben sana bir şey söylemedikçe, hiçbir konuda bana
suâl sorma!" (el-Kehf, 70) dedi.


Bunun ardından sâhilde berâberce yürüdüler. Nihâyet iki kardeşe âit bir
gemiye bindiler. Hızır -aleyhisselâm- kendilerinden ücret bile almayan bu sâlih
kimselerin gemisini delmeye başladı. Mûsâ -aleyhisselâm- heyecanla:


"- Gemi halkını boğmak mı istiyorsun! Niye deldin gemiyi? Bu geminin
sahipleri zâten fakir kimseler, buradan ekmek paralarını çıkartıyorlar. Bu
gariplerin gemisinden ne istedin? Doğrusu çok şaşılacak bir iş yaptın!" dedi


Hızır
-aleyhisselâm- ise evvelki îkâzını hatırlatarak:


"- Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?" cevabını verdi.


Mûsâ -aleyhisselâm-:


"- Unuttuğum bir şeyden dolayı beni hesâba çekme; bu iş sebebiyle bana zorluk
çıkarma." dedi.


Tam bu sırada bir serçe kuşu gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden
gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Mûsâ -aleyhisselâm-'a
göstererek şu teşbihte bulundu:


"- Allâh'ın ilmi yanında senin, benim ve diğer mahlûkâtın ilmi, şu kuşun
denizden gagasıyla aldığı su kadardır."



Bir müddet sonra gemiden indiler ve birlikte yürümeye başladılar. Nihâyet bir
erkek çocuğa rastladılar. Hızır -aleyhisselâm-, hemen o çocuğu öldürdü.


Mûsâ -aleyhisselâm-:


"- Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın katlettin ha! Gerçekten
çok fena bir şey yaptın!" dedi.


Hızır -aleyhisselâm- ise yine aynı şekilde mukâbele etti:


"- Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?"


Mûsâ -aleyhisselâm-, verdiği sözde duramamanın büyük mahcûbiyeti içinde:


"- Eğer bundan sonra da bir şey sorarsam artık bana arkadaşlık etme.
Hakikaten, sana ileri sürebileceğim mâzeretlerin sonuna ulaştın." dedi.



Yine yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek bir şeyler
istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındığı gibi, üstelik
onlara bir de kötü muâmelede bulundu. Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhimesselâm-
köyden çıkarken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar gördüler. Hızır -aleyhisselâm-,
kerpiçle o duvarı yeni baştan örüp doğrulttu. Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm-:


"- Kendilerine geldiğimiz hâlde bize ilgi gösterip ağırlamayan, açlığımızı
dindirecek bir-iki lokmayı bile bize çok gören şu insanlara sen bedâva iş
yapıyorsun. Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alabilirdin." dedi.


Hızır -aleyhisselâm- ise şöyle dedi:


"- Artık birbirimizden ayrılma vakti geldi. Şimdi sana, sabredemediğin üç
hâdisenin içyüzünü haber vereceğim:


O deldiğim gemi, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu göstermek
istedim. Çünkü onların arkasında, bütün sağlam gemileri gasbetmekte olan bir
kral vardı.


Erkek çocuğa gelince; yarın âsî biri olacaktı. Onun ana-babası ise, sâlih
kimselerdi. Bunun için çocuğun onları azgınlık ve nankörlüğe sürüklemesinden,
onlara eziyet etmesinden korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine
kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin.


Doğrulttuğum duvar ise, köydeki iki yetim çocuğun idi. Altında da onlara âit
bir hazine vardı. Çocukların babası, sâlih bir kimseydi. Rabbin murâd etti ki, o
iki çocuk, güçlü çağlarına erişsinler ve Rablerinden bir rahmet olarak
hazinelerini çıkarsınlar. Ben, bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte,
sabredemediğin hâdiselerin içyüzü budur." 1
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Bu kıssadaki hikmetli, ibretli ve esrarlı noktalara dâir pek çok şey ifâde
edilmiş ve şerhler yapılmıştır. Bu mevzudaki hikmet dolu nüktelerden birkaçını
şöyle ifâde edebiliriz:


Ledünnî ilim, hâdisâta, zâhirî şartların, beşerî kıstasların ötesinde,
keyfiyeti çoğu insanlara meçhul bir nizâmın ölçüleriyle bakıştır.


Meselâ bütün ilimlerde "suâl", öğrenmenin en mühim anahtarı kabul edilirken;
bu ilimde ise suâl, îtiraz, münâkaşa ve münâzara yoktur. Buna mukâbil, sükût,
sabır ve teslîmiyet vardır. İşlerin nihâyetine ve netîcesine bakılır. Erzurumlu
İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söyler:


Hak şerleri hayreyler


Zannetme ki gayreyler


Ârif ânı seyreyler


Mevlâ görelim neyler


Neylerse güzel eyler!



Deme niçin şu şöyle


Yerincedir o öyle


Var sonunu seyreyle


Mevlâ görelim neyler


Neylerse güzel eyler!


Kıssada geçen gemi seyahatinde sâlih gemici kardeşler, Hazret-i Mûsâ ve Hızır
-aleyhimesselâm-'dan ücret almamışlardı. Bu sûretle Hak dostlarına yapılan küçük
bir iyiliğin büyük bereketiyle karşılaştılar. Gemileri, telâfisi mümkün küçük
bir zarar ile gasbolunmaktan kurtuldu. Yâni kendisiyle ihsânda bulunulan helâl
sermâye, zâyî olmadı.


_____________________


1.Bu kıssanın anlatıldığı rivâyetler için bkz. Buhârî,
Tefsîr, 18/4; Müslim, Fezâil, 170


Yine
geminin kusurlu kılınarak kralın gasbına mânî
olunması, işârî mânâda, kişinin ömür deryâsında
yüzen gemisi mevkiindeki nefsini kusursuz gördüğü takdîrde kibir ve
ucub girdabında mânen helâke sürüklenebileceği, bu
sebeple de dâimâ acziyet ve kusurunu îtirâf hâliyle
mânevî kayıplardan sakınması gerektiği şeklinde şerh edilmiştir.


Hızır -aleyhisselâm-'ın


mâsum bir çocuğu öldürmesinde de hikmetler vardır:


İnsanoğlu, kalbindeki çoluk-çocuk, ana-baba, kardeş ve arkadaş sevgileri gibi
beşerî fakat mâsum sevgileri, lâyık olduğu kıvamda tutup Allâh sevgisinin
ötesine geçirmemelidir. Aksi hâlde bunlar, insanı aslî maksadından alıkoyar,
hattâ onu yoldan çıkarır.


Cenâb-ı Hakk'ın yüce
isimlerinden biri de "er-Rakîb"dir. Bu ise Allâh
Teâlâ'nın, sevdiği kullarının kalbindeki Allâh sevgisinin üstüne başka
sevgilerin gölgesinin bile düşmesine râzı olmaması demektir. Yâni Allâh'a
muhabbet, ortak kabul etmez.


Hâlbuki vaktiyle Yâkub -aleyhisselâm-
da, oğlu Yûsuf'un alnındaki nübüvvet nûrunu sezmiş ve kalbinde ona karşı
şiddetli bir muhabbet akışı olmuştu. Yâkûb -aleyhisselâm-'ın,
oğluna aşırı muhabbet ve düşkünlüğü gayretullâha


dokundu. Bu sebeple Allâh Teâlâ, ona bir iptilâ
vermeyi murâd etti. Netîcede ise mâlûm olduğu üzere
oğluyla arasına uzun ayrılık yılları girdi. Fazla muhabbet, ardından acı bir
firâk getirdi.


Bâzı büyük hakîkatler, sosyal verâset yoluyla halkın
harc-ı âlem malı hâline gelir ve topluluğun müşterek kültür mahsullerine
akseder. Aslında putlaştırılan sevgilerle ilgili olan bu nükte de, bir halk
türküsüne "çok muhabbet tez ayrılık getirir" şeklinde aksetmiştir.


Gerçekten çok ibretli ve hikmetlidir ki Hızır -aleyhisselâm-'ın


öldürdüğü çocuğun anne-babası da, elbette çocukları doğduğunda sevince
garkolmuş, öldüğü zaman ise büyük bir mâteme
bürünmüşlerdi. Hâlbuki çocuk yaşasa kendisiyle beraber ana-babasının dünyâ ve
âhiretini mahvedecekti. Karar, anne-babaya bırakılsa
ölmesini hiç istemezlerdi. Fakat merhameti sonsuz olan
Cenâb-ı Hak, o sâlih kullarını, bir
ana-babanın evlâdına beslediği sevgiden daha çok sevdiği için, o çocuğun ölümünü
takdîr buyurup yerine sâlih bir
evlâd vermekle onları aslında lutuflandırdı.
Ölen çocuk, mâsum olarak bu âlemden âhirete intikâl
ettiği için onun fânî dünyâ hayatına mukâbil, ana-babasıyla birlikte ebedî bir


âhiret hayatı da korunmuş oldu. Yâni kahır sûretinde
gelen bir lutuf ile zararın küçüğü, büyüğüne tercih
edilmişti.


Demek ki kulların hâdiseleri değerlendirmesi, ilâhî hikmete vâkıf
olamadıkları için ekseriyetle yanlıştır.


Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor:




وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ


شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ




وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ


"… Hoşunuza gitmeyen
bir şey çoğu kere sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de çoğu
kere hakkınızda şer olabilir. Allâh bilir, siz bilemezsiniz."


(el-Bakara, 216)
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Günahsız, mâsum bir insanın katli, pek tabî ki büyük bir cürümdür ve
şer'an kısas gerektirir. Fakat bu kıssadaki gibi bir
örneğin, şer'î hükümlerin tasvip etmediği bir şekilde ve sırf bâtın ilmine
dayanılarak gerçekleştirilmesi, zâhirle mükellef olan ümmet-i Muhammed hakkında
mümkün değildir. Bu yüzden kalbî ilme sâhib büyük
zâtlar da, zâhirî sebepler teşekkül etmeksizin harekete
geçmez, sebepler dünyâsından ayrılmazlar. Şer'î hükümlerin sınırları
herkes için vazgeçilmez ölçülerdir.


Mûsâ -aleyhisselâm- şeriat sahibi bir
peygamberdir ve onu tatbîk etmekle vazîfelendirilmiştir. Hızır -aleyhisselâm-
ise Allâh'ın bildirdiği bir ilim dâhilinde hareket etmektedir. Yâni yaptıklarını
kendi arzusuyla değil, Rabbinin emriyle yapmaktadır. Mûsâ -aleyhisselâm-'ın,
Hızır -aleyhisselâm-'a îtiraz etmesi ise, Allâh'ın
koyduğu hudutları gözetmek içindir. Bu kıssayı Kur'ân-ı Kerîm'de insanlara
bildiren de yine Yüce Rabbimizdir. Demek ki kıssadaki hâdiseler, zâhiren şer'î
gerçeklere muhâlif gibi görünse de hakîkatte birbirini tamamlayan farklı
tezâhürlerdir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu
tecellîlerin sırrını öğrenince îtirazı bıraktı. Anladı ki şeriat beden, hakîkat
de rûh gibidir. Şer'î kâideler herkese şâmil olduğundan, insanların
ekseriyetinin bâtınî gerçeklere vâkıf olamamaları
sebebiyle mükellefiyetleri de sırf zâhirî sebeplere göredir.



Diğer taraftan köylülerin tardetmelerine rağmen
Hızır -aleyhisselâm-'ın
muhatab oldukları bu kötü muâmeleye bakmadan ve
hiçbir maddî menfaat ummaksızın köyde yıkılmak üzere olan bir duvarı tâmir
etmesi, aslında yetimlerin himâyesinin ne derece mühim bir vecîbe ve yüksek bir
fazîlet olduğunu tebârüz ettirmek içindir. Ayrıca helâl kazancın da zâyî
edilmeyeceği hikmetinin ifâdesidir. Hakîkaten sâlih
kulların helâl kazançları, Allâh tarafından korunur, zâyî olmaz.


Hazret-i
Osman -radıyallâhu anh- duvarın altından çıkan bu hazine hakkında şu bilgileri
vermektedir:



"Hazîne, altından yapılmış bir levha idi. Üzerinde şu yedi satır yazılıydı:


1. Ölümü bilip de gülen kimseye şaşarım.


2. Dünyânın fânî olduğunu bilip de ona rağbet eden kimseye şaşarım.


3. Her şeyin bir kader ile tâyin edildiğini bilip de elden çıkan şeye üzülen
kimseye şaşarım.


4. Hesâba tâbî tutulacağını bildiği hâlde mal toplayan kimseye şaşarım.


5. Cehennem ateşini bildiği hâlde günâh işleyen kimseye şaşarım.


6. Allâh'ı yakînen bildiği hâlde, O'ndan başkasını anan kimseye şaşarım.


7. Cenneti yakînen bildiği hâlde dünyâda istirahat ümid eden kimseye ve
şeytanı düşman olarak bildiği hâlde ona itaat eden kimseye şaşarım." (İbn-i
Hacer el-Askalânî, Münebbihât, 29)



Yine bu kıssada işârî mânâ ile, Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhisselâm-'ın
buluştukları iki denizin birleştiği yerden maksad, zâhir ilminde Hazret-i
Mûsâ'nın, bâtın ilminde de Hızır -aleyhisselâm-'ın derin bir deryâ misâli
olmalarıdır.


Hazret-i Mûsâ'nın ledünnî ilmi tahsîl maksadıyla Hızır -aleyhisselâm-'a tâbî
olması, tasavvuftaki mürîd-mürşid münâsebetlerine benzerlik bakımından da hayli
dikkat çekicidir. Bu bakımdan denilebilir ki bir kimse, ilimde Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-
kadar derin olsa dahî, kendisinde bulunmayan bir ilmi tahsîl için tevâzû ve
mahviyet içerisinde mânâ sultanı Allâh dostlarının önünde diz çökebilmeli,
onların irşâdını taleb edebilmelidir.


Sevgili Peygamberimiz'e:


"- Yâ Rasûlallâh! Kur'ân'da ve sünnette çözümünü bulamadığımız bir meseleyle
karşılaştığımızda ne yapalım?" diye sorduklarında o Varlık Nûru:


"- Onu, fakihlere ve âbidlere (sâlihlere) sorun ve onların istişâresine arz
edin. O konuda şahsî görüşünüzle amel etmeyin." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I,
178) buyurmuştur.


Büyük fıkıh âlimi, müctehid, İmâm Şâfiî Hazretleri, gönül ehli bir kimse olan
Şeybân-ı Râî Hazretleri'nden mânevî istifâde için önünde bir talebe gibi büyük
bir edeple diz çöker, bâzı hususları istişâre ederdi. Talebeleri:


"- Yâ İmâm! Sizin gibi bir âlim nerede, Şeybân nerede? Bunca hürmet ve
iltifâtın hikmeti nedir?" diye sorduklarında, o büyük İmâm:



"- Evlâdlarım! Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir!" derdi.


Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Main de, bazı meseleleri Mârûf-i Kerhî'ye
başvurup ondan sorarlardı.


Mânâ üstadlarına zâhirî ilimleri değil, kalbî ilimleri tahsîl için gidilir.
Çünkü onlar, Allâh'a ulaştıran yolların rehberleridir. Nitekim, nice büyük
tefsir, hadis, fıkıh âlimleri, tasavvufa intisâb etmiş, bilmedikleri incelikler
husûsunda Hak dostlarını rehber edinmişlerdir. İbn-i Âbidîn, Âlûsî ve diğerleri
gibi…


Dünyanın en büyük hukukçularından biri olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri
de, Câfer-i Sâdık Hazretleri'nin sohbetinden tefeyyüz etmiştir.


Ebû Hanîfe Hazretleri'nin mâneviyat ehline büyük hürmetini ifâde eden şu
hâdise de pek mühimdir:


Anlatıldığına göre, birgün Hak dostlarından İbrahim bin Edhem'in yolu İmâm-ı
Âzam Hazretleri'ne uğradı. Ebû Hanîfe'nin etrafındaki talebeler İbrahim bin
Edhem'e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam bu hâli gördü ve
İbrahim bin Edhem'e:


"- Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!" diye seslendi.



İbrahim bin Edhem mahcûb bir edâ ile selâm verip geçti. İbrahim bin Edhem
oradan ayrılınca, İmâm-ı Âzam'a etrâfındaki talebeleri sordu:


"- Bu kimse efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi
bir zât ona nasıl efendimiz der?"


Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu cevâbı verdi:


"- O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgûl, biz ise işin kîl u kâliyle…"






Öte yandan her hususta olduğu
gibi ledünnî ilmin tahsîlinde de ilâhî tâyinle konulmuş olan âdâb ve erkâna
riâyet etmek gerekir. Bu âdâbın en mühimlerinden biri, kulun acziyet ve
hiçliğinin şuurunda olarak tevâzua bürünmesidir.


Nitekim, "Kelîmullâh" şânına mazhar ve "ülü'l-azm" bir peygamber olan Mûsâ -aleyhisselâm-,


"Kavmimle uğraşmam lâzım, bana Tevrat kâfîdir, zâten vahye muhâtab biriyim,
Cenâb-ı Hak'tan istesem O, bana bu ilmi doğrudan öğretmeye kâdirdir…" dememiş;
yüksek bir tevâzû sergileyerek murâd-ı ilâhîye tâbî olmuştur. Böylece, gelecek
insanlığa bu husûsta bir ölçü ve davranış mükemmelliğinden bir örnek sunmuştur.


"- O âlimi bulmak için gerekirse yıllarca yürümeye kararlıyım." demesi de
bunun açık bir delîlidir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-'ın Hızır'a karşı
gösterdiği bu tevâzu, ilim ve mârifet tâlibi herkese güzel bir nümûnedir.


Cenâb-ı
Hak dileseydi Hızır ile Musâ -aleyhisselâm-'ı hemen karşılaştırabilirdi. Hâlbuki
onları, meşakkatli bir yolculuk sonunda karşılaştırmayı murâd etti. Demek ki bu
yolda, aşk ve istiğrak içinde bir azim, kararlılık ve gayret ile "lutf-i ilâhî"
gerekiyor.


Aynı zamanda Hazret-i Mûsâ ile Hızır arasındaki bu hâller, bâtın ilminin de
sebeplere ve usûle uygun olarak, bir üstaddan alınması gerektiğine işârettir.
Yâni bu ilme ekseriyetle, sebebsiz, rehbersiz ve mürşidsiz olarak ulaşılamaz.
Ancak Veysel Karânî Hazretleri gibi "Üveysî meşreb" olanlar istisnâdır. Bu yolda
maksada ulaşmak için büyük bir azim ve yüce bir himmete ihtiyaç vardır.



Öte yandan Hazret-i Mûsâ'nın Hızır -aleyhisselâm-'dan ilim tahsîl etmek
istemesi; "Nasıl olur da bir velî, büyük bir peygambere ders verebilir?"
şeklindeki bir suâli akla getirebilir.


İşte bu durumda şu husûsa dikkat edilmelidir ki, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-'ın
Hızır -aleyhisselâm-'dan ilim tahsîl etmek istemesi, onun hiçbir ilim ve
mârifete sahip olmadığı, kendisine keşf ve ilhâmdan hiçbir nasîb lutfedilmediği
mânâsına gelmez. Bu hâl, herhangi bir hususta daha kâmil olandan, o husûsun
tahsîli gibidir.


Meselâ Mîmar Sinan'ın mîmârîdeki ilmî dirâyet ve kâbiliyeti, Süleymâniye
Câmii inşâsında çalışan bütün sanatkârlardan hiç şüphesiz daha üstündür.
Sinan'ın o câmîdeki bir mermerci kadar mermeri işleme sanatını bilmemesi, onun
için bir kusur olamaz. Çünkü o sanatkârlar da Sinan'ın tâlimâtı altındadır.


Bu itibarla Hızır -aleyhisselâm-'ın Musâ -aleyhisselâm-'a belli bir müddet üstad
olması sebebiyle Musâ -aleyhisselâm-'dan üstün olduğu söylenemez. Haddi zâtında
burada bir üstünlük mukâyesesi de söz konusu olamaz. Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm-
ile Hızır -aleyhisselâm-, kıyas kabul etmeyecek şekilde farklı vâdîlerdedir.
Buradaki hikmet, ilâhî ilim karşısında peygamberler de dâhil bütün mahlûkâtın
acziyet içinde olduğu gerçeğinin bütün insanlığa gösterilmesidir.


Peygamberler de bir beşer olmakla birlikte, ilâhî vahye mazhar olmuş,
seçilmiş kimselerdir. Cenâb-ı Hakk'ın bu müstesnâ kulları günah işlemezler.
Ancak onlar da âciz birer beşer olmak itibâriyle nâdiren "zelle" denilen
hatâlara düşerler. Cenâb-ı Hak bu sûretle onlara da, kâh ahkâm zâhir olsun diye,
kâh insanlığa emsâl olsun diye beşer olmanın acziyetini tattırır ve onları çoğu
kez bize meçhûl bir keyfiyette terbiye eder. Burada da Mûsâ -aleyhisselâm- ilâhî
ilmin sonsuzluğu karşısında beşerin sâhib olduğu ilmin acziyetini anlayacak,
kendisine bildirilmeyen daha nice ilimlerin mevcûd olduğunu görecektir. Kıyâmete
kadar gelecek olan insanlık da onun kıssasından birçok ibretler alacaktır.


Gerçekten Peygamberler bile nübüvvet gibi büyük bir kudret ve salâhiyete
sâhip olmalarına rağmen, kendilerine bahşedildiği kadar ilme vâkıf olmuş ve Hak
Teâlâ'nın lutfettiği nisbette de gayba muttalî olabilmişlerdir. Ledünnî ilim
vehbî olduğundan, onlar bile Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiğini bilir, bildirmediğini
bilemezler. Nitekim Şeyh Sâdî'nin Gülistan'ında geçtiği üzere bir kişi Hazret-i
Yâkûb'a:



"- Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf'un gömleğinin kokusunu
Mısır'dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken Yûsuf'u
göremedin?" diye sorar.


Yâkûb -aleyhisselâm- ise cevâben:


"- Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir.
Bundan dolayı murâd-ı ilâhîye bağlı olarak gerçekler bize bâzan ayân olur, bâzan
kapanır!.." buyurur.


Nitekim, Mûsâ -aleyhisselâm-'ın Hızır -aleyhisselâm-'dan ilim taleb ederken
kullandığı tâbir de, "sana verilen ilim" şeklindedir. Yâni ilim, kullara değil,
Hak Teâlâ'ya izâfe edilmelidir. Bütün ilimlerin mutlak menbaı Allâhu
Azîmuşşân'dır. O, dilediğine, dilediği kadar bundan ihsân eder. Bâzı ilimlerin
tahsîli için birtakım zâhirî sebepleri vâsıta kılar, bâzı ilimleri ise bizzat
kulunun kalbine lutfeder.


Diğer taraftan bir kul, oruçluyken sehven (unutarak) bir şey yese, orucu
bozulmaz. Tıpkı bunun gibi Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-'ın Hızır -aleyhisselâm-'a
verdiği sözü unutarak ona îtiraz etmesi, beraberliklerinin devâmına mânî
olmamıştı. Fakat Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilimden gelmesi muhtemel
nasîbini -mecbûr olmadığı hâlde- bir mahcûbiyet heyecanıyla:



"Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni yanında bulundurma."
(el-Kehf, 76) diyerek şarta bağladığı için, netîcede nasîbi bu kadarla mahdud
kaldı.


Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


"Allâh, Mûsâ'ya rahmet buyursun. Eğer o sabredebilseydi, Allâh Teâlâ onlar
vasıtasıyla bize (daha pek çok esrârengiz ve acâib) hâdiseler bildirecekti."
(Müslim, Fezâil, 170; Buhârî, Tefsîr, 18/2) buyurmuştur.


Demek ki bu yolda sabır ve temkin ehli olmak esastır.


Tasavvuf ehlinin bu kıssayla ilgili değerlendirmelerinden biri de şöyledir:


Rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-'a bu seyahatinde
refâkat eden genç, Mûsâ -aleyhisselâm-'ın kız kardeşinin oğlu ve kendisine îmân
edenlerin, yâni ashâbının önde gelenlerinden Yûşâ bin Nûn idi. Bu zât, Mûsâ -aleyhisselâm-'ın
vefâtından sonra da halîfesi olmuştur.


Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hicret yolculuğunda,
hakkında hadîs-i şerîfte "üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi" (Buhârî,
Ashâbü'n-Nebî, 2) buyurulan ve ümmetinin en fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir
-radıyallâhu anh-'ı yol arkadaşı olarak tercih etmişti. Bu misâller, mânevî
yoldaki Allâh rızâsı için olan hakîkî dostlukların ehemmiyetini tebârüz
ettirmektedir.
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Binbir sır ve hikmetlerle dolu olan Mûsâ -aleyhisselâm-'ın bu kıssası bile,
bize ledünnî ilmin muhtevâsından sadece birkaç misâl sergilemektedir.






Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:


"Şüphesiz ben, sizin görmediklerinizi görürüm ve işitmediklerinizi işitirim.
Gök (âdetâ) gıcırdadı ve gıcırdaması da hakkıdır. (Çünkü) gökte dört parmak yer
yoktur ki bir melek Allâh'a secde etmek üzere (o yere) alnını koymasın. Allâh'a
yemin ederim ki benim bildiğim gerçekleri siz bilseydiniz, az gülerdiniz ve çok
ağlardınız… (Evlerinizden) sahrâlara dökülüp Allâh'a yüksek sesle yakarışta
bulunurdunuz."


Hadîsi nakleden Ebû Zerr-i Gıfârî -radıyallâhu anh- bu sözler üzerine:


"- Vallâhi ben kesilen bir ağaç olmamı cidden temennî ettim!.." demiştir. (İbn-i
Mâce, Zühd, 19)


Ledünnî hakîkatler karşısında bazı sahâbîler de, düştükleri hayret ve dehşet
okyanusundaki acziyet duygularını, şu kelimelere yüklemişlerdir:



Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:


"Kuşların gagaladığı bir hurma tanesi olsaydım!"


Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:


"Keşke bir ot olsaydım! Keşke hiçbir şey olmasaydım!" buyurmuşlardır.


Müminlerin annesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- ise:


"Keşke şu ağaçta bir yaprak olsaydım!" demiştir.


Allâh'ın kudret ve azameti karşısında onları iki büklüm yapan bu durum, acz
ve havf makâmıdır.



Ashâb-ı kirâmdan Hâris bin Mâlik el-Ensârî -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-'in sohbetinde vecd ile dolar ve istiğrak hâlinde yaşardı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir sabah ona:


"- Yâ Hârise, nasıl sabahladın?" diye sorduğunda Hârise -radıyallâhu anh-:


"- Hakîkî bir mümin olarak!" cevâbını verdi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- bu defâ:


"- Yâ Hârise! Her hâl ve hakîkatin bir delîli vardır. Senin îmânının
hakîkatinin delîli nedir?" buyurdu.


Hârise -radıyallâhu anh-:


"- Yâ Rasûlallâh! Dünyadan el-etek çekince, gündüzlerim susuz, gecelerim
uykusuz hâle geldi. Rabbimin arşını açıkça görür gibi oldum. Birbirlerini
ziyâret eden cennet ehli ile, yekdiğerine düşman kesilen cehennem ehlini görür
gibiyim." dedi.



Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


"- Tamam yâ Hârise! Bu hâlini muhâfaza et! Sen Allâh'ın, kalbini
nûrlandırdığı bir kimsesin." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 57) buyurdular.


Yine Hârise -radıyallâhu anh- hakkında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


"Bir kimse Allâh'ın kalbini nûrlandırdığı bir şahsı görmek isterse Hârise'ye
baksın." (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 289) buyurmuşlardır.


Hazret-i Mevlânâ, beyitlerinde bu hâdiseyi gönül lisânıyla temsilî olarak
şöyle anlatır:


"Hârise -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den:


"- Gördüklerimi anlatayım mı?" diyerek izin ister ve anlatmaya başlar:



"- Yâ Rasûlallâh! İnsanların yarın olacak diye inandıkları mahşer gününü
bugün ortaya koyayım. Haşr ve neşrin bütün sırlarını açığa vurayım. Emret, bu
sırların perdelerini yırtayım. İçimdeki ilâhî hikmetler cevheri, göklerin güneşi
gibi parlasın!"


"Yâ Rasûlallâh! Emret, kimler dünyanın kir ve çirkinlikleri arasında hâlis
altın ve pırlantalar gibi kalmayı bildi; kimler küfrün kızıl ve kara rengiyle
paslandı, anlatayım."


"Nübüvvetinin zâil olmaz ışığında nifâkın yedi uçurumunu ayân edeyim."


"Âhirette şakîlerin giyeceği elbiseyi halka göstereyim. Orada peygamberler
için çalınacak davul ve kösün sesini de duyurayım."


"Coşkun
ve taşkın bir hâlde bulunan kevser havzını göstereyim de, suyu halkın yüzüne
serpilsin, sesi de kulaklarına değsin!"


"Susamış kimselerin o havuz etrafında koştuklarını açıkça göstereyim! Onların
omuzları omuzlarıma dokunuyor. Bağrışmaları kulağıma geliyor!"


"Cennetlikler sevinçlerinden gözümün önünde kucaklaşarak birbirleri ile
musâfaha ediyorlar."


"Cehennemliklerin de âh-vâh âvâzeleri ile inleyip feryâd ü figân etmeleri
âdetâ kulağımı sağır edecek!"



"Bunlar derinden söylediğim birtakım işâretlerdir. Daha da söyleyeceğim, ama
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in azarlamasından korkuyorum!.."


O, sekr-i mânevîye müstağrak olarak böyle söylüyordu. Görülmemiş bir vecd ile
kendinden geçmiş, (âdetâ) şuûrunu kaybetmiş, bütün sırları açığa vuracak hâle
gelmişti.


Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu bu hâlden uyandırmak
için:


"- Kendini topla! Sus!" diyerek Hazret-i Hârise'nin yakasını çekti ve şöyle
buyurdu:


"- Kendine gel! Dilinin dizginini tut ki, söylenmeyecek sözleri söyleyecek
hâle geldin. Rûhunun aynası ten kılıfından dışarı fırladı. Ancak unutma ki, nâil
olunan sırları açığa vurmak, onları hazmedemeyiştendir. Allâh'ın isimlerinden
biri de Settâr'dır. Bunu bil ve bu sıfatla vasıflanmanın saâdetini kuru bir
hazımsızlığa kurban etme!""


Kâinâtın her zerresinde ilâhî bir denge olduğu gibi, rûhî âlemdeki tecellîler
karşısında da kul, muvâzene ve îtidâli muhâfaza etmek mecbûriyetindedir. Her
hususta ümmetine en güzel bir numûne olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve
sellem- Efendimiz, rûhâniyetin zirve noktasında bile ölçülerin dışına çıkmamış,
istikâmetten ayrılmamıştır.


Bazı zamanlarda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir mânevî feyz
ile dolardı ki, bu hâle uzun süre tahammül etmek mümkün olmazdı. Hâssaten vahyin
nüzûlü esnâsında fevkalâde ızdırap çeker, inci tanesi gibi terler dökerdi. Feyz
ve istiğrâkının had safhaya vardığı bazı anlarda:


"Yâ Âişe, rûhâniyet beni istilâ etti. Gel biraz benimle konuş!"1


diyerek beşerî iklîme rücû ederdi.


Bunun aksine dünya gâlib gelince de:


"Yâ Bilâl! Haydi namaza çağır da ferahlayalım!" (Ebû Dâvud, Edeb, 78)
buyurarak beşeriyet ve rûhâniyet iklîmleri arasındaki dengeyi sağlardı.


Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iç âleminde son derece ölçülü
olduğu gibi, dışa karşı da dâimâ îtidâl üzere davranmıştır. Allâh Teâlâ'nın
kendisine lutfettiği akıl üstü yüksek hakîkatleri ehlinden gayrısına
bildirmemiştir. Bu hususun ehemmiyetine binâen Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-
da:


"İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz." (Buhârî, İlim, 49) buyurmuştur
ki bu, kendi aklınızın erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı
derecede söyleyin, demektir.


Ebû Hureyre -radıyallâhu anh-, bu sırlı mânevî hakîkatlerle alâkalı olarak,
halkın anlayamayacağı endişesiyle bir kısım hadîs-i şerîfleri rivâyet etmediğini
şöyle ifâde eder:


"Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'den iki kap (dolusu ilim)
belledim. Bunlardan birini halka yaydım. Ötekine gelince, şâyet onu yaymış
olsaydım şu boynum kesilirdi." (Buhârî, İlim, 42)



Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurmuşlardır:


"Hikmeti ehlinden gayriye verirseniz, zulmetmiş olursunuz." (Dârimî,
Mukaddime, 34)


Bu cümle, mefhûm-ı muhâlifiyle şu mânâyı da ifâde eder:


"Hikmet ve esrârı ehlinden men ederseniz, bu takdirde yine zulmetmiş
olursunuz."


Âyet-i kerîmede buyurulur:


"Allâh hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok
hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar."
(el-Bakara, 269)








Temkin ehli büyükler, bu
ilimden kendilerine verilen nasîbi, sığ idrâklere teklîf etmemişlerdir. Zîrâ
aklın kavramakta âciz kaldığı bu mahrem sırlar, ehli olmayanlardan
gizlenmelidir. Nitekim Allâh'ın bazı kullarına lutfettiği bu müstesnâ sırlara
sahip olanlardan Hallâc-ı Mansûr, kalbindeki tecellîlerden ufacık bir huzmeyi
fâş ettiği için kanı heder edilmiş, îdamla cezalandırılmıştır.


____________________


1.Bkz. Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, V, 228.
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
Vahdet
deryâsına dalan Hallâc, derin bir vecd ve sekr hâlindeyken, üzerindeki
tecellîlerin şiddetli girdabına kapılmış ve "Ene'l-Hak" diye feryâd etmiştir.
Mahrem bir sırrın böylece dile dökülmesi, insanların akıl kıstası ile
ölçmelerine sebep olmuş ve akıl, bu nezâketi tartamamıştır.


Hallâc'daki bu hâl, birçok velîde de görülmüştür. Fakat bu, ne bir tesbît ve
ne de bir teşhîstir. Bu, sâdece geçici bir hâldir ki fenâfillâh makâmındayken
temkin hâlini muhâfaza edemeyip, akla riâyeti kaybeden velîlerde zuhûr eder.
Aklın zâhirî kıstas ve kıyaslar âlemini terkettiği, yâni tükendiği bu hâlde,
sâhibine şer'an bir teklif yoktur. Zîrâ ilâhî ölçüyle, şer'î mes'ûliyetin ilk
şartı "akıllı olmak"tır. Aklın ise böyle sözlerde hiçbir hissesi yoktur. Bu
hâllerin akılla idrâk edilmesi mümkün değildir.



Böyle hâller cezbenin galebesiyle vâkî olduğundan, böylelerine tasavvuf
tâbiriyle "meczûb"1 denilir. Onların zâhir
ölçülerine sığmayan bu gibi hâlleri, ehlince mâzur görülürse de avâm-ı nâs
tarafından takbîh edilmesi de kınanmaz. Bunun için Hallâc-ı Mansur'un
misâlimizdeki zikrettiğimiz sözü ve âkıbeti hakkında; "Hallâc da haklı, onu
öldürenler de." sûretinde hükmedilegelmiştir. Bu sebepledir ki tasavvufta
"temkin" çokça tavsiye edilmiş ve meczup değil, câzip olmaya gayret etmek makbûl
sayılmıştır.


Rivâyete göre cellât Ebu'l-Hâris, infaz için Hallâc'ın önüne geçmiş ve
şiddetli bir darbe indirmişti. Öyleki Hallâc'ın burnu, yüzü paramparça olmuştu.
O anda Şiblî de, etrafındakilere meçhûl bir sâik ile çığlık atarak cübbesini
parçalamış ve bayılmıştı.


Hallâc'daki bu tecellî bir hâldir. Bu hâl geçince Hak Hak'tır, eşyâ da
eşyâdır. Şeyh Şiblî der ki:


"- Biz, Hallâc ile aynı merhalelerden geçtik. Bana mecnun dediler ve kendi
hâlime bıraktılar, ona ise akıl nisbet ederek îdâm ettiler."



Yine Şiblî şöyle anlatır:


"Hallâc îdâm edilince gece vakti mezarının başına gittim. Sabaha kadar namaz
kıldım. Seher vakti olunca münâcaatta bulundum:


"- İlâhî! Bu, Sen'in mümin, ârif ve muvahhid bir kulun idi. Bu kuluna
verdiğin musîbetlerin hikmeti nedir?"


Bu esnâda bana uyku galebe çaldı. Rüyamda kıyâmetin koptuğunu gördüm. Orada
Hakk'ın şu hitâbını işittim:


"- Sırrımızı, nâ-ehiller arasında yaydığından, onun başına bu iptilâyı
getirdik!"


Bu ifâdelerden de anlaşılacağı üzere, Hak'ta fânî olarak hakîkat sırrına nâil
olmak değil; nâil olunan sırrın sürükleyebileceği mânevî sarhoşluk hâlinde ehil
olmayanlara fâş edilmesi mahzurludur. Bu ölçüye riâyet etmemekten kaynaklanan
bâzı heyecan taşkınlıklarını ve istisnâî misâlleri şümûllendirerek, gerçek
tasavvuf ve Hak dostları hakkında ileri-geri konuşmak, son derece mahzurludur.
Allâh'ın sevgili kulları hakkında kötü söz söylemek ve onların kıymetini takdîr
edememek, cehâlet ve basîretsizlikten ileri gelir. Bir müminin onları reddetmesi
ise aslâ düşünülemez.


Bu itibarla mânevî yolda en temel esas, mukaddes ölçülere sımsıkı bağlanmak;
lâkin ebedî esrârı da reddetmemektir. Bunun yanında Cenâb-ı Hak ile kulu
arasındaki mahrem sırlardan kelimelere aslâ pay çıkarmamak îcâb eder.


Bütün bunlar, rûhî istiğrak hâllerinde ve aklın verâsında (ötesinde) yaşanan
tecellîlerdir. Nitekim böyle husûsî hâller aşılıp tekrar akl-ı selîme avdet
edildiğinde, bu tip taşkınlıklar yerini sükûnete terk eder.


Bâzı Hak dostları da rûhlarına gâlib gelen müstesnâ tecellîlerin tesiriyle
mûtad dışı birtakım davranışlara sürüklenmişlerdir. Fakat akıl ve irâdenin elden
gittiği o âlemden uyanınca yine aslî istikâmetlerini devâm ettirmişlerdir.



Bir defâsında Cüneyd -kuddise sirruh-'a şöyle soruldu:


"- Bâzı evliyâullâh, vecd hâline girerek mûtadın dışına çıkıyorlar. Onların
bu hâli hakkında ne dersiniz?"


Cüneyd -kuddise sirruh- şöyle cevap verdi:


"- Onları kendi hâline bırak, Allâh ile huzur bulup rahata erişsinler.
Şeriatin açıkça yasakladığı hususlar hâriç, onların hâllerini kınama. Dikkat et
ki bu yol, onların ciğerlerini yakıp kavurmuş, sa'y ü gayret kendilerini yormuş
ve birçok iptilâlara katlanmışlardır. Bunları, içinde bulundukları hâlleri aşmak
için yaparlar. Bunda da bir mahzur yoktur."


Rivâyete göre Hallâc-ı Mansur'un, idam edilmeden önce yaptığı şu duâ, aynı
zamanda onun mânevî seviyesini ve ihlâsını da sergilemektedir:


"- Allâh'ım! Sen'in kulların, Sana olan yakınlıklarından ve dinlerine
bağlılıklarından dolayı beni öldürmek için toplandılar. Onları bağışla. Çünkü
Sen, bana lutfettiğin sırları, onlara da nasîb etseydin, hakkımda böyle
düşünmeyeceklerdi. Şâyet onlardan gizlediğin şeyleri, benden de gizlemiş
olsaydın, böyle ifşaatta bulunmazdım. Yâ Rabbî onları affet! Çünkü onlar, beni
Sana kavuşturuyorlar."


____________________


1.Meczûb: İlâhî cezbe karşısında aklı zaafa uğramış, fakat
kalbî âleminde dâimâ Cenâb-ı Hakk'a bağlı olan kimsedir. Beşerî hayat için
yadırganacak bir hâle sürüklenmişlerse de, kalbî idrâk, derûnî anlayış
itibariyle pek çok sıradan insanları aşmışlardır. Onların irâde, idrâk ve
iz'ânları tahammülü aşan bir voltaja tutulmuş gibidir. Zât tecellîleri
karşısındaki aczin beşerî hayattaki misâllerinden biri de bu kişilerdir.


Hallâc'ın
hâlini mânâ âleminde seyredenlerden nakledilir ki, onu darağacında astıkları
vakit iblis yanına geldi ve:


"- Bir "ene"1 sen dedin, bir "ene" de ben dedim.
Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime ise lânet
yağıyor!" diye sordu.


Hallâc, İblis'e şöyle cevap verdi:


"- Sen, "Ene" demekle kendini Âdem'den üstün gördün. Kibrini ortaya koydun.
Ben ise "Ene'l-Hak" dedim, kendimi Hakk'ta ifnâ ettim. Benliği ortaya koymak
olan kibir, cehennem alâmetidir. Benliği ortadan kaldırmak, yâni Hak'ta fânî
olmak ise "hîç"liğin ifâdesidir. Bu sebepten bana rahmet, sana ise lânet ve
zillet indi."



İbrahim bin Fâtik, Hallâc'ı ziyaret için gittiğinde, kendisine şu nasihatte
bulunduğunu nakleder:


"- Ey oğlum! Bazı insanlar benim küfrüme inanıyorlar, bazıları da velâyetime
kâil oluyorlar. Küfrümü ilan edenler, velî olduğumu söyleyenlerden Allâh katında
ve benim nazarımda daha sevimlidir."


Ben:


"- Niçin böyle söylüyorsunuz?" dediğim zaman o:


"- Velî olduğuma inananlar, bana olan hüsn-i zanlarından dolayı; küfrüme kâil
olanlar ise, dinlerine olan bağlılıkları sebebiyle böyle yapıyorlar. Dînine
sadâkat gösteren kimse, sadece hüsn-i zan besleyenden Allâh katında daha
sevimlidir." buyurmuştur.


Hallâc'daki tecellîlerin çok daha ötesine geçen Hazret-i Mevlânâ ise:



"Eğer Hallâc, benimle Rabbim arasındaki tecellîlerden haberdâr olsaydı, o da
beni taşlardı." buyurmuştur.


Bu ve benzeri hâller, Hak'ta fânî olmanın zâhire taşan ifâdeleridir. Mevlânâ
Hazretleri fenâfillâhı beyitlerinde şu teşbîh ile îzâh eder:


"Sonsuz olan hayat nehrini görünce, kâsedeki suyunu, yâni şu fânî ömrünü,
sonsuzluk nehrine kat! Su hiç nehirden kaçar mı?"


"Kâsedeki su, nehir suyuna karışınca, orada kendi varlığından kurtulur, nehir
suyu olur."


"Böyle olunca, o kâsedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zâtı kalır. Artık
bundan sonra o ne eksilir, ne kirlenir, ne de kokar."


Mevlânâ ve emsâlleri gibi mânevî kıvâma ermiş bir kalbe sâhib olanların, her
his ve fikri ilâhî hikmete müteveccih bulunduğu için, Cenâb-ı Hak onların âdetâ
gören gözü, tutan eli… olur.


Mevlânâ âşığı bir mütefekkir, ondaki derûnî hâllerin idrâkinde insanların
ekserisinin acziyet içinde olduğunu ifâde sadedinde şöyle der:


"Biz, Mevlânâ Celâleddîn'in vecdinin feryadlarını dinledik. Daldığı huzur
denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, tâ
suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ'nın aşkını değil,
sadece aşkının dile gelen feryadlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya
çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin
fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz."


2


Aşk, vecd ve istiğrak hâli öyle bir ummandır ki ancak ehline mâlum olan bir
cilve-i Rabbânî'dir.


Yine bu sır ilminden bir kısmını, rumuzlu bir şekilde de olsa satırlara
aksettiren Muhyiddîn ibn-i Arabî'ye, ehlullâh büyük değer vermiş, ifâdelerinin
derûnundaki kâbına varılmaz sırların hakîkatlerini seyretmişler, onu "Şeyh-i
Ekber" diye yâd etmişlerdir. Bâtınî âlemden uzakta olanlarsa bu nükteyi
çözemedikleri için, onu küfürle ithâm etmişlerdir.


Eğer sırlara tahammül edecek dost ve sırdaş bulunmazsa, susmak evlâdır. Çünkü
herkese aklının erebileceği ölçüde söz söylemek gerekir. Yoksa hâlden anlamayana
hikmet ve mârifetten bahsetmek, hakîkate zulmetmektir.


Bu itibarla Muhyiddîn ibn-i Arabî -kuddise sirruh-:


"Hâlimize âşinâ olmayanlar, eserlerimizi okumasınlar." buyurmuştur.



Hazret-i Mevlânâ da şöyle der:


"Ben bu esrârı, kapalı ve muhtasar söyledim. Çünkü geniş beyân etmeye
çalışanın dili, dinleyenin de idrâki yanardı."


Yine Mevlânâ Hazretleri, birbirinden çok farklı istîdâd ve kabiliyetlere
takdîm edilen Mesnevî'sinde, sığ idrâklerin yanlış yollara düşmemesi için,
anlaşılması güç ilâhî esrârı ve mücerred hakîkatleri, ya basit ve müşahhas
kıssalarla anlatmış, ya da rumuzlarla örterek yalnız ehline mâlum kılmıştır. Bu
sâyede kalbî derinliği bulunmayanlara Mesnevî'nin mânâsındaki incelikleri
setretmiştir.


Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle der:


_______________________


1.Ene: Arapçada "ben" mânâsındaki şahıs zamiri.



2.Nûrettin Topçu, Mevlânâ ve Tasavvuf, s. 139.


"Benim
beyitlerim, beyit değil, bir mânâ cihânıdır. Hezlim
de hezil değil, te'dîbdir.
Kıssalarım, basit ve sıradan sözler değil, tâlimdir. Sırları îzah ve idrâk
ettirmek içindir."


Hazret-i Ömer -radıyallâhu


anh-, şâhid olduğu bir hâdiseyi şöyle
anlatır:


"Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-'in huzûruna girdim. Hazret-i
Ebû Bekir -radıyallâhu


anh- ile tevhîd-i ilâhî
hakkında sohbet ediyorlardı. Aralarında oturdum. Sanki Arapça bilmeyen
biriymişim gibi sözlerinden hiçbir şey anlayamadım. Ebû
Bekr'e:


"- Bu hâl neyin nesidir? Siz Peygamber -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- ile hep böyle mi sohbet
edersiniz?" diye sordum.



Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu
anh-:
 

imidik

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
30 Haz 2007
Mesajlar
379
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Konum
Hatay
Web Sitesi
blog.mynet.com
"- Evet, bazen Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- ile başbaşa


iken böyle sohbet ederiz."1 buyurdu.


Hazret-i Ömer gibi dehâsından şüphe edilemeyecek derecede bir insan, öz
lisânıyla vâkî olan bir mübâhasede idrâk güçlüğü
çekerse, sıradan insanların ne durumda olacağı buna kıyâsen
kolayca anlaşılabilir.


İşte böyle sohbetlerde ifâde olunan hakîkatlerin satıra dökülmeleri ve bu
sûretle umûma intikalleri arzu edilmemiş ve son derece mahzurlu görülmüştür.
Ancak bu sâyededir ki böyle gerçeklerin avâma sır olarak kalıp sırf ehil
kimselere intikâli sağlanmıştır. Bundan dolayı, mazannadan
(kemâle erdiği zannolunan kimselerden)
bahsedilirken; "


قَدَّسَ
اللهُ سِرَّهُ " yâni "Allâh Teâlâ, onun
sırrını (iç âlemini) her türlü mânevî lekelerden arındırsın." ifâdesi
kullanılır.






Gâyesi itibâriyle tasavvuf,
insanların kalb âlemiyle meşgûl olduğu için kâinâtın
yaratılış sebebi olan muhabbeti de tabiî olarak kullanmaya mecburdur. Bu yüzden
o, "aşk ve muhabbet yolu" olarak da vasıflandırılmıştır. Ancak aşk, bir
coşkunluk olduğundan, irâdenin zaafa uğraması, cezbe, vecd


ve heyecanın kontrol edilememesi gibi bir netîceyi de beraberinde getirebilir.


Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu
aleyhi ve sellem- ile Câfer-i Tayyar -radıyallâhu
anh- arasındaki engin muhabbetten bir misâl
şöyledir:


Câfer -radıyallâhu anh-,
bir grup sahâbi ile Habeşistan hicretinden dönüp
Medîne'ye geldi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu


aleyhi ve sellem-'in Hayber'de
olduğunu öğrenince, durup dinlenmeksizin, hasretle yoluna devâm etti. Allâh
Rasûlü -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-, Câfer -radıyallâhu
anh-'ı karşısında görünce sevince


garkolarak:


"Hayber'in fethi ile mi, Câfer'in gelmesi ile mi
sevineyim?.." (İbn-i Hişâm,
es-Sîre, IV, 3) buyurdu.


Allâh Rasûlü -sallâllâhu


aleyhi ve sellem- "umretü'l-kazâ"
2 dönüşünde, Seyyidü'ş-şühedâ
Hazret-i Hamza'nın yetim kızı
Fâtıma'nın bakımını kimin üstleneceği konusunda yakınlarıyla müzâkere
neticesinde onu, Câfer-i Tayyâr'a emânet etmiş ve Câfer -radıyallâhu


anh-'ı alnından öperek ona:


"Yaratılış ve ahlâk itibâriyle bana ne kadar da benziyorsun." (Buhârî,
Megâzî, 43) iltifatında bulunmuştu.


Câfer -radıyallâhu anh-,
bu nebevî iltifat karşısında öyle heyecanlandı ki, sevincinin şiddetiyle
kendinden geçti. Mâsum bir çocuk gibi oynamaya, pervâneler gibi
vecd içinde dönmeye başladı. (Ahmed


b. Hanbel, Müsned, I,
108)


İşte insanoğlu, nâil olduğu böylesine ulvî bir iltifatla kendinden
geçip sermest
olabileceği gibi, ilâhî tecellîlerle ikrâm ve lutuflara
nâil olduğunda da dış âlemden sıyrılıp istiğrak hâline bürünebilir. Bu gâyet
tabiîdir. Mühim olan, o heyecan seli içinde dahî, beşer olmanın gerektirdiği
şartların dışına taşmamak, denge ve istikâmeti muhâfaza edebilmektir.


Bu dengenin muhâfazası için tasavvufî yollarda zâhirî ilimler ile mânevî
hayatı birleştirmiş olan kimselerin rehberliğine ihtiyaç vardır.



İrşad vazifesiyle mükellef olanlar, zâhirî
ilimlerde lüzumlu bir kudret ve seviyeye ulaşmadığı takdîrde, aşk ve muhabbet
yolundaki tehlike yine büyüktür. Bunu bertaraf etmek için "Nakşibendiyye"
gibi bazı tarîkatlarda mürşidler zâhirî ilimleri de
bilen kimselerden olagelmiş ve böylece işâret edilen tehlikeden kendilerini
muhâfaza edebilmişlerdir.


Evliyâullâhtaki terbiye usûlleri farklı
farklıdır. Tasavvuf yollarının büyüklerinden Nakşîlik,
sâliki cezbe hâline düşürmeden terbiye eder.


Abdülhâlık Gucdevânî
Hazretleri:


"Eğer Hallâc, bizim zamanımız ve terbiyemizde
olsaydı, onu sekr hâline düşmekten Allâh'ın izniyle
korurduk." buyurmuştur.


Bâzı tarîkatlerde ise zaman


zaman cezbe ve coşkunluğun şiddeti sebebiyle görülen heyecan
taşkınlıkları, şeriat nazarında bir ayak sürçmesinden ibârettir. Bunlar, aslında
makbûl olan heyecan ve coşkunluğun aşırılıkta doğurabileceği tehlikeyi
göstermektedir.


______________________


1.Bilgi için bkz. Ahmed
bin Abdullâh et-Taberî, er-Riyâzu'n-Nadra,
II, 52.



2.Umretü'l-kazâ:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve
sellem-'in Hudeybiye
anlaşmasının yapıldığı sene niyet edip gerçekleştiremediği ve bir sonraki yıl
kazâ olarak yaptığı umre.


Peygamberlerin
müşterek vasıflarına ilâveten kendilerine has fârik birtakım husûsiyetleri
bulunduğu âşikârdır. Evliyâullâh zümresi de birbirlerine karşı aynen
böyledirler. Meselâ celâlî veya cemâlî mizaçta olabilirler. Fakat bunların hepsi
kalb âleminde Cenâb-ı Hakk'ı sıradan insanın idrâk ve ihâtasından daha farklı
bir sûrette bilir ve bütün fânî ve fânîliklerden vazgeçerek O'na yaklaşma
gayreti içinde olurlar. Bu uçsuz bucaksız mârifetullâh sahasında dâimî bir
sûrette aczini idrâk hâlinde bulunurlar. Böyle olmakla berâber bunların hepsi,
aynı merhalede olmadığı gibi aynı vazîfeyle de mükellef değildirler. Bâzıları
seyr u sülûkün nihâyetinde halka döner. Bunlar irşadla mükelleftirler. Evvelce
de ifâde etmiş olduğumuz gibi bir çocuğa tedrîcî bir sûretle ders veren bir
muallim gibi vâkıf oldukları hakîkatlerin çoğunu beşerî münâsebetlerinde bilmez
gibi davranırlar. Bu hâlden kinâye olarak bir şeyi bilip de bilmezden gelmeye,


"tecâhül-i ârifâne" tâbir olunur.


Diğer bâzıları ise irşadla mükellef olmadıklarından, onlar, hayret makâmında
kalır ve dâimî bir sûrette sükût hâlinde olurlar. Böyleleri ilâhî kudret
akışları karşısında lâl (dilsiz) gibidir. İnsanlara karşı vazifeli olan
bâzılarıysa âdetâ çağlayanlara döner. Dillerinden ve gönüllerinden ilâhî sır ve
hikmetler taşmaya başlar.


Kimilerinde ise bu hâller, dâimî olmayıp değişkendir. Hayatlarında muhtelif
safhalar olur. Bu hâllere bir misâl olarak Muhammed Pârisâ Hazretleri'ndeki
tecellîlerden biri de şöyledir:


Muhammed Pârisâ Hazretleri yatsı namazından sonra mescidin avlusunda bir
miktar tevakkuf eder, kısa bir sohbetten sonra hânesine doğru yoluna devam
ederdi. Bazen de kendisinde öyle bir hâl tecellî ederdi ki, sabah ezanına kadar
mescidin avlusunda âdetâ donakalır, derin bir hayret hâli yaşardı. Sabah
ezanıyla beraber tekrar mescide girerdi.


Bu velîlerin yaşayış ve duyuşları gibi, ölüme karşı tavırları da farklı
olmuştur. Hazret-i Mevlânâ, aşk-ı ilâhî ile kavruluşundan dolayı, ölümü "vuslat"
ve "şeb-i arûs" olarak telakkî etmiş; Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh- ise, "haşyetullâh"


tecellîsinin galebesi sebebiyle, dâimâ son nefeste ne hâlde olacağı endişesi
taşımıştır.


Ledünnî ilim hakkında bildiğimiz bütün mâlumat, bu ilmin evveliyetle
peygamberlerdeki ve bir nebze de olsa, nasîbi olan velî kullardaki muhtelif
tecellîlerinden, kelâma inkılâb edebildiği kadarıyla kırıntı kabîlinden
nasiplerdir. Bu ilmin mutlak hakîkati, Cenâb-ı Hak katında olduğundan, onu
gerçek manasıyla kavrayabilmek, idrâk sınırlarımızın üzerinde bir keyfiyettir.

Lütfen bu makale ile kendimi bir alim,bir veli olarak gördüğümü sanmayın sadece tasavvufa ilgim çoktur..

Ben ki bir acizane kendi derdinden bir çare..

Slm ve Dua ile..
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
NE İÇİN BUNLARI YAZDIĞINIZI ANLAMIYORUM. SİZE NE DEMİŞTİM İTTİKADTA HAKİKAT ESASTIR DEMİŞTİM. İLHAM İBADETTE OLUR . BİLMİYORSANIZ ÖNCE ÖĞRENMENİZİ TAVSİYE EDERİM. ALAKASI OLMAYAN ŞEYLERİ BİRBİRİNE KARIŞTIRMAYASINIZ!


KİMSE LEDÜNNİ İLMİ İNKAR ETMİYOR.
AMA HATTA O GÖKTEKİ YILDIZLAR PEYGAMBER EFENDİMİZİN (SAV) MAH CEMALİNİ GÖRMEYE MAZHAR OLMUŞ VE NAZARIYLA TERBİYE GÖRMÜŞ OLAN SAHABELER (R.ANHUM) HADİSLERİ TOPLARKEN İLHAMLA HAREKET ETMEMİŞLERDİR!

BAKIN EN ÜSTÜN VELİDEN DAHA ÜSTÜNDÜR SAHABE ATININ BURNUNDAKİ TOZ!

BİR MİSAL VEREYİM DEVAMINI BU LİKNTEN OKUYUN İSTERSENİZ http://forum.islamiyet.gen.tr/peyga...-islamin-ikinci-kaynagi-sunneti-nebeviye.html

Ebu Hureyre (ra)

Hz. Ebu Hureyrenin, Resulullahtan işittiği hadisleri yazdığı sahifenin adı “Sahifeyi Sahihadır”. El Hasan İbni Amr İbni Ümeyye ed- Damiri şöyle anlatıyor : “ Ebu Hureyrenin yanında bir hadis rivayet ettim. Ancak o ‘böyle hadis yok’ diye inkar etti. Bunu kendisinden işittiğimi söyledim. O zaman ‘bunu benden işitmişsen bu bende yazılıdır.’ dedi. Ve elimden tutarak beni evine götürdü. Oarada bana Hz. Peygamberin hadislerinin yazılı bulunduğu pek çok kitab ‘Kütüben Kesiren’ gösterdi. Rivayet ettiğim hadisi burada buldu. Ve ‘ben sana demedim mi, eğer ben bir hadis rivayet ettiysem o, yanımda yazılı olarak mevcuttur” dedi. (Kütübü’s-sitte ,cilt 1, s.29)

Ebu Hureyrenin sahifesinin bir kısmı talebesi Hemmam b. Münebbih tarafından bize intikal etmiş “ Sahifetu Hemmam” adıyla şöhret bulmuştur.
Bu sahifeyi zamanımızda Profesör Muhammed Hamidullah bulmuş ve neşretmiştir. Hamidullaha göre bulunan bu risale , hadislerin Peygamberden yüzlerce yıl sonra yazılmaya başladığını , dolayısıyla mevcut hadis kitablarının güvenilir olmadığını iddia eden müsteşriklere mükemmel bir cevabtır. Professör Hamidullahın Kütübü’s-sittenin 1 ci cildinin 30 ve 31 sayfalarında yer alan konuyla ilgili yorumu şu şekildedir : “Hicretin birinci asrı ortasına ait olna bu mecmua, tarihi ehemmiyeti bakımından çok kıymetli bir vesikadır. Resuli Ekrem (sav)in hadislerinin yazılması Peygamber (sav) den iki veya üç yüz sene sonra başlamıştır iddiasında bulunanlar olmuş ve bu faraziye dayanarak İbni Hanbel, Buhari, Müslim ,Tirmizi vs. gibi şahsiyetlere (haşa) hilekarlık isnad edilmiştir. Delillerini ,Hz. Peygamber (sav) ve ashab zamanında hadislerin yazılmadığı iddiası üzerine dayamışlardır. Halbuki şimdi Resulullah (sav)in en yakın ashabından birinin telfi elimizde bulunuyor. Dikkatle mukayese edildiği karşılaştırıldığı zaman İbni Hanbel, Buhari, Tirmizi gibi sonradan gelen müelliflerin hadislerin umumi manası şöyle dursun, onların bir harfini , bir noktasını dahi değiştirmemiş olduklarını görüyoruz.
Sahifeyi Hemmamın Ebu Hureyreye atfen rivayet edilmiş her hadisi yalnız “ Sahihi Sitte” denilen muteber hadis kitablarında bulunmuyor, belki orada bulunan her hadisin manası (meali) Hz. Peygamberin (sav) diğer ashabı tarafından da rivayet edilmiş bulunuyor. Böylece Hz. Peygamber (sav)e atfedilen hadislerin hayali ve mesnedsiz olmadığının delillerini ortaya koymuş oluyor. Mesela elimizde bulunan bu mecmua 56 numaralı hadisin, Buharinin Sahihin de Enes tarafından da rivayet edilmiş olduğunu de görüyoruz.Ve 124 numaralı gösterilen hadisi Buhariden Abdullah İbni Ömer tarafından rivayet edilmiş buluyoruz. Ve bu mutabakatlar devam edip gidiyor”.
 

Nevin_1982

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 Eyl 2006
Mesajlar
5,000
Tepki puanı
8
Puanları
38
Yaş
42
Konum
sakarya
s.a evet biaralar tıp okuyan bir genç vardı adı ömer soyismini çıkaramadım oda hesap yapıp bu yıl şurda şu felaket olcak şurda şu olacak diye hesaplar yapıyordu.Kitabıda çıktı üstelik bununla ilgili.Bunlar kesinlikle bidat,yalan.Ama kuran mucizelerini hiçe sayamayız.bunlardan bir taneside geçmişle ilgili haberler vermesidir.Sanırım kastınızda bunlar değildir.Selametle kalın allaha emanet olun
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
.

Lütfen bu makale ile kendimi bir alim,bir veli olarak gördüğümü sanmayın sadece tasavvufa ilgim çoktur..

Ben ki bir acizane kendi derdinden bir çare..

Slm ve Dua ile..

BAHSETTİĞİNİZ İNSANLARA BAKIN : HZ. MUSA ,ASHABI KİRAM ..MEVLANA ..

HEPSİ DE ŞERİATE HARFİYYEN UYUYORLARDI..BİZİ KENDİMİZİ KİMLERLE KIYASLIYORUZ?! KIYASLAYABİLİYORSAK ONLARIN ALLAH RESULUNUN EMİRLERİNE NASIL UYDUKLARINI KIYASLAMALIYIZ İLK ÖNCE!!

TASAVVUFTA NEFSİN MÜLHİME OLABİLMESİ İÇİN ŞERİATE HARFİYEN UYMASI BÜTÜN FARZLARI VACİPLERİ SÜNNETLERİ EKSİKSİZ YERİNE GETİRMESİ LAZIM

HADİSİ ŞERİF . "KENDİ REYİYLE KURANI TEFSİR EDEN KAFİR OLUR" TİRMİZİ


TASAVVUF DEMEK İLHAM ALIP GÖNLÜNE GÖRE AYETLERİ TEFSİR ETMEK DEĞİLDİR!

SİZİN BAHSETTİĞİNİZ TASAVVUFA BENZEMİYOR NEYE BENZİYOR BİLİYOR MUSUNUZ ? MİSİTİSİZME...

TASAVVUF ŞERİATSIZ OLMAZ! FIKIHSIZ OLMAZ!

TASAVVUF İBADETİN AHLAKİ YÖNÜDÜR. ZİKRİ TERBİYEDİR .


İMAMI MALİK : "TASAVVUF BİLMEYEN FAKİH FISKA TASAVVUFU BİLİP DE FIKHI BİLMEYEN İSE ZINDIKLIĞA DÜÇAR OLABİLİR" DEDİ

TARİHTE BUNUN ÖRNEKLERİ VAR, GÜNÜMÜZDEDE.
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
s.a evet biaralar tıp okuyan bir genç vardı adı ömer soyismini çıkaramadım oda hesap yapıp bu yıl şurda şu felaket olcak şurda şu olacak diye hesaplar yapıyordu.Kitabıda çıktı üstelik bununla ilgili.Bunlar kesinlikle bidat,yalan.Ama kuran mucizelerini hiçe sayamayız.bunlardan bir taneside geçmişle ilgili haberler vermesidir.Sanırım kastınızda bunlar değildir.Selametle kalın allaha emanet olun

selamün aleyküm kardeşim
Kuran Allah kelamıdır .HAKİKATIN TA KENDİSİDİR. MUCİZEDİR.

bu yüzden "Kuranı kendi kafasına göre yorumlayan kafirdir" dedi Resulullah (sav)

ilhamlarla da Kuran yorumlanmaz!
 

نعىمة

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
2 Ara 2007
Mesajlar
2,969
Tepki puanı
3
Puanları
0
Yaş
41
Değerli Kardeşim Selamün Aleyküm,

Ya Ali Ebced tefsiri biliyor musun?
Elif Allahın ,ismidir .Allah manasındadır
Ba Allahın ,ismidir Bari manasını anlatır
Cim Allahın ,ismidir Celil manasını ifade eder"

Bu örnek verdiğin hadisi hiç görmemiştim malum binlerce hadis var elhamdülillah..
Bak ne güzel herşeyde bir hayır vardır bu hadis ile ben çok bahtiyar oldum.Neden mi?

Bir ara Suretül-Bakarada bulunan mukatta harfleri yani elif,lam,mim harflerinin ne olduğunu düşünmüştüm bulamamıştım.Sonra vazgeçtim düşünmekten çünkü aklım fikrim almadı bir türlü bunda bir sır ve hikmet vardır dedim bıraktım..

Ama bir gün birden bu harfler Allah'ın izni ile birden aklıma ilka oldu yada ilham oldu ve şu şekilde idi..

Elif:Tek olan Allah (C.C.)
Lam:La ilahe illallah
Mim:Hz.Muhammed mustafa (s.a.v)

Yani birleştirirsen şehadet kelimesi ortaya çıkıyor Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu en la Muhammedun Rasullululah..

İşte verdiği bu hadis örneği ile ben bu yüzden bahtiyar oldum Allah senden razı olsun güzel kardeşim Allah gayretlerini boşa çıkarmasın..



Evet bana ilham bu şekilde idi..Ama ben bunu kime anlatabilirim ki.. ama olsun biz söyleyelim bizden vebal kalksın..

Slm ve Dua ile..

.....................................
 

Hakendiş

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Nis 2008
Mesajlar
112
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
40
Değerli Kardeşim نعىمة,

Arapçam yok ama niciniz heralde nimet anlamına geliyor.Ancak bu kadar çevirebildim.Doğrusunu siz yazarsınız.

Sizin için bir makale ekleyeceğim biraz uzun bu yüzden ikiye bölüp vereceğim.Sabırla okumanızı rica ederim.

Slm ve Dua ile..

Kur'ân-ı Kerîm'de bu ilim hakkında "bizim katımızdan, bizim tarafımızdan bir
ilim" mânâsına gelen "
مِنْ
لَدُنَّا عِلْمَا " 1 ifâdesi kullanılmıştır.
"Ledünnî ilim" tâbiri de buradan gelir.


Esâsen, Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e
bildirdiği hakîkatler, üç kategori teşkil eder. Bunların birinci kategorisindeki
gerçekler, ancak nûr-i nübüvvetle idrâk olunabildiğinden, bunlar, Allâh Teâlâ
ile O'nun yüce Peygamberi arasında bir sır olarak kalmıştır. Böyle gerçekleri
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından hiç kimseye ifşâ
etmemiştir.



Allâh Teâlâ ile Rasûlü arasında böyle ifşâsı câiz ve mümkün olmayan, ifşâ
edilse bile anlaşılma imkânı bulunmayan gerçeklerin mevcûdiyeti, bâzı hadîs-i
şerîflerin mazmûnundan anlaşılmaktadır. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi
ve sellem- ashâbına:


"Şâyet bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız." (Buhârî, Küsûf,
2; Müslim, Salât, 112) buyurmuştur.


Diğer bir hadîs-i şerîfte de:


"Benim Cenâb-ı Hak ile öyle anlarım olur ki, onlara ne bir mukarreb melek ne
de herhangi bir peygamber vâkıf olamaz." (Münâvî, Feyzü'l-Kadir, IV,
buyurmuştur.


Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e
bildirdiği ikinci grup bir hakîkatler manzumesi de vardır ki bunlar, ancak aklen
ve rûhen yükselmiş, "havâs" veya "havâssü'l-havâs" 2


tâbir olunan ehil ve istîdâdlı zevât tarafından -doğru olarak- kavranabilir. Bu
kategorideki gerçekleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in
Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali gibi bâzı büyük sahâbeye nakletmiş olduğu
tarihî bir gerçektir. Bunların sadırdan sadıra intikâli, bir an'anedir. Zîrâ,
satıra geçtiği takdîrde ehil olmayanların da bunlara muttalî olmak ve -yanlış
anlamaları sebebiyle- hatâya sürüklenmek ihtimalleri mevcuddur. Bununla birlikte
kişinin bu hususta kalbî istîdâd ve iktidârı kadar mes'ûliyeti vardır. Kul,
kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmek mecbûriyetindedir.


Cenâb-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e
bildirdiği hakîkatlerin üçüncü grubunu teşkîl edenler ise, şer'î gerçeklerdir.
Bu kategorideki bilgiler hakkında, bütün insanlık âleminin, îmân ve amel
mükellefiyeti vardır. Bu sebeple de Cenâb-ı Hak bu hükümleri asgarî seviyedeki
kullarını da dikkate alarak, onların da tâkat getirebileceği bir şekilde takdîr
etmiştir. Bunlar, herkese lâzımdır ve umûmun mükellefiyetini tâyin sebebine
binâen, âleme ilân olunmuştur.


Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına zaman zaman
kıyâmete kadar olacak hâdiseler husûsunda îzâhlarda bulunur, ancak ashâbın pek
çoğu bunları lâyıkıyla kavrayamazdı. Bir kısmı da unutup giderdi.


Ancak yukarıda ifâde etmiş olduğumuz gibi bazı ehil kişilere anlaşılması güç
birtakım hakîkatleri haber verdiği ve bunların pek çoğunun da sırf sadırdan
sadıra intikal ettiği bilinmektedir. Çünkü bunlar, umûma lâzım olmadığı gibi,
pek çok kimsenin idrâk ve ihâtasını aşan gerçeklerdir. İstîdatlılar arasında
böyle bilgilerin teselsülünün, herkese hitâb sûretiyle değil, çoğu kez sadırdan
sadıra, yâni ehil bir ferdden, diğer bir ehil ferde intikâl sûretiyle
gerçekleştiği târihî bir an'anedir.


Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali'ye ilâveten sahâbeden İbn-i Mes'ûd, Ebû
Hureyre, Muaz bin Cebel ve Haris bin Mâlik -radıyallâhu anhüm- de bu husûsî ilme
âit bâzı sırlara mazhar olanlardandır.



______________________


1.Bkz. Kehf Sûresi, 65. âyet-i kerîme.



2.Havâs: Seçkin muttakî kullar. Havâssü'l-Havâs:
Seçkinlerin de seçkini olanlar.


Allâh
Teâlâ, kendisinden hakkıyla
ittikâ eden, beşerî irâde ve arzularını ilâhî irâdeye râm edebilen
kullarının kalblerine, gözlerin görmediği, akılların
tartamadığı birçok lutuflarda bulunur. Nitekim yüce
Rabbimiz, böyle muttakî kullarına husûsî bir ilim ve hikmet
lutfettiğini Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bildirmektedir:




يِا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إَن تَتَّقُواْ اللّهَ يَجْعَل لَّكُمْ فُرْقَاناً








وَيُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللّهُ ذُو الْفَضْلِ
الْعَظِيمِ


"Ey îmân edenler! Eğer
Allâh'tan ittikâ ederseniz, O, size bir
furkan (iyi ile kötüyü ayırd


edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir,
günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allâh, büyük
lutuf sahibidir." (el-Enfâl, 29)


"Ey îmân edenler! Allâh'tan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size
rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr
lutfetsin…" (el-Hadîd,
28)



Hadîs-i şerîfte de:


"Öğrendikleriyle amel edene Allâh Teâlâ
bilmediklerini öğretir." (Ebû
Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, X, 15)
buyurulmuştur.



Bir hadîs-i kudsî de şu mealdedir:


"Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, ben ona karşı
harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim
farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana
(farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet
ben onu severim. Kulumu sevince de ben (âdetâ) onun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm, bana
sığınırsa, onu korurum." (Buhârî,
Rikâk, 38)


Görüldüğü üzere farzları âdâb ve erkânına riâyet
ederek ihlâsla edâ ettikten sonra, aşk, şevk ve


vecd ile gönülden yapılan nâfile ibâdetler,
Cenâb-ı Hakk'ın böyle
muhteşem lutuf ve ikrâmlarına birer vesîle teşkîl
etmektedir. Bunun için nefsin süflî arzularına karşı koyarak haram ve
şüphelilerden sakınmalı, sünnet-i seniyyeyi hayat
tarzı edinmelidir. Bu lutuflara


nâiliyyet için bedenî hazları hadd-i
lâyığında (gerektiği ölçüde) tutup, rûhî âlemi inkişâf ettirmelidir. Çünkü bu
öyle büyük bir lutuftur ki
Cenâb-ı Hak, insanın beşerî zaaflarıyla perdelenen idrâkini, doğruya,
gerçeğe, hikmete açıverir. İnsan her hâl ve hareketinde ilâhî irâdeye göre adım
atar. Teşhis ve tahminlerinde isâbet eder. Sebep ve bahâneler, zâhirî
görüntüler, irâdesi Hakk'ın irâdesinde erimiş böyle
bir kulu aldatamaz. Kul, hâdisâtın içyüzünü
keşfetmeye ve ileri görüşlülüğe nâil olur.



Kalbe gelen ilhâmlarla isâbetli tahmin ve teşhiste bulunmanın
yanısıra bir de akla gelen ve zihne doğan hoş ve
ince fikirler vardır ki bunlar kelimelerle değil, çoğu zaman işâret ve
rumuzlarla ehline bildirilen, kalb ahvâline dâir
rakîk mânâlardır. Bunlara "latîfe" veyâ bunun çoğulu
olan "letâif" tâbir olunmuştur. Bu mânâlar, Hak
Teâlâ'nın mâneviyat yolundaki sâlih kullarına


lutfettiği işâret ve rehberlerdir.

devamı aşağıda....



Allah razı olsun kardeşim bu yazıyı çok beğendim. (Bir de hakikaten kendi hususi, cüz'i idrakimizle büyük meseleler hakkında kesin yorumlara varamayız) Bu meseleler şakaya gelmez.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt