Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

BİR HADİS BİR YORUM (3 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

ÇOCUĞA NAMAZ KILMAYI ÖĞRETMELİYİZ



304. Ebü Süreyye Sebre İbni Ma'bed el-Cühenî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Çocuğa yedi yaşındayken namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına bastığı halde kılmazsa, cezalandırınız."[1]

Ebü Davud'daki hadis şu mealdedir:

"Çocuk yedi yaşına girince, namaz kılmasını söyleyiniz."

Açıklamalar
Bu iki hadîs-i şerîfte, çocuklara verilmesi gerekli bazı eğitim ve öğretim esasları ele alınmaktadır.

Bunlardan birincisi, yedi yaşına basan çocuğa namazın öğretilmesidir. Dinin yaşandığı bir aile çevresinde yetişen çocuk, etrafını tanımaya başladığı günden itibaren namazla tanışır. Kulluğu en güzel şekilde simgeleyen bu ibadet onun ilgisini çeker. Büyüklerini taklid ederek tıpkı onlar gibi namaz kılmaya çalışır.

Eğitimin en güzel şekli, çocuğa tavsiye edilen halleri bizzat yaşamak ve ona canlı örnek olmaktır. Böyle yapıldığı takdirde çocuk, namazın tıpkı oturup kalkmak, yemek içmek gibi tabiî bir hal olduğunu görür ve namaz kılmadığı zaman kendisinde bir eksiklik bulunduğunu anlar.

Dindar çevrede yetişen çocuk, namaz kılmayı yedi yaşına kadar zaten öğrenmiş olur. Bu durumda anne babaya düşen görev, onun bazı eksiklerini tamamlamaktan ibarettir. Yedi yaşına kadar namaz kılmayı öğrenmeyen çocuklara ise, namazın en önemli ibadet olduğu anlatılarak namaz bilgisi verilir. Bazı süreler ve dualar öğretilir. Yedi yaş sınırı konusunda kız ve erkek çocukları arasında fark yoktur.

On yaşına girdiği halde namaz kılmamakta direten çocukların terbiyesi nasıl olacaktır? Şair ne güzel söylemiş:

Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
Yani öğüt ve nasihata kulak vermeyip uslanmamakta diretenleri azarlamalıdır. Azardan da anlamayanları, bir yerlerini incitmeyecek şekilde dövmelidir. Bu prensip hemen herkesin kabul ettiği bir eğitim şeklidir. Şüphesiz dövme işi, eğitim maksadıyla yapılacak ve ona ancak mecbur kalındığı zaman başvurulacaktır. Dövmeye gelene kadar azarlama, tehdit etme, kulağını çekme gibi çeşitli eğitim basamakları vardır.

Kendisi hiçbir çocuğu dövmeyen ve onların dövülmesini istemeyen Peygamber aleyhissellam, on yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocukları, sadece eğitmek maksadıyla pataklamaya izin vermiştir. Bir hadîs-i şerifinde "buluğ çağına varıncaya kadar çocuğun mükellef olmadığını"[2] söyleyen Resülullah Efendimiz'in, dövme işini, ciddi manada hırpalamak anlamında söyleyeceğini düşünmek mümkün değildir.

On yaşına basan çocukların yataklarını ayırma konusu da önemlidir. Sadece erkeklerle kızları birbirinden ayırmakla kalmamalı, cinsiyetleri ne olursa olsun çocukların yataklarını ayırmalıdır. "Canım bunların hepsi de kız veya hepsi de erkek; bir arada yatmalarında ne sakınca olacak?" diye düşünmek doğru değildir. On yaş buluğ çağının sınırıdır. Erken gelişen bazı çocuklar on yaşında ergenlik çağına girebilir. Cinsiyet duygusu gelişmeye başlayan çocukların vücutlarının birbirine temas etmesi, onlarda bazı cinsî sapmalara yol açabilir. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz, problemi daha ortaya çıkmadan önlemek düşüncesiyle böyle buyurmuştur. Maddî imkansızlık sebebiyle herbir çocuğa ayrı yatak temin etme imkanı yoksa, en azından vücutlarının birbirine temas etmemesi sağlanmalıdır.

Hadislerden Öğrendiklerimiz
1. Yedi yaşına giren çocuklara namaz kılmayı öğretmeli ve namaza başlatmalıdır.

2. On yaşına bastığı halde namaz kılmayanları ise anladıkları dille tehdit ederek namaza alıştırmalıdır.

3. On yaşından itibaren cinsiyetlerine bakmadan bütün çocukların yataklarını ayırmalıdır.



[1] Ebü Davüd, Salat 26; Tirmizî, Mevakît 182
[2] Ebü Davud, Hudud 17; Tirmizî, Hudüd l. Ayrıca bk. Buharî, Hudüd 22, Talak
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

KOMŞUYA İYİLİK YAPMAK


305. İbni Ömer ve Aişe radıyallahu anhüma'dan rivayet edildiğine göre Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım."[1]

Açıklamalar
Hadis-i şerifteki "Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım" ifadesinin anlamı, Cebrail bu konuda Allah Teala'dan bir emir getirecek ve miras taksiminde -tıpkı akraba gibi- komşuya da hak tanıyacak sandım demektir.

Komşularımız, ev halkımızdan sonra yüzlerini en çok gördüğümüz kimselerdir. Bu sebeple onların dindar ve iyi ahlaklı kimseler olması arzu edilir. Fakat kendilerini seçmek elimizde olmadığı için komşularımızın gayri müslim ve kötü ahlaklı olmaları da mümkündür.

Kimler komşu sayılır? Bu konuda Hz. Ali'den gelen rivayete göre, birbirlerinin sesini duyacak kadar yakın olan kimseler komşu sayılır.

Hz. Aişe meseleye daha geniş bakmış ve evin her cephesinden kırkar hanenin komşuluk hakkı bulunduğunu söylemiştir. Ayet-i kerîmede[2] komşular "yakın komşu ve uzak komşu" diye iki grupta ele alınmıştır. Üzerimizde en fazla hakkı olan komşu, bu ayet-i kerimede sayılan özelliklerden en fazlasına sahip olan komşudur.

Komşuluk hakkı nedir? Komşular bazan bir akraba gibi birbiriyle içli dışlı oldukları için güzel geçinmeleri, birbiri hakkında iyi şeyler düşünüp mutlu olmalarını istemeleri, mallarının ve canlarının zarar görmemesi için gayret etmeleri, komşusu hatalı bir iş yapmaya kalktığında veya bir konuda komşusunun görüşünü almak istediğinde ona doğru yolu göstermeleri başlıca komşuluk haklarıdır. Buna ilave olarak zaman zaman birbirlerine hediye göndermeleri, karşılaştıkları zaman birbirinin yüzüne gülüp selamlaşmaları, yardıma çağırdıkları zaman hemen gitmeleri gibi iyi komşuluk esaslarını saymak mümkündür.

Komşunun gayri müslim olması, bir müslümana, ona karşı komşuluk hakkını gözetmeme yetkisini vermez. Komşunun yahudi, hıristiyan veya hiçbir dine inanmayan bir müşrik olması bu prensibi değiştirmez. Taberanî'nin rivayet ettiği bir hadîse göre Peygamber Efendimiz, üzerimizdeki haklarına göre komşuları üçe ayırmıştır:

Bir hakkı olan komşular: Müşrikler gibi ki, bunların sadece komşuluk hakkı vardır.

İki hakkı olan komşular: Müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem de din kardeşliği hakkı vardır.

Üç hakkı olan komşular: Akraba olan müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem din kardeşliği, hem de akrabalık hakkı vardır.[3]

Abdullah İbni Amr İbni As bir koyun kestirmişti. Hizmetçisine:

"Yahudi komşumuza verdin mi? Yahudi komşumuza verdin mi?" diye telaşla sorduktan sonra, konu başlığımız olan hadîs-i şerifi okuyarak bunu Hz. Peygamber'den bizzat duyduğunu söylemişti.[4]

Komşuluk hakkını gözetmeyenlerin mükemmel bir imana sahip olmadıkları, hadislerde haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz'in "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse komşusuna eziyet etmesin, iyilik etsin" buyruğu, iyi mü'minin iyi komşuluk yapan kimse olduğunu göstermektedir.

Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Komşuluk hakkı, saygı duyularak gözetilmesi gereken önemli bir görevdir.

2. Cebrail aleyhisselam'ın gelip gittikçe bu konu üzerinde ısrarla durması ve Peygamber Efendimiz'in komşunun komşuya mirasçı kılınacağını zannetmesi çok anlamlıdır.

3. Komşularla iyi geçinmeli, onlara zarar vermemeli, sevinç ve kederlerine ortak olmalıdır.





[1] Buharî, Edeb 28; Müslim, Birr 140-141. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 28; İbni Mace, Edeb 4
[2] Nisa, (4) 36
[3] İbni Hacer, Fethü'1-barî, X, 456
[4] Buharî, el-Edebü'l-müfred, s. 52, bab 57
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

YETİMİ HİMAYE ETMEK


265. Ebü Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi himaye eden kimseyle ben, cennette şöyle yanyana bulunacağız."

Hadisin ravisi Malik İbni Enes, -Peygamber aleyhisselam'ın yaptığı gibi- işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi.[1]

Açıklamalar

Erginlik çağına gelmeden önce babasını kaybetmiş çocuğa yetim deriz. Hadîs-i şerîf yetimleri, soy itibariyle yakınlık bakımından, insanın kendi yetimleri ve başkasına ait yetimler diye ikiye ayırmaktadır. Bir kimsenin kendi yetimleri: torunu, erkek veya kız kardeşinin çocuğu, öz veya üvey kardeşi, oğulluğu veya kocası ölen bir hanıma göre geride kalan çocukları, yahut bu neviden yakınlarıdır.

Yetim bir yavrunun babadan anadan kalma malı bulunabilir. O takdirde bu yavru erginlik çağına girene kadar kendisine sahip çıkmak, malının yok olup gitmesine meydan vermemek onu himaye etmek olur. Şayet malı yoksa, onun himayesi, babasının yokluğunu aratmamaya
çalışmakla mümkün olur. Her toplumda olduğu gibi bizde de hadsiz hesapsız yetim vardır. Nice yetimler, ellerinden tutacak, kendilerini hayatın zor ve katı şartlarına alıştıracak rehberleri olmadığı için ezilmişler, itilip kakılmışlar ve adeta kötü insan olmaya zorlanmışlardır.

Bu yavrulara sahip çıkanlar, toplumun bir açığını kapamış, bir yarasını sarmış olurlar. Kısacası, insan olmanın sorumluluğunu duymuş olurlar. Hayatın kahredici çarkının bir insanı ezmesine göz yummayanlar, emsalsiz bir insanî zevki tadarlar. Ayrıca şu hadîs-i şerîfin vadettiği hesapsız mükafatı kazanırlar:

"Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır".[2]

Her saç teline karşılık bir sevap, ne büyük mükafattır...

Şu halde yüreğinden kopup gelen derin bir şefkat duygusuyla bir yetimi kucaklayıp bağrına basan, yanaklarına öpücükler konduran, ona yalnızlığını ve yetimliğini unutturmaya çalışan bir kimse, ilahî rahmet sağanağı altında yıkanmış ve günahlarından arınmış olmaktadır.

Bir yetim gülüyorsa, başına şefkat eli değdiği içindir. Bir yetim gülüyorsa, bütün bir toplum gülüyor demektir.

Şu hadîs-i şerîf de bu gerçeği pekiştirmektedir:

"Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teala onu mutlaka cennete koyar".[3]

"Affedilmeyecek suç" ifadesi hatıra iki büyük günahı getirmektedir:

Biri Allah'a şirk koşmak yani Allah'dan başka bir ilahın varlığını kabul etmek, diğeri de kul hakkı yedikten sonra onu helal ettirmemektir.

Cennet'e girebilmek, şüphesiz büyük bir saadettir. Ondan da üstünü, Cennet'te Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem'e komşu olabilmektir. Cennet'i yaratan ve oradaki üstün mevkileri bazı iyilikleri yapanlara ayıran Allah Teala, sevgili Resülü'ne komşu olma bahtiyarlığını, yetimleri koruyanlara lütfetmiştir.

Ne mutlu o bahtiyarlara!..

Hadislerden Öğrendiklerimiz

1. Cennette en üstün mevki, Hz. Peygamber'e komşu olabilmektir.

2. Bu üstün mevkii kazanmanın bir yolu, yetimi himaye etmektir.

3. Kendisinin veya başkalarının yetimlerini koruyanlar, Allah Teala'yı hoşnut ederler.



[1] Müslim, Zühd 42
[2] Ahmed ibni Hanbel, Müsned, V, 250
[3] Tirmizî, Birr 14
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

İNANMIŞ KİŞİ ALLAH KATINDA DEĞERLİDİR


262. Sa'd İbni Ebu Vakkas radıyallahu anh şöyle dedi:

Biz altı kişi Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte oturuyorduk. Bu hali gören müşrikler Peygamber aleyhisselam'a:

- Şunları yanından def'et! Bize karşı saygısızlık etmeye kalkmasınlar, dediler.

Orada benden başka Abdullah İbni Mes'ud, Hüzeyl kabilesinden biri, Bilal ve adlarını vermek istemediğim iki kişi daha vardı.

Müşriklerin bu teklifi üzerine Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem'in kalbinden (kendisine kırılmayacağımızdan emin olduğu için) bizleri oradan uzaklaştırma düşüncesi geçti. Bunun üzerine Allah Teala şu ayeti indirdi:

"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek ona yalvaranları huzurundan kovma!" [En'am süresi (6), 52]. [1]

Açıklamalar

Fakirleri küçümsemek ve kendisini onlardan üstün görmek, görünüşe değer veren basit ve seviyesiz insanların ölçüsüdür. Mekkeli müşrikler, Peygamber Efendimiz'in etrafında toplanan ve ona gönülden iman eden fakir müslümanlara hep bu gözle bakmışlardır. Onlarla aynı mecliste bulunmayı bir gurur meselesi yapmışlardır. Karşılarına aldıkları -bu çoğu kendi köleleri olan- yoksul müslümanları, dinlerinden döndürmek için dövüp sövmüşler, ölümle tehdit etmişler, hatta bir kısmını şehit etmişlerdir. Gönüllerini İslam aşkı ve Resülullah sevgisi dolduran bu bahtiyar insanlar, onların tehdidine pabuç bırakmamışlar, her fırsatta Resül-i Ekrem Efendimiz'in huzuruna gelerek onu derin bir zevk ve heyecanla dinlemişlerdir. Peygamber Efendimiz bütün insanlara İslamiyet'in güzelliğini anlatmak ve müslüman olmadan bahtiyarlığın tadılmayacağını söylemek istiyordu. Bunun için halkın ayağına gidiyor, saatlerce konuşuyordu. Müslüman olmalarını çok istediği bazı hatırlı müşrikler vardı. Onların kendisiyle görüşmek istemeleri Resülullah Efendimiz'in hoşuna gitti. Onlar gelip de:

- Seninle konuşmamızı ve sonra da dinine girmemizi istiyorsan, biz yanına geldiğimizde bu değersiz adamları kov, deyince, Resülullah bu teklifi hiç düşünmeden reddetti.

Rivayete göre o zaman müşrikler daha yumuşak bir teklifle geldiler:

- Bari biz yanına gelince, bunlar kalkıp gitsin, dediler.

Bu adamları kazanması halinde dinin daha çok güçleneceğini hesap eden Peygamber aleyhisselam şöyle düşündü: Etrafımdaki fakir müslümanlar, İslam'a bütün benlikleriyle bağlanmış kimselerdir. Üstelik benim kendilerini ne kadar sevdiğimi, bu müşrikleri kazanmayı ne kadar istediğimi iyi bilirler. Müşriklerin bu yumuşak tekliflerini kabul edersem, müslüman kardeşlerim bana gücenmezler.

Yüz bulunca astarını da isteyen müşrikler, tekliflerini Resulullah Efendimiz'in kabul ettiğini görünce:

- Öyleyse bu anlaşmayı yazalım ve her zaman buna uyalım, dediler.

İşte bu olmayacak teklif üzerine ayet-i kerîme nazil oldu. Allah Teala Nebiyy-i Muhterem'ine şöyle hitab ediyordu:

"Sabah akşam Rablerinin nzasını dileyerek ona yalvaranları huzurundan kovma!".[2]

Demek ki Allah Teala o bütün benlikleriyle Rablerine bağlanmış olan fakir, yoksul ve köle kullarının gücendirilmesine izin vermiyordu. Kalblerindeki sarsılmaz iman sebebiyle her biri cihana bedel bu fakir müslümanları gördükçe Resülullah Efendimiz gülümser ve:

- Merhaba, kendileri yüzünden Rabbimin beni azarladığı insanlar, diye gönüllerini alırdı. Allah Resulü onlarla oturmayı sever, onlardan biri kalkıp gitmedikçe yerinden ayrılmazdı.

İnsanlar ne kadar medeniyiz deseler de, asırlar boyu süregelen cins, ırk, renk, soy ve sınıf ayırımı bitmiyor, islam'ın on beş asır önce ortaya koyduğu, insanlar arasında hiçbir ayırım yapmama, görünüşe değil gönle bakma ölçüşü ne kadar insanî, ve ne kadar asîl değil mi?

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. İslamiyet'e ilk gönül verenler, köleler ve fakir kimselerdir.

2. İyi insanların gönlünü hoş tutmak ve onları asla gücendirmemek gerekir. Zira onları üzen, Allah Teala'yı gücendirmiş olur.

3. İnsanlara malları ve makamları sebebiyle değil, Allah'a yakınlık ölçüsü olan dindarlıkları sebebiyle saygı gösterilmelidir.

4. İslamiyet insanları Allah huzurunda eşit saymıştır. Din öğretiminde, ibadet esnasında ayırıma gitmemiştir.




[1] Müslim, Fezailü's-sahabe 46
[2] En'am süresi (6), 52
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

ÇOCUĞA NAMAZ KILMAYI ÖĞRETMELİYİZ



304. Ebü Süreyye Sebre İbni Ma'bed el-Cühenî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Çocuğa yedi yaşındayken namaz kılmayı öğretiniz. On yaşına bastığı halde kılmazsa, cezalandırınız."[1]

Ebü Davud'daki hadis şu mealdedir:

"Çocuk yedi yaşına girince, namaz kılmasını söyleyiniz."

Açıklamalar
Bu iki hadîs-i şerîfte, çocuklara verilmesi gerekli bazı eğitim ve öğretim esasları ele alınmaktadır.

Bunlardan birincisi, yedi yaşına basan çocuğa namazın öğretilmesidir. Dinin yaşandığı bir aile çevresinde yetişen çocuk, etrafını tanımaya başladığı günden itibaren namazla tanışır. Kulluğu en güzel şekilde simgeleyen bu ibadet onun ilgisini çeker. Büyüklerini taklid ederek tıpkı onlar gibi namaz kılmaya çalışır.

Eğitimin en güzel şekli, çocuğa tavsiye edilen halleri bizzat yaşamak ve ona canlı örnek olmaktır. Böyle yapıldığı takdirde çocuk, namazın tıpkı oturup kalkmak, yemek içmek gibi tabiî bir hal olduğunu görür ve namaz kılmadığı zaman kendisinde bir eksiklik bulunduğunu anlar.

Dindar çevrede yetişen çocuk, namaz kılmayı yedi yaşına kadar zaten öğrenmiş olur. Bu durumda anne babaya düşen görev, onun bazı eksiklerini tamamlamaktan ibarettir. Yedi yaşına kadar namaz kılmayı öğrenmeyen çocuklara ise, namazın en önemli ibadet olduğu anlatılarak namaz bilgisi verilir. Bazı süreler ve dualar öğretilir. Yedi yaş sınırı konusunda kız ve erkek çocukları arasında fark yoktur.

On yaşına girdiği halde namaz kılmamakta direten çocukların terbiyesi nasıl olacaktır? Şair ne güzel söylemiş:

Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
Yani öğüt ve nasihata kulak vermeyip uslanmamakta diretenleri azarlamalıdır. Azardan da anlamayanları, bir yerlerini incitmeyecek şekilde dövmelidir. Bu prensip hemen herkesin kabul ettiği bir eğitim şeklidir. Şüphesiz dövme işi, eğitim maksadıyla yapılacak ve ona ancak mecbur kalındığı zaman başvurulacaktır. Dövmeye gelene kadar azarlama, tehdit etme, kulağını çekme gibi çeşitli eğitim basamakları vardır.

Kendisi hiçbir çocuğu dövmeyen ve onların dövülmesini istemeyen Peygamber aleyhissellam, on yaşına bastığı halde namaz kılmayan çocukları, sadece eğitmek maksadıyla pataklamaya izin vermiştir. Bir hadîs-i şerifinde "buluğ çağına varıncaya kadar çocuğun mükellef olmadığını"[2] söyleyen Resülullah Efendimiz'in, dövme işini, ciddi manada hırpalamak anlamında söyleyeceğini düşünmek mümkün değildir.

On yaşına basan çocukların yataklarını ayırma konusu da önemlidir. Sadece erkeklerle kızları birbirinden ayırmakla kalmamalı, cinsiyetleri ne olursa olsun çocukların yataklarını ayırmalıdır. "Canım bunların hepsi de kız veya hepsi de erkek; bir arada yatmalarında ne sakınca olacak?" diye düşünmek doğru değildir. On yaş buluğ çağının sınırıdır. Erken gelişen bazı çocuklar on yaşında ergenlik çağına girebilir. Cinsiyet duygusu gelişmeye başlayan çocukların vücutlarının birbirine temas etmesi, onlarda bazı cinsî sapmalara yol açabilir. İşte bu sebeple Peygamber Efendimiz, problemi daha ortaya çıkmadan önlemek düşüncesiyle böyle buyurmuştur. Maddî imkansızlık sebebiyle herbir çocuğa ayrı yatak temin etme imkanı yoksa, en azından vücutlarının birbirine temas etmemesi sağlanmalıdır.

Hadislerden Öğrendiklerimiz
1. Yedi yaşına giren çocuklara namaz kılmayı öğretmeli ve namaza başlatmalıdır.

2. On yaşına bastığı halde namaz kılmayanları ise anladıkları dille tehdit ederek namaza alıştırmalıdır.

3. On yaşından itibaren cinsiyetlerine bakmadan bütün çocukların yataklarını ayırmalıdır.




[1] Ebü Davüd, Salat 26; Tirmizî, Mevakît 182
[2] Ebü Davud, Hudud 17; Tirmizî, Hudüd l. Ayrıca bk. Buharî, Hudüd 22, Talak 11
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

KOMŞUYA İYİLİK YAPMAK




305. İbni Ömer ve Aişe radıyallahu anhüma'dan rivayet edildiğine göre Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım."[1]

Açıklamalar
Hadis-i şerifteki "Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım" ifadesinin anlamı, Cebrail bu konuda Allah Teala'dan bir emir getirecek ve miras taksiminde -tıpkı akraba gibi- komşuya da hak tanıyacak sandım demektir.

Komşularımız, ev halkımızdan sonra yüzlerini en çok gördüğümüz kimselerdir. Bu sebeple onların dindar ve iyi ahlaklı kimseler olması arzu edilir. Fakat kendilerini seçmek elimizde olmadığı için komşularımızın gayri müslim ve kötü ahlaklı olmaları da mümkündür.

Kimler komşu sayılır? Bu konuda Hz. Ali'den gelen rivayete göre, birbirlerinin sesini duyacak kadar yakın olan kimseler komşu sayılır.

Hz. Aişe meseleye daha geniş bakmış ve evin her cephesinden kırkar hanenin komşuluk hakkı bulunduğunu söylemiştir. Ayet-i kerîmede[2] komşular "yakın komşu ve uzak komşu" diye iki grupta ele alınmıştır. Üzerimizde en fazla hakkı olan komşu, bu ayet-i kerimede sayılan özelliklerden en fazlasına sahip olan komşudur.

Komşuluk hakkı nedir? Komşular bazan bir akraba gibi birbiriyle içli dışlı oldukları için güzel geçinmeleri, birbiri hakkında iyi şeyler düşünüp mutlu olmalarını istemeleri, mallarının ve canlarının zarar görmemesi için gayret etmeleri, komşusu hatalı bir iş yapmaya kalktığında veya bir konuda komşusunun görüşünü almak istediğinde ona doğru yolu göstermeleri başlıca komşuluk haklarıdır. Buna ilave olarak zaman zaman birbirlerine hediye göndermeleri, karşılaştıkları zaman birbirinin yüzüne gülüp selamlaşmaları, yardıma çağırdıkları zaman hemen gitmeleri gibi iyi komşuluk esaslarını saymak mümkündür.

Komşunun gayri müslim olması, bir müslümana, ona karşı komşuluk hakkını gözetmeme yetkisini vermez. Komşunun yahudi, hıristiyan veya hiçbir dine inanmayan bir müşrik olması bu prensibi değiştirmez. Taberanî'nin rivayet ettiği bir hadîse göre Peygamber Efendimiz, üzerimizdeki haklarına göre komşuları üçe ayırmıştır:

Bir hakkı olan komşular: Müşrikler gibi ki, bunların sadece komşuluk hakkı vardır.

İki hakkı olan komşular: Müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem de din kardeşliği hakkı vardır.

Üç hakkı olan komşular: Akraba olan müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem din kardeşliği, hem de akrabalık hakkı vardır.[3]

Abdullah İbni Amr İbni As bir koyun kestirmişti. Hizmetçisine:

"Yahudi komşumuza verdin mi? Yahudi komşumuza verdin mi?" diye telaşla sorduktan sonra, konu başlığımız olan hadîs-i şerifi okuyarak bunu Hz. Peygamber'den bizzat duyduğunu söylemişti.[4]

Komşuluk hakkını gözetmeyenlerin mükemmel bir imana sahip olmadıkları, hadislerde haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz'in "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse komşusuna eziyet etmesin, iyilik etsin" buyruğu, iyi mü'minin iyi komşuluk yapan kimse olduğunu göstermektedir.

Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Komşuluk hakkı, saygı duyularak gözetilmesi gereken önemli bir görevdir.

2. Cebrail aleyhisselam'ın gelip gittikçe bu konu üzerinde ısrarla durması ve Peygamber Efendimiz'in komşunun komşuya mirasçı kılınacağını zannetmesi çok anlamlıdır.

3. Komşularla iyi geçinmeli, onlara zarar vermemeli, sevinç ve kederlerine ortak olmalıdır.





[1] Buharî, Edeb 28; Müslim, Birr 140-141. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 28; İbni Mace, Edeb 4
[2] Nisa, (4) 36
[3] İbni Hacer, Fethü'1-barî, X, 456
[4] Buharî, el-Edebü'l-müfred, s. 52, bab 57
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

İNSANIN ANNE KARNINDA OLUŞUMU



397. İbni Mes'ud radıyallahu anh dedi ki :

Bize, doğru söyleyen, doğruluğu tasdik ve kabul edilmiş olan Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem haber verdi ve şöyle buyurdu :

"Sizden birinizin yaratılışının başlangıcı, annesinin karnında kırk günde derlenir toplanır. Sonra ikinci kırk günlük süre içinde pıhtı haline döner. Sonra da bir o kadar zaman içinde bir parça et olur. Daha sonra Allah bir melek gönderir ve melek, ona ruh üfler. Bu melek dört şeyle; anne rahmindeki canlının rızkını, ecelini, amelini, iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olacağını yazmakla emrolunur."

Abdullah İbni Mes'ud der ki: Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki, sizden biri, cennetliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesafe kalır da, sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer, cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve cehenneme girer. Yine sizden biri cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesafe kalır; sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer ve o kişi cennetliklerin yaptığı işleri yapmaya devam eder de, neticede cennete girer.[1]

Açıklamalar

Hadisimizin ravisi Abdullah İbni Mes'ud, Peygamber Efendimiz'in doğruluk hususundaki seçkin niteliklerini belirterek bu hadisi nakletmiştir. Çünkü hadiste verilen bu haberi, insanlar anlamakta güçlük çekebilirler, akıllarının yetmediği bu konuyu kabul etmeme gibi bir hataya düşebilirlerdi. Oysa, Resülullah'ın verdiği bir haberi reddetmek mü'mine yakışmaz. Çünkü her akıl her şeyi kavrayamaz. Kavrayamadığı şeyi reddetmek, akıllı bir insanın yapacağı şey değildir. Ona düşen vazife, kendisinin anlayamadığını bir anlayanın bulunacağını düşünerek, doğru haberi başkalarına ulaştırmaktır. Nitekim Kur'an'ın bir çok ayeti zaman içinde, ilmin ve fennin gelişmesiyle daha iyi anlaşılmıştır. Peygamber Efendimiz'in hadislerinin bir kısmı için de durum aynıdır. Hadisleri nakleden raviler, anlamasalar da işittiklerini aynen nakletmiş, bu rivayetleri kitaplarına alan musannifler de onları aynı sadakatla kaydetmiş ve günümüze ulaşmasını sağlamışlardır. Bu durum, hadis rivayetinin ne kadar büyük bir hassasiyetle ele alındığının da önemli bir delilidir.

Bu hadisin ortaya koyduğu gerçek, günümüzün gelişmiş tıbbının deneylerle ortaya çıkardığı gerçekle uyum içindedir. Anne rahmine düşen bir çocuk, kırkar günlük üç devreden sonra tam olarak teşekkül eder ve ilk canlılık belirtisi bu sürenin sonunda görülür. İlk kırk günlük süre, orada mayalanma ve şekillenmeye müsait hale gelme dönemidir. İşte bu dönem nutfe diye adlandırılmaktadır ki, meni demektir. Meni ise az su anlamına gelir. Nutfe denilmesinin bir başka sebebi de, bu maddenin akıcı ve yapışkan olmasındandır. Anne rahmindeki ikinci kırk günlük süre ise, nutfenin bir pıhtı haline dönüşme dönemidir. Alak kelimesi kan pıhtısı anlamına gelirse de, burada kastedilen anlam döllenmiş yumurta yani embriodur. Çünkü embrio canlı olup, gelişmeyi bünyesinde barındırır. Kan pıhtısı tabiri, cansızlığa delalet eder. Böyle bir anlam ise buraya uygun düşmemektedir. İkinci kırk günlük süre bu şekilde geçer ve oluşumunu tamamlar. Üçüncü kırk günlük süre, anne rahmine düşen canlının bir et parçası haline dönüşme ve bu şekilde gelişme dönemidir. Bu kademeli oluşum ve gelişimin pek çok hikmet ve faydaları vardır. Şayet çocuk bir anda teşekkül etseydi, muhtemelen anne buna tahammül edemez, bedenen ve ruhen hastalanırdı. Bu safhalar, anneyi yavaş yavaş dünyaya getireceği canlıyı taşımaya alıştırır, çocuğun da anne karnındaki gelişimi tamamlanır. Çocuk doğuncaya kadar, bu gelişme seyri devam eder. Öte yandan bu durum, insanların Cenab-ı Hakk'ın gücünü ve kudretini, kendisine gerçek manada kulluk edip şükretmelerine vesile olacak nimetlerini, insan olarak en güzel surette yaratılışlarını, akıl ve ruh gibi üstün hasletlere sahip oluşlarını anlamalarına da bir vesiledir.

Bu safhalardan sonra, bütün uzuvlarıyla teşekkül etmiş olan cenine can verilir ve Allah tarafından gönderilen görevli bir melek önce ona ruh üfler. Daha sonra, doğacak olan çocuğun ölümüne kadar, hayattaki her türlü davranışı demek olan amelinin nasıl olacağını, hayat süresini, rızkını veya cennetlik cehennemlik olacağını yazar. Kişinin ameli, onun işlediği her çeşit hayır ve şerri, iyilik ve kötülüğü kapsar. Her insan, bu davranışlarına göre iyi ve kötü olarak nitelendirilir. İnsanın hayatının ne kadar devam edeceğini, ömrünün nasıl sona ereceğini de bu görevli melek yazar. Meleğin yazdığı bir başka şey, insanın rızkıdır. Rızkı az mı yoksa çok mu olacak, helal mi yoksa haram mı yiyecek, rızkını hangi yollardan temin edecek? Bütün bunlar levh-i mahfuz denilen ve bilgisi sadece Allah katında olan bir kitapta yazılıdır. Netice itibariyle kişinin cennet veya cehennem ehlinden olacağı da görevli melek tarafından kaydedilir. Cenab-ı Hakk'ın bunları meleğe yazdırması, her şeyin bilgisinin kendi katında bulunduğunu onlara göstermek, bu durumu insanlara da öğretmek gayesiyledir. Herkesin yazısı boynunda asılıdır; fakat bunu ne insanın kendisi ne de başkası bilme ve görme imkanına sahip değildir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Her insanın amelini boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız: Kitabını oku, bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter, deriz"[2]. İnsanın boynunda asılı olan bu kitap, bir nevi onun zimmetinde olan eşya gibidir. Çünkü onda yazılı olanlar, kişinin hayatı boyunca yaptıklarıdır.

Burada çok kere yanlış anlaşılan bir konuyu kısaca açıklamamız gerekir. Yukarıda anlatılanlar, halk arasında kader veya alın yazısı olarak bilinip adlandırılan hususlardır. Bu adlandırma doğrudur; yanlış olan, kendisini başına gelenlere mahkum hissetmesi, azim ve gayreti, çalışıp çabalamayı terketme hissine kapılmasıdır. Oysa kişinin başına ne geleceğini, akibetinin nasıl olacağını Allah'tan başka kimse bilemez. Kişi, Allah kendisi hakkında öyle yazdığı için bu şekilde hareket ediyor değildir. Bu anlayışın aksine, kişinin nasıl hareket edeceğini Cenab-ı Hak ilm-i ezelisi, sonsuz olan ilmi ile bildiği için öyle yazmıştır. Böyle olmasaydı, kişinin iradesi olmaz, neticede yaptıklarından da sorumlu tutulmazdı. Halbuki insan, her yaptığından sorumludur. Sadece aklı ve idraki olmayanlar sorumlu değildir. O halde kader, akıl ve irade sahibi insanın, üzerine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmesinden sonra ortaya çıkan neticeye rıza göstermesi, vazifesini yapmış olmanın huzuru içinde olması ve isyan etmemesidir.

Peygamber Efendimiz'in bu hadisini yorumlayan İbni Mes'ud, yaygın olarak meydana gelmese bile, bazı kere herkesin dikkatini çeken bir hususa açıklık getirmektedir. Bu husus, hayatı boyunca cehenneme girmeye sebep olacak işleri yapıp sonunda cennetlik olmak veya cennete girmeye vesile olacak işleri yapıp sonunda cehennemlik olmaktır. Allah'ın bir lütfü olmak üzere, birinciler çok görülürse de ikinci sınıfa girenler son derece azdır. Ömrünü küfür ve isyan bataklığında geçirmiş veya günahlara dalmış nice insanın, hayatının sonunda hakikati seçtiği ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanacak iyi işler yaptığı bilinen ve görülen bir gerçektir. Hadisimiz, insan ile cennet veya cehennem arasındaki mesafeyi arşın gibi kısa bir uzunluk birimiyle açıklarken, bu ikisine girmede davranışlarımızın önemini ortaya koymuş, iyi ve güzel işler yapmamız, kötü ve çirkin işler yapmaktan da sakınmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir.

Bazı rivayetlerde, İbni Mes'ud'a ait olan kısım da Peygamberimiz'in sözü gibi nakledildiğinden, biz bunu tercümede parantezle belirtme ihtiyacı hissettik.[3]

Bu hadis, insanın yaptığı iyi ve güzel amellerle gururlanmamasını, kendini beğenme, kibirlenme ve kötü huy gibi sevilmeyen hallerden uzak durmasını tavsiye etmekte, öte yandan işlediği bir takım günahlar sebebiyle Allah'tan ümit kesmeyip korku ile ümit arasında bir hayat sürmesi icab ettiğini bize öğretmektedir. Ayrıca, dünyada insanlar hakkında cennetlik cehennemlik gibi kesin hükümler vermenin mümkün olmadığını da göstermektedir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Kaza ve kadere iman etmek, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak farzdır.

2. İlk bakışta anlaşılması mümkün olmayan doğru haberleri reddetmek caiz değildir.

3. Çocuğun anne karnında bir gelişim safhası vardır. Bu safhaların bilinmesi gerekir. Çünkü anne karnındaki çocuğun da hakları vardır.

4. İyi işler işlemeye özen göstermeli ve bunları sürekli hale getirmeliyiz. Buna karşılık, kötü ve çirkin işlerden de uzak durmalıyız.

5. Hiç kimse sadece işlediği iyi amellere güvenmemeli, yaptığı kötülükler sebebiyle de Allah'tan ümit kesmemelidir.

6. İnsanlar hakkında cennetlik ve cehennemlik gibi kesin hükümler vermekten kaçınmak gerekir.

7. Kişinin dünyadaki son haline göre hakkında mü'min veya kafir muamelesi yapılır.




[1] Buharî, Bed'ü'l-halk 6, Enbiya 1. Kader 1; Müslim, Kader 1. Ayrıca bk. Ebu Davud, Sünnet 16; Tirmizî, Kader 4; İbni Mace, Mukaddime 10
[2] İsra süresi (17), 13-14
[3] bk. Bagavî, Şerhu's-sünne, l, 128 vd.; Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 18 vd.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

CANIN VE MALIN KORUNMASI



391. Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhüm'dan rivayet edildiğine göre, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Ben, Allah'tan başka bir ilah bulunmadığına, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet edip, namazı dosdoğru kılıncaya ve zekatı hakkıyla verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, İslam’ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların gizli hallerinin hesabı Allah'a aittir."[1]

Açıklamalar

İslamda harp değil sulh esastır. Savaş, bir gaye ve hedef olarak kabul edilmez. Sulhu ve sükunu sağlamak, insanlığı mutlu kılmak için her türlü çareye başvurulduktan sonra netice alınmazsa, savaşmak mecburiyetinde kalınabilir. İslam'a göre savaşın gayesi, yeryüzünü küfür ve şirkin hakimiyetinden, zalimlerin zulmünden arındırmak, Allah'ın dininin herkese ulaşmasını sağlamak, Allah ile kulları arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Kimse müslüman olmaya zorlanamaz; ancak müslüman olmak isteyenlere engel olunması önlenir; müşrikler ve kafirler ya İslam'a girmek, ya İslam'ın hakimiyetini kabul etmek, ya da sulh yapmak yollarından birini tercih ederler.

Hadisimizde kendileriyle savaşılacağından söz edilen kimseler, öncelikle müşrikler ve kitap ehli olmayan putperestlerdir. Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlarla savaşılmasının sebebi ise, Allah'a inanmakla beraber, inançlarının bozukluğu ve Hz. Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna inanmayışlarıdır. Bu kimseler İslam'ın hakimiyetini kabul etmeye ve müslüman olmadıkları takdirde cizye vermeye mecbur edilirler.

Allah'a ve Resülüne inandıklarını söyleyenlerle, yani kelime-i şehadet getirenlerle artık savaşılmaz. Daha sonra onlardan namaz kılmaları, zekat vermeleri ve İslam’ın diğer şartlarını yerine getirmeleri istenir. Çünkü kelime-i şehadet getirip İslam'a girenler, İslam dininin bütün gereklerini yerine getirmeyi kabul etmiş sayılırlar. Bunları yapıp yapmadıkları, İslam yönetimi tarafından takip edilir. Dinin gereklerini yerine getirmeyenlere ise gereken yapılır.

Bütün bunlara, insanların zahirî halleri, dışa akseden söz ve davranışları esas alınarak karar verilir. Onların içlerinde sakladıkları niyet ve düşüncelerin, yaptıkları gizli kapaklı işlerin hesabı Allah'a aittir. Kimsenin niyeti, kafasında ve gönlünde gizlediği düşüncesi, başkalarını ilgilendirmeyen özel hayatı araştırılmaz.

"İslam'ın hakkı" denilerek istisna edilen kısım ise, işlediği suçtan dolayı ölümü hak edenin öldürülmesi, malının alınmasını gerektiren bir suç işleyenin malının alınmasıdır.

Hz. Ebu Bekir, zekat vermeyi reddedenlerle savaşmaya karar verirken, Kur'an'ın ilgili ayetleri ile birlikte bu hadisi de kendisine delil edinmişti. Hadisin gösterilen kaynaklarından bazısında, bu açıkça belirtilmektedir. Bu hadis, pek çok sahabe tarafından rivayet edilmiş olup, mütevatir hadisler arasında sayılır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Müslüman olduğunu söyleyen ve İslam'ın emirlerini yerine getiren kimseyle savaşmamak dini bir vecibedir.

2. Bir kafirin müslüman olduğuna hükmetmek için kelime-i şehadet getirmesi yeterlidir.

3. Kişiler, dış görünümleri ve davranışlarına göre değerlendirilir, haklarındaki hüküm de buna göre verilir.

4. Gizli olan niyet ve düşüncelerin hesabını sormak, kulların vazifesi olmayıp Allah'a aittir.

5. Kelime-i şehadet getiren ve İslam'ın emirlerine uyan bir kimse, işlediği suçlardan dolayı hesaba çekilir ve ölüm cezasına veya başka bir cezaya çarptırılır.

6. Kelime-i şehadet getiren bid'atçı tekfir olunmaz, imansızlıkla suçlanmaz.


[1] Buharî, İman 17, 28, Salat 28, Zekat 1, İ'tisam 2, 28; Müslim, İman 32-36. Ayrıca bk. Ebu Davud, Cihad 95; Tirmizî, Tefsîru süre (88); Nesaî, Zekat 3; İbni Mace, Fiten 1-3
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

KIYAMET GÜNÜ SORULACAK SORULAR



408. Ebu Berze Nadle İbni Ubeyd el-Eslemî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Hiçbir kul, kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz." [1]

Açıklamalar

İnsanlar, kıyamet gününde, dünyada yaptıkları her işten hesaba çekilirler. Burada sayılan beş şey, hesap esnasında sorulacak olanların en önemlileridir. Yoksa, sadece bunlardan sorumlu tutulup başka şeylerden sorumlu olmayacakları düşünülemez. Fakat sayılanlar dışında kalan
şeyler, bunların detayları, şubeleri kabul edilebilir. İnsanın hayatı kendisine Allah'ın bir emanetidir; bu emanete hıyanet etmemesi gerekir. Bir insan, hayatım Allah'ın emirleri ve yasakları doğrultusunda geçirirse, emanete hıyanet etmemiş olur.

İslami anlayışa göre ilim, insana doğruyu ve yanlışı gösterir. Bilen kimse, öncelikle bilgisini hareketlerine hakim kılar ve ona göre davranışlar ortaya koyar. Böylece başkalarına örnek oluşunun yanında, insanları bilgilendirme sorumluluğunu da taşır. Herkes, kıyamet gününde,
Allah huzurunda, bildiği kadarıyla vazifesini yapıp yapmadığından, ilmini hayatına uygulayıp uygulamadığından hesaba çekilecektir.

İslam dini, insanın mal kazanması ve zengin olmasına engel olmaz. Tam aksine, çalışıp çabalamayı, elinin emeğiyle geçinmeyi ve başkasına muhtaç duruma düşmemeyi tavsiye eder. Bütün bu konularda koyduğu tek prensip, malı ve mülkü helal yollardan kazanmak, haram yollara sapmamak ve malın hakkını vermektir. Fakat sadece meşru yollardan kazanmakla iş bitmemekte, kazancın nereye ve nasıl sarfedildiğinin de bilinci içinde olunması gerekmektedir. Bunlar yerine getirildiği takdirde, kişinin Allah huzurunda hesap verebilmek için üzerine düşen asgarî şartlara uyduğu söylenebilir; istenilen de bundan ibarettir.

İnsana verilen nimetlerin en kıymetlilerinden biri de sağlık ve sıhhattir. Çok kere bir nimeti kaybetmeden onun kıymetini bilemeyiz. Hasta olmadan önce sağlığın kıymetini bilemeyişimiz de bunun önemli örneklerinden biridir. Vücut ve ruh sağlığına sahip olmak, her şeyden önce gelir. Bunları korumak için bütün tedbirleri almak, en başta gelen görevlerimiz arasındadır. Zira kıyamet gününde, vücudumuzu koruyup korumadığımızdan da hesaba çekileceğiz.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Kıyamet gününde hesap haktır.

2. insan bu dünyada yaptığı her şeyden hesaba çekilecektir.

3. Hayat insan için bir nimet olup, bunun kıymetini bilmesi gerekir.

4. İnsan faydalı ilimler öğrenmeli ve ilmiyle amil olmalı, ibadet ve taatlerinde samimi davranmalıdır.

5. Mal ve mülk helal yoldan kazanılmalı ve meşru şekilde harcanmalıdır.

6. Haramlardan sakınmak suretiyle sağlık ve sıhhatimizi korumak görevimizdir.



[1] Tirmizî, Kıyamet 1
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

İNSANLARLA SAVAŞMANIN ŞARTLARI


391. Abdullah îbni Ömer radıyallahu anhümd'dan rivayet edildiğine göre, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Ben, Allah'tan başka bir ilah bulunmadığına, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet edip, namazı dosdoğru kılıncaya ve zekatı hakkıyla verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, İslam'ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların gizli hallerinin hesabı Allah'a aittir." [1]

Buharî, îman 17, 28, Salat 28, Zekat l, İ'tisam 2, 28; Müslim, îman 32-36. Ayrıca bk. Ebü Davüd, Cihad 95; Tirmizî, Tefsîru süre (88); Nesaî, Zekat 3; îbni Mace, Fiten 1-3

Açıklamalar

İslam'da harp değil sulh esastır. Savaş, bir gaye ve hedef olarak kabul edilmez. Sulhu ve sükunu sağlamak, insanlığı mutlu kılmak için her türlü çareye başvurulduktan sonra netice alınmazsa, savaşmak mecburiyetinde kalınabilir. İslam'a göre savaşın gayesi, yeryüzünü küfür ve şirkin hakimiyetinden, zalimlerin zulmünden arındırmak, Allah'ın dininin herkese ulaşmasını sağlamak, Allah ile kulları arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Kimse müslüman olmaya zorlanamaz; ancak müslüman olmak isteyenlere engel olunması önlenir; müşrikler ve kafirler ya İslam'a girmek, ya İslam'ın hakimiyetini kabul etmek, ya da sulh yapmak yollarından birini tercih ederler.

Hadisimizde kendileriyle savaşılacağından söz edilen kimseler, öncelikle müşrikler ve kitap ehli olmayan putperestlerdir. Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlarla savaşılmasının sebebi ise, Allah'a inanmakla beraber, inançlarının bozukluğu ve Hz. Muhammed'in Allah'ın rasulü
olduğuna inanmayışlarıdır. Bu kimseler İslam'ın hakimiyetini kabul etmeye ve müslüman olmadıkları takdirde cizye vermeye mecbur edilirler.

Allah'a ve Resülüne inandıklarım söyleyenlerle, yani kelime-i şehadet getirenlerle artık savaşılmaz. Daha sonra onlardan namaz kılmaları, zekat vermeleri ve İslam'ın diğer şartlarım yerine getirmeleri istenir. Çünkü kelime-i şehadet getirip İslam'a girenler, İslam dininin bütün gereklerini yerine getirmeyi kabul etmiş sayılırlar. Bunları yapıp yapmadıkları, İslam yönetimi tarafından takip edilir. Dinin gereklerini yerine getirmeyenlere ise gereken yapılır.

Bütün bunlara, insanların zahirî halleri, dışa akseden söz ve davranışları esas alınarak karar verilir. Onların içlerinde sakladıkları niyet ve düşüncelerin, yaptıkları gizli kapaklı işlerin hesabı Allah'a aittir. Kimsenin niyeti, kafasında ve gönlünde gizlediği düşüncesi, başkalarını ilgilendirmeyen özel hayatı araştırılmaz.

"İslam'ın hakkı" denilerek istisna edilen kısım ise, işlediği suçtan dolayı ölümü hak edenin öldürülmesi, malının alınmasını gerektiren bir suç işleyenin malının alınmasıdır.

Hz. Ebu Bekir, zekat vermeyi reddedenlerle savaşmaya karar verirken, Kur'an'ın ilgili ayetleri ile birlikte bu hadîsi de kendisine delil edinmişti. Hadisin gösterilen kaynaklarından bazısında, bu açıkça belirtilmektedir. Bu hadis, pek çok sahabe tarafından rivayet edilmiş olup, mütevatir hadisler arasında sayılır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Müslüman olduğunu söyleyen ve İslam'ın emirlerini yerine getiren kimseyle savaşmamak dînî bir vecibedir.

2. Bir kafirin müslüman olduğuna hükmetmek için kelime-i şehadet getirmesi yeterlidir.

3. Kişiler, dış görünümleri ve davranışlarına göre değerlendirilir, haklarındaki hüküm de buna göre verilir.

4. Gizli olan niyet ve düşüncelerin hesabını sormak, kulların vazifesi olmayıp Allah'a aittir.

5. Kelime-i şehadet getiren ve İslam'ın emirlerine uyan bir kimse, işlediği suçlardan dolayı hesaba çekilir ve ölüm cezasına veya başka bir cezaya çarptırılır.

6. Kelime-i şehadet getiren bid'atçı tekfir olunmaz, imansızlıkla suçlanmaz.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

İŞTE RİBATINIZ



1032. Ebü Hüreyre radıyaîlahu anh 'den rayet edildiğine göre, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Size, Allah'ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselteceği hayırları haber vereyim mi?" buyurdular, ashab:

- Evet, ya Resülallah! dediler. Resül-i Ekrem:

- "Güçlükler de olsa abdesti güzelce almak, mescidlere doğru çok adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra öteki namazı beklemek. İşte ribatınız, işte bağlanmanız gereken budur" buyurdular. 1

Açıklamalar

Peygamber Efendimiz, birtakım küçük günahı ve hataları Allah'ın hangi hayırlar ve güzel davranışlar vesilesiyle affedeceğini ashaba, dolayısıyla ümmete bir müjde olarak bildirirlerdi. Bunu yaparken bazı kere onlara bir soru yöneltmek suretiyle önce dikkatleri çekerdi. Bu davranış, Hz.Peygamber'in öğretim ve eğitim metotlardan biridir. Daha önce benzerlerinde de ifade edildiği gibi, burada affedileceği bildirilen günahlar, büyük günah cinsinden olmayan ve kul hakkıyla ilgisi bulunmayan küçük günahlardır.

Abdest alırken karşılaşılan güçlük, şiddetli soğuk, suyun bir bedel karşılığında alınması gibi fizikî zorluklar veya sağlık ve sıhhatin yerinde olmayışı gibi bedenî zorluklar olabilir. Bu şartlar da bile sünnete uygun tarzda güzelce abdest almak, dinde samimi olmanın, ibadeti benimsemenin ve Allah'ın emrine sarılmanın göstergesidir. Bunun ecri ve sevabı olacağı şüphesizdir.

Bir mü'min evi camiye uzak da olsa, cemaatle namaz kılmak için camiye giderse, onun attığı her adımına sevap yazılır. Çünkü böyle bir kimse Allah'ın çağırışına uymuş, ecrini sadece Allah'tan bekleyerek ve karşılığını Allah'ın vereceğini umarak müslümanlarla birlikte namaz kılmak, birlik ve beraberliği göstermek, din kardeşlerinin sevincine ve kederine ortak olmak üzere gayret sarfetmiştir. Ayrıca uzak bir yerden gelerek güçlüğe göğüs germiştir. Yakın yerlerden gelenler de adımlarının sayısını artırmak suretiyle bu sevaba nail olurlar. Yoksa, evin camiye uzaklığı bir fazilet sayılmaz. Fakat evi camiye uzak olan ve cemaate tam vaktinde yetişemeyen sahabîler, camiye yakın bir yere gelmek istediklerinde Peygamberimiz yerlerinde kalmalarını tavsiye etmiş ve her adımlarının sevap olduğunu kendilerine bildirmiştir. Bu şehir yerleşimi ve çevre düzeni açısından da önemli bir tavsiyedir.

Bir namazın peşinden gelecek namazı beklemek, kişinin dindarlığının, ibadet ve taate düşkünlüğünün, kalbinin sürekli Allah'ın emir ve yasaklarıyla meşgul olduğunun delilidir. Böyle bir kimsenin haramlardan, birtakım kötülüklerden uzak durmaya gayret edeceği umulur. Namaz vaktini camide beklemek şart değildir. Evinde, işinde, bulunduğu her yerde insan namaz vakti şuuru içinde olmalıdır. Bu davranış da en büyük sevaplardandır. İşte bunlar müslümanın ribatı, ibadet nöbeti tutması sayılır. Çünkü ribat, nöbet yeri anlamındadır. Düşmana karşı nöbet tutulan yere bu ad verilir. Nefisle cihad da bir nevi düşmana karşı nöbet tutmaya benzer. Bu hadiste sayılan hususlar nefisle cihadın önemli unsurlarıdır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Güçlüklere rağmen abdesti güzelce almak, büyük bir fazilet olup, küçük günahların ve hataların affına vesile teşkil eder.

2. Camiye gitmek için atılan her adımın ecir ve sevabı vardır. Cemaatle namaza devam etmek ibadetin faziletini artırır. Bunların her biri mü'minin günah ve hatalarının affedilmesini temin eder.

3. Camide, evde veya işte de olsa, bir namazdan sonra gelecek namaz vaktini bekleyen ve kalbi ibadette olan kimse, cephede düşman karşısında nöbet bekliyormuşçasına sevap kazanır.




1 Müslim, Taharet 41. Ayrıca bk. Tirmizî, Taharet 39; Nesaî, Taharet 180; İbni Mace. Taharet 49, Cihad 41
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

ABDESTİN FAZİLETLERİ

3551 - Ebu Hüreyre (R.a) anlatıyor: "Resülullah (S.a.v) buyurdular ki:

"Allah'ın hataları silmeye ve dereceleri yükseltmeye vesile kıldığı şeyleri size söylemiyeyim mi?''

"Evet ey Allah'ın Resülü, söyleyin!'' dediler. Bunun üzerine saydı:

"Zahmetine rağmen abdesti tam almak. Mescide çok adım atmak. (Bir namazdan sonra diğer) Namazı beklemek. İşte bu ribâttır, işte bu ribâttır. İşte bu ribâttır."

Müslim, Tahâret 41, (251) Muvatta, Sefer 55, (1,161) Tirmizi, Tahâret 39, (52); Nesâi, Tahâret 106.

3552 - Ukbe İbnu Âmir (R.a) anlatıyor: "Üzerimizde develeri gütme işi vardı, (bunu sırayla yapıyorduk.) (Bir gün) gütme nöbeti bana gelmişti. Günün sonunda develeri kıra ben çıkarıyordum. (Birgün, nöbetimden dönüşte) Resülullah aleyhissalâtu vesselâm'a geldim, ayakta halka hitabediyordu. Söylediklerinden şu sözlere yetiştim:

"Güzelce abdest alıp, sonra iki rek'at namaz kılan ve namaza bütün ruhu ve benliği ile yönelen hiç kimse yoktur ki kendisine cennet vâcib olmasın!"

(Bunları işitince kendimi tutamayıp:) "Bu ne güzel!'' dedim. (Bu sözüm üzerine) önümde duran birisi:

"Az önce söylediği daha da güzeldi!'' dedi. (Bu da kim? diye) baktım. Meğer Ömer İbnu'I-Hattâb'mış. O, sözüne devam etti:

"Seni gördüm, daha yeni geldin. Sen gelmezden önce şöyle demişti:

"Sizden kim abdestini alır ve bunu en güzel şekilde yapar, sonra da: "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Resûlühü. (Şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve Resûlüdür)" derse, kendisine cennetin sekiz kapısı da açılır; hangisinden isterse oradan cennete girer."
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

Ebu Davud'un rivayetinde "...abdesti güzel yaparsa..." denmiştir.

Tirmizi'nin rivayetinde "....resûlühü (Allah'ın ...Resûlü)" kelimesinden sonra "Allah'ım, beni tevbe edenlerden kıl, temizlenenlerden kıl" duası da vardır.

Ebu Davud, Taharet 65, (169); Tirmizi, Taharet, 41, (55).

3553 - Hz. Ebu Hüreyre (R.a) anlatıyor: "Resûlullah (S.a.v) buyurdular ki: "Mü'min -veya müslüman- bir kul abdest aldı mı yüzünü yıkayınca, gözüyle bakarak işlediği bütün günahlar su ile -veya suyun son damlasıyla- yüzünden dökülür iner, ellerini yıkayınca elleriyle işlediği hatalar su ile birlikte -veya suyun son damlasıyla- ellerinden dökülür iner. Ayaklarını yıkayınca da ayaklarıyla giderek işlediği bütün günahları su ile -veya suyun son damlasıyla- dökülür iner. (Öyle ki abdest tamamlanınca) günahlarından arınmış olarak tertemiz çıkar."

Müslim, Tahâret 32, (244); Muvatta, Tahâret 31, (1, 32); Tirmizi, Tahâret 2, (2).

3554 - Hz. Osman (R.a) anlatıyor: "Resülullah (S.a.v) buyurdular ki: "Kim abdest alır ve abdestini güzel yaparsa hataları vücudundan tırnak diplerine varıncaya kadar çıkar dökülür.''

3555 - Bir başka rivâyette şöyle gelmiştir: "Hz. Osman (R.a) abdest aldı ve dedi ki:

"Ben Resülullah (S.a.v)'ın şu benim abdestim gibi abdest aldığını, sonra da şöyle söylediğini gördüm: "Kim bu şekilde abdest alırsa geçmiş günahları affedilir, namazı ve mescide kadar yürümesi de nafile (ibadet) olur."

Buhari, Vudü 25; Müslim, Tahâret 8, (229).

3556 - Amr İbnu Abese es-Sülemi (R.a) anlatıyor: "Resülullah (S.a.v) buyurdular ki:

"Sizden kim abdest suyunu hazırlar, mazmaza ve istinşakta bulunur (ağzına ve burnuna su çeker) ve sümkürürse, mutlaka yüzünden, ağzından, burnundan hataları dökülür. Sonra Allah'ın emrettiği şekilde yüzünü yıkarsa, sakalın(ın bittiği mahallin) etrafından su ile birlikte yüzü ile işlediği günahlar dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarını yıkayınca, ellerinin günahları su ile birlikte parmak uçlarından dökülür gider. Sonra başını meshedince, başının günahları saçın etrafından su ile birlikte akar gider. Sonra topuklarına kadar ayaklarını yıkayınca, ayaklarının günahları, parmak uçlarından su ile birlikte akar gider. Sonra kalkıp namaz kılar, Allah'a hamd ve senâda bulunur, O'na layık şekilde tazimini gösterir ve kalbinden Allah'tan başkasını(n korku ve muhabbetini) çıkarırsa, annesinden doğduğu gündeki gibi bütün günahlarından arınır."

Müslim, Müsâfirin 294, (832).
 

mtekik

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Ağu 2006
Mesajlar
2,702
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
islamiportal.net
RE: BİR HADİS BİR YORUM

s.a. ablam,
inşallah bir hadislede biz katkıda bulunalım.

İNSANLARLA SAVAŞMANIN ŞARTLAR
Abdullah îbni Ömer radıyallahu anhümd'dan rivayet edildiğine göre, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Ben, Allah'tan başka bir ilah bulunmadığına, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet edip, namazı dosdoğru kılıncaya ve zekatı hakkıyla verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, İslam'ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların gizli hallerinin hesabı Allah'a aittir." [1]
Buharî, îman 17, 28, Salat 28, Zekat l, İ'tisam 2, 28; Müslim, îman 32-36. Ayrıca bk. Ebü Davüd, Cihad 95; Tirmizî, Tefsîru süre (88); Nesaî, Zekat 3; îbni Mace, Fiten 1-3
Açıklamalar
İslam'da harp değil sulh esastır. Savaş, bir gaye ve hedef olarak kabul edilmez. Sulhu ve sükunu sağlamak, insanlığı mutlu kılmak için her türlü çareye başvurulduktan sonra netice alınmazsa, savaşmak mecburiyetinde kalınabilir. İslam'a göre savaşın gayesi, yeryüzünü küfür ve şirkin hakimiyetinden, zalimlerin zulmünden arındırmak, Allah'ın dininin herkese ulaşmasını sağlamak, Allah ile kulları arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır. Kimse müslüman olmaya zorlanamaz; ancak müslüman olmak isteyenlere engel olunması önlenir; müşrikler ve kafirler ya İslam'a girmek, ya İslam'ın hakimiyetini kabul etmek, ya da sulh yapmak yollarından birini tercih ederler.
Hadisimizde kendileriyle savaşılacağından söz edilen kimseler, öncelikle müşrikler ve kitap ehli olmayan putperestlerdir. Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlarla savaşılmasının sebebi ise, Allah'a inanmakla beraber, inançlarının bozukluğu ve Hz. Muhammed'in Allah'ın rasulü
olduğuna inanmayışlarıdır. Bu kimseler İslam'ın hakimiyetini kabul etmeye ve müslüman olmadıkları takdirde cizye vermeye mecbur edilirler.
Allah'a ve Resülüne inandıklarım söyleyenlerle, yani kelime-i şehadet getirenlerle artık savaşılmaz. Daha sonra onlardan namaz kılmaları, zekat vermeleri ve İslam'ın diğer şartlarım yerine getirmeleri istenir. Çünkü kelime-i şehadet getirip İslam'a girenler, İslam dininin bütün gereklerini yerine getirmeyi kabul etmiş sayılırlar. Bunları yapıp yapmadıkları, İslam yönetimi tarafından takip edilir. Dinin gereklerini yerine getirmeyenlere ise gereken yapılır.
Bütün bunlara, insanların zahirî halleri, dışa akseden söz ve davranışları esas alınarak karar verilir. Onların içlerinde sakladıkları niyet ve düşüncelerin, yaptıkları gizli kapaklı işlerin hesabı Allah'a aittir. Kimsenin niyeti, kafasında ve gönlünde gizlediği düşüncesi, başkalarını ilgilendirmeyen özel hayatı araştırılmaz.
"İslam'ın hakkı" denilerek istisna edilen kısım ise, işlediği suçtan dolayı ölümü hak edenin öldürülmesi, malının alınmasını gerektiren bir suç işleyenin malının alınmasıdır.
Hz. Ebu Bekir, zekat vermeyi reddedenlerle savaşmaya karar verirken, Kur'an'ın ilgili ayetleri ile birlikte bu hadîsi de kendisine delil edinmişti. Hadisin gösterilen kaynaklarından bazısında, bu açıkça belirtilmektedir. Bu hadis, pek çok sahabe tarafından rivayet edilmiş olup, mütevatir hadisler arasında sayılır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Müslüman olduğunu söyleyen ve İslam'ın emirlerini yerine getiren kimseyle savaşmamak dînî bir vecibedir.
2. Bir kafirin müslüman olduğuna hükmetmek için kelime-i şehadet getirmesi yeterlidir.
3. Kişiler, dış görünümleri ve davranışlarına göre değerlendirilir, haklarındaki hüküm de buna göre verilir.
4. Gizli olan niyet ve düşüncelerin hesabını sormak, kulların vazifesi olmayıp Allah'a aittir.
5. Kelime-i şehadet getiren ve İslam'ın emirlerine uyan bir kimse, işlediği suçlardan dolayı hesaba çekilir ve ölüm cezasına veya başka bir cezaya çarptırılır.
6. Kelime-i şehadet getiren bid'atçı tekfir olunmaz, imansızlıkla suçlanmaz.

k.s.e.o.
 

mtekik

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Ağu 2006
Mesajlar
2,702
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
islamiportal.net
RE: BİR HADİS BİR YORUM

s.a. arkadaşlar,
Komşulukla ilgili bir hadisle devam edelim inşallah.

İbni Ömer ve Aişe radıyallahu anhüma'dan rivayet edildiğine göre Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Cebrail bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye edip durdu. Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım."
Açıklamalar

Hadis-i şerifteki "Neredeyse komşuyu komşuya mirasçı kılacak sandım" ifadesinin anlamı, Cebrail bu konuda Allah Teala'dan bir emir getirecek ve miras taksiminde -tıpkı akraba gibi- komşuya da hak tanıyacak sandım demektir.
Komşularımız, ev halkımızdan sonra yüzlerini en çok gördüğümüz kimselerdir. Bu sebeple onların dindar ve iyi ahlaklı kimseler olması arzu edilir. Fakat kendilerini seçmek elimizde olmadığı için komşularımızın gayri müslim ve kötü ahlaklı olmaları da mümkündür.
Kimler komşu sayılır? Bu konuda Hz. Ali'den gelen rivayete göre, birbirlerinin sesini duyacak kadar yakın olan kimseler komşu sayılır.
Hz. Aişe meseleye daha geniş bakmış ve evin her cephesinden kırkar hanenin komşuluk hakkı bulunduğunu söylemiştir. Ayet-i kerîmedekomşular "yakın komşu ve uzak komşu" diye iki grupta ele alınmıştır. Üzerimizde en fazla hakkı olan komşu, bu ayet-i kerimede sayılan özelliklerden en fazlasına sahip olan komşudur.
Komşuluk hakkı nedir? Komşular bazan bir akraba gibi birbiriyle içli dışlı oldukları için güzel geçinmeleri, birbiri hakkında iyi şeyler düşünüp mutlu olmalarını istemeleri, mallarının ve canlarının zarar görmemesi için gayret etmeleri, komşusu hatalı bir iş yapmaya kalktığında veya bir konuda komşusunun görüşünü almak istediğinde ona doğru yolu göstermeleri başlıca komşuluk haklarıdır. Buna ilave olarak zaman zaman birbirlerine hediye göndermeleri, karşılaştıkları zaman birbirinin yüzüne gülüp selamlaşmaları, yardıma çağırdıkları zaman hemen gitmeleri gibi iyi komşuluk esaslarını saymak mümkündür.
Komşunun gayri müslim olması, bir müslümana, ona karşı komşuluk hakkını gözetmeme yetkisini vermez. Komşunun yahudi, hıristiyan veya hiçbir dine inanmayan bir müşrik olması bu prensibi değiştirmez. Taberanî'nin rivayet ettiği bir hadîse göre Peygamber Efendimiz, üzerimizdeki haklarına göre komşuları üçe ayırmıştır:
Bir hakkı olan komşular: Müşrikler gibi ki, bunların sadece komşuluk hakkı vardır.
İki hakkı olan komşular: Müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem de din kardeşliği hakkı vardır.
Üç hakkı olan komşular: Akraba olan müslümanlar gibi ki, bunların hem komşuluk, hem din kardeşliği, hem de akrabalık hakkı vardır.
Abdullah İbni Amr İbni As bir koyun kestirmişti. Hizmetçisine:
"Yahudi komşumuza verdin mi? Yahudi komşumuza verdin mi?" diye telaşla sorduktan sonra, konu başlığımız olan hadîs-i şerifi okuyarak bunu Hz. Peygamber'den bizzat duyduğunu söylemişti.
Komşuluk hakkını gözetmeyenlerin mükemmel bir imana sahip olmadıkları, hadislerde haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz'in "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse komşusuna eziyet etmesin, iyilik etsin" buyruğu, iyi mü'minin iyi komşuluk yapan kimse olduğunu göstermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Komşuluk hakkı, saygı duyularak gözetilmesi gereken önemli bir görevdir.
2. Cebrail aleyhisselam'ın gelip gittikçe bu konu üzerinde ısrarla durması ve Peygamber Efendimiz'in komşunun komşuya mirasçı kılınacağını zannetmesi çok anlamlıdır.
3. Komşularla iyi geçinmeli, onlara zarar vermemeli, sevinç ve kederlerine ortak olmalıdır.

k.s.e.o.
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

katkılarınızdan dolayı çok tşk ediyorum abim rabbim sizden razı olsun sevabınızı yzsın inş
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

Hz. Osman (R.a) anlatıyor: "Resülullah (S.a.v) buyurdular ki: "Kim abdest alır ve abdestini güzel yaparsa hataları vücudundan tırnak diplerine varıncaya kadar çıkar dökülür.''

3555 - Bir başka rivâyette şöyle gelmiştir: "Hz. Osman (R.a) abdest aldı ve dedi ki:

"Ben Resülullah (S.a.v)'ın şu benim abdestim gibi abdest aldığını, sonra da şöyle söylediğini gördüm: "Kim bu şekilde abdest alırsa geçmiş günahları affedilir, namazı ve mescide kadar yürümesi de nafile (ibadet) olur."

Buhari, Vudü 25; Müslim, Tahâret 8, (229).

3556 - Amr İbnu Abese es-Sülemi (R.a) anlatıyor: "Resülullah (S.a.v) buyurdular ki:

"Sizden kim abdest suyunu hazırlar, mazmaza ve istinşakta bulunur (ağzına ve burnuna su çeker) ve sümkürürse, mutlaka yüzünden, ağzından, burnundan hataları dökülür. Sonra Allah'ın emrettiği şekilde yüzünü yıkarsa, sakalın(ın bittiği mahallin) etrafından su ile birlikte yüzü ile işlediği günahlar dökülür. Sonra dirseklere kadar kollarını yıkayınca, ellerinin günahları su ile birlikte parmak uçlarından dökülür gider. Sonra başını meshedince, başının günahları saçın etrafından su ile birlikte akar gider. Sonra topuklarına kadar ayaklarını yıkayınca, ayaklarının günahları, parmak uçlarından su ile birlikte akar gider. Sonra kalkıp namaz kılar, Allah'a hamd ve senâda bulunur, O'na layık şekilde tazimini gösterir ve kalbinden Allah'tan başkasını(n korku ve muhabbetini) çıkarırsa, annesinden doğduğu gündeki gibi bütün günahlarından arınır."
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

Abdullah es-Sunâbihi (R.a) anlatıyor: "Resülullah (S.a.v) buyurdular ki: "Mü'min kul abdest aldıkça mazmaza yaptı mı (ağzını yıkadı mı) günahlar ağzından çıkar. (Burnunu sümkürdü mü) günahlar burnundan çıkar, yüzünü yıkadı mı günahlar göz kapaklarının altına varıncaya kadar yüzünden çıkar. Ellerini yıkadı mı günahlar tırnak diplerine varıncaya kadar ellerinden çıkar. Başını meshetti mi, günahlar kulaklarına varıncaya kadar başından çıkar. Ayaklarını yıkadı mı, günahlar ayak tırnaklarının altına varıncaya kadar ayaklarından çıkar. Sonra mescide kadar yürümesi ve kılacağı namaz nafile (bir ibâdet) olur.''

Muvatta, Tahâret 3 0, (1, 31); Nesâi, Tahâret 3 5, (1, 74); İbnu Mâşe, Tahâret 6, (283).

3558 - Ebu Ümâme el-Bâhili (R.a) anlatıyor: "Amr İbnu Abese (R.a)'ı dinledim, diyordu ki: "Resülullah (S.a.v)'a: "Abdest nasıl alınır?'' diye sordum. Şöyle açıkladı:

"Abdest mi? Abdest alınca şöyle yaparsın: Önce iki avucunu tertemiz yıkarsın. Sonra yüzünü ve dirseklerine kadar ellerini yıkarsın. Başını meshedersin, sonra da topuklarına kadar ayaklarını yıkarsın. (Bunları tamamladın mı) bütün günahlarından arınmış olursun. Bir de yüzünü Aziz ve Celil olan Allah için (secdeye) koyarsan, anandan doğduğun gün gibi, hatalarından çıkmış olursun.''

Ebu Ümâme der ki: "Ey Amr İbnu Abese dedim, ne söylediğine dikkat et! Bu söylediklerinin hepsi bir defasında veriliyor mu?

"Vallahi dedi, bilesin ki artık yaşım ilerledi, ecelim yaklaştı, (Allah'tan ölümden çok korkar bir haldeyim), ne ihtiyacım var ki, Allah Resülü hakkında yalan söyleyeyim! Andolsun söylediklerim, Resülullah (S.a.v)'dan kulaklarımın işitip, hafızamın da zabtettiklerinden başkası değildir."

Müslim, Müsâfırin 294, (832); Nesâi, Tahâret 108, (1, 91, 92).

Bu hadis, Nesâi'nin metninden alınmadır. Amr İbnu Abese (R.a)'ın müslüman oluşunu anlatan uzunca bir hadisin son kısmıdır.

3559 - İbnu Ömer (R.a) anlatıyor: "Resûlullah (S.a.v) buyurdular ki: "Kim abdestli olduğu halde abdest tazelerse, AIlah bu sebeple kendisine on (misli) sevab yazar.''

Tirmizi, Taharet 44, (59).
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

Ebu Said (R.a) anlatıyor: "Resülullah (S.a.v) buyurdular ki: "Kim abdest alıp: "Sübhâneke Allahümme ve bihamdike estağfiruke ve etübu ileyke. (Rabbim seni tenzih ederim, Allah'ım hamdim sanadır, senden bağışlanmak isterim, tevbem de sanadır)" derse, bu bir kâğıda yazılır, sonra bir mühür üzerine nakşedilir, sonra da Arş'ın altına kaldırılır ve Kıyamete kadar (mühür) kırılmaz.''

Rezin tahric etmiştir.

ABDESTİN SIFATI

3561 - Humrân Mevlâ Osman anlatıyor: "Hz. Osman (R.a) su istemişti. (Getirdim. Aldı ve) üç kere ellerine dökerek yıkadı. Sonra sağ elini kaba sokup mazmaza ve istinşakta bulundu (ağzına ve burnuna su alıp yıkadı). Sonra üç kere yüzünü, arkasından da dirseklerine kadar üç kere ellerini yıkadı. Sonra başına meshetti, sonra da topuklarına kadar ayaklarını üçer sefer yıkadı ve:

"Ben Resülullah (S.a.v)'ı, şu abdestim gibi abdest alırken gördüm. Abdesti bitince de şöyle demişti:

"Kim şu abdestim gibi abdest alır, arkasından iki rek'at namaz kılar ve namazda kendi kendine (dünyevi bir şey) konuşmazsa geçmiş günahları affedilir."

Buhari, Vudü 24, 28, Savm 27; Müslim, Taharet 3, 4, (226); Ebu Dâvud, Tahâret 50, (106); Nesâi, Tahâret 27, 2 8, 93, (1).

3562 - Ebu Davud'un İbnu Müleyke'den kaydettiği bir başka rivâyette şöyle gelmiştir: "Hz. Osman (R.a)'tan abdest hakkında (nasıl alınacağı) sorulmuştu. Hemen su istedi ve derhal bir abdest kabı getirildi. Kaptan önce sağ eli üzerine su döktü (ve onu yıkadı), sonra sağ elini kaba batırdı, üç kere mazmaza, üç kere istinşakta bulundu. (önceki hadiste geçtiği üzere zikretti. Hadisde şu ziyade var): "Sonra elini daldırıp su aldı ve başına, kulaklarına meshetti, kulakların iç ve dışlarını birer kere meshetti.''

Ebu Dâvud, Tahâret 50, (108).

3563 - Yine Ebu Dâvud'un bir diğer rivâyetinde şöyle gelmiştir: "Sağ eliyle sol eli üzerine su döktü, sonra her ikisini de bileklere kadar yıkadı."

Ebu Dâvud, Taharet 50, (109).

Yine Ebu Dâvud 'un bir diğer rivâyetinde "Başını üç kere meshetti '' den miştir.

Ebu Dâvud, Tahâret 50, (110
 

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
RE: BİR HADİS BİR YORUM

Abdu Hayr anlatıyor: "Hz. AIi (R.a) bize geldi ve namaz kıldı. (Namazdan sonra abdest) suyu istedi.

"Suyu ne yapacak, namazı kıldı ya! Herhalde bize öğretmek istiyor!" dedik. İçinde su olan bir kapla bir leğen getirildi. Kaptan sağ eline su döktü: Üç defa ellerini yıkadı. Sonra üç kere mazmaza ve istinşakta bulundu. Mazmaza ve istinşakı su aldığı eliyle yaptı. Sonra üç kere yüzünü yıkadı, sağ elini üç kere yıkadı, üç kere sol elini yıkadı. Sonra elini kaba batırdı, bir kere başını meshetti. Sonra üç kere sağ ayağını yıkadı, üç kere sol ayağını yıkadı. Sonra: "Resülullah (S.a.v)'ın abdestini bilmek kimin hoşuna giderse, işte o böyledir!" dedi."

Ebu Dâvud, Tahâret 50, (111); Tirmizi, Tahâret 37, (48); Nesâi, Tahâret 75, (1, 68).

3565 - Nesâi'nin bir diğer rivâyeti şöyledir: ".. Başını meshetti.'' -Şû'be, bir defasında alnından başının gerisine kadar (eliyle) işâret etti- sonra dedi ki:

"Ellerini tekrar geri getirip getirmediğini bilmiyorum.''

Nesâi, Tahâret 76, (1, 68-69).

3566 - Ebu Dâvud'da, İbnu Abbâs'tan yapılan bir diğer rivâyet şöyledir: "Ali (R.a) yanıma girdi. Su dökmüş (küçük abdest bozmuş) idi. Abdest suyu istedi. İçinde su olan bir kap getirdik. Bana:

"Ey İbnu Abbâs! Resûlullah (S.a.v)'ın nasıl abdest aldığını sana göstereyim mi?" dedi. Ben de: "Evet göster!" dedim. Bunun üzerine su kabını elleri üzerine eğdi ve ellerini yıkadı. Sonra sağ elini kaba soktu, onunla diğeri üzerine su döktü, sonra iki avucunu yıkadı. Sonra mazmaza ve istinşakta bulundu. Sonra iki elini birden kaba soktu. İkisiyle birlikte su avuçlayıp yüzüne çarptı. Sonra başparmaklarını kulaklarının ön kısmına soktu. Sonra ikinci, üçüncü sefer aynı şeyleri tekrar etti. Sonra sağ eliyle bir avuç su aldı ve bunu alnına döktü ve yüzü üzerine akmaya bıraktı. Sonra dirseklerine kadar kollarını üçer kere yıkadı. Başını ve kulaklarının arkasını meshetti. Sonra tekrar her iki elini beraberce kaba soktu. Bir avuç su alıp onu pabuç içinde olan (sağ) ayağına vurdu ve o su ile ayağını yıkadı. Sonra aynı muameleyi diğer ayağına, (sola) yaptı.''

(Abdullaş el-Havlani) der ki: "(İbnu Abbâs'a) sordum: "Ayaklar ayakkabı içinde olduğu halde mi?''.

"Evet dedi, ayakkabı içinde olduğu halde.'' Ben tekrar sordum:

"Ayakkabı içinde mi?''

"Evet! dedi, ayakkabı içinde!" Ben tekrar sordum: "Ayakkabı içinde mi?''

"Evet! dedi, Ayakkabı içinde."

Ebu Dâvud, Tahâret 50, (117).

Nesâi'nin bir diğer rivâyetinde şöyle denmiştir. "...Sonra bir avuç su ile üçer defa mazmaza ve istinşakta bulundu."

Nesâi, Tahâret 76, (1, 68).
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt