Cihadın Lüzûmu
Peygamber SAS Efendimiz'den Abdullah ibn-i Abbas RA; Hazret-i Abbas'ın oğlu, genç ama büyük alim Hazret-i Abdullah rivayet etmiş. Deylemî Müsnedül-Firdevs isimli eserinde kaydetmiş ki, Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
RE. 79/5 (Akrabün-nâsi min derecetin-nübüvveh, ehlül-cihâdi ve ehlül-ilm; lienne ehlel-cihâdi yücâhidûne alâ mâ câet bihir-rusül, ve emmâ ehlül-ilmi fedellevinnâse alâ mâ câet bihil-enbiyâ'.)
Bu hadis-i şerif, ehl-i cihadı ve ehl-i ilmi medhediyor. Diyor ki Peygamber Efendimiz:
(Akrabün-nâsi min derecetin-nübüvveh) "İnsanların peygamberlik derecesine en yakın olanlanları, (ehlül-cihâdi ve ehlül-ilm) ehl-i cihad ve ehl-i ilimdir."
Tabii en yüksek derece peygamberlerin. Peygamberlerin içinde de en yüksek makam, Makàm-ı Mahmud Peygamber SAS Efendimiz'in. Çünkü o şems-i şümûsil-enbiyâ, bedr-i büdûril-mürselîn; yâni herbirisi güneş gibi olan peygamberlerin güneşler güneşi, herbirisi bir dolunay gibi olan enbiyânın mehtaplar mehtabı, en yükseği o... Ama peygamberlik derecesine en yakın olan insanlar; 1. Ehl-i cihad. 2. Ehl-i ilim.
Burada 1, 2 derken, söyleniş sırasından dolayı dedim. Ama başka hadis-i şeriflerden biliyoruz ki, ehl-i ilim mertebe ve makam bakımından ehl-i cihaddan daha üstün. Alim şehidden daha üstün, derecesi daha yüksek.
Bu iki mübarek zümrenin, cihad edenlerle ilim erbabının üstünlüğünü açıklamak için de, Peygamber SAS buyuruyor ki:
(Lienne ehlel-cihâdi yücâhidûne alâ mâ câet bihir-rusül) "Cihad yapan insanlar, rasüllerin getirmiş oldukları esasları yaymak için, onlar üzerine mücadele veriyorlar. Onların yayılması, kabul edilmesi, çiğnenmemesi, engellenmemesi için cihad ediyorlar. Sonuç itibarıyla yaptıkları mücadeleler, Cenâb-ı Hakk'ın emrinin tutulması, emrinin yerine gelmesi için yapılmış oluyor. Hem Allah'ın dinini yaymak veya korumak, savunmak, müslümanları ezdirtmemek, İslâm'ı yok ettirmemek; ya da ezmek isteyen kâfirlere gerektiği zamanda saldırıp darbe vurmak için yapılıyor. Sonuç itibarıyla İslâm'ın bekàsında önemli oluyor. İslâm'ın bekàsı için çalışmaları şart...
Ta Peygamber Efendimiz zamanından beri böyle olmuş. Bunun böyle olması işlerin tabiatında var, olayların yapısında var. Çünkü siz bir yenilik getirdiğiniz zaman, güzellik getirdiğiniz zaman; "Ooo, bu çok güzelmiş!" diye herkes kabul etmiyor. Çok kimseler, insaflı insanlar kabul ediyor, "Ooo, çok güzelmiş, ben bunu benimsedim!" diyor da; eski düzenin taraftarları olan hakîkî gericiler, yâni iman bakımdan geride olan, mürtecî olan, tutucu kimseler, mevcut putperest düzeni, putperest gidişi devam ettirmek istiyorlar.
Neden?.. İşte bir tapınak yapmışlar, putlara tapılıyor. Putlara adaklar getiriliyor. Kendileri ordan bir unvan kazanmışlar, kâhin diye, din başkanı diye. Bir takım kıyafetler giymişler, başlarına, sırtlarına; ellerine birtakım asâlar vs. almışlar. Dinlerini böyle bir gösteriş, bir edâ haline getirmişler. İşte Mısır'da, işte Sümer'de, işte Nemrud'un, işte Firavun'un, işte başka kavimlerin tarihlerinde okuduğumuz manzaralar...
Şimdi tabii, onların düzeni zulüm düzeni... Çünkü, itibarı kazandıktan sonra Allah'ın emrine aykırı zulümler de yapmışlar. Meselâ, Firavun doğan çocukların erkek olanlarının öldürülmesini emretmiş. Korkunç bir vahşet!.. Bir çocukcağız doğuyor, mâsum doğuyor. İslâm öyle söyler. Hristiyanlar doğanı suçlu sayıyor, ezelî bir günahtan dolayı lekeli kabul ediyor. İslâm bunun yanlış olduğunu beyan etmiş. Çocuk mâsum doğuyor; zavallı, hayata atılmış, Cenâb-ı Mevlâ'nın yarattığı bir mübarek nev zât, yeni açmış bir çiçek... Gel sen onu kıtır kıtır kes, öldür... Nasıl vicdan, nasıl akıl, nasıl yönetim, nasıl emir?..
Bu zulmün karşısına Mûsâ AS çıkınca, Nemrud'un karşısına İbrâhim AS çıkınca, kavminin karşısına Nuh AS çıkınca, "Bu putlara tapmayın, bunlar yanlış, hatâlı... Nedir bu yaptığınız?" deyince; bu sefer karşı cephe, kurdukları tuzaklardan, düzenlerden gelir ve menfaat sağlayanlar karşıya geçiyorlar ve bir mücadele başlıyor.
Mücadele, sert bir mücadele... Peygamberler yumuşak yumuşak Allah'ın emirlerini söylüyorlar. Hattâ Allah-u Teàlâ Hazretleri Mûsâ AS'a, kardeşi Hàrun AS'la beraber Firavun'a gitmesini emir buyururken:
(Fekùlâ lehû kavlen leyyinen) "Ona gidin, yumuşak yumuşak konuşun ona! (Leallehû yetezekkeru ev yahşâ) Ola ki aklı başına gelir, öğütleri anlar, kabul eder ve Allah'tan korkar." (Tàhâ: 44) buyruluyor.
Peygamberlere yumuşak konuşmak emrediliyor Allah-u Teàlâ Hazretleri tarafından ama, karşı taraf gözü dönmüş, gözü kanlı, eli kanlı, kalbi katı; o zulme başlıyor.
Peygamber Efendimiz'in sahabesine, mübarek mü'minlere, sırf inançlarının değişmesinden dolayı neler yaptılar. Hiçbir menfaat kayıpları yok öbür tarafın... İnançları değişti, yâni (en yekùle rabbiyallàh) "Rabbim Allah!" dedi. Daha önce demiyordu, sonra "Benim Rabbim Allah'tır. Allah tektir, şeriki, nazîri yoktur." dedi.
Ne oldu bu adam?.. Köleyse yine, köle... Değişen bir şey yok ama, işte öyle der demez, karşı taraf seziyor ki, bir zaman gelecek, hiç taraftarı olmayacak, kendi düzeni sönecek... O zaman düşmanlığa başlıyor. İşkenceler yaptılar, hatta öldürdüler. İşkence ettikleri bazı mü'minleri şehid ettiler.
Sonra Kur'an-ı Kerim'den biliyoruz, eski kavimlerden: Ateşten hendekler, yâni büyük hendekler açıyor, derin. İçine odunlar atıyor, büyük ateşler meydana geliyor. O ateşlerin içine mü'minleri atan, canavar idareciler vardı.
Peygamber Efendimiz'e de, ashabına da önce karşı gelmek, ondan sonra tenkid etmek, ondan sonra alay etmek; ondan sonra namazını, niyazını engellemek, mani olmak; ondan sonra iktisadî bakımdan sıkıntıya almak, onları sıkmak; kız almamak, kız vermemek, alış-veriş yapmamak gibi yollarla caydırmak, bunaltmak... Çeşitli usüllerle engellemeye çalıştılar. İslâm geliştikçe bu sefer en sonunda nereye vardı Mekke'de durum? Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri'ni öldürmeyi düşündüler. Düşünmekle kalmadılar, hazırlıklarını yaptılar, kişileri tayin ettiler, Peygamber Efendimiz'in kaldığı evi muhasara ettiler, o akşam öldürmeye karar verdiler. Peygamber Efendimiz hicrete böyle geçti.
Şimdi tabii bu gibi insanlara müdafaa hakkı doğmuyor mu?.. Mazlumların bu zalimlere "Yapmayın!" deme hakkı doğmuyor mu? Zalimlerin yaptıklarını engelleme hakkı yok mu?..
Yaşamak ve haklarını savunmak, yedirtmemek, sömürtmemek, insanın en tabii hakkıdır. İşte onun için bir mücadele gerekiyor. Siz istemeseniz bile, --ben onu anlatmak istiyorum asıl-- yâni sulhçu olsanız, ne kadar savunmacı olsanız, ne kadar karınca ezmeyen, hiç kimseyi kırmayan insan olsanız, birileri sizi gelip incitiyor, sizi itiyor. Sizin karşınıza mücadele ile çıkıyor, size hayat hakkı tanımak istemiyor. Çünkü, sizin geliştiğinizi görünce seziyor ki, kendi istikbâli tehlikeye girecek. O zaman ister istemez savunma teşekkül ediyor.
Savunmayı da tabii askerler çok iyi bilirler, en iyi müdafaa hücumdur. Bazen de hücumu gerektirir savunma... Düşman toparlanmadan saldırıp, orada imha etmek sûretiyle yok etmek esas olduğundan, hücumu da gerektirir. Ama esas itibariyle İslâm'ın, mazlumların, çocukların, hanımların koruması lâzım! Malların, ırzların, namusların korunması lâzım! Korunması için de çalışma gerekiyor. Tabii olarak bu olmuştur.
Peygamber SAS Efendimiz ahir zaman peygamberi, iki cihan güneşi, rahmeten lil-àlemîn, rahîm, raûf, re'fetli, merhametli bir peygamber olduğu halde, kılıç da kullanmak zorunda kalmış. Yâni şartlar, tabii şartlar... Dünyanın, yaşamın tabii şartları onu o noktaya getirmiş. Zâten, ahir zaman peygamberinin aynı zamanda savaş peygamberi olacağını da, eski ümmetler kitaplarından biliyorlar. Allah-u Teàlâ Hazretleri bildiriyor.
Bu her zaman böyle oluyor. Bakın, dikkat edin. Türkiye'deki son olayları, tabii hepimiz çok büyük hayretlerle, gözlerimiz fal taşı gibi açılmış vaziyette takip ediyoruz. Birkaç senedir olan olaylar, çok daha gözümüzü açtı halk olarak... Ne çeteler, ne hileler, ne oyunlar, ne tuzaklar, ne hortumlar, ne hırsızlıklar, ne arsızlıklar, ne öldürmeler, ne haksızlıklar... Neler neler olmuş!.. Ben hiç tahmin etmezdim; Türkiye'mizden böyle, bu kadar acı şeylerin içinde cereyan edebilecek bir ülke olacağını, böyle olaylar geçeceğini, böyle haberler çıkacağını hiç tahmin etmezdim; ama oluyor.
Demek ki, cihad lâzım ve kıyamete kadar da cihad olacak. Şu anda bizim cihada ihtiyacımız yok mu?.. Çok büyük, şiddetle cihada ihtiyacımız var ve zaten cihad bize karşı yapılıyor. Bize karşı düşmanın mücadelesi devam ediyor. İşte Sırbistan, işte Kafkasya, işte Keşmir... Hani nerede bizim koca Devlet-i Aliyyemiz?.. Her yerden saldırıla saldırıla, koparıla koparıla, küçük bir hâle geldik. Koca Devlet-i Aliyye'den küçücük bir Türkiye, çekirdek bir Türkiye haline geldik Onun da sağını, solunu koparmaya çalışıyorlar gene.
Çıkanları da unuttuk. Ne Batı Trakya'daki Türklere bakacak hâli kaldı yönetimin, ne Bulgaristan'daki Türkleri kollayacak hâli kaldı, ne de Romanya'daki, Yugoslavya'dakileri... Eli kolu bağlı, zor duruma düştük.
Yâni siz istediğiniz kadar sulhçu olun, mutlaka hazırlık gerekiyor. Ama şairin dediği çok güzel:
Hàzır ol cenge, eğer ister isen sulh u salâh!
İşte İsrail, işte İsrail'in Filistinlilere yaptığı zulümler... Cümle cihan halkı görüyor, kabul edilecek şeyler değil. Yâni akıl, vicdan, tasvib etmesi mümkün olmayan şeyler... O halde cihad şart ve önemli olduğu ve mecburî olduğu için, ehl-i cihad da önemli.
Zaten her önemli şeye de İslâm önem veriyor. Ehl-i cihada en büyük paye ondan geliyor. Çünkü yapılan işlerin sonuçlarının büyüklüğüne göre, o işin sevabı artar. Yâni bir insan gelmiş, kendi başına bir iş yapıyor, güzel bir iş. Ama kime yarar, kaç kişiye yarar?.. Bilmem işte şu kadar ağaç dikmiş, fidan dikmiş, güzel çalışma yapıyor. Ama öteki insan da bir mektep açmış, yüzlerce, binlerce insan yetiştiriyor. O insanlar da hayırlı işler yapıyor. Tabii bu daha büyük. Sonucu itibariyle, topluma faydası çok daha fazla. Onun için sevabı daha fazla olur. İkisi de hayırlı iş bile olsa, sonucu büyük olanların sevabı çoktur.
Cihadın sonucu çok büyük. Hem İslâm kurtuluyor, hem müslümanlar kurtuluyor. Müslümanlar ülkelerinde rahat yaşayabiliyorlar. Canlar, mallar, ırzlar, namuslar pây-i mâl olmuyor. Allah'ın da emri tutuluyor. O bakımdan çok şerefli.
ALINTI