Ebûl Ferec el Cevherî, Hasen Basrîden
rivâyet eder. O da îmâm-ı Hasen bin Alîden “radıyallahü anhümâ”
rivâyet eder. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” bir gün
hutbe okuyup, halkı gazâ ve cihâda tesvîk etdi. Bir sahs ayak
üzere kalkıp, dedi ki, yâ imâm! Bana fî sebîlillah cihâdın ve gazâların
sevâbından haber ver. Hazret-i Alî buyurdular ki, bir
gün Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri
ile gazâya gidiyorduk. Senin benden süâl etdigin gibi, ben de
hazret-i Resûl-i ekremden süâl etdim; dedim ki, yâ Resûlallah!
Bize gazâ ve cihâdın sevâbından haber ver. Hazret-i Server-i
kâinât buyurdular ki: Bir kavm gazâya niyyet eylese, Hak Sübhânehü
ve teâlâ onlar için Cehennemden kurtulusuna berat yazar.
Kaç kisi sefer için hâzırlansa, Allahü teâlâ onlar ile meleklere
ögünüp, buyurur ki, görün, benim kullarımı, benim yolumda
gazâya hâzırlanırlar. Ehline ve evlâdına vedâ’ eylerken, evi
ve dıvârları onlar için aglar. Ve günâhlarından temizlenip, anadan
dogmus gibi olurlar. Yılanın, derisinden çıkdıgı gibi olurlar.
Hak Sübhânehü ve teâlâ her adıma kırk bin melek verir. Dört
tarafından hıfz ederler. Isledikleri her hasene ve her sevâb iki
kat yazılır. Ona bin âbid ibâdeti sevâbı yazılır. Öyle âbid ki, bin
yıl ibâdet etmis olur. Harbe gitmek üzere yola girdigi zemân,
Hak Sübhânehü ve teâlâ o kadar sevâb verir ki, dünyâdaki bütün
insanlar kâtib olsalar, onun hesâbında âciz olurlar. Düsmâna
karsı olup da, harbe baslasalar, melekler onları çevirip, üzerlerine
durup, nusret ve zafer için, düâ ederler. Arsın altından bir
melek, (El-cennetü tahte zılâl-issuyuf) ya’nî Cennet kılıçların
gölgesi altındadır diye, nidâ edip, çagırır. Kılınç dokunup, her
sehîd olana, sıcak günde soguk su içmis gibi, lezzetli gelir. Her
kılınç darbesi yiyip, atından yere düsmezden evvel, Hak teâlâ
hûrî gönderir. Sagından ve solundan yetisip, müjde verirler. Hak
Sübhânehü ve teâlânın onun için, Cennetde hâzır eyledigi kerâmâtı
(ikrâmları) ve sevâbı haber verirler ve müjdelerler. Ondan
sonra yere düsse, bir ses gelip, der ki, “Merhâbâ ey temiz rûh!
Temiz bedeninden çıkdın. Müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâ
senin için Cennetinde o kadar sevâb ve ecrler ve mülk ve ni’metler
hâzırlamısdır ki, ne gözler görmüsdür, ne kulaklar isitmisdir.
Ne de kimsenin hâtırına gelmisdir. Hazret-i Resûl-i Ekrem “sallallahü
aleyhi ve sellem” buyurdu ki, Allahü teâlâ o sehîd hakkında
buyurdu ki, onun ehline ve evlâdına halîfeyim. Her kim
onu râzı eder, beni râzı eder. Her kim onu incitir, beni incitir.
Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, sehîdlerin rûhlarını yesil
kusların kursagına koymusdur. Cennete girip, yemislerinden
yirler. Sehîde Cennet-ül firdevsde yetmis kasr verirler. Her iki
kasrın arası San’a ile Tehâme arası mesâfe kadardır. O kasrların
nûru sark ve garb [dogu-batı] arasını doldurur. Her kasrın yetmis
kapısı vardır. Altındandır. Her kapıda perde asılmısdır. Kapının
üstünde bir kösk vardır. Her bir köskün içinde yetmis çadır
vardır. Her çadırda yetmis kanepe [serîr] vardır. Her serîrin
ayakları inciden ve yâkutdan ve zeberceddendir. Her serîr üzerinde
kırk dösek vardır. Her dösegin yüksekligi kırk arsındır.
Her dösekde bir hûrî ayn ve her hûrî aynın kırk câriyesi vardır.
Baslarında inciden tâclar ve boyunlarında mendiller ve ellerinde
murassa legen ve ibrik tutarlar. Hazret-i Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” yemîn edip, buyurdu ki, kıyâmet gününde,
sehîdler yerlerinden kalkıp, mahser yerine gelirken, yollarında
Enbiyâ aleyhimüsselâm olur. Onlar geldikde, ayak üzerine
kalkarlar. Sehîdler gelip, mücevherlerle süslü kürsîler üzerine
otururlar. Her sehîd evlâdından ve ehlinden ve akrabâsından
ve ahvâl ve ahbâbından yetmisbin kisiye sefâ’at edecekdir.
Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” der ki; hazret-i Server-i Enbiyâ
bunu böyle buyurdular.
Nevfel “radıyallahü anh” derler bir yigit, iki oglunu ve hâtununu
yanında getirip dedi ki, Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi
ve sellem”! Ben düâ edeyim, Siz âmîn deyiniz. Böylece düâm
kabûl olsun. Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki, Sen söyle,
ben âmîn diyeyim. Nevfel “radıyallahü anh” el kaldırıp, dedi
ki: Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna sehâdet müyesser eyle.
Bu iki oglunu yetîm eyle. Vâlidelerini dul eyle. Ondan sonra
varıp, silâhını kusanıp, atına binip, düsmâna karsı çıkdı. Birçok
kimseyi öldürüp, sonunda atını düsürdüler. Sonra kendini
sehîd etdiler. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” der
ki, ben gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin sehâdetini bildirdim.
Dedim ki, Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mubârek etsin.
Nevfel sehîd olup, kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ek-
rem ve Nebiyyi muhteremin mubârek gözleri yas ile doldu.
Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile berâber geldiler. Sa’d bin Ebî
Vakkas ok atıp, müsrikleri Nevfelin yanından dagıtdı. Resûlullah
hazretleri gelip, basını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: Allahü
teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! Sübhe yokdur ki, Hak Sübhânehü
ve teâlâ yarın kıyâmet gününde, nidâ edip, buyurur.
Sen Arsın altından çıkarsın. Basın sag elinde olur. Damarlarından
kan akar. Kokusu miskden güzel kokar. Süâlsiz, hesâbsız
Cennete gidersin. Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerine
buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defn etdiler. Sonra Resûlullah
hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde yürür idi. Sonra
süâl etdiler. O Resûl-i Hüdâ “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdular
ki; Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn
ederim ki, Nevfel üzerine o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin
çoklugundan ayagımı basacak yer bulamazdım. Bir melek
gelip, kanadını ayagım altına dösedi. Ona basdım. Gazâ temâm
olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ “sallallahü aleyhi ve sellem”,
hergün varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.
Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder ki, sayısız
ganîmetler ile; gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak,
Medîne-i münevvereye yöneldik. Medîneye yaklasdıkda; Medîne
halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karsılamaya çıkıp, hâtunlar ve kızlar,
def çalar, si’r okur, hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi.
Tebessüm edip; Ensârın hâtunları ne iyidir, derler idi. Ansızın
Nevfelin hâtunu iki oglu ile gelip, Server-i kâinât hazretlerine selâm
verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mubârek olsun, dedikden
sonra, dedi ki, yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu. Hazret-i
Fahr-i âlemin mubârek gözlerinden yas revân olup, yanında olanlar
da agladılar. Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın “sallallahü
aleyhi ve sellem” üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki, yâ
Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye kim dayanabilir
ki, ben söyliyeyim. Mubârek eli ile ardına isâret edip, geçdi,
gitdi. Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” geldi.
Ona da hâtun varıp dedi. Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci.
Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” aglayıp, yanındakiler
de agladılar. Ammâr bin Yâser yanında yürür idi. Ona
dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl söyliyebilirim. Eli ile ardına
isâret etdi; geçdi. Ondan sonra hazret-i Osmân “radıyallahü
teâlâ anh” geldi. Hâtun Ona varıp, sordu. Hazret-i Osmân aglayıp,
yanında olanlar da agladılar. O da eliyle isâret edip, geçdi,
gitdi. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi.
Hâtun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevâb vermeyip, geriye
isâret edip, geçdi, gitdi. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
teâlâ anh” geldi. Mû’az bin Cebel “radıyallahü teâlâ
anh” der ki: Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikâbında [üzengisi karsısında]
yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri
geride kimse de kalmamısdı. Çünki, hâtun onlara da sordu. O
yâr-i gârı Mustafâ [ya’nî Resûlün magara arkadası], yüksek sırların
kaynagı olan Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” mubârek
sakalını avucuna alıp, gönlü perîsân olarak, parmagını disine
dokundurup, Hak sübhânehü ve teâlâ dergâhına teveccüh
edip, dedi ki; yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmakdan Habîbi ekremîn
sakındı. Hazret-i Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar.
Ben müskil durumda kaldım. Eger ifsâ edersem, ya’nî Nevfelin
sehâdet haberini verirsem, Habîbine muhâlefet etmis olurum.
Eger geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Dogru söylesem
hâtırı [gönlü] yıkılır. Dogru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi
ki, yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müskilimi sen çöz
ki, miskînenin gönlü tesellî olsun deyip, Hakka baglanıp, dergâha
yüz tutup, (Yâ ALLAH) deyince, o ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı
elinde Nevfel sür’atle gelip, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi.
(Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin, dedi. Mubârek elini açıp, Alîye
“radıyallahü anh”, sonra Sahâbe-i güzîne yetisdi ve selâm verdi.
Bunlar bu hâli görüp, dehset içinde kalıp, atlarından düseyazdılar.
Zübeyr bin Avvâm hazretleri der ki, Resûlullah “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin âdet-i serîfleri idi ki, seferden
geldikde, mescide varıp, iki rek’at nemâz kılardı. Sefere gitmiyenler
gelip, selâm verip, tebrîk ederlerdi. Yine mescide vardı.
Otururken kapıda kalabalık oldu. Kalabalıgı gördüler. Nevfel
içeri girip, selâm verdi. Resûl-i ekrem hazretleri Nevfeli karsılayıp,
selâmını alıp, yerine oturtdukdan sonra, kendileri de
oturdu. Buyurdu ki, sübhânallah! Bu bir âyetdir ki, Hak teâlâ
açıkladı. Acabâ kimin eliyle zâhir oldu; derken, o ânda hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Zübeyr bin Avvâm “radıyallahü teâlâ
anh” der ki: Gözüm ile gördüm ve kulagım ile isitdim. Basın-
da Cebrâîlin imâmesi vardı. Yâ Muhammed! Sükr secdesi eyle
ki, ümmetinde Allahü teâlâ, hazret-i Îsâ aleyhissalâtü vesselâm
gibi, ölüyü dirilten kimse yaratdı. Allahü teâlâ sana selâm eder.
Buyurur ki, benim Habîbim, eger senin magara arkadasın Ebû
Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” sakalı avucunda iken, bir kerre
dahâ (Yâ ALLAH) demis olaydı, izzim-celâlim hakkı için,
bütün sehîdleri, diriltirdim. Yâ Muhammed! Ebû Bekr kuluma
söyle ki, ben ondan râzıyım. O da benden râzımıdır. Onun sözünü
dogru çıkarmak için, Nevfeli diriltdim. Zîrâ o câhiliyye döneminde
yalan söylememisdir. Bunun üzerine, Server-i Âlem,
Ebû Bekrin sakalını öpüp, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâmın verdigi
müjde haberini söyleyip, buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekr! Hakdır
ve lâyıkdır ki, Allahü teâlâ sana ikrâm etmisdir. Sükrler olsun
o Allahü teâlâ hazretlerine ki, ben dünyâdan ayrılmadan
evvel, ümmetimde hazret-i Îsâ aleyhisselâm gibi, Allahü teâlânın
izniyle ölüyü dirilten kimse yaratdı. Ondan sonra Ebû Bekr
hazretleri imâmesini çıkarıp, basını açıp, dedi ki: Yâ Resûlallah!
Hazretinden utanırım. Yoksa imâmemi [sarıgımı] Cehennem
atesinin üzerine koyardım. Cehennemin atesini ümmetinin büyük
günâh isleyenlerinden men’ ederdim. Ondan sonra Nevfel
nice yıllar ömr sürdü. Evvelki ogullarından gayri iki oglu dahâ
oldu. Sonra Yemâme cenginde sehîd oldu.
Ba’zı rivâyetde hanımı söylenmeyip, fakîr bir annesi oldugu
söylenmisdir. Nevfel, silâhını kusanıp, atına binip, muhârebeye
katılmak üzere geldi. Annesi, aglıya aglıya feryâd ederek,
Fahr-i kâinâta gelip, dedi ki: Yâ Habîballah! Benim gözümün
yasına merhamet eyle. Hayâtımda, görür gözüm ve tutan elim
budur. Bundan gayri sıgınacagım yokdur. Gâyet garîb ve fakîrim.
Benim oglum gençdir. Harb ahvâlinden haberi yokdur.
Naz ile büyümüsdür. Soguga ve sıcaga dayanamaz. Ben zelîl kalırım.
Kimse benim hâlimi bilmez. Hazret-i Resûl-i ekrem o fakîrin
göz yasına acıdı. O civâna dedi ki, oglum, ben sana kefîl
olayım ki, gazâ sevâbını kazanasın. Sehîdlik mertebesine erisesin.
Dertli annenin rızâsını gözet. Bunun yaslılıgı vaktinde, göz
yasını akıtdırma. Bu garîb bize sefâ’ate gelmis iken, ayrılık atesiyle
yakma. Ibâdet meydânının pîri, aglıyarak; Yâ Resûlallah!
Beni men’ etme. Ihtiyârım elde degildir. Hak yoluna gönlüm
cân ve bas oynamak [koymak] diler. Nihâyet anneme bir düâ
edin ki, düânız sâyesinde, önce ona Allahü teâlâ sabr ihsân etsin.
Bunun üzerine Resûl-i ekrem Nevfelin vâlidesine dedi ki,
gel bu yigidi hayrlı yolundan men’ etme. Çileli annesi, Sultân-ı
kâinâtın emrine muhâlefet etmedi. Dedi ki, Yâ Resûlallah!
Oglum, nev resîddir, Sefer ahvâlini bilmez ammâ, sana ısmarladım.
Her hâlini gözetesin. Fahr-i âlem hazretleri, Allahü teâlânın
izni ile olur, buyurdu. Bir rivâyetde sâlim ve ganîmetlerle
dönünce, annesi Resûl-i ekremin huzûruna varıp, o hidâyet
semsi nûr-i nübüvvet ile etrâfı aydınlatıp, sürûr ile geldiler. Fakîr
kadın rikâb-ı hümâyûna yüz sürüp, istiyakla, oglunu sordu.
O sefkat deryâsı, musîbet [kötü] haberi vermekle gönlü kırılır
endîsesi ile çekinip, hüsn-i edeble cevâb verip, dedi ki, geride
kaldı. Gelenlerden süâl edesin. O derd sâhibi [Nevfelin annesi]
bekledi. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” se’âdetle geldikde,
süâl etdi. Buyurdular ki, Habîbullahdan süâl etmedin
mi? Miskîne [fakîr kadın] dedi ki, süâl etdim. Böyle cevâb buyurdular.
Hazret-i Mürtedâ bildi ki, hazret-i Risâlet penâh, bunun
gönlünü kırmamak için, musîbet haberini vermemisler.
Sultân-ı kevneyne muhâlif söylemeyip, aynı seklde cevâb verdiler.
Sonra da hazret-i Osmân, hazret-i Ömer, böylece hazret-i
Ebû Bekre erisdi “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. [Kaynak : Menakıbı cihar yar-ı güzin]