Günahsız, mâsum bir insanın katli, pek tabî ki büyük bir cürümdür ve
şer'an kısas gerektirir. Fakat bu kıssadaki gibi bir
örneğin, şer'î hükümlerin tasvip etmediği bir şekilde ve sırf bâtın ilmine
dayanılarak gerçekleştirilmesi, zâhirle mükellef olan ümmet-i Muhammed hakkında
mümkün değildir. Bu yüzden kalbî ilme sâhib büyük
zâtlar da, zâhirî sebepler teşekkül etmeksizin harekete
geçmez, sebepler dünyâsından ayrılmazlar. Şer'î hükümlerin sınırları
herkes için vazgeçilmez ölçülerdir.
Mûsâ -aleyhisselâm- şeriat sahibi bir
peygamberdir ve onu tatbîk etmekle vazîfelendirilmiştir. Hızır -aleyhisselâm-
ise Allâh'ın bildirdiği bir ilim dâhilinde hareket etmektedir. Yâni yaptıklarını
kendi arzusuyla değil, Rabbinin emriyle yapmaktadır. Mûsâ -aleyhisselâm-'ın,
Hızır -aleyhisselâm-'a îtiraz etmesi ise, Allâh'ın
koyduğu hudutları gözetmek içindir. Bu kıssayı Kur'ân-ı Kerîm'de insanlara
bildiren de yine Yüce Rabbimizdir. Demek ki kıssadaki hâdiseler, zâhiren şer'î
gerçeklere muhâlif gibi görünse de hakîkatte birbirini tamamlayan farklı
tezâhürlerdir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu
tecellîlerin sırrını öğrenince îtirazı bıraktı. Anladı ki şeriat beden, hakîkat
de rûh gibidir. Şer'î kâideler herkese şâmil olduğundan, insanların
ekseriyetinin bâtınî gerçeklere vâkıf olamamaları
sebebiyle mükellefiyetleri de sırf zâhirî sebeplere göredir.
Diğer taraftan köylülerin tardetmelerine rağmen
Hızır -aleyhisselâm-'ın
muhatab oldukları bu kötü muâmeleye bakmadan ve
hiçbir maddî menfaat ummaksızın köyde yıkılmak üzere olan bir duvarı tâmir
etmesi, aslında yetimlerin himâyesinin ne derece mühim bir vecîbe ve yüksek bir
fazîlet olduğunu tebârüz ettirmek içindir. Ayrıca helâl kazancın da zâyî
edilmeyeceği hikmetinin ifâdesidir. Hakîkaten sâlih
kulların helâl kazançları, Allâh tarafından korunur, zâyî olmaz.
Hazret-i
Osman -radıyallâhu anh- duvarın altından çıkan bu hazine hakkında şu bilgileri
vermektedir:
"Hazîne, altından yapılmış bir levha idi. Üzerinde şu yedi satır yazılıydı:
1. Ölümü bilip de gülen kimseye şaşarım.
2. Dünyânın fânî olduğunu bilip de ona rağbet eden kimseye şaşarım.
3. Her şeyin bir kader ile tâyin edildiğini bilip de elden çıkan şeye üzülen
kimseye şaşarım.
4. Hesâba tâbî tutulacağını bildiği hâlde mal toplayan kimseye şaşarım.
5. Cehennem ateşini bildiği hâlde günâh işleyen kimseye şaşarım.
6. Allâh'ı yakînen bildiği hâlde, O'ndan başkasını anan kimseye şaşarım.
7. Cenneti yakînen bildiği hâlde dünyâda istirahat ümid eden kimseye ve
şeytanı düşman olarak bildiği hâlde ona itaat eden kimseye şaşarım." (İbn-i
Hacer el-Askalânî, Münebbihât, 29)
Yine bu kıssada işârî mânâ ile, Hazret-i Mûsâ ve Hızır -aleyhisselâm-'ın
buluştukları iki denizin birleştiği yerden maksad, zâhir ilminde Hazret-i
Mûsâ'nın, bâtın ilminde de Hızır -aleyhisselâm-'ın derin bir deryâ misâli
olmalarıdır.
Hazret-i Mûsâ'nın ledünnî ilmi tahsîl maksadıyla Hızır -aleyhisselâm-'a tâbî
olması, tasavvuftaki mürîd-mürşid münâsebetlerine benzerlik bakımından da hayli
dikkat çekicidir. Bu bakımdan denilebilir ki bir kimse, ilimde Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-
kadar derin olsa dahî, kendisinde bulunmayan bir ilmi tahsîl için tevâzû ve
mahviyet içerisinde mânâ sultanı Allâh dostlarının önünde diz çökebilmeli,
onların irşâdını taleb edebilmelidir.
Sevgili Peygamberimiz'e:
"- Yâ Rasûlallâh! Kur'ân'da ve sünnette çözümünü bulamadığımız bir meseleyle
karşılaştığımızda ne yapalım?" diye sorduklarında o Varlık Nûru:
"- Onu, fakihlere ve âbidlere (sâlihlere) sorun ve onların istişâresine arz
edin. O konuda şahsî görüşünüzle amel etmeyin." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I,
178) buyurmuştur.
Büyük fıkıh âlimi, müctehid, İmâm Şâfiî Hazretleri, gönül ehli bir kimse olan
Şeybân-ı Râî Hazretleri'nden mânevî istifâde için önünde bir talebe gibi büyük
bir edeple diz çöker, bâzı hususları istişâre ederdi. Talebeleri:
"- Yâ İmâm! Sizin gibi bir âlim nerede, Şeybân nerede? Bunca hürmet ve
iltifâtın hikmeti nedir?" diye sorduklarında, o büyük İmâm:
"- Evlâdlarım! Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir!" derdi.
Ahmed bin Hanbel ve Yahyâ bin Main de, bazı meseleleri Mârûf-i Kerhî'ye
başvurup ondan sorarlardı.
Mânâ üstadlarına zâhirî ilimleri değil, kalbî ilimleri tahsîl için gidilir.
Çünkü onlar, Allâh'a ulaştıran yolların rehberleridir. Nitekim, nice büyük
tefsir, hadis, fıkıh âlimleri, tasavvufa intisâb etmiş, bilmedikleri incelikler
husûsunda Hak dostlarını rehber edinmişlerdir. İbn-i Âbidîn, Âlûsî ve diğerleri
gibi…
Dünyanın en büyük hukukçularından biri olan İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri
de, Câfer-i Sâdık Hazretleri'nin sohbetinden tefeyyüz etmiştir.
Ebû Hanîfe Hazretleri'nin mâneviyat ehline büyük hürmetini ifâde eden şu
hâdise de pek mühimdir:
Anlatıldığına göre, birgün Hak dostlarından İbrahim bin Edhem'in yolu İmâm-ı
Âzam Hazretleri'ne uğradı. Ebû Hanîfe'nin etrafındaki talebeler İbrahim bin
Edhem'e küçümseyen, garipseyen gözlerle baktılar. İmâm-ı Âzam bu hâli gördü ve
İbrahim bin Edhem'e:
"- Buyurun efendimiz, meclisimize şeref veriniz!" diye seslendi.
İbrahim bin Edhem mahcûb bir edâ ile selâm verip geçti. İbrahim bin Edhem
oradan ayrılınca, İmâm-ı Âzam'a etrâfındaki talebeleri sordu:
"- Bu kimse efendilik ve büyüklük sıfatına ne bakımdan lâyıktır? Sizin gibi
bir zât ona nasıl efendimiz der?"
Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, yüksek tevâzuunu da ifâde eden şu cevâbı verdi:
"- O, dâimî bir sûrette Allâh ile meşgûl, biz ise işin kîl u kâliyle…"
Öte yandan her hususta olduğu
gibi ledünnî ilmin tahsîlinde de ilâhî tâyinle konulmuş olan âdâb ve erkâna
riâyet etmek gerekir. Bu âdâbın en mühimlerinden biri, kulun acziyet ve
hiçliğinin şuurunda olarak tevâzua bürünmesidir.
Nitekim, "Kelîmullâh" şânına mazhar ve "ülü'l-azm" bir peygamber olan Mûsâ -aleyhisselâm-,
"Kavmimle uğraşmam lâzım, bana Tevrat kâfîdir, zâten vahye muhâtab biriyim,
Cenâb-ı Hak'tan istesem O, bana bu ilmi doğrudan öğretmeye kâdirdir…" dememiş;
yüksek bir tevâzû sergileyerek murâd-ı ilâhîye tâbî olmuştur. Böylece, gelecek
insanlığa bu husûsta bir ölçü ve davranış mükemmelliğinden bir örnek sunmuştur.
"- O âlimi bulmak için gerekirse yıllarca yürümeye kararlıyım." demesi de
bunun açık bir delîlidir. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-'ın Hızır'a karşı
gösterdiği bu tevâzu, ilim ve mârifet tâlibi herkese güzel bir nümûnedir.
Cenâb-ı
Hak dileseydi Hızır ile Musâ -aleyhisselâm-'ı hemen karşılaştırabilirdi. Hâlbuki
onları, meşakkatli bir yolculuk sonunda karşılaştırmayı murâd etti. Demek ki bu
yolda, aşk ve istiğrak içinde bir azim, kararlılık ve gayret ile "lutf-i ilâhî"
gerekiyor.
Aynı zamanda Hazret-i Mûsâ ile Hızır arasındaki bu hâller, bâtın ilminin de
sebeplere ve usûle uygun olarak, bir üstaddan alınması gerektiğine işârettir.
Yâni bu ilme ekseriyetle, sebebsiz, rehbersiz ve mürşidsiz olarak ulaşılamaz.
Ancak Veysel Karânî Hazretleri gibi "Üveysî meşreb" olanlar istisnâdır. Bu yolda
maksada ulaşmak için büyük bir azim ve yüce bir himmete ihtiyaç vardır.
Öte yandan Hazret-i Mûsâ'nın Hızır -aleyhisselâm-'dan ilim tahsîl etmek
istemesi; "Nasıl olur da bir velî, büyük bir peygambere ders verebilir?"
şeklindeki bir suâli akla getirebilir.
İşte bu durumda şu husûsa dikkat edilmelidir ki, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-'ın
Hızır -aleyhisselâm-'dan ilim tahsîl etmek istemesi, onun hiçbir ilim ve
mârifete sahip olmadığı, kendisine keşf ve ilhâmdan hiçbir nasîb lutfedilmediği
mânâsına gelmez. Bu hâl, herhangi bir hususta daha kâmil olandan, o husûsun
tahsîli gibidir.
Meselâ Mîmar Sinan'ın mîmârîdeki ilmî dirâyet ve kâbiliyeti, Süleymâniye
Câmii inşâsında çalışan bütün sanatkârlardan hiç şüphesiz daha üstündür.
Sinan'ın o câmîdeki bir mermerci kadar mermeri işleme sanatını bilmemesi, onun
için bir kusur olamaz. Çünkü o sanatkârlar da Sinan'ın tâlimâtı altındadır.
Bu itibarla Hızır -aleyhisselâm-'ın Musâ -aleyhisselâm-'a belli bir müddet üstad
olması sebebiyle Musâ -aleyhisselâm-'dan üstün olduğu söylenemez. Haddi zâtında
burada bir üstünlük mukâyesesi de söz konusu olamaz. Çünkü Mûsâ -aleyhisselâm-
ile Hızır -aleyhisselâm-, kıyas kabul etmeyecek şekilde farklı vâdîlerdedir.
Buradaki hikmet, ilâhî ilim karşısında peygamberler de dâhil bütün mahlûkâtın
acziyet içinde olduğu gerçeğinin bütün insanlığa gösterilmesidir.
Peygamberler de bir beşer olmakla birlikte, ilâhî vahye mazhar olmuş,
seçilmiş kimselerdir. Cenâb-ı Hakk'ın bu müstesnâ kulları günah işlemezler.
Ancak onlar da âciz birer beşer olmak itibâriyle nâdiren "zelle" denilen
hatâlara düşerler. Cenâb-ı Hak bu sûretle onlara da, kâh ahkâm zâhir olsun diye,
kâh insanlığa emsâl olsun diye beşer olmanın acziyetini tattırır ve onları çoğu
kez bize meçhûl bir keyfiyette terbiye eder. Burada da Mûsâ -aleyhisselâm- ilâhî
ilmin sonsuzluğu karşısında beşerin sâhib olduğu ilmin acziyetini anlayacak,
kendisine bildirilmeyen daha nice ilimlerin mevcûd olduğunu görecektir. Kıyâmete
kadar gelecek olan insanlık da onun kıssasından birçok ibretler alacaktır.
Gerçekten Peygamberler bile nübüvvet gibi büyük bir kudret ve salâhiyete
sâhip olmalarına rağmen, kendilerine bahşedildiği kadar ilme vâkıf olmuş ve Hak
Teâlâ'nın lutfettiği nisbette de gayba muttalî olabilmişlerdir. Ledünnî ilim
vehbî olduğundan, onlar bile Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiğini bilir, bildirmediğini
bilemezler. Nitekim Şeyh Sâdî'nin Gülistan'ında geçtiği üzere bir kişi Hazret-i
Yâkûb'a:
"- Ey kalbi münevver, akıllı peygamber! Yûsuf'un gömleğinin kokusunu
Mısır'dan gelirken duydun da, neden yanıbaşındaki kuyuya atılırken Yûsuf'u
göremedin?" diye sorar.
Yâkûb -aleyhisselâm- ise cevâben:
"- Bizim bu hususta nâil olduğumuz ilâhî nasîb, çakan şimşekler gibidir.
Bundan dolayı murâd-ı ilâhîye bağlı olarak gerçekler bize bâzan ayân olur, bâzan
kapanır!.." buyurur.
Nitekim, Mûsâ -aleyhisselâm-'ın Hızır -aleyhisselâm-'dan ilim taleb ederken
kullandığı tâbir de, "sana verilen ilim" şeklindedir. Yâni ilim, kullara değil,
Hak Teâlâ'ya izâfe edilmelidir. Bütün ilimlerin mutlak menbaı Allâhu
Azîmuşşân'dır. O, dilediğine, dilediği kadar bundan ihsân eder. Bâzı ilimlerin
tahsîli için birtakım zâhirî sebepleri vâsıta kılar, bâzı ilimleri ise bizzat
kulunun kalbine lutfeder.
Diğer taraftan bir kul, oruçluyken sehven (unutarak) bir şey yese, orucu
bozulmaz. Tıpkı bunun gibi Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-'ın Hızır -aleyhisselâm-'a
verdiği sözü unutarak ona îtiraz etmesi, beraberliklerinin devâmına mânî
olmamıştı. Fakat Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bu ilimden gelmesi muhtemel
nasîbini -mecbûr olmadığı hâlde- bir mahcûbiyet heyecanıyla:
"Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni yanında bulundurma."
(el-Kehf, 76) diyerek şarta bağladığı için, netîcede nasîbi bu kadarla mahdud
kaldı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"Allâh, Mûsâ'ya rahmet buyursun. Eğer o sabredebilseydi, Allâh Teâlâ onlar
vasıtasıyla bize (daha pek çok esrârengiz ve acâib) hâdiseler bildirecekti."
(Müslim, Fezâil, 170; Buhârî, Tefsîr, 18/2) buyurmuştur.
Demek ki bu yolda sabır ve temkin ehli olmak esastır.
Tasavvuf ehlinin bu kıssayla ilgili değerlendirmelerinden biri de şöyledir:
Rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-'a bu seyahatinde
refâkat eden genç, Mûsâ -aleyhisselâm-'ın kız kardeşinin oğlu ve kendisine îmân
edenlerin, yâni ashâbının önde gelenlerinden Yûşâ bin Nûn idi. Bu zât, Mûsâ -aleyhisselâm-'ın
vefâtından sonra da halîfesi olmuştur.
Hazret-i
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de hicret yolculuğunda,
hakkında hadîs-i şerîfte "üçüncüleri Allâh olan ikinin ikincisi" (Buhârî,
Ashâbü'n-Nebî, 2) buyurulan ve ümmetinin en fazîletlisi olan Hazret-i Ebû Bekir
-radıyallâhu anh-'ı yol arkadaşı olarak tercih etmişti. Bu misâller, mânevî
yoldaki Allâh rızâsı için olan hakîkî dostlukların ehemmiyetini tebârüz
ettirmektedir.