Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Beklenen “yağmur damlası” (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
BEKLENEN “YAĞMUR DAMLASI”


Nuray Zor

“Dua, dua eller karıncalanmış;

Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış,

Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış…

(Necip Fazıl Kısakürek; Zindandan Mehmed’e Mektup)

“Bit, pire, çekirge, at, katır, sığır, vesaire gibi bütün hayvanların ecelleri tesbihlerine bağlıdır. Tesbihleri bitince, Allah onların ruhlarını kabzeder. Azrail’in bu kabzla alâkası yoktur.”
Hadis-i şerifden de anlaşılacağı üzere Allah, ister Müslüman olsun ister olmasın insan dahil bütün varlıkları kendisine “tesbih-zikir” etmeleri için yaratmıştır. İnsanlar da her nefes alıp verişlerinde bilseler de bilmeseler de Allah’ı zikrederler.Diğer varlıklardan ayrı olarak insana, akıl ve şuur vererek bütün mahlukâta “halife” kılmış ve ibadetlerini de onlarınkinden üstün tutmuştur. “Kendini bilen, Rabbini bilir” ölçüsünce, insanların ibadetlerinden de murad kendi marifetine, dolayısıyla Allah’a ulaşmalarıdır. İşte bu istidat üzere yaratılan insana, Yaradan, bunun nasılını yani “varlık sebebini” öğretmeleri için de kılavuz olarak Peygamberler ve Peygamber vârisleri göndererek, insana büyük bir lütûfta bulunmuş, onu bu “varışta” yalnız bırakmamıştır.
Bundan dolayıdır ki, yaradılış gayesine bağlı insan olma yolunda “iç” ve “dış” oluşumumuza dair ne biliyorsak, istidadımız derecesinde ne olabiliyorsak Peygamberlerin ve Vârislerinin öğrettiklerine sadakatimiz derecesindedir.
“Dua ibâdetin aynıdır”, “Dua ibâdetin özüdür” yukarıda da belirttiğimiz gibi ibâdetten de duadan da amaç kulun kendini bilerek, Allah’a ulaşmasıdır. Bunu yaparken de Yaradan’a karşı acziyetinin şuurunda olmak, ibadetlerde kusur işlememeye çalışmaktır. Hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere ibâdetlerdeki kusur ibâdetin özünü yani iç alemimizin tezahürü olan duâları etkiler. Tıpkı her hangi bir şeyin dışına verilen zararın onun içini, ya da bunun tam tersi, içine verilen zararın onun dış görünüşünü de etkilemesi gibi.Bu hususu İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Mektûbat-ı Rabbânî’de şu şekilde açıklıyor:
-“Dikkat ediniz, Halis Din Allah’ındır.”(39/3)
Zira, Yüce Hakkın zatında şirke, şekillerin hiçbir şekli ile yer yoktur.
Bilesin ki,
Kalbe düşen her zulmet ve kederin izalesi tevbe, istiğfar, nedamet, Hakka iltica ederek giderilmesi gayet kolaydır. Ancak, dünya sevgisi yolundan kalbe giren zulmet hariç… Böyle bir şey, kalbi harab edeceği gibi, izalesi dahi gayet zordur. Hem de son derece… Resulüllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi pek doğrudur:
-“Dünya sevgisi, her hatanın başıdır…”
Yine büyüklerimizden öğrendiğimize göre insanın, dualarının ve ibâdetlerinin boşa çıkmaması için; alçak gönüllü olması, yaptığı iyi ibadetleriyle ve dualarıyla övünmemesi, kendisini beğenmişlik etmemesi gerekir. Bunu yapabilmek için de -ölçüyü aşmamak şartıyla-sürekli o ibâdetlere ve dualara şüphe ile bakmalı, ne kadar iyi olsalar dahi hep bir hata aramalı, onları yok saymalı ve sanki sağ yanımızdaki katip melek hiçbir şey yazmıyor da sol yanımızdaki katip melek sürekli yaptığımız kötülükleri yazıyormuş gibi farzetmelidir. Nitekim hadis-i şerifte; Birçok Kur’an okuyan vardır ki, Kur’an kendisine lânet eder… Nice oruçlu vardır ki, bu orucundan kendisine açlık ve susuzluk kalır…”
Duâ ve ibâdetlerin boşa çıkmaması sadece bunlarla sınırlı olmayıp, çevreyle ve devletle (kişi aynı zamanda devletinde de sorumludur) de alakalı olup, bu husustaki ölçüler gayet açıktır. Bunlardan bazıları: “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.”, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”, “Şeriat kılıçların gölgesi altındadır.”, “Duayı icrada aramak.”… v.s. bunlara kısaca bir göz atacak olursak:
“Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” Birey olarak insan komşusundan sorumlu iken; insanlar öyle bir hâle gelmiştir ki, bırakın komşusunun aç mı, tok mu olduğundan haberdar olmayı, daha komşularının kim olduklarından dahi habersizdirler.Devlet de sokaklarda aç-susuz yatan evsiz barksız onca insandan sorumlu iken; o da onların varlığından habersizdir. Afganistan’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Irak’ta vb. küfürle savaşılan her yerde; kadınlara tecavüz edip, yaşlı-genç, çoluk-çocuk demeden daha doğmamış bebeklere varana kadar sırf Müslüman oldukları için insanlar işkencelerle bütün dünyanın gözü önünde katledilip öldürülürken, bir de bütün bunlar yetmiyormuş gibi “savaşta olur böyle şeyler normaldir.”diyerek zeytin yağı gibi su yüzüne çıkılırken, ölçü gereği birinci şart olarak “elle” müdahale etmesi gereken, “devlet” nerede?
Devletin nerede olduğu aslında herkesçe mâlum; Onların yanında, bir yandan onlara yaranmaya çalışırken bir yandan da bu zulme karşı çıkıp; “ben sizin düzeninizi tanımıyorum!” diyerek, “İslâma Muhatap Anlayış” çerçevesinde İslâm ihtilâl ve inkılâbını gerçekleştirerek, işbirlikçilerin oyunlarını bozup, İslâm’ın emir subaylığını üstlenen; BD-İBDA fikir sistemiyle örgüleştirilmiş -insanların kurmakla mükellef olduğu- İslâm Devletini kurmaya çalışan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu ve onun gibi düşünen insanları, cezaevlerine atıp, canlarına kasdetmekle, başaramayınca da onları, tek başlarına iki metre karelik hücrelere koymakla meşgul. Fakat o günden bu güne kadar hızla gelişen olaylarda göstermiştir ki, bütün bunlar boşadır ve İsteseler de istemeseler de Allah nurunu tamamlayacak; İslâm devleti kurulacaktır.
“Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”, “Şeriat kılıçların gölgesi altındadır.” Şeriatın hakim olabilmesi için gaza askerlerine, gaza askerlerinin de “duâ askerlerine” ihtiyacı vardır. Çünkü “her şey duâ üzerine kuruludur”, “mü’minin silâhı duâdır” ve Allah’ın yardımı olmadan da hiçbir hareket başarıya ulaşamazken; Allah’ın yardımı da ancak dua ve icraatla olmaktadır. “Duâ emrinde silah.” Günümüzde, dualarını icrada arayanların, dualarının icracısı olanların en büyüğü olarak, Kumandan, mücadelesiyle, eserleriyle ve hayatıyla ortadadır.
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğünde duanın icrada aranmasının ipuçlarını veriyor, kısaca: “Müslüman’ın kötüyü itmekte ve iyiyi çekmekte üç silâhı vardır: Eli, dili, kalbi… Kalb, niyet ve irade olarak her iki fiilin de içinde olduğuna göre silâh tektir: Yalnız EL!.. El, yâni fiil, aksiyon, doğrudan doğruya icra vasıtasıdır!”
Duânın âdâblarına gelince, İhyâu ‘Ulumûmi’d-Din’de İmâm Gazâli Hazretleri bunları on madde halinde sıralayıp ayet ve hadislerle bunları tek tek açıklarken biz bunların sadece bazılarına değineceğiz:
“Şerefli hâllerden istifâde etmek: “Oruçlunun duâsı red olunmaz” (Tirmizî) buyurmuştur. Aslında vakitlerin şerefi de hâllerin şerefine râci’dir. Meselâ seher vakti kalplerin berrak, teşvişten hâli ve hâlis olduğu bir vakittir…
Duâda yapmacık sözlerden sakınmaktır: Duâ eden (kapıdaki sâil gibidir); tevâzu ve huşû içinde istemeli ve külfetli sözlerden sarf-ı nazar etmelidir…
Duâda tekellüf edip secî’li sözlerden konuşanları Allah sevmez. En doğrusu Hazret-i Peygamber ve sahabelerinden vârid olan duâlardan fazlaya kaçmamaktır. Çünkü insan, bazen haddini aşarak lüzumsuz şeyleri isteyebilir. Bunun için Muaz’dan şöyle rivâyet edilmiştir: “Cennette bile âlimlere ihtiyâç vardır. Çünkü Cennet halkına, ne isterseniz isteyin dendiği vakit ne isteyeceklerini ve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlerden suâl edeceklerdir.”…
Yine bir haberde: “İleride öyle insânlar gelecek ki, onlar duâ ve temizlikte haddi aşacaklardır.” Buyurulmuştur…
Duânın kabûl olmasında asıl olan bâtınî edebdir: O da tevbe etmek, helalleşmek ve bütün himmetini Allah’a bağlamaktır. Duânın kabul olmasında en kuvvetli âmil budur.”
Duâların kabul olduğuna dair ise büyüklere bildirilenler ve yalnızca onların anlayabilecekleri işaretler vardır. Bir gün Said-i Nursî Hazretleri köy halkıyla beraber yağmur duasına çıkıyorlar. Duâlarını edip bitiriyorlar bir şey yok. Sadece bir yağmur damlası düşüyor. Said-i Nursî Hazretleri “işte bu yağmur damlası dualarımızın kabul olduğuna işarettir. Duâya devam, yağmurun ne zaman yağacağı artık Allah’ın takdirine kalmıştır” diyor.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
bekleocuumwg5.png
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54




DEDİ — Susurlukta meydana gelen kazadan sonra ortaya çıkan mafya, polis ve siyasetçi ilişkileri hakkındaki görüşlerinizi belirtir misiniz?..


DEDİM — Söz konusu hâdisede ismi geçen şahısların tıynetlerini siz "Akıncı Yolu" dergisi olarak zaten biliyorsunuz. Ben, söylediği sözü söylenen yerde bırakıp, dün söylediğini bugün yalanlayan ve günün geçer akçe hükümlerinin nağmelerine veya yavelerine nisbetle kalça kıvıran bir fikir! Adamı olmadığıma göre, bugün kamuoyu yönünden malum olsa da yarın “Susurluk olayı da ne?” gibi bir manasızlık içinde bu satırların okunmasını istemem…Açıkçası, bir fikir ve aksiyon adamı olarak, mülâkat veya yazılı olarak cevaplandırmam için gönderilen sorular vesilesinde, , hem târihi yapan ve hem de tarihi yazan adam rolümün gereğini yerine getiriyorum; bu bakımdan da, "kalıcı" haysiyetinde tuttuğum fikrimin iliştiği fotoğraf, yeteri kadarıyla net olmalı. Bu çerçevede, Balıkesir’in Susurluk İlçesinde' meydana gelen kaza: Saatte 200 kilometre hızla giden lüks ve zırhlı bir araba, bir kamyona arkasından çarpıyor ve içindeki muhtemelen sarhoş üç kişi terki dünya ederken, biri yaralı kurtuluyor. Yaralı olan, Urfa'daki Bucak aşiretinin reisi ve Doğru Yol Partisi milletvekili Sedat Bucak: Bu adam, aynı zamanda, korucu başı... Yâni aşireti, devlet tarafından, Kemalist rejimi bulunduğu yerde korumak üzere silâhlandırılan… Diğeri yâni kazada telef olanlardan biri, bilmem nerede ki 'Polis Okulu Müdürü' Hüseyin Kocadağ: Bu adam, İstanbul Terörle Mücadele Şubesinin başında iken. İBDA mensublarına yoğun işkenceler yapılmasına rıza gözüyle bakan biri.., Abdullah Çatlı: 12 Eylül öncesi bir takım terör olaylarına karışmış, gazeteci Abdi İpekçi ve “Papa suikastı'' olaylarında adı geçen, sonra Avrupa'da uyusturucu kaçakçılığından içeri girmiş ve İnterpol'ün kırmızı bülteniyle aranan, eski Ülkücü… Nihayet, adı ve bahsi gerekmez bir kadın: Abdullah Çatlı’nın didiklediği biri,, Basının söz ettiği üçgen bu: Siyasetçi, polis, mafya işbirliği. . Aslında bu işbirliği bugünün işi olmadığı gibi, bu vesileyle de öğrenilmiş değil.. Fakat Şerbakan'm bütün şabalaklığina ve küfre yaltaklanıcı zilletine rağmen onu kabullenmeyen lâiklerin -yâni kâfirlerin-, hükümeti yıkma girişimi; basının, şahsen bizim pek keyifle izlediğimiz kuduz saldırganlığının sebebi de aslında bu…İşin hoş taraflarından biri de, şu başlıbaşına bir pislik olan "çişişleri bakanı”nın istifa zorunda kalması... Ve hüküm cümlesi: Rejim, siros hastalığından gebermek üzere olan ibneliği tescilli bir adamın zavallı perişan hali gibi, son günlerini yaşamaktadır vs gömüleceği yerde "anıtkenef” tir!..



 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
DEDİ — Bu ilişkiler, rejim acısından neyi ifade eder?,.

DEDİM — Bu sorunuzun cevabı, yukarıda verildi... Burada, birinci sorunuzla içice bir şekilde devam etmek istiyorum,.. Evvelâ Kemalist rejimin mahiyetini ortaya koymak lâzım: Kemalizm» insan ve toplum meselelerini kuşatıcı bir İdeolocya manzumesi değil, sadece İslâm'a karşı ve İslam'ı tahrib tavrının adıdır... Rejim de, bu rejim… Hiçbir şeyden anlamaz mankafaların, Kemalizm’i müdefaa sadedinde alelusul laf ederken bayılarak öne aldıkları “ çağdaş medeniyet seviyesine ermek” sözündeki ahmaklığı bu vasfıyla tesbit için fazla bir zeka istemez…. “çağdaşlık”, eğer dünya çapında geçerli bir kültür ölçeğinin adı ise, halihazırda geçerli ve hakim olan ne ise ona tabi pasif bir rol kabullenmiş olmayan her kültür tavrı için kendinin teklif edeceği bir mevzudur… Nedir çağdaşlık?... Müsbet ilimler manzumesinin eşyayı istismar ve verimlendirme payı şeklinde mekanize olması , teknoloji mi?... Teknoloji , asliyetinde madde ye tahakküm cehdi olan her düşüncenin, kendi uhdesinde ve ukdesinde olan bu hususu , mevzuun kendine mahsus unsurları ile iç yüzden demetledikten sonra , dış yüzden basit bir aplike işidir… Marifet iç yüzde … Bugün kavanozu camından yalar gibi palavradan bir anlayışla tapındıkları Batı için de bu böyle olmuştur: Her birinin ayrı bir tarihi macerası olan ve ilk insan topluluklarına kadar bile geriletilebilecek kimi unsurlarıyla bir birikim ifade eden malzame ve alet verimi, şu veya bu icad şekillerine döne dolaşa, nihayet Batı’nın tasarrufuna mevzu olmuş; öz bünye imali markasıyla keşif ve buluş ifade ede olmuştur… Yani sanayileşme ve teknoloji, maymun kafayla bir taklit işi değil, maledici ve üretici bir deha işidir… Bu söylediklerim çerçevesinde bile belli bir husus halinde, biz gerçekten düşünen insanların içine düştükleri garip duruma dikkat ediniz: Karşımızdaki bir sistem veya bir dünya görüşü, anlayışı ve bakış tarzının eleştrisini yapmak yerine, güya bunların yerine kaim bir boşluğa, kendisinde nelerin bulunmadığını anlatma gibi bir tuhaflık içindeyiz… Her neyse; “çağdaş medeniyet seviyesine erme”nin bir unsuru “teknoloji” olarak görülüyorsa, yukarıda söylediklerim bir yana, bugün nükleer teknolojinin yıkımına ve zararına karşı ses yükselten ve yapma varlık-teknoloji” tezahürleri yerine “tabii çevre” ve “tabi hayat” tarzını savunan Batlıların durumu nedir?... Çağdaş uygarlık?... Kemalizmin Batlılaşma ve “çağdaş uygarlık” adına yaptığı “şapka devrimi”ne ve sakal düşmanlığına mukabil, Batı’da ne şapka giyen kalmış ve 1960’tan bu yana –Hipilerden bugüne- sakal furyası sarmışken, çağdaş uygarlık?.. Bu çerçevede lafı fazla uzatmadan söyleyelim: Biz hakimiyet kavgası veren bir kültür olarak, “çağdaş uygarlık” a kendimizi teklif edeniz… Yani İslam’ı… Bunca ifadenin sorunuzla ilgili olarak kısa hülasası şudur ki, mevcut rejimi güden zihniyet, bir ruh ve fikir mimarisi halinde taleblerinin içyüz ukdelerini temellendirmiş bir ahlak ve dışyüz çerçevesini adam gibi çerçevelemiş bir proje belirtmiyor; bu haliyle de tabii olarak o olmayan şeyin tesirinden bahsedilemeyeği gibi bir gerçeklik içinde, hiçbir motivasyona sahip değil… Neyi istemediği belli: İslam… Neyi istediğine gelince , ortada yalnız kuru fasulye gazından çıkan bağırsak gürültüsü kalıyor….” Kemalizm’in motivasyonu yok!” dedi: Bugün rejimin düştüğü hali andırıyor… Dikkat edin: Rejim, İslam düşmanlığı yapadursun, cemiyet ve müesseseler planında, halkın an’anevi inan-örf ve adetlerinin devamında ayakta durmuş, kendi istediği hayvani ve nebati insiyakları ile hareket eden ahlaksız kuşakları yetiştikçe ve neye alet olduğunu fark eden Müslümanlar muhalefet tavrında örgütlendikçe, çözülmeye başlamıştır… Müjdeler(!) olsun: “Tüyü bitmedik yetim hakkı’ndan bahseden gerici gürühun yerini, “gücün kadarıyla malı götürürsün!” anlayışının sahipleri almıştır… Bu sadece ahlaki ukdenin yokluğundan değil, mevcut rejimin hukuki, iktisadi ve siyasi yapısının sunduğu imkandandır… Eskiden çöcuğunu saf saf “peygamber ocağı”na diye askere yollayan halk, bu gerici zihniyetten uyandıkça çocuğunu askerlikten kurtarmaya bakmakta veya gitmemeye gücü yetmeyenlerin ardından “bir an önce kazasız belasız dönse!” diye hayıflanmaktadır… Vatan için şehit oldu!”… Ne vatanı?... Vatan, Müslüman için, İslamın hakim olduğu diyardır; ve İslam’ın hakim olmadığı yerde de , vatan mücadelesinden bahis, İslam’ın hakimiyeti için mücadeledir… Şehid, şeriat için, şeriat nizamı için can verene denir; Kemalsit rejimin bekçiliğini yaparken telef olana değil… Mevcut rejimin keriz sınıfından olup da can verenlerin ardından “kanımız aksa da zafer İslamın!” safsaf slogan atanlar tarafımızdan uyandırıldıkça ,İslami mücadeleyi şuurlu olarak yürüten Müslümanlar rejimin üniformalı-üniformasız saflarında bulunanları bu hususta uyandırdıkça, kısacası top yekun Müslüman halkın rejim tarafından istismar yollu motivasyonu bozuldukça- ki bu hususta telif hakkı İBDA’nındır-, rejim uçurumdan atılmış vaziyette yere çakılacağı anı bekler olmuştur… “Motivasyon” hususundaki anlattıklarımın anlaşıldığını umarak, gelelim silah ve para meselesine: Rejimin kendi yönünden ortaya koyamadığı ulvi idealler ve oluş hedeflerinin yerini, yine kendi yönünden ve kendi yetiştirmesi halinde nefsani güç ve iktidar tutkusu-bunun meftunları almaya başlamıştır… Hem de rejimin aleyhine olarak…Bir Fransız generaline ait diye aklımda kalan söz: “ Bir yerde silah biriktikçe, onu kullanma arzusu da o kadar artar!”... İşte Büyük Doğu-İbda anlayışının , “fikre tâbi kuvvet” ve “beyin emrinde yumruk” diye vasıflandırdığı ordu ile, bir taş parçası karşısında “her türlü takdirin ötesinde ilham alan” sersem suratlı generallerin ordusu arasındaki fark…Dışarıya karşı haklı veya haksız bir vücut isbatında bulunamayan ordunun, dön dolaş kendi ülkesinde silaha davranması veya silahla davranma imkanını aramasının belli başlı sebebi budur; o boyuna vatanı kurtaracak, çare yok… Polis zümresine gelince : Eline fırsat geçen ve imkanı olanlarıyla, her zaman rüşvet ve haraca yakın durmuşken, son zamanlarda bu işi daha organize yapılanmalar içinde becermeye başlamıştır… Korucular : Bu zümre, devlet için başlıbaşına bir bela kesilecek olan zümredir. Zümre de değil ordu. Bir yandan devletten maaş alan, öte taraftan devlet gücünü kendi yöresinde hesaplaşmalarına alet eden,, nüfuz elde etmeyeve menfaat bakımından semerelendirmeye bakan bu sınıf, şahsi çıkar veya aşiret ukdesi dışında hiçbir ölçü sahibi değildir. Onların silahlandırılmasını var eden şartlar ortadan kalksa da, bugün bile belli olmuştur ki, onlar başlıbaşına bir çıban mevzuu ve başbelası olavcaklardır…Siyasetçiye gelince:Sadece meclis kadrosuna bakmanın getireceği teşhis, “vasıfsız insan silosu”dur. Bunlar, her biri davasında fani olmuş bir “örnek insan” kadrosunu göstermek gerekirken,- halihazırda hiçbir parti ayırımı yapmadan belirtelim- seçmene dalkavukluk tavrından başka hiçbir hüneri olmaksızın bu işi dünyanın en beleş mesleği edinmiş kimselerdir. “Çoğulcu, katılımcı, sivil toplumcu, memlekete hizmet” gibi klişeleri işporta münadisi gibi ve güya kendilerine mahsus fikir(!) renkleri ile seslendirdikten sonra milletin vekili(!) diye salınan, sıfatlarına nisbeten Allahlık tipler… Şu, öööyle “ağır delikanlı” havasında ve tevazı gösteriyormuş kibrinde genizden gelen bir sesle konuşan müstafi “çişişleri bakanıébı ele alın: Bu adam , Özal devrinde onun yalakasıydı.Çek senet tahsilinden, hayâli ihracattan, uyuşturucu kaçakçılığından, işkence seanslarında tenasül uzvu seyrinden, bir sürü faili meçhul olaya kadar adı karışmış , ne bağlı olduğu rejimin hukukuna uyan , ne de basit bir ahlakî ukdeye sahip bir adam… Ayrıca şunu da belirtmek istiyorum: “Polis-mafya-siyasetçi” üçgeninden bahsediliyor ama, ortada polis, korucu, asker,mafya, siyasetçi” beşgeni var… İster beşken , ister kırkgen olsun: Düzen kendini yiyecek(yiyen) taraftarlarını yetiştirmiştir… Belediyeye âit yetkiyi çiğneyerek zorbalıkla dilediği yere heykel diken paşa da , hukuku yiyen sınıfından olarak bu mana içindedir… Düzeni tasvib makamında laf etsinler diye boyuna seyir planına çıkarılan kaşar uzman(!) hocala(!)da… Sözkonusu ilişkilerin rejim açısından neyi ifade ettiğini açıkladığıma göre, Müslümanlara şu ikazı yapayım: Pek yakında kopacak olan mahşerî kargaşa şartları için hazır olun ve güçlerinizi ikmal edin!..



 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
DEDİ — Refah Partisi’nin Kayseri Belediye Başkanı, 10 Kasım'da bir çıkış yaptı. "İçim ağlaya ağlaya o törenlere katıldım. Orada inancımıza, tarihimizet atalarımıza sövüyorlar, bırşey yapamıyoruz. Bunlar, bizim gibi olmazsanız, size hayat hakkı yok demeye getiriyorlar. Orada bulunmak zorunda olduğum için katıldım. Ancak siz buna mecbur değîlsiniz; içinizdeki hırsı, kini, nefreti asla eksik etmeyin" şeklinde sözler etti. Fakat sonra panikleyerek, bir köşe yazarının ifadesiyle "küçüldükçe küçüldü' ve söylediklerini yaladı. Ne dersiniz?..


DEDİM — Doğrudan doğruya sozkonusu hâdiseyi mânâlandırma yerine, bizim karşımızda rejimin durumunu belirleyerek, onu da bunun içinde değerlendireyim-.. Orhan Hançerlioğlu'nun, bundan 25 sene kadar ünce okuduğum ve kahramanının adı galiba 'Ali" olan bir hikâyesi var: A'li şu yoldan gider, başına şu gelir, bu gelir, ölür. Oradan gitmeseydi?.. Öbür yoldan gider, bu sefer de şu olur, bu olur, yine ölıir. Öyle olmasaydı da bu yoldan gitseydi?.. Yine ölür... Basit bir hikâye ye basit bir hikâye ediş içinde, yazarın muradı bu kadar mı bilmem ama, benim manalandırmama nazaran "kaderi neticede gören" bir anlayış belirtiyor... Sozkonusu hikâye den bahsetmemin sebebi şu: Şöyle tezahürler olursa, biz onu böyle semerelendiririz; böyle hâdiseler olursa, onu şöyle semerelendiririz... Bir İdeolocya manzumesine bağlı siyasî hareket halinde., öyle de olsa gelecek olan biziz, böyle de olsa gelecek olan biziz... Tıpkı, karşısındakinin her hamlesini, onun aleyhine kullanabilen satranç ustasının, "Şah mat!" hedefini kollaması gibi... Bu mânâda, bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, şöyle davranarak veya böyle davranarak, bizim hareketimize hizmet eden unsur veya şahıslar sayısız… Bu çerçeve içinde Refah Partisi: Koalisyona girmemeli ve rejimin bütün zaaflarım kendinin - İslâm'ın iktidarda bulunmayışı diye gösterebilmeliydi. Ama bu bir fikir ve her türlü gücü edinmeye bakma tavrıdır ki, zaten onlarda olmayan şey de bu… Fikirde nane, yürekte köfte tip… Arkalarında, insan ve toplum meselelerini kuşatıcı ve aksiyonu yönlendirici bir ideolocya yok; bu bakımdan da, iktidar bütünüyle bunlara bırakılsa ve rejim kendini iptal halinde bütün unsur ve imkanlarıyla bunlara teslim olsa bile “inşallah” , "maşallah", "Cenab-ı Allah’ın izniyle” lâfızlarının ardına sığınarak sarılmaktan başka çareleri yok,.. Bugün Adil(!) Düzen(!) Görüşüne(!) bakıp da “işte İslam bu!” diye tefe alamamalarının sebebi, doğruya İBDA'nın belirttiği keyfiyet ve Refah Partisi’ne karşı bilinen muhalefet tavrıdır… Diğer taraftan; rejim güçlerinin, "Refah Partisi’nin tabanı İBDA çizgisinde sertleşirse" korkusu ve yanlarında Doğru Yol Partisi olmasa, bunları büsbütün itip kakarlar... Refah Partisinin. genelevdeki kadınları namuslu yola davet diye genelevde sermaye olarak çalışmaya başlayan namuslu(!) kadının hâline benzer durumuna ''taktık" izafe etmenin anlamı yok; Anıtkabir’e de giderler, orada secde etme âdeti çıkarılsa ona da uyarlar, çünkü aksi şekilde davranabilecek yürekleri yok... İki dövüşen adam arasındaki ileri-geri hamleler, oyun ve aldatmacalarla, birinin karşında büzülmüş ve onun emrine amade acizlik tavrı arasındaki farkı anlamak için fazla bir zekâ istemese gerek... Taktik, sahibi için müsbet hamleye mevzu ve zemin olan yerde söz konusudur… "Çaktırma, takiyye yapıyor!" hikâyesi, Turgut Ozal için de söylenen mevzuydu; "askeri ürkütmemek için Atatürkçü görünüyor! Bak ne akıllı hiç belli etmeden kadro kuruyor! Semra Özal’ın hayat tarzı dîye tutturmayın, o, lâiklerin tepkisini perdeliyor. Eğer o gözle bakılırsa, Mesut Yılmaz da İslamcı mücadele yapıyor demektir."Adam Cuma namazına gidiyor! Cenab-ı Allah'ın izniyle, diyor! Şu sözü mü? Çaktırmayın, yapıyor! Bu davranışı mı? Çaktırmayın, takiyye yapıyor!"... Bîr insanın namaz kılmasının da onun yönünden takiyye olabileceğine nazaran, müsbet ve menfi arasındaki ölçünün ortaya konulması ve her durumun kendi özelliğine göre ele alınması gerekli değil midir?.. "Şeriat zahire göre hükmeder" aslî ve esasî ölçüsü ortada iken ve 'takiyye" dedikleri ''arızi durumların asla bağlı bir niyet ve davranış belirtmesi gerekirken, müslümanların "buğz hedefi'ne karşı tutumlarını kırmanın, yumuşatmanın, Allah ve Resûlû'ne düşman olanı öyle değilmiş gösterme ve sevdirme gayretinin anlamı nedir?.. Ve İslâm davasının istediği vakar, heybet, haysiyet ve şecaat tavrına nisbetle, Refah Partisi'nin iktidardaki hâli; Hürriyet gazetesinde yayınlanan bir fotoğraf, fazla söze gerek bırakmıyor. Erbakan, iki ayağını yana açmış mağrur duruşlu Genelkurmay Başkanı'nın yanında, boynunu bükmüş, ayakları hazırol vaziyetinde ve bu duruşu kuvvetlendirmek üzere bedene yapışık kolların ardından yumulu ve geriye meyil verilmiş eller... Allah müstehakını versin emi!.. Başbakana dikiz!.. Onun bu hâli karsısında Hava Kuvvetleri Komutanı da şu yorumu yapıyor: "Başbakan kibar adamdır, saygısından öyle duruyor!"... Demokrasiye dikiz!.. Ve bu fotoğrafın çerçevelediği mânâ. Kayseri Belediye Başkanı'nın düştüğü acıklı hâli de açıklıyor: Adam heyecana gelip birtakım lâflar ediyor, ama arkasındaki teşkilât bu... Bütün bunlara rağmen Refah Parti-Hİ'nin istese de istemese de oynadığı bir rol var ki, "Truva atı" rolüdür: Onu bu rolde gösteren de, İBDA'nın tesir bankasındaki kitledir... Burada Yılmaz Yalçıner'in "İBDACILAR" başlıklı yazısında ki şu hususu hatırlatmak yerinde olur: "Müslümanların inancına; Rabbı'na ve Resulüne yönelen küfür karşısında, n’oluyor, nasıl oluyor anlayamıyorsunuz bunlar hemen öne çıkıp ileri atılıyorlar!Tuzu kuru, uyanık, fakat canı kadar dünyalıkları da tatlı muslümanlara ise. ertesi günn, "nasıl ama, kafirlere gereken cevabı iyi verdik di’mi” diye böbürlenip, parsa toplamak..." ... Yazı bu şekilde, tamamlanmamış bir cümle ile başlayıp; Çünkü başlığı "İBDA-C" Olan bu yazı, ilk nüshaların baskısından hemen sonra ikazla, hemen değiştiriliyor ve sorı kısmı da gördüğünüz gibi… Yılmaz Yalçıner İnşaallah sözkonusu yazısının devamını yeni muhteşem huruçlara bakarak tamamlayacaktır.


 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
DEDİ — Geçen ay 130 Aczmendî kardeşimiz bildiğiniz gibi tutuklandı. Bu mevzuda ne diyorsunuz görüsünüz ne?..

DEDİM — Benim görüşümden önce, onların bizim hakkımızdaki görüşünü belirteyim ki, o hakla da konuşayım: "Mücahidin-i İslam’ın korkusuz Komutanı muhterem S. MirzabeyoğJu'na derin saygı ve sevgilerimizle – H. Müslim Gün-düz"... "PROGRAM - Tafsilât-ı Usul-û Resail-i Nur" isimli eserini böyle imzalayarak hediye etmiş.,. Gelelim tutuklama davasına: 130, 1300, 13000,.. Nereye kadar?.. Şöyle bir misâl vereyim: Ayda 6 milyar gelir getiren bir müesseseye, birkaç koruma tutuyorsun. Aynı müesseseyi korumak için birkaç bin koruma gereken şartlarda, o müessesenin göçmesi bizzat koruma giderlerinden değil midir?.. Bu misâli, rejimin korunması bahisle tatbik ederseniz, hapishanelerin de içinde bulunduğu koruma keyfiyetinin ne mânâya geldîğini anlarsınız... Bu anlamda, bir direniş hâlindee, kitle olarak hapishaneleri doldurmak ve doldurulamaz duruma getirmek de başlıbaşına bir taktik olabilir.,. Aczmendî kardeşlerimize gelince; bunlar, hilm sahibi olmakla - Müslüman olmanın gerektirdiği tavır ve vakarlı duruş şartından kaçan ödlek (başınfa g harfini de koyabilirsiniz)arasındaki farkın şuurunda, gerektiğinde en keskin gözükaralık vasfını gösterebilenlerdir... Yeraltına itilince, her biri bir ateş topu hâlinde ülkeyi mayın tarlasına çeviren cengaverler sınıfına dönüşmeye hazır bîr demet... Rejini, eceli gelmis köpek soyuyla son demini yaşamaktadır!..


 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
DEDİ — Kemalist rejimi savunanların, özellikle son dönemde yoğun biçimde güya lalam adına konuşturdukları sapıklar güruhu ile rejimi takviye gayeleri için ne diyorsunuz?..

DEDİM — Bu evvela, rejimin kendini muhafazada yetersiz oluşunun ifşâıdır. Kendini korucu ve mafya tipi örgütlenmelerle muhafaza edeyim derken içine düşülen durumun benzeri, düşmanını oyuna getireyim dîye tuttuğun adamın vasfında oyuna geline şeklinde, bu sahada da tecelli ediyor... Size, Sivas Askeri Cezaevinde dinlediğim bir hâdise anlatayım: Denizli veya İzmir'deki. 5 yıldızlı bir otelin sahibi, kendisini haraç için sıkıştıran bir adamı vurdurmak için. İzmit'ten, iri-yarı, ense kulak yerinde birini tutuyor. Adam kalkıp geliyor, otele yerleşiyor. İtibarı iyi, kendisine yapılan hizmet gıcır, yapacağı iş karşılığı alacağı paranın yarısı cebinde; otel sahibini sıkıştıran, adam oralarda dolaşadursun, bir gün geçiyor, iki gün geçiyor, bir hafta, 15 gün, seninkinde bir hareket yok... Adama "şu işi artık hallet!" denildikçe, "durun, her işin bir usûlü var, bu işler aceleye gelmez" diyor; ve garkolduğu sefaya devam... Birgün otelin barında otel sahibiyle içkilerini yudumlarken, hâdiseye muttali olan. haraççı, birkaç adamıyla bara geliyor ve doğru bunların yanına... Adamın işi nasıl bitireceğini takibe memur olan -hadiseyi nakleden de o —, macerayı söyle bitiriyor; 'Herif tam lâvuk! Bir darbede bok çuvalı gibi yere indi? Öyle dayak yedi, öyle dayak yedi; bir taraftan da, "benim bunlarla alâkam yokL ben müşteriyim diye hüngür hüngür ağlayıp yalvarıyor"… Kıssadan hisse: Güya İslâm adına, çaktırmadan veya açık acık İslâm'ı mevrut rejimin payandası yapmaya çalışıcı, bunun için de İslâm’i İtikad ve amel esaslarını -ki mukadder oluş halinde devlet rejimi olmaya talibtir- çarpıtıcı yorumlarla zevzeklik edenler, bize değil, kendilerini yutturdukları çevreye zarar vericidirler... Birincisi : Rejim yandaşları, bunlar eliyle Müslümanları ehlileştirebileceklerini sanırken. "Allah isterse bu dini kâfir eliyle de güçlendirir" ölçüsünün tecellisi hâlinde, bu hainleri empoze ediyorum zannında gündemi İslâm'ın tutmasına hizmet etmektedirler... İkincisi: Kendimizi misâl vererek belirtelim ki, İslâm’i fikir ve aksiyonun motor rolünü oynayan mihrak önünde bunlar, fikri eleştiri metodu ve hazır aktüel hâle gelmiş meseleleri vesile kılarak kendini ifade tekniği ile verebilenler için, istismar mevzuu basit birer eşektirler... Yaşamasa da olur “Kaçar Nuri”den, başlayarak, televizyon kanalları (veya kanalizasyonları) sayısınca dolaştırılan, zengin bir koleksiyon... Kimi "Kur'ân'dan başka kitaba gerek yok" sadedinde saatlerce konuşur, bu husustaki kitabını anlatır, bir yandan da matematik olarak "19 mucizesi" sapıklığını bazılarının anlayamadığı(!) bir -husus olarak- îsbat çabasına girerken, karşısındaki onu konuşturan keçi sakallı salak, hem de İslam’ı bilmeye gerek olmayan bîr mantıkla, "Kur'ân.'dan başka kitaba gerek yok diyorsun, öyleyse kendinin yazdığı kıtab ne?" demez; çünkü, onun vazifesi , İslam adına İslama pislik edenlere çanak açmak... Kasar Nuri, "Allah İa kul arasına kimse giremez" sadedinde, sanki Kur'ân'a aykırı imiş gjbî, mezhebleri reddeder, sahâbî'nin. rolünü, tabîî olarak hadîs'i, tabiî olarak Peygamber'i reddeder; fakat işin tuhaf tarafı, hem onu takdim eden "uzman" diye takdim etmekte, hem öyleyse bu söylediklerin doğru yanlış bir yana sen niye araya giriyorsun?" dememektedir. ''Uzman" ne demek?.. Bu salak uzman. İslâm büyüklerin başvuru, iltica ve onlardan iktibasları "yedek ilâhlar edinmek" diye Kur'ân açısından(l) döktürürken, karşısındaki salak adam şöyle diyemez: "Senin dediklerini aynen kabul edib de, 'doğru hüküm!" diye nakletsen; veya senin hükmünü iktibas ederek bir hususun isbatına girişsem, hem sen ve hem de ben kendi kendimize çelişkiye düşmüyor muyuz?.." Bu Kaşar tip, müthiş kıvırma kabiliyetine sahibtir; yukarıdaki çerçevede ''uzman uzman" döktürürken, birdenbire "hurafe ve safsata" dediği "tasavvuf’un bir büyüğünden –meselâ Mevlana'dan- bir sözle, zımnen görüşünden (!) rücu eder ve kendine kıvırma payı bırakır... "Hini hacette lâzım olur" hesabı… Ardından, güya kaynakçılığından hiç taviz vermiyor havasında, bir ilizyonist.hızıyla "İmâm-ı Rabbânî'den ilham aldığını" da lâf arasına sıkıştırır; adam tam kaşar... İşin tuhaf tarafı, bu uzman, ümmetin sahâbîlerden sonra en büyüğü olan İmâm-ı Rabbânî'nin, "Hanefi mezhebinden olduğunu ve en büyük hadis ve sünnet bağlısı olduğunu bilmediği gibi, karşısındaki de "evliyanın en büyüğü" olduğunu bilmez; ve hu iki salak, "karşılıklı sağırlar, birbirini ağırlar!" hesabı cilvelenirken, birinin tam pişkin, karşısındakinin de "yahu sen tasavvufu reddediyordun" diyemeyecek kadar çapsız oluşunu tesbit edenlerin, bulunduğunu unuturlar… Başka bir misâl: Siz hiç avukata gidip de. "adam öldürmek suç mudur?" diye soracak kadar geri zekâlı bir insan gürdünüz mü?.. Bir Kur'ân Kursu'nda, lâiklerin ahlâkı bulaşmış olacak ki-? Livata olayı olmuş… Sanki bu hususta uzmana varmış gibi, "bir uzmana sorduk!" diye uzatılan mikrofon... Uzman (!) hiç firsatı kaçırır mı? Hemen fikrini beyan ediyor; "Bu bir pisliktir!"... Halbuki pislik, hâdiseyi Kur'ân kurslarını töhmet altında bırakmaya yönlendiren ****** bayanın niyetine âlet olandır; kendisiyle programı zenginleştirmeye bakan ******ya, "sorunuzla uzamanlığın ne alâkası var? Gayet açık bir suçu, neye âlet etmek istediğinizi de anlıyorum!" demesi gerekirken içinde bulunduğu leşler zümresi vesilesiyle olur olmaz leş suratının sergilenmesini kâr hanesine uygun bilen bir pislik... Bu kaşar tipte akıl olsa, kendini unutturmaya bakar; malûm, tufan zamanı— iş işten geçtikten sonra, müstehcen bir uzvu andıran kafasını saklamaya çalışmanın ve "yazı orucu tutma" niyetinin ona bir faydası olmaz... Gelelim "Nonoş" takımına: Kanalizasyonlarda her türlü sapıklık, sapıklığı özendirici film ve sapıklar lehine bir tarafgirlikle "demokrasi, kişinin kendi tercihi, normal, saygı duyulmalı" yaveleriyle sergilenirken, Kur'ân Kursu’nda vukubulan bir şenaat karsısında niye cevvalleşiyorsunuz?-. Dince hükmü ve cezası belli bir fiili, dinî müesseseyi tahrib vesilesi olarak kullanmaya çalışıyorsunuz?.. Nihayet, sizin ahlâk ve meşrebinize uygun bir iş olmuş!.. Meselâ siz namaz kılsanız, biz içinde bulunduğunuz çelişkiyi, sanki namaz namussuzlukmuş gibi, 'Vay namussuz namaz kılıyor!" diye zümrenize sizi ve bahaneyle zümrenizi karalama vesilesi olarak kullanamayız…Ve bir not: Sözkonusu şenî hâdisede fâil, kendisine yanlış partner seçmiştir, Meful, lâiklerden biri, meselâ Necati Doğru'nun bir yazısında "sapı silik" diye andığı "kem iblis" ressam Bedri olmalıydı… Veya lâiklerle koyun koyuna olan, "atmasyoncu" anlamına “üfürükçü” uzman(!) hoca(!)lar.. Ve son söz; İslâmî aksiyonu aksatmak için virgüllük tiplerden medet umar hâle gelenler, görüldüğü gibi bize aksiyon imkânı sunmaktan, öfkelendirmekten, kızdırmaktan, sonlarını hızlandırmaktan başka bir işe yaramıyorlar— Öyle de olsa gelen biziz, böyle de olsa gelen biziz; biz bu işin satrancını bileniz!..


 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
DEDİ — Dini siyasete alet eden ve İslam’i mücadele verenleri "dini istismar etmek” le suçlandıran laik particiler hakkında ne düşünüyorsunuz?

DEDİM — Hiç iyi düşünmüyorum!-. Topuyla imhası gereken ahmak, cahil ve istismarcı sürüsü... Önce "istismar”ın ne olduğunu Üstadım'dan vereyim: "İstismar, inananın kendi ruhunu kabul ettirmeye çalışması değil, inanmayanın inanmış görünerek inananlardan Fayda devşirmeye bakmasıdır. Demek ki, istismarın ana maddesi, samimiyetsizlik. Ateş yakar ve su eritirken, istismar mı etmiş olur? Bunlar her şeyden evvel, kendi nefslerîyle yanma ve erimiş olma hassasının örnekleridir. Ve böyle oldukları için yakıcı ve eriticidirler; fizik hassası içinde bir nevî samimiyet, yâni tabiîlik, şiarlarıdır. İstismarda aldatmak, kandırmak, dolandırmak vardır; yahut karşısındakinin zaafını kendi menfaati hesabına işletmek. İstismara şaheser misâl, bu fiili dindarlara isnad edenlerin bizzat tavırları Bunlar "istismar" mefhumunu istismar ederler. Onun asıl mevzuunu karartır ve çıkarlarına göre değiştirirken aldatırlar, kandırırlar, dolandırırlar!"... Kolayca anlaşılacağı üzere, istismarın ikî yönü var… Birincisi: Kendi fikrinin tabiî uzantısına aykırı sahiblenme. Bu "anlamda, lâik görünen müslümanlarla, müslüman görünen laikler, karşılıklı istismarcıdır. Bunun böyle olduğunu bilmeyenler de, -üzerinde duracağım-, düpedüz salak... İkincisi: İçinde zümreden değilken, onların aleyhine olarak menfaat devşirmeye bakan... Bu ikisinin kendi içlerindeki ve birbirine girmiş şekillerindeki sayısız tonlar üzerinde durmak lüzumsuz; iş giderek "taktik", “casusluk" gibi alındığı yere göre değerlendirmekten tutun da. doğrudan doğruya bu .hususların kıvırma payı hâlinde istısmarı meselesine kadar varır... İşin apaydınlık bir şekeilde ortaya konulması için, 'lâiklik" ve “şeriat” mefhumlarının hiçbir istismara yol vermeyecek şekilde belirtilmesi gerekir; biz de bunu yapacağız... Lâiklikten başlayalım: Mesele sanki "şeriat ve lâiklik" çelişkisi veya ilişkisi değilmiş gibi, laikliğiin doğumundan bağlayarak geçirdiği macerayı hikaye etmenin ve malûmatfüruşluk taslamanın alemi yok. Herkesin pekala bildiği tarifle “din ve devlet işlerinin ayrılması”... Burada ortaya çıkan mesele şu: Ya din 'devlet nizâmı' olmaya dair bir muhteva belirtmez ve bu yüzden tabiî olarak; "din ve devlet işleri ayrıdır" neticesi çıkar; yahut din "devlet nizâmı" şartlarını vazeder ve lâikliğin mevzuu yoktur. Problem de sözkonusu ikinci durumda ortaya çıkar... Şu: Şeriatın en küçük hükmünü bile reddetmek küfürdür ve bir müslûman lâik olamaz... Şeriat da su: Kur'ân'dan başlayarak, merkezden muhite doğru bütün mukadder oluşlarıyla, dinin heyeti mecmuası.,. Netice: Ya lâik düzen, yahut şeriat— İçinde bulundukları rejim ne ise, İslâm’ın tam da ona uygun olduğunu göstermeye yeltenenlerin haline, bizdeki maymunların aksi bir misâl: Komünist rejimin mevcut olduğu dönemde, Bulgaristan'dan Hacca gitmek üzere yola çıkmış bir Müftüye. İstanbul Havaalanında Müslüman bir gazeteci, "Allahsız komünizm!' edebiyatına katkı bir cevab alacağını umarak soruyor: "Komünist, bir memlekette Müslümanlara çok eziyet ediyorlar .mı?" Dîn gayretini başkasının sırtından tatmine kalkan bu pişkin soru karşısında adam, bizzat karşısındakinin hâlini işaret etmesi gerekirken, malum sebeble ona birşey diyemiyor ve aynı malum sebeble -aslında pekçok vesile ile şahit olduğumuz- şu sözü sarfediyor: "Din bir inanç işidir, ona kimse karışamaz. Zaten İslâm. isçinin alnının teri kurumadan ücretinin verilmesini ister ve kardeşlik dinidir. Kardeşlik ise, kardeşler arasında eşitliği gerekli kılar, işçi sınıfı iktidarı İslâm'a uygundur!",.. Al sana mantık!.. Hemen belirteyim: Muhtevasız -boş- kelime ambalajcısı denilen soydan adamların, şartlarına mâlik olmadıkları bir rahatlıkla, ağızlarından birbiri ardına çıkan kelimelerin kulaklarına yansıyan uyumundan pek memnun edalı konuşmalarında, bu kadarcık bile alâka cehdi yok... Parti Genel Başkanından, Parti Genel Sekreterine, öğrendiği hammaddelik bilgileri alelacele satmaya çalışan heveskâr kılıklı dinamik!!) milletvekili'nden, "Sosyal Siyaset Kürsüsü" bilmem neyine kadar -utanmadan- şu lâfı. tekerlerler: "Din bir inanç mevzuudur. Dinin siyasallaşması, onu ideoloji yapar. Bu ise bizzat dine yapılan en büyük kötülüktür!".-.'Yahu sen "din ve inanç1 bir yana, ideloji ile siyasetin de ne olduğunu bilmiyorsun!.. Başın başında: Zamanın mekanda tecellisi gibi, her inanç en küçük çapta bile bir düşünceyi gerektirir ve düşüncenin olmadığı yerde inanç mevzuu kalmaz. Allah ve Resûlü'nün kendini "düşünen varlığa" bir İman teklifiyle bildirmesinden tutun da, Kelime-i Şehâdet'in kalb ile tasdikinin dil ile ikrarı şartına kadar. Bir kalenin etrafında üç kere dününce gol yemeyeceğini fikrederek inanan (mesalâ tesadüfen bulunan bir veriyi, yapılması gereken diye inanç sırasına sokan) ve iradî her fiilin en küçük Çaplar içinde bile bir fikir belirtmesinden hareketle "gol yememe1' inancını "üç kere kale etrafında dönme" fikrine tercüme ettiren kaleciye kadar... MADDE BİR: En ulvisinden en süflisine kadar her inancın bir düşüncesi vardır... MADDE İKİ: İdeoloji fert ve toplum arası inanılan ve bağlanılan fikirler manzumesidir. Yâni, ferdin ve toplumun inşâındaki bütün esasları veren fikirler manzumesi... Bununla ilgili birinci açıklama: Şöyle veya böyle, ulvî veya süfli veya keleş, rejime geçmek isteyen her düşünce veya rejimin görüntüde verdiği düşünce, bir ideolojidir... İkinci açıklama: Sakar ve sersem bir adama "düşüncesiz adam!1' derken, kasıt “düşüncenin mevcut olmayışı” değil, düşüncenin yanlış veya keleşliğidir. Bu anlamda da, insan ve toplum meselelerini, topyekûn kainat muhasebesinin halli hâlinde veya içinde sunan ideolojiye nisbet, kadük ve güdük ve düdük oluşumlara veya olamayışlara "ideoloji" haysiyeti biçilemez. 70 senedir ne idüğü bir türlü ortaya koyulamayan Kemalizm gibi... Üçüncü açıklama: "At martini Debreli Hasan dağlar inlesin!" hesabı, bazı çok bilmişler, komünizm ve faşizm gibi ideolojilerin çöküşünden ilham alarak, bugün ideolojilerin devrinin geçtiğinden" dem yururlar. Geçen, ideoloji devri değil, bir takım ideolojilerin devridir. Bugün siyasî, iktisadî, idarî liberalizmin pragmatik bakışı içinde -kedi köpek rahatı veya dalaşması içinde- olanları dış yüzden seyreden ve onların iç yüz mesnedsizliği yüzünden çökmekte olduklarını göremeyen ahmaklar, (bazıları maneviyat filân diye tekerlerken, -aslında onun da tecrit kutublarını bilici değildir), evvelâ sözkonusu bakışın da bir ideoloji olduğunu anlamayanlardır. Kısa keselim; dünya hiç bir zaman bu kadar boş kalmadı ve gerçek ideolojiye muhtaç olmadı… MADDE ÜÇ; Bir insanda hayatiyetini devam ettirmek için takındığı tavırlar ne ise, bir ideolojiye nisbette siyaset de odur... Netice-i kelâm: ******nun atik davranarak namuslu muhatabını ******lukla suçlaması gibi "yüce dinimiz" piyaz başlangıcıyla İslam’ın siyasetini uygulayanları istismarcılıkla yaftalayanlar, daha kendilerinin ne olduğunu bile tâyin edememiş, karşılarındakini ise hiç bilmeyen, hem ahmak ve hem de istismarcı sürüleridir... İslâm’da siyaset olup olmaması tartışılamaz; tartışılabilecek olan, doğru siyasetin ne olduğudur kî, bu da lâikleri enterese etmez... Son olarak bir pişkinliğe daha temas etmek istiyorum: Adam liberal demokrat, sosyal demokrat, yahut yalnızca demokrat, yahut ''milliyetçi" yaftalı, veya laik, falan, filân, filân… İslâm safında duran muhatabına, Müslümanlık yalnız sizin tekelinizde mı?" demez mi.,. Hiçbir mevzu hiç kimsenin tekelinde değildir ama, namus iddia ederken pezevenklik yapanı da aslî karakteriyle tanımak zor olmasa gerek; İslâm pazarlıksız teslimiyettir ve taksitli, çekinceli imân olmaz... Şimdi Koç imparatorluğunun başındaki Rahmi Koç, karşısındaki marksistle tartışırken, “marksizm senin tekelinde mi? Ben de marksistim!” deyiverse ve bu demagoji üslûbu karşısında afallayan muhatabının hâlinden istifade ederek sıralasa; “İsçi sınıfını asıl ben seviyorum ve bu sevgi yüzünden fabrikalar açıp onları topluyorum!”…


DEDİ — Kendinize sorulmasını istediğiniz bir soru varsa, lütfen cevabı.


DEDİM— "Dinci başka dindar başka” diyen salaklara Türkçe dersi vermek isterdim ama üzerinde çalıştığım üç eser var, onlara dönmek zorundayım.

1996...
.......SALİH Mirzabeyoğlu....
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
54
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
Birçok Kur’an okuyan vardır ki, Kur’an kendisine lânet eder… Nice oruçlu vardır ki, bu orucundan kendisine açlık ve susuzluk kalır…”
Duâ ve ibâdetlerin boşa çıkmaması sadece bunlarla sınırlı olmayıp, çevreyle ve devletle (kişi aynı zamanda devletinde de sorumludur) de alakalı olup, bu husustaki ölçüler gayet açıktır. Bunlardan bazıları: “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.”, “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”, “Şeriat kılıçların gölgesi altındadır.”, “Duayı icrada aramak.”… v.s. bunlara kısaca bir göz atacak olursak:

“Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” Birey olarak insan komşusundan sorumlu iken; insanlar öyle bir hâle gelmiştir ki, bırakın komşusunun aç mı, tok mu olduğundan haberdar olmayı, daha komşularının kim olduklarından dahi habersizdirler.Devlet de sokaklarda aç-susuz yatan evsiz barksız onca insandan sorumlu iken; o da onların varlığından habersizdir. Afganistan’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Irak’ta vb. küfürle savaşılan her yerde; kadınlara tecavüz edip, yaşlı-genç, çoluk-çocuk demeden daha doğmamış bebeklere varana kadar sırf Müslüman oldukları için insanlar işkencelerle bütün dünyanın gözü önünde katledilip öldürülürken, bir de bütün bunlar yetmiyormuş gibi “savaşta olur böyle şeyler normaldir.”diyerek zeytin yağı gibi su yüzüne çıkılırken, ölçü gereği birinci şart olarak “elle” müdahale etmesi gereken, “devlet” nerede?
Devletin nerede olduğu aslında herkesçe mâlum; Onların yanında, bir yandan onlara yaranmaya çalışırken bir yandan da bu zulme karşı çıkıp; “ben sizin düzeninizi tanımıyorum!” diyerek, “İslâma Muhatap Anlayış” çerçevesinde İslâm ihtilâl ve inkılâbını gerçekleştirerek, işbirlikçilerin oyunlarını bozup, İslâm’ın emir subaylığını üstlenen; BD-İBDA fikir sistemiyle örgüleştirilmiş -insanların kurmakla mükellef olduğu- İslâm Devletini kurmaya çalışan Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu ve onun gibi düşünen insanları, cezaevlerine atıp, canlarına kasdetmekle, başaramayınca da onları, tek başlarına iki metre karelik hücrelere koymakla meşgul. Fakat o günden bu güne kadar hızla gelişen olaylarda göstermiştir ki, bütün bunlar boşadır ve İsteseler de istemeseler de ALLAH nurunu tamamlayacak; İslâm devleti kurulacaktır.
“Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”, “Şeriat kılıçların gölgesi altındadır.” Şeriatın hakim olabilmesi için gaza askerlerine, gaza askerlerinin de “duâ askerlerine” ihtiyacı vardır. Çünkü “her şey duâ üzerine kuruludur”, “mü’minin silâhı duâdır” ve ALLAH’ın yardımı olmadan da hiçbir hareket başarıya ulaşamazken; ALLAH’ın yardımı da ancak dua ve icraatla olmaktadır. “Duâ emrinde silah.” Günümüzde, dualarını icrada arayanların, dualarının icracısı olanların en büyüğü olarak, Kumandan, mücadelesiyle, eserleriyle ve hayatıyla ortadadır.
İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğünde duanın icrada aranmasının ipuçlarını veriyor, kısaca: “Müslüman’ın kötüyü itmekte ve iyiyi çekmekte üç silâhı vardır: Eli, dili, kalbi… Kalb, niyet ve irade olarak her iki fiilin de içinde olduğuna göre silâh tektir: Yalnız EL!.. El, yâni fiil, aksiyon, doğrudan doğruya icra vasıtasıdır!”
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt