RE: BİR HADİS BİR YORUM
kötü ahlak
güzelleşir mi?.
Gerçi bazı huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkânsız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hâle geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hâle gelir, güzel huyların karşısında siner, kalır.
Hakikî imân, kalbi her türlü şirkten, inkârdan, şüphe ve nifaktan boşaltıp arındırır ve orayı ilâhî tecellinin aynası hâline getirip feyiz ve rahmet kaynağı kılar. Hiç şüphe yok ki, insan aslında düzgün bir tabiata sahiptir. Ulûhiyet fikrini kavramıştır. Artık insana, bu düzgün tabiatına aykırı bir harekette bulunması, kötü inanç ve ahlâkla kendini kirletmesi hiç yakışır mı?
İnsan, nefsini bâtıl inançlardan temizlemeye çalışmalı, ahlâkını da düzeltmeye gayret göstermelidir. Kimi insanlar derler ki:
"Ahlâk denilen ruhî melekeler, yaratılıştan gelmektedir; bunları değiştirmek mümkün değildir." Fakat bu fikir doğru değildir. Ahlâk; "ister yaratılıştan gelsin ve ister kimilerin dediği gibi insandaki gelişimin neticesi veya kabiliyetinin bir eseri olsun, düzeltilmesi mümkündür."
Bilindiği üzere, bir meyve çekirdeğinin büyük bir kabiliyeti vardır. Bu çekirdek, nice ağaç ve meyve verme gücüne sahiptir. Bu çekirdek yetiştirildiği takdirde nice ağaçlar elde edilir, o ağaçlar yeşil yapraklar, rengârenk çiçeklerle bezenir ve çeşit çeşit meyveler verir. İşte insanda da tohum hâlinde ahlâk kabiliyeti vardır. İnsan çalışır, nefisle mücadelede bulunursa, kendisindeki bu kabiliyet açığa çıkar, güzel ahlâklar meydana gelir ve kötü ahlâklar yok olup gider veya pasif hâlde kalıp aktif hâle geçmez.
Düşünmelidir ki, birtakım vahşî hayvanlar bile terbiyenin tesiriyle âdeta tabiatlarını değiştiriyorlar ve evcil hayvanlar arasına giriyorlar. Birtakım yabanî bitkiler dahi terbiye sayesinde başka bir renk ve canlılık ile bahçelerimizi süslüyorlar.
Yine bazı âdi taş parçaları da kapkara bir hâlde iken yapılan işlemler sayesinde parlıyor. Birer pırlanta ve elmas olarak gözlerimizi kamaştırıyor. Öyleyse en seçkin varlık olan insanın ahlâkı niçin düzelmeye müsait olmasın?
İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huylar güzel huylara dönüşebilir buna "tehzibi ahlâk" denir. Bunun için Nebiyyi Zişan Efendimiz:
"Ahlâkınızı güzelleştiriniz." diye buyurmuştur.
Nefisleriyle mücadele eden nice zatların ne güzel huylar kazandıkları çokça görülmektedir. Riyazet, terbiye; hayvanlara, otlara, çiçeklere, hatta taşlara tesir edip dururken insanlara tesir etmez mi? "Huy canın altındadır, can çıkmadıkça huy çıkmaz." sözü her yönüyle doğru değildir. Gerçi bazı huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkânsız değildir. Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hâle geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hâle gelir, güzel huyların karşısında siner, kalır.
Güzel inanç ve güzel ahlâktan mahrum olmak ne büyük bir felakettir!
AHLÂKSIZLIK MİLLETLERİ
TARİH SAHNESİNDEN SİLMİŞTİR
Dünya tarihi gösteriyor ki, hangi millette böyle sapıklar, ahlâkî değerlerden mahrum olanlar türediyse, o milletin ahlâkı ve birliği bozulmuş, kuvveti ve direnci kırılmış ve sonunda da yok olup gitmiştir.
Sonuç olarak, dinsizlik ve ahlâksızlık akımı, bütün beşeriyet için bir felaket ve en büyük beladır. Bu zararlı akımın önü alınmadıkça, insanlık âlemi için kurtuluş ümidi yoktur.
İnsan güzel inanca ve güzel ahlâka sahip olmalıdır ki, hem dünyada hem de âhirette felaha ve kurtuluşa erişebilsin. Bu da kuru lâf ile değil, dinin talimatı gereğince ciddî bir şekilde çalışmakla elde edilir. Bir zat ne güzel demiştir:
"Kurtulmak istiyorsun. Ama kurtuluş yolundan gitmiyorsun. Gemi kuru yerde yüzmez bilmiyor musun?"
Gerekeni yapmak ve doğru yolu takip etmek lâzımdır. Dolayısıyla selâmet ve saadet sahiline kavuşmak isteyenler, hak dine, üstün ahlâka sarılmalı ve bunların gösterdiği yoldan ayrılmamalıdır.
Sonuç olarak, insanın kurtuluşa ermesi için arınması lâzımdır. Ancak sadece bu yeterli olmayıp bedenî ibadetlere de ihtiyaç vardır. İşte:
"Ve Rabbinin ismini zikredip de namaz kılmıştır."(1) âyeti kerimesi bunu ifade etmektedir.
Hiç şüphesiz zikrullah çok büyük bir yücelik taşımaktadır. Zikrullah kalbin cilası, ruhun gıdasıdır. İnsan Cenâbı Hakk'ı sürekli zikretmelidir.
Gafilce yaşamak insana yakışmaz. "Allah, Allah" demek, Kur'anı Kerîm'i okumak, kelimei tevhide devam etmek zikirdir. Allah'ın kudretinin eserlerini ve büyüklüğünü düşünmek zikirdir.
Namazın dahi yüce bir ibadet olduğu bilinmektedir "Ve Rabbinin ismini zikredip de namaz kılmıştır." âyetindeki "namaz kılmıştır" fiili, genel olarak zikredildiğinden bu hem farz namazları, hem de vacip namazları içerir.
Namaz, Allah Teâlâ'yı yüceltmek, anmak ve O'na karşı ibadet borcunu ödemek, O'ndan rahmet ve hidayet dilemektir. Namaz, ibadetin en olgun şeklidir. Zira insanı ruh temizliğine götürecek bu ibadetten önce beden ve elbise temizliği farz kılınmıştır. "Allahu ekber = Allah en büyüktür" sözüyle, Allah Teâlâ'dan başka düşünceler atılır, gönül yalnız Allah Teâlâ'yı anmaya yöneltilir. "Allah'u ekber" sözüne tahrime denir ki, Allah Teâlâ'dan başka şeylerle uğraşmayı haram kılmak demektir. Rükûndan rükûna geçildikçe bu tekbir tekrar edilir. Allah Teâlâ'nın huzuruna duran mü'min her rekâta Fatiha'yı okuyarak övgü ve ibadetin yalnız Allah Teâlâ'ya yapılacağını, hidayet ve rahmetin yalnız O'ndan bekleneceğini söyler, rükû ve sücudunda Allah Teâlâ'yı tesbih eder. Namaz, iman ve takvanın bir gereğidir. Namazı huşû içerisinde ve vaktinde kılmak lâzımdır. Namazın ahlâkî ve sosyal faydaları da bulunmaktadır.
Hiç kuşkusuz iman ve kalp huzuru ile kılınan namaz, insanı kötü düşüncelerden, korku ve ıstıraptan kurtarır. O insan dünya için üzülmez, Allah'tan başka yarar ve zarar veren görmez. Her şeyi Allah'tan bilir, yalan ve nifaktan utanır. Her an kendisini Allah'ın huzuruna durmaya hazırlar.
Namaz; "haramlardan, kötülüklerden, çirkin işlerden men eder." Sabırsızlıktan, huysuzluktan sakındırır, yüksek ahlâk ile bezendirir. İnsanı daima Allah duygusunun kontrolü altında tutar. Bu kontrol altında hayat yoluna devam eden insan da her an önüne çıkması muhtemel olan haram engellere ayağını taktırmadan ve günah çamuruna bulanmadan emniyet içinde yürüyebilir. Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in, bir evin önünden akan pırıl pırıl, temiz bir suya benzettiği namaza devam edelim ki, o, bizim büyük günahlardan korunmamıza ve arada vaki olacak küçük günahlarımızdan da af olunmamıza sebep olsun.
Beşeriyetin saadeti, güzel inanç ve güzel ahlâkla ayakta durur. Beşeriyetin felâketi de güzel inanç ve güzel ahlâktan mahrum olmanın kaçınılmaz bir neticesidir.
Allahu Teâlâ'yı bilen ve O'na inanan insanlar, kendilerini birtakım dinî hükümlerle sorumlu bilirler, bunlara uyar ve kötülük işlemeye cesaret edemezler. Bazen etseler de hemen tevbe ve istiğfar ederler.
Kâmil bir mü'min başkalarının mallarına, canlarına ve namuslarına tecavüz edemez. Herkesin emniyet ve huzur içerisinde yaşamasını ister. Hâlbuki Allah Teâlâ'yı inkâr eden birisi, kendi nefsinin isteklerine uyar, bu sebeple de her türlü kötülüğü mubah görür. İnsanların malına, canına ve mukaddesatına el uzatmaktan geri kalmaz. Kendi alçak duygularını tatmin etmek için her türlü ahlâksızlığı meşrulaştırır. Çevrenin saadet ve selâmetini düşünmez. Onun yegâne gayesi; kendisinin hayvanca yaşamıdır.
Böyle bir kimse, dinden ve ahlâktan mahrum olduğu için bütün insanları da kendisi gibi mukaddesattan mahrum görmek ister. Bu alçak hedefi uğrunda, insanlık âleminde bir arsızlık devri başlayana, namus, fazilet ortadan kalkana ve de mukaddesattan eser kalmayana dek didinip durur.
İbadetin makbulu;
az fakat sürekli olanıdır
Kısacası, tertemiz kalabilmek için dinen yapılması caiz olmayan şeyleri yapmamak, dinen yenilmesiiçilmesi haram olan şeyleri yememekiçmemek, dinen giyilmesi, kullanılması caiz olmayan şeyleri giymemek, kullanmamak, alınmasıverilmesi haram olan şeyleri almamakvermemek gibi hususlara, kısacası Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarına riayet etmek gerekir.
Biz ibadet etmeye devam ettikçe ruhlarımız hastalık yüzü görmez. Bu ne gibidir bilir misiniz? Hastanın birisi bir hekime başvurur, hekim muayene eder ve der ki: "Sen şunu yer, bunu yemezsen, şöyle yatar, böyle kalkarsan, şu ilaçlara da devam edersen, hastalık geçer, rahat edersin. Fakat ne vakit bunları bırakırsan, hastalık yine gelir." Şimdi, doktordan bu nasihati dinleyen adamın hastalığı geçer geçmez, bu ilacı bırakması, perhizi bozması muvafık mıdır? Bunu aklı başında olan bir adam yapar mı?
Cenâbı Hakk'ın Kur'anı Kerîm'de buyurduğu gibi onun kendisine ölüm gelinceye kadar ibadet etmesi lâzımdır. Cenâbı Hakk'a belirli bir zaman için itaat etmek kâfi değildir.
Her zaman Allah'ın emirlerini yerine getirmek lâzımdır. Çünkü Müslümanlık, mevsimlik bir elbise değildir ki, belli bir ay gelince giyilsin, o ay çıkınca da çıkarılsın. Müslüman, yaşadığı sürece dinin emir ve yasaklarına uymak mecburiyetindedir. Bu hususta Cenâbı Hak:
"Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et."(2) buyurmaktadır. Peygamberimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem de birçok hadisi şeriflerinde ibadete devamı teşvik etmiştir.
Hz. Aişe Validemiz Radıyallahu Anha'dan rivayete göre, Peygamberimiz'e:
"Amellerin hangisi Allah Teâlâ'ya daha sevimlidir?" diye sorulunca Efendimiz:
"Az da olsa en devamlı yapılandır." buyurmuştur.(3)
Anlaşılıyor ki, daimî sûrette yapılan az ibadet, bir müddet sonra kesilen çok ibadetten daha hayırlıdır. Çünkü daimî sûrette yapılan ibadet, az bile olsa Allah Teâlâ'ya itaat zikir, murakabe, niyet ve ihlâsı devam ettiriyor demektir. Bu devam sayesinde az amel, devam etmeyen çok ameli kat kat geçer.
Şu noktayı da hiç hatırdan çıkarmayalım: Yaptığımız ibadetler tamamen kendi yararımızadır. Cenâbı Hakk'ın bizim ibadetlerimize hiçbir ihtiyacı yoktur. Kulluğunu gösterenleri bağışlamak üzere onlara ibadeti emretmiş, yapıp yapmamakta onları tamamen serbest bırakmıştır.
O hâlde ibadetlerimiz tamamen bizim menfaatimiz için emredilmiştir. Binaenaleyh biz ibadet etmek ihtiyacındayız. Ayrıca ibadetlerimiz ahlâkımızın temiz kalmasına da büyük ölçüde yardımcı olmaktadır.
Bir önemli nokta da alışkanlıklarımız konusudur. İnsanlar kötülüklere çabuk alışır, fakat zor bırakırlar. İyilikler ise, aksinedir. Zor alışır, fakat kolayca bırakılabilir. Bir sigara, bir içki tiryakisinin bunları bırakmak istediği hâlde kolayca bırakamadığını hepimiz biliriz. O bakımdan kötülükleri bırakmak, iyiliklere alışmak ve onları devam ettirmek için güçlü bir iradeye sahip olmak gerekir. Zor kazandığımız bu güzel alışkanlıklarımızı devam ettirmek sûretiyle irademize sahip olduğumuzu ispat etmeliyiz.
Günde belirli miktarlarda gıdasını almayan bir insan nasıl birtakım hastalıklara maruz kalır, hayatını kaybetmekle karşı karşıya bulunursa, mânevî gıdasını almayan bir insan da musalla taşından sonra açılacak ebedî hayatta yaya kalır. Kendisini cehennem alevleri arasında bulur. Şu hâlde akıllı ve şuurlu bir Müslüman, Allah ve Resûl'ünden uzak yaşayarak ebedî hayatını zindana çevirmez.
EBEDÎ KURTULUŞA ERMEK İSTEYENLER
Hem dünyamızı ve hem de âhiretimizi kazanmak zorundayız. Yalnız dünyamızı kazanmak bizi saadet ve selâmete götürmez. Gerçek saadet her iki dünya için çalışmakla elde edilir. "Ben Müslümanım" diyen hiçbir kimse bu hataya düşmemelidir.
Abdullah b. Ebû Bekre Radıyallahu Anh'dan rivayete göre bir adam:
Yâ Resûlallah! İnsanların en hayırlısı hangisidir? demiş. Peygamberimiz:
"İnsanların en hayırlısı ömrü uzun ve ameli güzel olandır."(4) buyurarak hayırlı ve mesud olmayı, güzel amellerle geçecek uzun ömürlülüğe bağlamaktadır. Müslüman, ömrü boyunca güzel amel işlemekle vazifelidir ve buna mecburdur.
Görülüyor ki, Cenâbı Hakk'a bir zaman için itaat ve ubudiyet kâfi değildir. Bilâkis her zaman Cenâbı Hakk'ın emirlerini yerine getirmek lâzımdır. Sonra bu dinî emirlerin hepsini yerine getirmek yasak edilen şeylerden tamamıyla çekinmek gerekir.
Dinî emirlerin bir kısmını yapıp, bir kısmını da yapmayanlar hakkında Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Yoksa siz Kur'an'ın bir kısmına inanıyor, öbür kısmını inkâr mı ediyorsunuz?"(5)
Bu bakımdan ey mü'minler, ey Allah'ın kulları! Kalplerimizi yeni baştan kirletmeyelim, gönüllerimizden Allah aşkını, Peygamber sevgisini çıkarıp da bir fesad ocağına çevirmeyelim. Kazandığımız yüksek insanlık şerefini muhafazaya çalışalım ve unutmayalım ki, Cenâbı Hak her işimize, gönlümüzden her geçen şeye vâkıftır.
"Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır.
Herhangi birinize ölüm gelip de: "Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sakada verip iyilerden olsam!" demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın.
Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır."(6) âyeti kerîmeleri gereğince sahip olduğumuz dünya malı, sahip olduğumuz dünya hayatının ziyneti olan evlâdımız, bizleri Allah'ın zikrinden alıkoymasın. Hiçbir zaman, gençliğimize, servetimize, makam ve mevkiimize güvenmeyelim.
Abdullah b. Ömer şöyle demiştir: "Resûlullah benim omzumu tuttu da bana:
"Abdullah, sen dünyada yabancı kimse gibi yahut yolcu gibi ol!" buyurdu. İbn Ömer de:
"Ey mü'min! Akşama eriştiğinde sabahı gözleyip bekleme, sabaha eriştiğinde de akşamı gözleme, işlerini zamanında yap! Sıhhatinden bir kısmını hastalık zamanına ayır, hayatından bir kısmını da ölümün için faydalı kıl!" (7) diye vasiyet ederdi.
Bu hadisi şerif daima hatırda tutulmaya, hatta levha yapılıp daima göz önünde bulundurulmaya lâyık son derece kıymetli bir hayat düsturudur. İbn Ömer'in tavsiyesi de bu hadisin en güzel bir tefsiri mahiyetindedir.
Çünkü akıllı kimse, akşama girdiği zaman sabahı beklemez; sabaha girdiği zaman da akşamı beklemez. Fakat bunlardan evvel ecelinin kendisine erişeceğini düşünür de ölümünden sonra faydasına kavuşacağı işleri yapar, sağlık günlerinde iyi işlere koşar. Zira hastalık ansızın gelir de onu amelden men edebilir... Şu sözleri söyleyen ne kadar güzel söylemiştir:
"Rüzgârın estiği zaman onu ganimet edin. Çünkü her hareket edenin sükûnu vardır. Sakın onda ihsandan gafil olma; zira sen, sükûnun ne zaman olacak bilmezsin. Ellerin zafere ulaştığı zaman kusur yapma; çünkü dehrin âdetidir, hainlik yapar."
Abdullah b. Abbas'tan rivayete göre; Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Beş şey gelmeden evvel beş şeyi ganimet bil:
1İhtiyarlamadan, aciz ve düşkün duruma düşmeden önce gençliğinin kıymetini bil. Oyun ve eğlence gibi sonu hüsran olan şeylerle geçirme.
2 Hasta olmadan evvel sıhhatinin kıymetini bil. Din ve dünyana yararlı hizmetler yap.
3 Fakir düşmeden evvel zenginliğinin kıymetini bil. Zenginliğini ekonomik olarak kullan. Malını ve servetini lüzumsuz yere tüketme, tutumlu ol, cimri de olma.
4 İşin gücün artmadan evvel boş vakitlerinin kıymetini bil. Boş vakitlerini değerlendir. Tembel tembel oturma, yararlı hizmetler yap.
5 Ölüm gelmeden evvel hayatının kıymetini bil. Düzenli ve tertipli olarak hem dünyan için ve hem de âhiretin için çalış. Hiç ölmeyecek gibi dünya işlerini yap, yarın ölecekmiş gibi âhiret hazırlığı yap. Yani, her ikisi için muvazeneli çalış."(8)
Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına söyle de cilbablarıyla (dış elbiseleriyle) üzerlerini sımsıkı örtsünler. Bu onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."(5)
Bu âyet–i kerimelerle sabit olan tesettürün ehemmiyetini görmek çok zor değil. Lâkin yaşamak epey zor… Bu hanımlarımız, yukarıda zikredilen bu iki âyeti yok saydılar ve hâlâ çalışmaya devam ediyorlar. Diyelim ki, o işyerinde kendisiyle birlikte çalışan meslek arkadaşı olan bir beyle aynı ortamda aynı havayı teneffüs ederek, gerektiğinde konuşan, onu dinleyen veya kazara göz göze gelen, sonraları ilerleyen muhabbetler bu hanımları rahatsız etmeyecek mi? Ki sokağa çıkan bir hanım, kendisini süzen bakışlara göz zinasını sunarak harama da ortak olmuyor mu? Sakın ha "Sokağa hiç çıkmayalım mı?" düşüncesi oluşmasın! Burada dikkat edilmesi gereken, dışarıya çıkan bir hanımın giyim–kuşamına, hâl ve hareketlerine, tesettürüne ve dinimizin emrettiği şekilde gerektiği özeni göstererek çıkmasıdır.
"Evlerinizde durun, İslâmiyet'ten önceki cahiliyet günlerindeki kâfirlerin kadınları gibi sokağa çıkarak yabancı erkekler ile karışmayın ve onlara ziynetlerinizi güzelliklerinizi göstererek sallana sallana yürümeyin." (6)
Kadınlarımıza verilen bu emri ve mesajı görmemek Allahu Teâlâ'nın azabına uğramaya neden olacaktır. Bununla birlikte biz şunu da ifade etmek zorundayız: Mutlak sûrette çalışması gereken kadınlar bizi yanlış anlamasınlar. Hiçbir maddî dayanağı olmayan kadınlar, evinin, çoluk–çocuğunun ihtiyaçlarını karşılayamadığında daha kötü hâllerle karşılaşacaktır. Bunu engellemek için elbette çalışması gerekmektedir; fakat burada dikkat edilecek husus dininden ve inancından taviz vermeden hareket etmektir.
Ümmü Seleme Radıyallahu Anhâ anlatıyor:
"Ben Resûlullah'ın yanında idim. Yanımda Meymune bint. Haris de vardı. O esnada İbn Ümmü Mektum bize doğru geliyordu. (Bu vaka tesettürle emredilmemizden sonra idi) ve yanımıza geldi. Resûlullah bize:
"Ona karşı örtünün." diye emretti. Biz:
"Ey Allah'ın Resûlü! O, âmâ ve bizi görmeyen, varlığımızı tanımayan bir kimse değil mi?" dedik. Bunun üzerine Resûlullah:
"Siz de mi körlersiniz, siz onu görmüyor musunuz?" (7) buyurdu.
Burada bakma yasağı, fitne korkusu sebebiyledir. Çünkü kadınlar şehvetçe daha şiddetli, akılca daha kıttırlar.
Dipnotlar:
1 A'lâ sûresi, 15
2 Hicr sûresi, 99
3 Buhârî, Rikak18; Müslim, Müsafirîn 216218; Ebû Davud, Tatavvu 27; Nesâî, Kıyamü'lleyl 19; İbn Mâce, Zühd 28; Ahmed b. Hanbel, 2/250
4 Tirmizî, Zühd 22
5 Bakara sûresi, 85
6 Münafıkûn sûresi, 911
7 Buhârî Rikak 3, Tirmizî, Zühd 25, İbn Mâce, Zühd 3, Ahmed b. Hanbel, 2/24, 41, 232, "Müstedrek", 4/306
8 Hâkim, "Müstedrek", 4/306