BEKLENEN “YAĞMUR DAMLASI”
Nuray Zor
“Dua, dua eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış,
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…
(Necip Fazıl Kısakürek; Zindandan Mehmed’e Mektup)
“Bit, pire, çekirge, at, katır, sığır, vesaire gibi bütün hayvanların ecelleri tesbihlerine bağlıdır. Tesbihleri bitince, Allah onların ruhlarını kabzeder. Azrail’in bu kabzla alâkası yoktur.”
Hadis-i şerifden de anlaşılacağı üzere Allah, ister Müslüman olsun ister olmasın insan dahil bütün varlıkları kendisine “tesbih-zikir” etmeleri için yaratmıştır. İnsanlar da her nefes alıp verişlerinde bilseler de bilmeseler de Allah’ı zikrederler.Diğer varlıklardan ayrı olarak insana, akıl ve şuur vererek bütün mahlukâta “halife” kılmış ve ibadetlerini de onlarınkinden üstün tutmuştur. “Kendini bilen, Rabbini bilir” ölçüsünce, insanların ibadetlerinden de murad kendi marifetine, dolayısıyla Allah’a ulaşmalarıdır. İşte bu istidat üzere yaratılan insana, Yaradan, bunun nasılını yani “varlık sebebini” öğretmeleri için de kılavuz olarak Peygamberler ve Peygamber vârisleri göndererek, insana büyük bir lütûfta bulunmuş, onu bu “varışta” yalnız bırakmamıştır.
Bundan dolayıdır ki, yaradılış gayesine bağlı insan olma yolunda “iç” ve “dış” oluşumumuza dair ne biliyorsak, istidadımız derecesinde ne olabiliyorsak Peygamberlerin ve Vârislerinin öğrettiklerine sadakatimiz derecesindedir.
“Dua ibâdetin aynıdır”, “Dua ibâdetin özüdür” yukarıda da belirttiğimiz gibi ibâdetten de duadan da amaç kulun kendini bilerek, Allah’a ulaşmasıdır. Bunu yaparken de Yaradan’a karşı acziyetinin şuurunda olmak, ibadetlerde kusur işlememeye çalışmaktır. Hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere ibâdetlerdeki kusur ibâdetin özünü yani iç alemimizin tezahürü olan duâları etkiler. Tıpkı her hangi bir şeyin dışına verilen zararın onun içini, ya da bunun tam tersi, içine verilen zararın onun dış görünüşünü de etkilemesi gibi.Bu hususu İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Mektûbat-ı Rabbânî’de şu şekilde açıklıyor:
-“Dikkat ediniz, Halis Din Allah’ındır.”(39/3)
Zira, Yüce Hakkın zatında şirke, şekillerin hiçbir şekli ile yer yoktur.
Bilesin ki,
Kalbe düşen her zulmet ve kederin izalesi tevbe, istiğfar, nedamet, Hakka iltica ederek giderilmesi gayet kolaydır. Ancak, dünya sevgisi yolundan kalbe giren zulmet hariç… Böyle bir şey, kalbi harab edeceği gibi, izalesi dahi gayet zordur. Hem de son derece… Resulüllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi pek doğrudur:
-“Dünya sevgisi, her hatanın başıdır…”
Yine büyüklerimizden öğrendiğimize göre insanın, dualarının ve ibâdetlerinin boşa çıkmaması için; alçak gönüllü olması, yaptığı iyi ibadetleriyle ve dualarıyla övünmemesi, kendisini beğenmişlik etmemesi gerekir. Bunu yapabilmek için de -ölçüyü aşmamak şartıyla-sürekli o ibâdetlere ve dualara şüphe ile bakmalı, ne kadar iyi olsalar dahi hep bir hata aramalı, onları yok saymalı ve sanki sağ yanımızdaki katip melek hiçbir şey yazmıyor da sol yanımızdaki katip melek sürekli yaptığımız kötülükleri yazıyormuş gibi farzetmelidir. Nitekim hadis-i şerifte; “Birçok Kur’an okuyan vardır ki, Kur’an kendisine lânet eder… Nice oruçlu vardır ki, bu orucundan kendisine açlık ve susuzluk kalır…”
Duâ ve ibâdetlerin boşa çıkmaması sadece bunlarla sınırlı olmayıp, çevreyle ve devletle (kişi aynı zamanda devletinde de sorumludur) de alakalı olup, bu husustaki ölçüler gayet açıktır. Bunlardan bazıları: “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.”, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”, “Şeriat kılıçların gölgesi altındadır.”, “Duayı icrada aramak.”… v.s. bunlara kısaca bir göz atacak olursak:
“Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” Birey olarak insan komşusundan sorumlu iken; insanlar öyle bir hâle gelmiştir ki, bırakın komşusunun aç mı, tok mu olduğundan haberdar olmayı, daha komşularının kim olduklarından dahi habersizdirler.Devlet de sokaklarda aç-susuz yatan evsiz barksız onca insandan sorumlu iken; o da onların varlığından habersizdir. Afganistan’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Irak’ta vb. küfürle savaşılan her yerde; kadınlara tecavüz edip, yaşlı-genç, çoluk-çocuk demeden daha doğmamış bebeklere varana kadar sırf Müslüman oldukları için insanlar işkencelerle bütün dünyanın gözü önünde katledilip öldürülürken, bir de bütün bunlar yetmiyormuş gibi “savaşta olur böyle şeyler normaldir.”diyerek zeytin yağı gibi su yüzüne çıkılırken, ölçü gereği birinci şart olarak “elle” müdahale etmesi gereken, “devlet” nerede?
Devletin nerede olduğu aslında herkesçe mâlum; Onların yanında, bir yandan onlara yaranmaya çalışırken bir yandan da bu zulme karşı çıkıp; “ben sizin düzeninizi tanımıyorum!” diyerek, “İslâma Muhatap Anlayış” çerçevesinde İslâm ihtilâl ve inkılâbını gerçekleştirerek, işbirlikçilerin oyunlarını bozup, İslâm’ın emir subaylığını üstlenen; BD-İBDA fikir sistemiyle örgüleştirilmiş -insanların kurmakla mükellef olduğu- İslâm Devletini kurmaya çalışan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu ve onun gibi düşünen insanları, cezaevlerine atıp, canlarına kasdetmekle, başaramayınca da onları, tek başlarına iki metre karelik hücrelere koymakla meşgul. Fakat o günden bu güne kadar hızla gelişen olaylarda göstermiştir ki, bütün bunlar boşadır ve İsteseler de istemeseler de Allah nurunu tamamlayacak; İslâm devleti kurulacaktır.
“Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”, “Şeriat kılıçların gölgesi altındadır.” Şeriatın hakim olabilmesi için gaza askerlerine, gaza askerlerinin de “duâ askerlerine” ihtiyacı vardır. Çünkü “her şey duâ üzerine kuruludur”, “mü’minin silâhı duâdır” ve Allah’ın yardımı olmadan da hiçbir hareket başarıya ulaşamazken; Allah’ın yardımı da ancak dua ve icraatla olmaktadır. “Duâ emrinde silah.” Günümüzde, dualarını icrada arayanların, dualarının icracısı olanların en büyüğü olarak, Kumandan, mücadelesiyle, eserleriyle ve hayatıyla ortadadır.
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğünde duanın icrada aranmasının ipuçlarını veriyor, kısaca: “Müslüman’ın kötüyü itmekte ve iyiyi çekmekte üç silâhı vardır: Eli, dili, kalbi… Kalb, niyet ve irade olarak her iki fiilin de içinde olduğuna göre silâh tektir: Yalnız EL!.. El, yâni fiil, aksiyon, doğrudan doğruya icra vasıtasıdır!”
Duânın âdâblarına gelince, İhyâu ‘Ulumûmi’d-Din’de İmâm Gazâli Hazretleri bunları on madde halinde sıralayıp ayet ve hadislerle bunları tek tek açıklarken biz bunların sadece bazılarına değineceğiz:
“Şerefli hâllerden istifâde etmek: “Oruçlunun duâsı red olunmaz” (Tirmizî) buyurmuştur. Aslında vakitlerin şerefi de hâllerin şerefine râci’dir. Meselâ seher vakti kalplerin berrak, teşvişten hâli ve hâlis olduğu bir vakittir…
Duâda yapmacık sözlerden sakınmaktır: Duâ eden (kapıdaki sâil gibidir); tevâzu ve huşû içinde istemeli ve külfetli sözlerden sarf-ı nazar etmelidir…
Duâda tekellüf edip secî’li sözlerden konuşanları Allah sevmez. En doğrusu Hazret-i Peygamber ve sahabelerinden vârid olan duâlardan fazlaya kaçmamaktır. Çünkü insan, bazen haddini aşarak lüzumsuz şeyleri isteyebilir. Bunun için Muaz’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Cennette bile âlimlere ihtiyâç vardır. Çünkü Cennet halkına, ne isterseniz isteyin dendiği vakit ne isteyeceklerini ve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlerden suâl edeceklerdir.”…
Yine bir haberde: “İleride öyle insânlar gelecek ki, onlar duâ ve temizlikte haddi aşacaklardır.” Buyurulmuştur…
Duânın kabûl olmasında asıl olan bâtınî edebdir: O da tevbe etmek, helalleşmek ve bütün himmetini Allah’a bağlamaktır. Duânın kabul olmasında en kuvvetli âmil budur.”
Duâların kabul olduğuna dair ise büyüklere bildirilenler ve yalnızca onların anlayabilecekleri işaretler vardır. Bir gün Said-i Nursî Hazretleri köy halkıyla beraber yağmur duasına çıkıyorlar. Duâlarını edip bitiriyorlar bir şey yok. Sadece bir yağmur damlası düşüyor. Said-i Nursî Hazretleri “işte bu yağmur damlası dualarımızın kabul olduğuna işarettir. Duâya devam, yağmurun ne zaman yağacağı artık Allah’ın takdirine kalmıştır” diyor.