Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Asrın Direnişi (3 Kullanıcı)

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ELLİALTINCI BÖLÜM


...iki bacağı, bir eli olmayan ve sokağa boş gözlerle bakan bir çocuğu gördü. Etrafına dikaktli bakınca duvarlarda, mermi deliklerini gördü. Meryem, çocuğun yanına gitti. Bu arada evden bir kadın çıktı. Meryem kadına dönerek:
--Ne oldu bu çocuğa?
Kadın:--Kahrolası rusların attığı oyuncak bombalardan birini almış, onunla oynarken bomba patlamış, patlamada, gördüğün gibi iki bacağını ve bir kolunu kaybetti. Bunun gibi binlerce çocuk var. Mücahidlere gücü yetmeyen ruslar, hırslarını çocuklardan alıyorlar.
Meryem bir tuhaf olmuştu. Bu kadarı da fazlaydı. Savaş iki denk güç, ya da birbirlerine yakın güçler arasında yapılmalıydı ki, adına savaş denilsin. Bu zulümdü, hatta zulümden de öte bir şeydi. Bir insan bu kadar da zalim olmamalıydı. Kitaplarda okuduğu sahneler gözünün önüne geldi, bir de rusların yaptıklarını düşündü. İkisini kıyasladı, ama kıyas kabul etmiyordu. Bu duygular arasında sokaklarda gezmeye devam etti. Nereye gittiyse, neredeyse aynı manzara ile karşılaşıyordu. Rusların kendilerine anlattıkları ile burada yaşananlar arasında tam dersi bir durum mevcuttu. Burada dönen bir zulüm çarkı vardı ve Meryem de o dönen çarkın bir dişlisini oluşturuyordu. Bir an için düşündü, doğru tarafta mıyım diye? Henüz bu sorunun cevabını verecek duruma gelmemişti. Ama gördükleri onu çok etkilemişti.

Bu arada, Yüzbaşı Lev ile Cemşit arasında koyu bir muhabbet başlamıştı.
Yüzbaşı Lev:--Ben senin adını zaten biliyorum.
Cemşit iyice esrarın etkisi altına girmişti.
Yüzbaşı Lev:--Cemşit, sen nerede oturuyordun?
Cemşit:--Benim oturduğum evi unuttun mu?
Yüzbaşı Lev:--Hayır! unutmadım ama belki şaşırabilirim. İstersen sizin eve kadar gidelim. Hem
sen, tek başına eve gidecek durumda değilsin.
Cemşit:--Evet! haklısın, hadi gidelim, diyerek evine doğru yola çıktılar. Bir müddet sonra, Cemşit'
in kenar mahalledeki evinin yakınına kadar vardılar. Yüzbaşı Lev,
her ihtimale karşı, evin yanına ka-
dar gitmedi. Uzaktan Cemşit'in evini öğrenen Yüzbaşı Lev, Cemşit'i orada bırakarak karargâha
döndü. Yüzbaşı Lev, durumu komutana bildirdi, komutan durumdan memnun olarak, Yüzbaşı Lev'e Cemşit'i uyuşturucuya bağımlı hale getirmesini ve bu vesile ile Çeçen Lidrelerinin yerlerini öğrenmesini istedi.
Daha sonraki günlerde, Yüzbaşı Lev, Cemşit'i tam bir uyuşturucu müptelası yapmıştı.
Cemşit, kimsenin kendisinden şüphelenmediği ve kaale almadığı bir kimseydi. Rusların böyle birisi ile işbirliğine gideceğine de ihtimal vermiyorlardı. Bu nedenle, bazı gizli kalması gereken şeyler Cemşit'in yanında alenen yapılıyordu. Gizli kalması gereken şeylerden birisi de, Çeçen Yönetici ve Komutanların
bulunduğu yerlerdi. Bu konuda da gizliliğe riayet edilmiyordu. Elbette bu iyi niyetin bir göstergesiydi. Ama ortada bir savaş vardı ve savaş esnasında bazı konularda daha da hassas olunması gerekiyordu.
Yüzbaşı Lev, Cemşit'e sık sık, Çeçen komutanların yerlerini soruyor, her seferinde olumsuz cevap alıyordu. Olumsuz cevaplar Cemşit'in Çeçen Komutanlara olan bağlılığından kaynaklanmıyordu. Onların yerini bilmediği için cevap veremiyordu. Tüm bunlara rağmen, Yüzbaşı Lev umutluydu, bir gün muhakkak yerlerini öğrenecekti. Cemşit'e dikkatli olmasını, bir şey duyduğunda kendisine haber vermesini söylüyor ve her seferinde kendisine uyuşturucu veriyordu.

Ertesi Sabah Çeçen Karargâhında

Sabah olmuştu, herkes kalkıp abdestini aldı. Bugün herkes bir başka heyecanlı ve biraz da buruktu. Çünkü bazı kardeşleri operasyonma gidecek, Komutan Şamil Basayev ise görev yerine dönecekti. Belki de her iki kesimi de bir daha göremeyeceklerdi.
Yine Şamil Basayev'in imamlığında, sabah namazını kıldılar. Namazın ardından hazırlanan kahvaltılarını yaptılar. Kahvaltıdan sonra, gruplar halinde bir araya gelip kendi aralarında sohbete daldılar. Mücahidler birbirleri ile helalleşiyorlardı. Hamza'nın
heyecanı görülmeye değerdi. İlk defa kendi isteği ile bir operasyona gidecekti, hem de can-ı gönülden. Şamil Basayev'in Şehidler hakkında anlattıkları bir türlü aklından çıkmıyordu. Sanki şehid olacağı içine doğmuştu. Sevincine diyecek yoktu. Daha bir kaç gün önce ölüm karşısında tir tir titreyen sanki kendisi değildi.
Artık operasyın takımının gitme vakti gelmişti. Hep beraber, aracın olduğu yere gittiler. Araçta bulunan rus askeri elbiselerini giydiler. Hamza yüzbaşı üniforması giymişti. Kimliğini ve diğer evrakları da yanına aldı. Gerekli son kontroller yapıldı. Her şey tamamdı. Gidecek olan mücahidler, başta Şamil Basayev olmak üzere, tüm mücahidlerle kucaklaşıp helalleştiler. Hamza bir başka sarılmıştı, Şamil Basayev'e, Şamil Basayev de Hamza'nın gözlerine mubabbetle bakmış ve onu bağrına basmıştı. Takım elemanları araca bindi. Önde Muaz ve Hamza oturuyordu. Araç hareket etti ve bir süre sonra gözden kayboldu. Mücahidler karargâha döndüler, kimse konuşmuyordu. Genellikle her operasyondan önce böyle oluyor, ancak kısa bir süre tekrar hayat normale dönüyordu.
Karargâh'a geldiklerinde, Şamil Basayev, Mus'ab'a dönerek:...


ELLİALTINCI BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ELLİ YEDİNCİ BÖLÜM

...Evet Mus'ab, bana da yol göründü. İnşaallah, operasyona giden kardeşlerimiz, görevlerini başarıyla yerine getriri ve geri dönerler, ama rus yönetimine de güvenmiyorum, her türlü kötülüğü yapabilirler.
Mus'ab:--Komutanım, aslında sizden ayrılmayı hiç birimiz istemiyoruz ama, diğer kardeşlerimizin de size ihtiyacı vardır.
Şamil Basayev:--Görev bizi bekliyor Mus'ab, önemli olan görevin yeri değil, mahiyetidir. Siz burada çok önemli görevler icra ediyorsunuz. Allah (cc) sizden razı olsun ve sizleri muvaffak eylesin.
Mus'ab:--Allah (cc) sizden de razı olsun ve sizi başımızdan eksik etmesin.
Şamil Basayev:--Biz islâm davasının hizmetkarlarıyız, bu dava insanlara bağlı bir dava değildir. İnsanlar geçici ama dava kalıcıdır. Müslümanlar için en büyük kayıp, Efendimiz'in (sav) vefatıdır. Amam O'nun vefatı ile islâm davası sona ermemiş, dava devam etmiştir. Hani Efendimiz'in (sav) vefatını kabullenemeyen Hz. Ömer: "Kim Muhammed (sav) öldü derse onun kellesini uçuracağım," demişti de, Hz. Ebubekir: "Kim Muhammed'e (sav) iman ettiyse, o vefat etmiştir, kim de Allah'a (cc) iman etmişse, bilsin ki Allah Bakî'dir." ayetini okumuştur, "Hz. Ebubekir'in bu ayeti
okuması üzerine Hz. Ömer: "sanki bu âyeti daha önce hiç duymamıştım" demiş ve gerçekleri kabullenmişti.
Bu dava Allah'ın (cc) davasıdır. Ve her dönemde birileri bu davaya sahip çıkacaktır. Allah'ın (cc) bize ihtiyacı yok, ama bizim bu davaya ihtiyacımız vardır.
Şanil Basayev'i tüm mücahidler pür dikkat dinliyorlardı. Onun sözlerinin hiç birisini kaçırmamak için adeta nefes bile almıyorlardı. Bu konuşmanın ardından, Şamil Basayev:
--Evet, ayrılık vakti geldi, şimdi vedalaşma zamanı.
Şamil Basayev, tüm mücahidlerle teker teker vedalaştı. Mücahidlerin hepsi üzgündü, içlerinde bir burukluk vardı. Sanki bir daha, bu Efsane Komutanı göremeyeceklerine dair bir his vardı. Bir çoğu ağlıyordu, gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Duygusal bir tablo sergileniyordu.Şanil Basayev de duygularına hakim olamadı. Hepsiyle helalleşip yola koyuldu. Tüm mücahidler veda yerinde bekleyerek, Şamil Basayev'in aracını, gözden kaybolana kadar izlediler. Araç gözden kaybolunca, hepsi üzgün bir şekilde karargâha döndü. Hiç birisinin ağzını bıçak açmıyordu. Sabah, Moskova'ya giden ekibin gidişi ve şimdi de Şamil Basayev'in ayrılması, hepsini derinden etkilemişti. Neden sonra, Komutan Mus'ab:
--Kardeşlerim, hepinizin içinde bulunduğunuz duyguları biliyorum. Ama görevimizi yerind getirmemiz lazım. Hem ne demişti komurtanımız: "Bu dava kişilere bağlı bir dava değil," bu nednle kaldığımız yerden görevimize devam etmeliyiz. Mir Hüseyin, sen görev yerine dön, misafirimizi kontrol et, sanırım yakında bizim buraya gönderirler, onunla ilgili bilgileri bize ilet.
Mir Hüseyin:--Başüstüne komutanım, diyerek kalktı, mücahidlerle vedalaşarak yola koyuldu.
Mus'ab:--Diğer kardeşlerimiz de görev yerlerine gitsin, nöbetçileri de değiştirelim de kardeşlerimiz dinlensinler. Herkes toparlandı ve ayağa kalkarak görev yerlerine gitti. Zaten öğle vakti de gelmek üzereydi, mücahidler abdest almaya gitti. Hayat yavaş yavaş normale dönmeye başladı.

Operasyon Takımında Son Durum

Takım yol almaya devam ediyordu, uzaktan ilk kontrol noktası göründü. Hamza:
--Komutanım, aracı kenara çekip arkadaşlarla son defa konuşsak iyi olur, kanaatindeyim.
Muaz:--Evet haklısın, son bir defa daha bazı hatırlatmalarda bulunalım. Aracı kenara çekip durdur.
Şoför:--Başüstüne komutanım, dedi ve aracı kenara çekip durdu.
Herkes araçtan inmişti.
Muaz:--Kardeşlerim, ilk kontrol noktası göründü, buradan itibaren bir rus gibi davranmak zorundayız. Hiç kimse -ben dahil-konuşmasın, tüm diyalogları, Hamza kardeşimiz yapacak. Unutmayın, komutanımız Hamza
ve bizler de rus askeriyiz.
Mücahidler:--Anlaşıldı komutanım, hiç birimizden çıt çıkmayacak, bundan emin olabilirsiniz.
Muaz:--Kardeşlerim, bundan zaten şüphem yok, amacım sadece son bir defa hatırlatmada bulunmaktı.
Herkes araca binsin.
Mücahidler araca bindiler, araç hareket etti. Aracın en sağında Hamza oturuyordu. İlk kontrol noktasına gelmişlerdi ki


ELLİYEDİNCİ BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ELLİSEKİZİNCİ BÖLÜM

...rus askerleri aracın yolunu kestiler. Hamza araçtan indi.
Rus Kontrol noktası sorumlusu, yanına geldi ve:
--Nereye gidiyorsunuz?
Hamza:--Ben yüzbaşı Sergei! Moskova'ya gidiyoruz. Gizli görevdeyiz.
--Komutanım, kimliğinizi görebilir miyim?
Hamza:--Elbette, diyerek kimliğini görevliye gösterdi. Görevli kimliği görünce hazrola geçti ve:
--Afedersiniz komutanım, buyrun kimliğinizi.
Hamza:--Aferin, dikkatli olun. Görevinizi böyle tam yerine getirin. Kuş uçurtmayın sakın.
--Emredersiniz komutanım, hey yol açın, diyerek, askerlere emretti. Askerler kenara çekildi ve takım yoluna devam etti.
Bu şekilde üç kontrol noktasını geçmişlerdi. Vakit akşama geliyordu. Şöyle gözden uzak bir yer bulup gecelemeleri gerekiyordu. Bu, hem rusların onlara zarar vermelerini engellemek, ve hem de şayet buralarda var ise mücahidlerin yanlışlıkla onları hedef almalarını engellemek için almaları gereken bir önlemdi. İleride bir dönemeç görünüyordu, ağaçlar çok sık ve uzundu.
Muaz:--İşte, tam aradığımız yer, hem burada su da var. Tamam, burada mola veriyoruz.
Hamza:--İsabet ettiniz komutanım, ağaçlar bizim görünmemizi engeller.
Herkes araçtan indi. Aslında çok da işyi olmuştu, sabahtan beri araçtaydılar, sadece öğle vakti sadece namaz ve yemek için kısa bir mola vermişlerdi. Öğle ile ikindi namazlarını cem etmişlerdi. Bu nedenle ikindi vakti mola vermeleri gerekmemişti. Aslında mola vermeleri sakıncalıydı da. Çok dikkatli olmak zorundaydılar. Bundan dolayı, bu mola ilaç gibi gelmişti. Zaten gece için mola vermeleri de gerekiyordu, çünkü gece yol almak, bile bile lades
demekti. Ve bu riski de göze alamazlardı.
Yemek yapmak için, işe koyuldular. Yemek dediysek, öyle ahım şahım bir yemek değildi. Akşama nohut vardı. Bu bile onlar için ziyafet anlamına geliyordu. Kuru ekmekle karınlarını doyurduklarında şükrettikleri
çok zamanlar olmuştu. Bazen kuru ekmek de bulamıyorlardı. O zaman yenebilecek ot toplayıp onlarla karınlarını doyuruyorlardı. Onlar bu durumdayken, sözüm ona müslüman zenginlerin bir çoğu avrupa ülkelerindeki beş yıldızlı otellerde günlerini gün ediyorlardı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, sıra konuşmaya geldiğinde, mücahidleri Vehhabilikle suçluyorlardı. Evet, ot yiyerek Allah (cc) yolunda mücadele eden mücahidler, Vehhabi, Avrupalarda tatil yapan bu beyler, katıksız müslüman oluyordu. Hem de orada işledikleri büyük günahlara rağmen. Tabi, mücahidlerin hiç birisi bunları düşünmüyordu.
Çünkü, mücahidler bu beyler için değil, Allah (cc) için savaşıyorlardı. Varsın onlar avrupalarda tatil yapsınlar ne gam. Değil mi ki, her şeyin sagibi Allah'tı (cc). Bu yaptıklarının hesabını elbette bir gün vereceklerdi. İşte o gün Mücahidler, Cennette tatil yaparken, bunlar zebanilerle muhatap olacak ve yaptıkları burunlarından fitil fitil gelecekti.
Akşam yemeği hazırdı. Büyük bir iştahla yemeklerini yediler. Yemek esnasında da birbirleri ile şakalaşmaya devam ettiler. Mücahidlerin en sevdiği şeylerden biriydi bu. Moralleri sürekli en yüksek seviyedeydi. Hiç bir şey onların morallerini bozmaya güç yetiremiyordu. Öyle ya, ölüme seve seve giden bir kişinin moralini ne bozabilirdi ki?
Yemekten sonra, akşam namazı için abdestlerini aldılar. Muaz'ın imamlığında namazlarını kılacaklardı.
Hamza:--Komutanım, izin verirseniz müezzinliği ben yapmak istiyorum.
Muaz:--Gerçekten mi? Demek müezzinliği öğrendin ha?
Hamza:--Evet, dinleye dinleye öğrendim.
Muaz:--Seni tebrik ederim, Hamza kardeşim. Öyleyse kısık bir sesle ezan oku. Ezan okumayı da öğrendin mi?
Hamza:--Öğrenmez miyim!
Hamza yanık sesiyle akşam ezanı okudu. Çok güzel okumuştu ezanı, herkesi duygulandırdı Hamza'nın okuduğu ezan. İşte mücahidleri böyle şeyler etkiliyor ve onları duygulandırıyordu. Her şeyleri ahirete odaklıydı.
Ezanın ardından, Hamza kamet getirdi ve Muaz'ın komutanlığında akşam namazı ile yatsı namazını cem ederek kıldılar. Namazın ardından, dinlenmeye geçtiler. Çayrının üzerine sergilerini serip oturdular. Görevli mücahidler çay yaptılar. Doğrusu burada çayın tadı da bir başka oluyordu.
Hamza:--Komutanım, arkadaşların ellerine sağlık, bugüne kadar
böyle güzel bir çay içtiğimi hatırlamıyorum. Ben meğerse bugüne kadar cehennemde yaşıyormuşum da haberim yokmuş. Bana hidayeti nasib eden Allah'a (cc) hamdolsun.Gerçekten burada herşeyin tadı bir başka. İnşaallah, Allah (cc) bize şehadeti nasib eder de daha güzel ni,metlere kavuşuruz.
Muaz:--Şehadeti bu kadar çok mu istiyordun?
Hamza:--Evet! hem de çok.
Muaz:--Allah (cc) ihlas ile yapılan duaları geri çevirmez. İnşaallah, istediğine kavuşursun.
Hamza:--Amin!

Caharkale'de

Mir Hüseyin, Caharkale'ye dönmüştü. Hanımı, ona bir genç kızın sokaklarda dolaştığını ve etrafı kolaçan ettiğin söyledi.
Mir Hüseyin, kendi kendine bunun Meryem olabileceğini söyledi. Öyle ya, ondan başka etrafı kolaçan edebilecek kimse yoktu. Çok dikkatli olmalı ve onun her hareketini gözetlemeliydi. Dikkat çekmeden sokağa çıktı ve çaktırmadan etrafı gözetleye gözetleye sokaklarda dolaşmaya başladı. Üzerinde eski bir elbise vardı. Bu da dikkatlerin ona yönelmesine engel oluyordu. Hatta rus askerleri ondan tarafa bakmıyorlardı bile. Mir Hüseyin bir sokağın köşesini dönmüştü ki...

ELLİSEKİZİNCİ BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ELLİSEKİZİNCİ BÖLÜM

...rus askerleri aracın yolunu kestiler. Hamza araçtan indi.
Rus Kontrol noktası sorumlusu, yanına geldi ve:
--Nereye gidiyorsunuz?
Hamza:--Ben yüzbaşı Sergei! Moskova'ya gidiyoruz. Gizli görevdeyiz.
--Komutanım, kimliğinizi görebilir miyim?
Hamza:--Elbette, diyerek kimliğini görevliye gösterdi. Görevli kimliği görünce hazrola geçti ve:
--Afedersiniz komutanım, buyrun kimliğinizi.
Hamza:--Aferin, dikkatli olun. Görevinizi böyle tam yerine getirin. Kuş uçurtmayın sakın.
--Emredersiniz komutanım, hey yol açın, diyerek, askerlere emretti. Askerler kenara çekildi ve takım yoluna devam etti.
Bu şekilde üç kontrol noktasını geçmişlerdi. Vakit akşama geliyordu. Şöyle gözden uzak bir yer bulup gecelemeleri gerekiyordu. Bu, hem rusların onlara zarar vermelerini engellemek, ve hem de şayet buralarda var ise mücahidlerin yanlışlıkla onları hedef almalarını engellemek için almaları gereken bir önlemdi. İleride bir dönemeç görünüyordu, ağaçlar çok sık ve uzundu.
Muaz:--İşte, tam aradığımız yer, hem burada su da var. Tamam, burada mola veriyoruz.
Hamza:--İsabet ettiniz komutanım, ağaçlar bizim görünmemizi engeller.
Herkes araçtan indi. Aslında çok da işyi olmuştu, sabahtan beri araçtaydılar, sadece öğle vakti sadece namaz ve yemek için kısa bir mola vermişlerdi. Öğle ile ikindi namazlarını cem etmişlerdi. Bu nedenle ikindi vakti mola vermeleri gerekmemişti. Aslında mola vermeleri sakıncalıydı da. Çok dikkatli olmak zorundaydılar. Bundan dolayı, bu mola ilaç gibi gelmişti. Zaten gece için mola vermeleri de gerekiyordu, çünkü gece yol almak, bile bile lades
demekti. Ve bu riski de göze alamazlardı.
Yemek yapmak için, işe koyuldular. Yemek dediysek, öyle ahım şahım bir yemek değildi. Akşama nohut vardı. Bu bile onlar için ziyafet anlamına geliyordu. Kuru ekmekle karınlarını doyurduklarında şükrettikleri
çok zamanlar olmuştu. Bazen kuru ekmek de bulamıyorlardı. O zaman yenebilecek ot toplayıp onlarla karınlarını doyuruyorlardı. Onlar bu durumdayken, sözüm ona müslüman zenginlerin bir çoğu avrupa ülkelerindeki beş yıldızlı otellerde günlerini gün ediyorlardı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, sıra konuşmaya geldiğinde, mücahidleri Vehhabilikle suçluyorlardı. Evet, ot yiyerek Allah (cc) yolunda mücadele eden mücahidler, Vehhabi, Avrupalarda tatil yapan bu beyler, katıksız müslüman oluyordu. Hem de orada işledikleri büyük günahlara rağmen. Tabi, mücahidlerin hiç birisi bunları düşünmüyordu.
Çünkü, mücahidler bu beyler için değil, Allah (cc) için savaşıyorlardı. Varsın onlar avrupalarda tatil yapsınlar ne gam. Değil mi ki, her şeyin sagibi Allah'tı (cc). Bu yaptıklarının hesabını elbette bir gün vereceklerdi. İşte o gün Mücahidler, Cennette tatil yaparken, bunlar zebanilerle muhatap olacak ve yaptıkları burunlarından fitil fitil gelecekti.
Akşam yemeği hazırdı. Büyük bir iştahla yemeklerini yediler. Yemek esnasında da birbirleri ile şakalaşmaya devam ettiler. Mücahidlerin en sevdiği şeylerden biriydi bu. Moralleri sürekli en yüksek seviyedeydi. Hiç bir şey onların morallerini bozmaya güç yetiremiyordu. Öyle ya, ölüme seve seve giden bir kişinin moralini ne bozabilirdi ki?
Yemekten sonra, akşam namazı için abdestlerini aldılar. Muaz'ın imamlığında namazlarını kılacaklardı.
Hamza:--Komutanım, izin verirseniz müezzinliği ben yapmak istiyorum.
Muaz:--Gerçekten mi? Demek müezzinliği öğrendin ha?
Hamza:--Evet, dinleye dinleye öğrendim.
Muaz:--Seni tebrik ederim, Hamza kardeşim. Öyleyse kısık bir sesle ezan oku. Ezan okumayı da öğrendin mi?
Hamza:--Öğrenmez miyim!
Hamza yanık sesiyle akşam ezanı okudu. Çok güzel okumuştu ezanı, herkesi duygulandırdı Hamza'nın okuduğu ezan. İşte mücahidleri böyle şeyler etkiliyor ve onları duygulandırıyordu. Her şeyleri ahirete odaklıydı.
Ezanın ardından, Hamza kamet getirdi ve Muaz'ın komutanlığında akşam namazı ile yatsı namazını cem ederek kıldılar. Namazın ardından, dinlenmeye geçtiler. Çayrının üzerine sergilerini serip oturdular. Görevli mücahidler çay yaptılar. Doğrusu burada çayın tadı da bir başka oluyordu.
Hamza:--Komutanım, arkadaşların ellerine sağlık, bugüne kadar
böyle güzel bir çay içtiğimi hatırlamıyorum. Ben meğerse bugüne kadar cehennemde yaşıyormuşum da haberim yokmuş. Bana hidayeti nasib eden Allah'a (cc) hamdolsun.Gerçekten burada herşeyin tadı bir başka. İnşaallah, Allah (cc) bize şehadeti nasib eder de daha güzel ni,metlere kavuşuruz.
Muaz:--Şehadeti bu kadar çok mu istiyordun?
Hamza:--Evet! hem de çok.
Muaz:--Allah (cc) ihlas ile yapılan duaları geri çevirmez. İnşaallah, istediğine kavuşursun.
Hamza:--Amin!

Caharkale'de

Mir Hüseyin, Caharkale'ye dönmüştü. Hanımı, ona bir genç kızın sokaklarda dolaştığını ve etrafı kolaçan ettiğin söyledi.
Mir Hüseyin, kendi kendine bunun Meryem olabileceğini söyledi. Öyle ya, ondan başka etrafı kolaçan edebilecek kimse yoktu. Çok dikkatli olmalı ve onun her hareketini gözetlemeliydi. Dikkat çekmeden sokağa çıktı ve çaktırmadan etrafı gözetleye gözetleye sokaklarda dolaşmaya başladı. Üzerinde eski bir elbise vardı. Bu da dikkatlerin ona yönelmesine engel oluyordu. Hatta rus askerleri ondan tarafa bakmıyorlardı bile. Mir Hüseyin bir sokağın köşesini dönmüştü ki...

ELLİSEKİZİNCİ BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ELLİDOKUZUNCU BÖLÜM


...Sokağın karşısında, şimdiye kadar hiç görmediği bir kadın gördü. Kendi kendine, bizim casus bu olsa gerek dedi ve takibe başladı.
Meryem, her tarafa dikkatlice bakıyor, sakat ya da yaralı çocukları gördüğünde onlarla ilgileniyor, nasıl bu hale geldiklerini soruyordu. Meryem önde, Mir Hüseyin arkada, epeyce bir yol katettiler.Meryem yorulmuş olacak ki, geriye döndü. Mir Hüseyin de müsait bir yere çöktü, Meryem'den tarafa hiç bakmadı, sanki onu görmemiş gibi davrandı. Meryem onun yanından geçerken gözucuyla bir baktı ve hiç bir şey söylemeden uzaklaştı. Meryem uzaklaşınca Mir Hüseyim kalktı ve görünmeden, Meryem'i takib etti. Meryem, rus karargâhından içeri girince de gerisin geriye eve döndü. Artık hiç şüphesi kalmamıştı. Bu kadın yeni gelen casustu. İyi ama, Caharkale sokaklarında ne arıyordu. Herhalde etrafı tanımaya çalışıyor, dedi kendi kendine. Öyle ya mademki casusluk yapacak, Çeçenleri iyice tanımalıydı. Mir Hüseyin, Meryem'i gözden kaçırmamaya karar verdi, ne yapıyor, kimlerle buluşuyor, 124

çeçenlerle ne konuşuyor? hepsini öğrenmeliydi. Bu vesile ile Olcayto'nun yerine kimin görevlendirildiğini de öğrenebilirdi. Böylece bir taşla iki kuş vurması işten bile değildi. Hanımına durumu anlattı, şayet kendisi herhangibir sebeple, farkında olmazsa, Meryem'i gördüğünde kendisini haberdar etmesini istedi.
Bu arada karargahta birşeyler oluyordu. Bazı askerler biraraya gelmiş gizli gizli birşeyler konuşuyorlardı. Bunlar hep aynı askerlerdi. Başka bir onlara doğru yönelince hemen konuşmalarını değiştiriyorlar, sıradan şeylerden bahsediyorlardı. Bunlar bir plan yapıyorlardı ama ne?

Takımda Son Durum

Sabah olmuştu, Hamza abdestini aldı, kısık bir sesle ezan okumaya başladı. Herkes yavaş yavaş uyanıyordu. Kısa bir süre sonra tüm mücahidler uyanmıştı. Uyanan abdestini alıyor ve namaz için hazırlık yapıyordu. Tüm mücahidler abdest alınca, önce sünneti kıldılar, ardından da Muaz'ın imamlığında farzı kıldılar. Müezzinliği gene Hamza yaptı.
Namazın ardından kahvaltıyı hazırladılar. Kahvaltı yaptıktan sonra, güneşin iyice doğmasını beklediler.
Bu arada dinlenmiş de oldular. Kuşluk vaktinde Muaz, iki kişiye yolu kolaçan etmeleri için emir verdi. Gelen var mıydı? ona bakacaklardı. Operasyonu riske atma lüksleri yoktu. Gözcüler yolu iyice kolaçan ettikten sonra geldiler ve ortalığın sakin olduğunu, herhangi birşeyin olmadığını, yolun temiz olduğunu söylediler. Bunun üzerine herkes araca bindi ve yola koyuldular. Epeyce bir müddet gittikten sonra, uzaktan bir kontrol noktası göründü. Yavaş yavaş kontrol noktasına geldiler. Rus askerleri yine onları durdurdular. Hamza aşağıya indi ve:
--Ben yüzbaşı Sergei, işte kimlik kartım.
Görevli asker kimlik kartını alıp kontrol etti ve esas duruşa geçerek:
--Affedersiniz komutanım, ama kontolleri yapmak zorundayız.
Hamza:--Elbetteki kontrolleri yapmak zorundasınız, siz burada niye görevlendirdiler. Bu arada çok dikkatli olun, her an asiler buraya gelebilirler.
Rus askeri:--Ne! asiler mi? iyi ama buraya kadar nasıl gelebilirler ki?
Hamza:--Bunların işi hiç belli olmaz, ölümü ve öldürmeyi göze alan bir kişinin ne yapacağı hiç belli olmaz. Buraya geldiği gibi Moskova'ya da gidebilir. Bu yüzden çok dikkatli olmalısınız.
Rus askeri:--Başüstüne komutanım, keşke biz de sizinle beraber olsaydık. Asker çok korkmuştu.
Hamza:--Herkes bizimle bareber olsa, buradaki görevi kim yapacak? Şunu unutma ki biz çatışmanın olduğu yerden geliyoruz.
Bu sözlerini duymamış olayım.
Rus askeri:--Af edersiniz komutanım, birden ağzımdan kaçtı.
Hamza:--Bir daha olnasın asker, dikkaaaaaaaaaat!
Tüm askerler esas duruşa geçti, Hamza araca bindi, kontrol noktasını geçtikten sonra, mücahidler kahkaha ile gülmeye başladılar.
Muaz:--Allah iyiliğini versin Hamza, askerin yüreğine indirecektin.
Hamza:--Doğru söyledim komutanım, Moskova'ya gitmiyor muyuz?
Muaz:--Evet Hamza kardeşim, Moskova'ya gidiyoruz, ama gene de askerin ödünü kopardın.
Hamza da gülmeye başladı ve kendi kendine: Heyhat, nerden nereye? Daha bir kaç gün önce ben de o asker gibi korkaktım ama şimdi büyük bir arzu ile şehadeti istiyorum. İslâm, meğerse ne güzel bir dinmiş. Keşke diğer ruslar da bu gerçeğin farkına varsalardı!

Çeçen Karargâhında

Mus'ab, diğer mücahidlerle beraber oturmuş sohbet ediyordu. Tam o esnada, kuzey cihetinde nöbet tutan nöbetçi...
ELLİDOKUZUNCU BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞINCI BÖLÜM


...--Komutanım! takriben 20 kadar rus askerleri buraya doğru geliyorlar, hepsi de silahlı, ama ellerinde beyaz bayrak var.
Mus'ab:--Silahlarınızı alın ve benimle beraber gelin.
Tüm mücahidler silahlarını alarak, Komutan Mus'ab ile birlikte, kuzey yönüne gittiler. Nöbet yerine geldiklerinde, Mus'ab dürbünle gelenleri bir süre izledi.
Mus'ab:--Bu gelenler teslim olmak amacıyla geliyor, görüntüsü veriyorlar. Ama dikkatli olun. Elleriniz tetikte olsun. Her şey olabilir.
Mus'ab gelenleri kontrol etmeye devam etti. Ayrıca diğer yerleri de kontrol etti. Ama onların dışında kimseyi göremedi. Tepeye bir kaç metre kalmıştı ki;
Mus'ab, rus askerlerine hitaben:
--Durun, sakın kıpırdamayın!
Rus askerlerden biri:--Ateş etmeyin, size katılmaya geldik.
Mus'ab:--Silahlarınızı bırakın!
Rus askeri:--Tamam bırakıyoruz, diyerek diğer askerlerle birlikte silahlarını oraya bıraktılar.
Mus'ab:--Tamam, şimdi gelebilirsiniz. Mücahidlere dönerek:
--Bir kaç kişi gidip o silahları alın. Bu arada rus askerleri de tepeye çıkmışılardı. En öndeki rus askeri-ki üniformasından subay olduğu belli oluyordu-:
--Selamun aleykum!
Mus'ab:Şaşırmakla birlikte:--Vealeykum selam! Hoş geldiniz!
Rus subayı:--Hoşbulduk komutanım!
Mus'ab:--Benimle gelin, mücahidlere de dikkatli olmaları yönünde işarette bulundu.
Hep birlikte, kartargâha vardılar.
Mus'ab:--Evet, oturun bakalım. Şimdi sizden açıklama bekliyorum.
Rus subayı:--Adım Yuri, üsteğmenim. Rusların Çeçenistan'da yaptıkları katliam ve bizlere reva gördüğü davranış ile, müslümanların farklılıkları, insanlara verdiği önem neticesinde, düşündük taşındık ve müslüman olup, sizin safınızda savaşmaya karar verdik. Umarım bizi aranıza kabul edersiniz!
Mus'ab:--O halde önce Kelime-i Şehadet'i getirin de sonra konuşmamıza devam edelim. Çünkü bir saniye bile küfürde kalmanız, size zulüm olur. Söylediklerimi tekrar edin:
--EŞHEDU EN LÂ İLÂHE İLELLLAH, VE EŞHEDU ENNE MUHAMMEDEN RASULULLAH.
Rus askerleri, hep birlikte:--EŞHEDU EN LÂ İLÂHE İLELLLAH, VE EŞHEDU ENNE MUHAMMEDEN RASULULLAH. Diyerek müslüman oldular.
Mus'ab:--Şimdi hepiniz gidip birer gusül abdesti alın.
Askerler kalıp giderek, gusül abdesti almaya başladılar. Mücahidler, onlara nasıl gusül abdesti almaları gerektiğini tarif ediyordu.
Mus'ab mücahidlere hitaben:--Kardeşlerim, bu askerler, buraya müslüman olmak için gelmiş olabilirler, ama başka amaçla gelme ihtimalleri de mümkün. Bu nedenle çok dikkatli olmak zorundayız. Bu geceden itibaren, nöbetçileri iki katına çıkarın, bir grup nöbetçinin gözleri sadece bu gelenlerin üzerinde olsun. Ta ki gerçek niyetleri ortaya çıkana kadar.
Askerle gusül abdestlerini alarak mücahidlerin yanına gelmişlerdi. Yüzlerinden çok sevinçli oldukları fark ediliyordu. Mus'ab, içinden bunların müslüman olmak amacıyla gelmiş olmalrı için dua ediyordu. 22 kişiydiler. 22 kişinin müslümanolması çok güzel bir olaydı. Hem de can düşmanlarından 22 kişi.
Mus'ab:--Sizi müslüman olmaya iten sebepler neler, bu konuda biraz konuşalım isterseniz.
Yuri:--Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, insaf sahibi ruslar bu işgal ve katliamlara karşıdırlar. Küçücük çocukların öldürülmesi, hepimizin ruh sağlığını bozmuş durumda. Ama komuta kademesi ve yöneticiler için aynı şeyleri söylemek mümkün değil.
Ben ve bu arkadaşlarım, yapılan bu zulümler karşısında çok rahatsız olduk. Bir araya gelip ne yapa bileceğimizi tartıştık. Bu arada çeçenlerden islâm hakkında biraz bilgi edindik. Ayrıca sürekli zulüm altında olmalarına rağmen, morallerinin yüksek olması, birbirlerine yardım etmesi, hatta bu durumda bile dünyanın diğer yerlerinde zulüm gören müslümanları düşünmesi, bizi çok etkiledi. Rusyada böyle bir şey görmeniz imkansızdır. Artık daha fazla bu zulme seyirci kalamazdık. Zaten son zamanlarda yapılan katliamlar da işin tuzu biberi olmuştu. Sürekli ölüm korkusu ile yaşamak da diğer bir etkendi. Düşüne biliyor musunuz, koskoca karargâh komutanı, Olcayto'nun öldürüldüğü patlama neticesi korkudan öldü.
Diğer yandan, rus ordusundaki-kendi askerlerine yapılan-zulümler de çekilebilir bir şey değildi. Gerçi ben subaydım, bir nebze olsun daha rahattım ama askerler sürekli cenderedeler. Eski askerler, yeni askerlere yapmadıklarını bırakmıyorlar, bu yapılanlara da subaylar seyirci kalıyor. Askerlerin hemen hemen hepsinin psikolojisi bozulmuş durumda. Sık sık intihar vakaları ve birbirlerini öldürme olayları meydana gelmektedir.
Mus'ab:--İşte, bizimle diğerleri arasındaki fark. Bu bahsettiğin olayların hiç birisi bugüne kadar vaki olmadığı gibi, kimse bunları aklının ucundan bile geçirmez. Bizim burada her şey sevgiye dayalıdır. İslâm sevgi dinidir. Bu nedenledir ki hepimiz birbirimizi seviyoruz.Bizim eski mücahidlerimiz yeni mücahidlere daha çok ilgi gösteriyorlar. Çünkü böyle bir ilgiye ihtiyaçları var. Hiç bir subayımız bu güne kadar, bir erimize, bir tokat dahi vurmuş değildir. Zaten buna gerek de yok. Bizde işler emirle değil gönülülük esasına göre yapılır. Bir görev vereceğimiz zaman, gönüllü aradığımızda herkes gönüllü olur. Mücahidlere görevi veremediğmiz zaman üzülürler.
Yuri:--Komutanım, sizin burası cennetmiş. Nasıl olmuş da daha önce bunun farkına varamamışım. Bu arada, bana ve diğer arkadaşlarıma yeni isimler vermenizi rica ediyorum. Geçmişe ait ne varsa hepsinden bir an önce kurtulmak istiyoruz.
Mus'ab:--Ah! evet, bunu unutmuştum, hakkınızı helal edin. Senin adın...


ALTMIŞINCI BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞBİRİNCİ BÖLÜM

...Ali olsun. İnşaallah beğenmişsindir.
Ali:--Çok güzel bir isim, elbette beğendim.
Mus'ab:--Sana Dördüncü Halifenin adını verdimki, aynı zamanda Efendimiz'in hem amcasının oğlu, hem de damadıdır.
Ali:--Bak, şimdi bu ismi daha da çok sevdim. Mus'ab, diğer müslümanlara da uygun birer isim verdi. Hepsi de isimlerini beğendi ve hepsi çok memnun oldu.
Ali:--Komutanım, bize islâm hakkında biraz bilgi verir misiniz? Biz laf olsun diye islâm'ı seçmedik. Bu dinin, diğer dinlerde olduğu gibi bir takım emirleri olmalı. Müslüman olmanın gerekleri nelerdir? Müslüman ne yapmalı?
Mus'ab:--Allah (cc) senden razı olsun, Ali kardeşim. Elbette ki müslüman olmak insana bazı sorumluluklar getirir. Sadece kelime-i şehadet getirerek sorumluluktan kurtulmak yoktur, islâmda.
Kelime'i şehadet getirmek insana bazı sorumluluklar yükler. İsterseniz önce kelime-i şehadet ne manaya geliyor? kısaca ona bakalım.
EŞHEDU EN LÂ İLÂHE İLLELLAH,dediğiniz zaman, Allah (cc) ile anlaşma yapmış olursunuz. Kelime-i şehadet'in birinci bölümünü söylediğiniz zaman: "Ben Allah'ın (cc), tüm emirlerini yerine getireceğime, O'nun yasaklarından kaçınacağıma söz veriyorum ve bu antlaşma metninin altına imzamı atıyorum. VE EŞHEDU ENNE MUHAMMADEN RASULULLAH, dediğiniz de ise: "Hz. Muhammed (sav), neyi emretmişse onu yerine getireceğime, ve neyi de yasaklamışsa ondan da kaçınacağıma söz veriyorum ve antlaşma metninin bu bölümünün altına da imzamı atıyorum." demiş oluyorsun.
Antlaşma maddelerine riayet etmediğiniz takdirde ne olur? Antlaşma fesh edilir. Ve bu durumda yalancı şahit olursunuz, şehadetiniz kabul olunmaz. Aynı zamanda da harbi durumuna düşersiniz.
Ali:--Komutanım, "harbi" ne demek?
Mus'ab:--"Harbi" Allah (cc) ve Resulü ile savaşan kişi demektir. Peki Allah (cc) ile Resulüne karşı savaşılıyorsa bu savaşta galip olan kim olur?
Ali:--Allah (cc) ve Resulü (sav) ile savaşıp ta galip gelen olmamıştır. Şayet tersi olsaydı, S.S.C.B. yıkılmazdı.
Mus'ab:--Evet, Ali kardeşim. Allah (cc) senden razı olsun ve fehmini arttırsın. Şimdi islâm hakkında, hadislerin ışığı altında bilgi vermeye çalışalım inşaallah:

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"islâm, beş temel üzerine kurulmuştur: Allahın birliğine inanmak, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucunu tutmak, hacca gitmek."
İbn Ömer radıyallahu anh. Müslim.

Bir bedevi gelip, Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve selleme islâmı sordu.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem, "Günde beş vakit namaz,"
buyurdu.
Adam sordu: "Bunlardan başka birşey yapmam gerekir mi?"
"Hayır, ancak nâfile olarak kılabilirsin." Sonra şöyle buyurdu: "Ramazanda oruç tutmak."
"Bunun dışında oruç var mıdır?"
"Hayır, ancak nâfile olarak tutabilirsin." Sonra ona zekâtı da anlattı.
"Bundan başka birşey vermem gerekir mi?"
"Hayır, nâfile olarak verebilirsin."
Sonra adam, arkasını dönüp giderken, "Bunları aynen yaparım, ne eksik, ne de fazla!" dedi.
Ardından, Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: "Sözünde durur da dediklerini yaparsa, cennete girer."
Enes radıyallahu anh. Buhârî.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Müslim, elinden ve dilinden müslümanların esenlikte olduğu kişidir. Mümin ise, insanlara, kanları ve malları hususunda güven veren kişidir."
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Tirmizî.

Bir adam sordu:
"Hangi islâm daha hayırlıdır?"
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem cevap verdi:
"Yemek yedirirsin, tanıdığına da tanımadığına da selâm verirsin..."
İbn Amr radıyallahu. Buhârî.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve selleme dedim ki:
"Bu işte seninle beraber kimler var?"
"Bir hür kişi, bir de köle..."
"islâm nedir?"
"Hoş söz söylemek ve yemek yedirmek."
"iman nedir?"
"Sabır ve hoşgörü...
"Hangi islâm en üstündür?"
"Müslümanların, elinden ve dilinden esenlikte olduğu kişininki..."
"Hangi îman üstündür?"
"Güzel ahlâk."
"Hangi namaz üstündür?"
"Ayakta durma süresi uzun olan namaz."
"Hangi hicret üstündür?"
"Rabbinin hoşlanmadıklarından uzak durman."
Amr radıyallahu anh. Taberânî.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve selleme, güçlükte, kolaylıkta, neşeli ve kederli hâllerde, onu dinleyip itaat edeceğime dâir biat
edip, söz verdim. Yine, bize karşı yaptığı tercihlerde, ehline karşı herhangi bir işte tartışmayacağımıza, nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğimize, Allah uğrunda kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza dâir biat edip, söz verdik.
Ubâde radıyallahu anh. Buhârî.

Ensardan bir grup kadınla, Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve selleme, islâm üzerinde biat etmek üzere geldik ve şöyle dedik:
"Allaha hiçbir şeyi ortak koşmamaya, hırsızlık yapmamaya, zina etmemeye, çocuklarımızı öldürmemeye, iftira atmamaya, hayırlı işlerde sana baş kaldırmamaya söz verip, biat ettik."
Bunun üzerine Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Tâkat oranında, gücünüz yettikçe..."
"Allah ve Resûlü, bize kendimizden daha merhametlidir. Ey Allahın Resûlü, gel de sana biat edelim!" deyince, şöyle buyurdu:
"Ben kadınlarla tokalaşmam, yüz kadına olan sözüm, tek kadına gibidir."
Umeyme radıyallahu anha. Tirmizî.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"işin başı islâm, direği namaz, zirvesi cihaddır."
Muaz radıyallahu anh. Tirmizî.

Vedâ haccında Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem ile bulundum. Allahı andı, hamdetti, öğüt verdi, sonra şöyle dedi:
"Bu kutsal gün hangi gündür?"
"En büyük hac günüdür!" dediler.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:
"Sizin kanlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, size, tıpkı bu gününüz gibi haramdır. Bu beldeniz gibi, bu ayınız gibi haramdır! Dikkat edin! Cinâyet işleyen kendi aleyhine cinâyet işlemiş olur.
Dikkat edin! Müslüman müslümanın kardeşidir. Müslüman kardeşinin hiçbir şeyi, kendisi helâl etmedikçe, diğer müslümana helâl olmaz.
Dikkat edin! islâm öncesindeki tüm faizler kaldırılmıştır. Verdiğiniz ana paralarınız sizindir. Haksızlık yapmayın, haksızlığa da uğramayın!
Dikkat edin! islâmdan önce işlenen her türlü kan davası kaldırılmıştır...
Dikkat edin! Kadınlara iyi davranın! Onlar, sizin yanınızda birer emanettirler...
Dikkat edin! Sizin kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır.
Sizin, kadınlarınızın üzerinde bulunan hakkınız, yataklarınızı çiğnetmemeleri ve evinize girmesinden hoşlanmadığınız kimselere
izin vermemeleridir.
Onların sizin üzerinizdeki hakları, giyimlerinde ve yemeklerinde onlara son derece iyi davranmanızdır...
Dikkat edin! Burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin, umulur ki, kendilerine bildirilenler daha kavrayıcı olurlar."
Amr radıyallahu anh. Buhârî.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"Allah, rızıklarınızı bölüştürdüğü gibi, aranızda ahlâklarınızı da bölüştürmüştür. Allah, dünyayı sevdiğine de, sevmediğine de verir. Ama dini ancak sevdiklerine verir. Kime dini vermişse, onu kesinkes sevmiştir.
Nefsim elinde olana yemin ederim ki, kalbi ve dili müslüman olmadıkça, bir kul müslüman olamaz. Komşusu kötülüklerinden emin olmadıkça, kişi tam mümin olamaz!"
"Ey Allahın Resûlü, kişinin kötülükleri nedir?"
Şöyle buyurdu: "Eziyet ve zulüm etmesidir. Haramdan kazandığı parayı nafaka verse, asla bereketi olmaz. Ondan sadaka olarak verirse, kesinlikle kabul olunmaz. Geride bırakırsa, onu ateşe daha da yaklaştırır. Çünkü Allah, kötüyü kötü ile silmez, kötüyü iyilik ile siler. Çünkü, pis olan pisi silmez."
İbn Mesûd radıyallahu anh. Ahmed.

Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
"islâm garîb başladı, başlangıçtaki gibi tekrar garîb olacaktır. Garîblere ne mutlu!"
Ebû Hureyre radıyallahu anh. Müslim

Mus'ab:--İslâm'ın tamamı hakkında bilgi vermeye ne bizim bilgimiz yeter ve ne de zaman. Öğrendiklerimizle amel edersek bize yeter.
Yeni müslümanlar pür dikkat, anlatılanları dinliyorlardı. Hepsi de hayran kalmıştı. Ve hepsi halinden memnundu. İyi ki müslüman olmuşlardı.

Mus'ab, görevlilere döndü ve...


ALTMIŞBİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞİKİNCİ BÖLÜM

...Yeni gelen kardeşlerimiz için bir ziyafet hazırlayın. Bu arada şunu da belirtelim. Kocaları şehid edilen kadınlar da bilfiil savaşa katılıyorlardı ki, onlardan müteşekkil birliklere "Kara dullar" deniliyordu. Herhalde, çarşaf giydiklerinden bu isim verilmiş ama,
biz onları "Beyaz Dullar" olarak adlandıracağız. Yemek ve benzeri işleri beyaz dullar yerine getiriyorlardı. Tüm bu işler yapılırken de haremlik-selamlığa riayet ediliyordu. Bu dullardan bazıları da mücahidlerle evlendiriliyordu. Onların oluru alınarak tabi. Tiyatro baskınına gidenlerin de yirmisi kadındı.
Beyaz dullar eldeki malzemelerle mükellef bir sofra hazırladılar. Sofraya oturup, yemekleri iştahla yediler. Yemekten sonra namaz vakti gelmişti. Eski mücahidler, yeni mücahidlere tarifle abdest aldırdılar. Namazı ise kendilerine bakarak kılmalarını tembihlediler. Mus'ab'ın imamlığında namazlarını eda ettiler. Namazdan çok etkilenmişlerdi.
Ali:--Komutanım, bu namaz ne güzel bir şey. Doğrusu bugüne kadar böyle bir duygu tatmamıştım.
Mus'ab:--İslâm da ibadetlerde zorlama yoktur. Müslümanlar ibadetleri kendi istekleri ile ve zevkle yaparlar. Zorla yaptırılan bir ibadetten hayır gelmez. Allah (cc) istekle yapılmayan ibadetleri kabul etmez.
Ali:--Komutanım, bize biraz da islâm'ın savaş konusundaki hükümlerinden bahseder misin?
Mus'ab:--Elbette! Daha bir süre öncesine kadar, sen de rus tarafındaydın. Rusların savaş ahlakı ile çeçenlerin savaş ahlakını karşılaştırdığında ne gibi farklılıklar görüyorsun?
Ali:--Ruslarda savaş ahlakı denen bir şey yok. Önlerine geleni katlediyorlar.
Mus'ab:--Peki müslümanların, kadın, çocuk ve yaşlılar ile din adamlarını öldürdüğüne rastladın mı?
Ali:--Hayır, komutanım! Her ne kadar, bize müslümanları, vahşi ve barbar olarak tanıttılarsa da, söyledikleri özellikleri kendilerinde gördüm.
Mus'ab:--Gayr-i müslimler, kendi fikirlerinde olanları müslümanlara yakıştırıyorlar. İslâm'ın çözüm bulmadığı, hakkında hüküm koymadığı bir alan mevcut değildir. En basit olaydan en geniş olanına kadar.
Gelelim, islâm'ın savaş konusundaki hükümlerine; Kur’anın cihad(adil savaş) ile ilgili olarak belirlediği ilkeler şunlardır:
1- Haklı savaş gerekçesi ilkesi:
Kuran-ı Kerimdeki savaşın sebebi, düşmanın saldırı ve zulmüdür. Düşman Müslümanların yurtlarını basar, hicrete zorlar, can, mal ve din ve namus güvenliğini tehdit ederse, bu durum; savaşı zorunlu ve mecbur kılar.Kur’ana göre, düşman güçlere karşı verilecek savaşın gerekçesinin makul ve haklı olması gerekir. Esasen “istila”, “sömürü” ve “tecavüz” için yapılan savaşları tanımayan İslam dini ( Bakara Sûresi, 205 ; Nisa Sûresi,94 ; Kasas Sûresi,83 ; Şura Sûresi,41-42) savaşa ancak :Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslama ve İslam ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla
başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı da diğerlerinden ayırmak için ona cihad adını vermiştir.
2- Adil savaş ilkesi:
Adil savaş ilkesi, cihat fiilen başladığı zaman uygulanacak bir ilkedir. Bu ilkeye göre, savaş sadece savaşa iştirak eden tarafa yöneliktir. İslam’da düşmanı öldürmekten ziyada insanı kazanmak esastır. Bu amaçla, savaştan önce düşman İslam’ı kabul etmeye çağrılır, kabul etmezse itaat ve cizye(savaş tazminatı) teklif edilir. Bunlar yapılmadan cihada teşebbüs edilmez. Düşmana sunulan bu gerekçeler kabul edilmediğinde Allah’tan yardım dilenerek savaşa girilir.Savaşa girildiğinde, Müslümanlar, “adil savaş ilkesi”ne göre adım atmak zorundadırlar. Bu ilkeye göre, savaşta vurulacak hedef sadece düşman askerleridir. Savaş sırasında çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yatalak hastalar, mecnunlar, sakatlar öldürülemez. Savaşa iştirak etmeyen din adamlarına ve ihtiyarlara silah çekilmez, savaşa katılmayanlar (esnaf ve çiftçiler gibi sivil halk) katledilemez (Bakara Sûresi,191).Savfan İbnu Assal (r.a) anlatıyor : “Resulullah (a.s.m) beni seriyyede savaşa gönderdi.Yola çıkarken şu talimatı verdiler :“Allah’ın adıyla, ALLAH YOLUNDA YÜRÜYÜN.Allah’ı inkar edenlerle savaşın, işkence yapmayın, ahdinizi bozmayın. ganimeti çalmayın, çocukları öldürmeyiniz” ( Müslim, Cihad 3,(1731), Tirmizi, siyer 48,(1617) Ebu Davut, Cihad 90, (2612,2613)
3- Savaşta aşırı gitmemek ilkesi:
İslam, savaş halinde bile, insanî değerlere itibar eder. Savaş anında, dehşet ve vahşeti sergileyen şiddetli hiddetleri mutedil hale getirir. Savaşta bile ölçüyü kaçırmamayı bir temel prensip olarak kabul eder. İslam, aşırı ve haddi aşan tavırlara karşı müeyyideler getirmiştir. Bu nedenle, İslam hukukunda saldırıya ancak misli ile mukabele edilir; aşırı gitmek suçtur.Kur’an-ı Kerim, düşmanla yapılan yüz yüze savaşta bile, aşırı gidilmesini yasaklar. Bu husus, şu ayet-i kerime ile beyan burulmuştur:
“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın.Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara Sûresi,190)Nitekim bir başka ayette de şöyle buyrulur:“ Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakilerle beraberdir” (Bakara Sûresi, 194)
4- Sulh ve barış ilkesi:
İslam, düşman tarafından teklif edilen sulh ve barış anlaşmalarına karşı barış ve sulh ile mukabele etmeyi prensip olarak kabul eder(Enfal Sûresi,61,62,63 ; Hucurat Sûresi,9). Kur’an “Sulh (daima) hayırlıdır”(Nisa Sûresi,128) mesajı ile bütün dünyaya bu hakikati 1400 seneden beri duyurmaktadır. “Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse,(şunu iyi bilin ki)Allah gafur ve rahimdir”(Bakara Sûresi,192) ayeti ile “Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına
düşmanlık ve saldırı yoktur”(Bakara Sûresi,193) ayeti de sulhun önemini vurgulamaktadır.
5- Esirlere iyi muamele etme ilkesi:
İslam, esirlere iyi muamele edilmesini emredir. Müslümanlar esirleri yedirmekle, aç ve susuz bırakmamakla mükelleftirler. Bu görevi de Allah rızası içi yaparlar.(Bakara Sûresi,177;Enfal Sûresi,69,70,71;Muhammed Sûresi,4; İnsan Sûresi, 8,9,10,11,12) Şener Dilek (Prof.)

Savaş halinde yasak fiiller:

a) İşkence. Öldürülecek olan kimseye dahi işkence edilemez; zulüm ve işkence bütün çeşitleriyle yasaktır.
b) Savaşçı olmayanların öldürülmesi. Savaşçı, fizik bakımından savaşabilecek kimselerdir. Bunların dışında kalanlar kasten ve doğrudan öldürülemez. Bu cümleden olarak kadınlar, çocuklar, savaşçı sahiplerine hizmet için gelmiş köleler, körler, dünyadan el etek çekmiş din adamları, akıl hastaları, yaşlılar, hastalar, kötürümler vb. leri öldürülmez.
c) İnsan ve hayvanların uzuvlarının kesilmesi.
d) Verilmiş söze ve yapılmış andlaşmaya aykırı hareket.
e) Savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılması.
f) Namus ve şereflere tecavüz, zina ve gayr-i meşru münasebetler. Düşman kadınlarının ırzına geçen sivil ve askerler zina suçu işlemiş olur ve bunun cezasını çekerler.
g) Düşmandan alınan rehineleri öldürmek. Bunlar misilleme yoluyla dahi öldürülemez.
h) Ölülerin başını veya uzuvlarını kesip teşhir etmek.
ı) Katliam. Hz. Peygamber ve raşid halifeler zamanlarında savaştan sonra esirler veya zaptolunan yerlerin ahalisi için katliam emri verildiğine dair bir tek örnek dahi yoktur. Mekke fethini müteakip Rasulullah (s.a.v.) bazı harb suçluları ve hainler dışında kalan düşmanlarını affetmiştir.
i) Kesin bir meşru müdafaa söz konusu olmadıkça akrabayı öldürmek. Akraba düşman saflarında olsa dahi öldürülmez.
j) Çiftçi, tacir, esnaf, işadamı gibi fiilen harbe iştirak etmemiş, savaş ile ilgili olmayan kimseleri öldürmek.
k) Harb esirlerini rehine almak, kalkan yapmak, onların arkasında düşmana doğru ilerlemek.
l) Bazı İslam hukukçularının açık ifadelerine göre zehirli ok kullanmak.

Ali ve diğer yeni müslümanlar, islâm'ın bu adaletine hayran kalmışlardı. Mus'ab'ı pür dikkat dinliyorlardı.
Buraya gelince, Mus'ab durakladı ve:
--Evet buraya kadar kısaca, adil bir savaşın nasıl olması gerektiğini, islâm'ın bu konudaki hükmünü kısaca anlatmaya çalıştım. İşte islâm'ın bu emirleri nedeniyledir ki müslümanlar, merhametlidirler. İslâm dini, öldüren bir din değil, hayat veren bir dindir. İnşaallah bu konuya sonra devam ederiz. Sizi fazla yormayalım.
Ali:--Yorulmak ne demek komutanım? Sabaha kadar anlatsanız, sabaha kadar seni dinleriz. Susuzluğumuzu başka türlü nasıl giderebiliriz. Küfürde geçen onca yaşantımıza nasıl yanmayalım şimdi.
Meğerse biz cehennemi bir hayat yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş. İslâm bize hayatı vaad ediyormuş ama biz ölümü tercih etmişiz. Küfürde geçen bunca zamanı telafi etmemiz gerek.
Mus'ab:--Sizde bu istek olduktan sonra, istediğniz her şeyi çabucak öğrenirsiniz, hiç endişeniz olmasın.
Mus'ab, mücahidlere çay hazırlamalarını emrederek:
--Ne dersin Ali kardeşim, bu sohbetin üstüne bir çay gitmez mi?
Ali:--Nasıl gitmez komutanım, hem de böyle bir ortamda. Bize hidayeti nasib edip böyle bir kardeşlik ortamına kavuşturan Allah'a (cc) hamd olsun.

Rus Karargâhında

Rus komutan, hırsından köpürüyordu. Odanın içerisinde aşağı yukarı gidip gidip geliyordu. Başını kaldırıp, nöbetçi subaya baktı ve...


ALTMIŞİKİNCİ BÖLÜMÜN SONU

 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞÜÇÜNCÜ BÖLÜM

...Nasıl olur da yirmi iki asker karargâhtan ayrılır ve senin haberin olmaz?
Nöbetçi Subayı:--Yemek paydosu esnasında, ağaçların altında oturmak bahanesi ile karargâhın güneyine inmişler, şimdiye kadar böyle bir olay olmadığından kimse şüphelenmemiş.
Komutan:--Bunlar birden bire mi böyle bir karara varmışlar. Hiç mi bunları bir arada gören yok?
Karargâh Subayı:--Ara sıra bir araya geliyorlamış ama kimse şüphelenmemiş, başlarında da üsteğmen olunca, kimsenin aklına böyle bir şey gelmemiş.
Komutan:--Herne kadar burada böyle bir şey olmadıysa da başka yerlerde yüzlerce askerin asilere katıldığını bilmiyor musunuz? Ben
şimdi genel merkeze ne cevap vereceğim?
Karargâh subayı:--Komutanım, en iyisi bu konuyu, dışarı sızdırmamak. Bunları da bir şekilde asiler tarafından öldürüldü göstermek.
Komutan:--Bana bakın, herkes ağzını sıkı tutacak, bu haber dışarı sızarsa hepinizin derisini yüzerim ona göre. Derhal bana Olga'yı çağırın.Ha! Olga’nın bu olaydan haberi olmasın.
Nöbetçi subayı:--Başüstüne komutanım, diyerek Meryem'i çağırmaya gitti. Az sonra Meryem ile birlikte içeri girdi.
Komutan:--Hazır ol Olga! Yakında göreve çıkıyorsun. Sanırım yeteri kadar bilgi sahibi oldun. Ne diyorsun, bu işi başarabilecek misin?
Meryem:--Hiç şüpheniz olmasın komutanım!
Komutan:--Aferin, görevini yap ve dile benden ne dilersen. Sen her an gidecekmiş gibi hazırlıklarını yap.
Meryem:--Başüstüne komutanım!

Takımda Son Durum

Moskovaya az bir yolları kalmıştı. Şimdiye kadar ki kontrol noktalarını gayet rahat geçmişlerdi. En ufak bir problem yaşanmamıştı. Galiba iki ya da üç kontrol noktası kalmıştı, bunları geçmek de zor olmasa gerekti. Takım kırk kişiden oluşuyordu, yirmi erkek, yirmi de kadın. Aracı perde ile ikiye ayrımışlardı, arka tarafta kadınlar ön tarahta ise erkekler oturuyordu. Hamza önde olduğundan, rus askerleri arkaya bakmıyorlardı. Bu da herhangi bir problemin yaşanmasına engel oluyordu. Karargâhta olduğu gibi burada da yemek ve benzeri işleri mücahideler yapıyordu. Hamza onların bu cesaretine hayran kalmıştı. Rusyada bu işleri yapa bilecek bir kadına rsatlamamıştı. Bunlar gözünü kırpmadan ölüme gidiyorlardı, en ufak bir korkuları da yoktu.
Muaz (Movzar Barayev):--Moskovaya yaklaştığımızda, iyice dinlenmemiz lazım. Salim bir kafa ile hareket etmeliyiz.
Hamza:--Bu çok iyi olur komutanım. Baskın yapacağımız yeri ele geçirinceye kadar, herhangi bir problemle karşılaşmamalıyız. Bu nedenle de baskını gece gerçekleştirmeliyiz.
Muaz:--Elbette ki gece, bu işi yapacağız. Gündüz bir şey yapmamız mümkün değildir. Şimdi sıra nereye baskın yapacağımızı belirlemeye geldi. Ne diyorsun Hamza? sen Moskova'yı iyi biliyorsun.
Hamza:--Komutanım, şu sıralar tiyatro mevsimidir. Moskova'da büyük bir tiyatro var, sanırım en uyugunu oraya baskın yapmak.
Muaz:--Evet bence de en uyugunu bu. Oraya gece girip yerleşmeliyiz. Orada gerekli hazırlığımızı yapıp, ertesi gün, seyircilerin gelmesini beklemeliyiz. İnşaallah, siviller bundan zarar
görmez.
Hamza:--Bu konuda iyimser değilim komutanım. Budenovsk baskınında, maalesef rusya oradaki vatandaşlarının hayatını hiçe saydı. Neyse ki dünya kamuyonun haberi oldu da, o baskından olumlu bir netice alındı ve hem de sivillerin büyük bölümü kurtuldu.
Muaz:--Evet, öyle oldu. Korkarım ki burada da aynı şeyleri yaparlar. Ama öyle veya böyle bir şekilde bir baskın yapmamız lazım. Bize karşı sağır ve kör olan, dünya kamuoyunun dikkatlerini çekmek zorundayız. Belki Moskova'ya da geri adım attırabiliriz.
Hamza:--İnşaallah, komutanım! inşaallah.

Çeçen Karargâhında

Yemek ve sohbetin üzerine çay ilaç gibi gelmişti. Bir yandan çay içiyorlar bir yandan da sohbet ediyorlardı.
Mus'ab:--Ali ne diyorsun, şimdi rus karargâhında durum nedir sence?
Ali:--Komutan kuduruyordur, şimdi subayları haşlamakla meşguldür.
Mus'ab:--Herhangibir olağanüstü durum var mı?
Ali:--Bildiğim kadarıyla yok.
Mus'ab:--Karargâhın cephaneliği ve kileri hangi tarafta, bir baskın yaparsak bir şey elde edebilir miyiz?
Ali:--Kesinlikle elde edebiliriz komutanım. Çünkü nöbetçilerin çoğu sarhoştur. Uyuşturucu ve votka kullanıyorlar. Hatta istediğimiz malzemeyi, haberleri bile olmadan temin edebiliriz.
Mus'ab:--Bu çok iyi. Biraz silah ve mühimmata ihtiyacımız var. Gerçi şu anda yiyecek sıkıntımız yok ama gene de biraz yiyeceğin olması fena olmaz.
Ali:--Yiyeceğin yanında giyecekler de alabiliriz komutanım. Yalnız buraya kadar nasıl getiririz bilmiyorum.
Mus'ab:--İlk önce alacağımız malzemeleri, karargâhın dışına çıkarmalı ve uygum bir yere saklamalıyız. Ortalık yatıştıktan sonra da buraya taşırız.
Ali:--Evet komutanım, bu olabilir. Hem bu vesile ile bir kaç rus subayı ve askeri de bertaraf edilmiş olur. Bizim gelmemizle küplere binen komutan, böyle bir olayın ardından, kesinkes birilerini ipe çeker.
Mus'ab:--Ben de öyle sanıyorum. Bu rus subayları hiç bir zaman kabahati kendilerinde bulmazlar.
Ali:--Ha! komutanım, söylemek gereken çok önemli bir konuyu az daha unutuyordum. Karargâh'a...


ALTMIŞÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU

 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞDÖRDÜNCÜ BÖLÜM


...--Karargâh'a bir kadın casus geldi. Sanırım buraya gönderecekler.
Mus'ab:--Haberimiz var Ali kardeşim.
Ali:--Haberiniz var mı?
Mus'ab:--Evet, var!
Ali hayretler içerisinde kalmıştı.
Ali:--Komutanım, doğrusu böyle bir şey beklemiyordum.
Mus'ab:--Allah (cc): "Düşmanınızın silahı ile silahlanınız" buyurmaktadır. Bu silahlardan birisi de istihbarattır. Savaşta istihbarat birinci derecede rol oynar. Onların istihbaratı varsa bizimki de var. Olan bitenin bir çoğundan haberimiz var. Aksi takdirde bu savaşı yürütmemiz mümkün değil.
Ali:--Buna çok sevindim komutanım. Zalimlerin planlarının müslümanlar tarafından bilinmesi çok güzel bir olay.

Takım'da Son Durum

Son üç kontrol noktasından ikisini geçmişlerdi. Herhangi bir problem yaşanmamıştı. En son geçtikleri kontrol noktasındaki askerlerden bir sanki bir şeylerden huylanmış gibiydi.
Hamza:--Komutanım, bir sonraki kontrol noktasında çok dikkatli olmalıyız. Çatışma çıkabilir. Bu nedenle ne kadar geç gidersek o kadar iyi olur.
Muaz:--Merak etme, Hamza Allah büyüktür. Gerekirse çatışırız. Senin de söylediğin gibi gece geç vakitte
çıkarız. Muaz,Şoföre dönerek:
--Geceyi geçirebileceğimiz bir yere aracı park et. Bu gece iyice dinlenmeliyiz.
Şoför:--Başüstüne komutanım.
Aracı sık ve uzun ağaçların olduğu bir yere çektiler. Herkes araçtan indi. Bu yolculuk esnasında en sevdikleri şey bu molalardı. İlaç gibi geliyordu. Hele de Çeçnistan gibi yıllarca savaşan bir ülkede, bozuk yollarda yolculuk yapıyorsanız.
Mücahitler ağaçların altına oturdular. Akşama daha vardı. İkindi namazını öğle namazı ile cem etmişlerdi. Kadınlar da uygun yerlere oturdular.
Muaz:--İki saat dinlenecek zamanımız var. İki kişi nöbetçi olsun, yarımşar saat ara ile nöbetçileri değiştirin.
Nöbetçiler belirlendi. Diğerleri derin bir uykuya daldılar. Bu arada bir araç sesi duyuldu. Mücahidlerden biri hemen yola doğru koştu,
bir çalılığı siper ederek yolu gözetlemeye başladı. Bir süre sonra iki tane askeri araç göründü. Araçlar hızla yaklaşıyorlardı. Biraz sonra araçlar geçti, birinci araçta asker , ikinci araçta ise malzeme vardı.
Nöbetçi mücahid:--Şimdi bu askerleri öldürüp, bu malzemeyi almak vardı ama neyse, diye geçirdi içinden. Araçlar geçtikten sonra geriye dönüp diğer mücahidlerin yanına gitti.
Muaz:--Neydi o araç sesi?
Nöbetçi:--İki rus aracı, komutanım! Birincisinde asker, ikincisinde ise malzeme vardı. Hızla gittiler.
Hamza:--Öyleyse, bunun bizimle bir ilgisi yok komutanım.
Muaz:--Hayır hamza, bizimle ilgisi olsaydı, hem hızla geçmezlerdi, hem de sadece asker gelirdi. Bu arada helikopterler de bizi aramaya çıkardı. Ama, dediğin gibi bizden şüphelendilerse, her ihtimale karşı
bir sonraki kontrol noktasına haber vermiş olabilirler. Bugün de gitmediğimizden bizden iyice şühelenebilirler. B u nedenle çok dikkatli olmalı ve çatışma olursa kayıp vermemeliyiz.
Hamza:--Evet komutanım, çok haklısın. İnşaallah sağ salim son kontrol noktasını da geçeriz.
Muaz:--İnşaallah, Hamza inşaallah.

Çeçen Karargâhında

Çeçen karargâhında rutin bir gün yaşanıyordu. Müslümanlar her günkü günlerden birini yaşıyorlardı. Kimi birbirleri ile şakalaşıyor, kimi sohbet ediyordu. Mus'ab, yeni müslümanlarla sohbet ediyordu. O esnada kuzey yönünden silah sesleri duyuldu. Herkes oraya doğru koştu, aşağıya baktıklarında...

ALTMIŞDÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU

 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞBEŞİNCİ BÖLÜM


...ruslar bir yandan bir kadını kovalıyorlar, bir yandan da yaylım ateşe tutuyorlar. Kadın haykırarak dağa doğru koşuyordu. Ruslar atış menzili dışındaydılar. Yapılacak bir şey de yoktu. Şayet kadını vurmak gibi bir niyetleri varsa, onlara yetişmeden bunu gerçekleştirebilirlerdi. Bu nedenle, harekete geçmenin bir anlamı yoktu. Mus'ab, dürbünle olayı izlemeye başladı. Kadına o kadar silah sıkılmasınna rağmen, mermiler, onun sağına soluna isabet ediyor ama bir tek mermi dahi hedefi vurmuyordu. Bu işin içinde
bir iş vardı. Sakın bu, bahsedilen kadın casus olmasındı?
Mus'ab:--Ali, sen bu casus kadını gördün mü?
Ali:--Evet komutanım!
Mus'ab:--Bak bakalım bu kadıni o kadın mı?
Ali, dürbünle kadını izlemeye başladı. Bir süre sonra:
--Evet komutanım, tâ kendisi!
Mus'ab:--Kardeşlerim! herkes dikkatli olsun. Günlerdir beklediğimiz misafirimiz, nihayet geliyor. Hepiniz çok dikkatli olun. Ona, durumdan haberdar olduğumuzu sakın belli etmeyin. İçimize gelen kardeşlerimize nasıl davrandıysak, ona da öyle davranacağız. Biriniz gidip, hanım kardeşlerimize durumu haber versin.
Bir mücahid, kadınların olduğu yere gidip durumu haber verdi.
Mus'ab:--Kardeşlerim, şimdi oyun oynama sırası bizde. Dört kardeşimiz, misafiri karşılamaya gitsin, ruslara ateş etmeyi de unutmasın. Bu arada Ali, siz de dikkatli olun. Sakın hiç bir şeyi belli etmeyin.
Ali:--Başüstüne komutanım! hiç merak etmeyin. İnşaallah o da bizim gibi hidayete erer.
Mus'ab:--İnşallah Ali inşaallah! Bir kadını öldürmek hoş bir şey değil. Ama kadın şayet askerse, doğrusu baş ka da yapacak bir şey yok.
Dört mücahid, seri bir şekilde dağdan aşağıya doğru kaydı. Kısa bir süre sonra, ateş edebilecekleri bir mesafeye gelmişlerdi. Ruslara ateş etmeye başladılar. Ruslar hemen sipere yattılar. Hiçbiri bir oyun yüzünden canından olmak istemiyordu.
Rus subayı:--Sakın başınızı kaldırmayın. Tamam, numaramızı yuttular. Şimdi yavaş yavaş geri çekilin, ama çok dikkatli, olun.
Ruslar, ateş ederek geri çekilmeye başladılar.
Mücahidler, hedef gözeterek ateş ediyorlardı ama ne fayda ki ruslar atış menzilinin dışına çıkmayı başardılar. Ruslar geri kaçınca, mücahidler Meryem'in yanına gitti. Bu durum bir mizansen olmasına rağmen, Meryem çok kokmuştu.
Mücahidlerden biri:--Geçmiş olsun bacım. Korkmana gerek yok, geçti.
Meryem:--Allah sizlerden razı olsun. Hayatımı size borçluyum.
Mücahid:--Estağfurullah, herkes hayatını, Alemlerin Rabbi olan Allah'a (cc) borçludur. Bizler sadece bir vesileyiz.
Mücahidler de çok güzel rol yapıyorlardı. Birisi neredeyse ağlayacaktı. Meryem'i alıp yukarıya getirdiler.
Mus'ab:--Geçmiş olsun bacım, ben buranın komutanıyım. Adım Mus'ab.
Meryem:--Allah razı olsun komutanım. Benim de adım meryem.
Mus'ab:--Neler oldu, anlatmak ister misin?
Meryem:--Ruslar tüm ailemi öldürdü. Annem, babam ve iki kardeşim. Ben ellerinden zor kurtuldum. Bu tarafa doğru kaçtım.
Onlar da beni kovalamaya başladılar. Allah'tan geç farkıma vardılar da, buraya kadar gelebildim. Gerisini de biliyorsunuz.
Mus'ab:--Bu olay seni epeyce etkiledi. Sen şimdi hanımların yanına git ve dinlen.
Meryem:--Allah razı olsun komutanım. Buna gerçekten ihtiyacım var.
Mus'ab:--Tamam, sen git hanım kardeşlerimiz seninle ilgilenirler. Dinlen kendine gel, daha sonra konuşuruz.
Meryem teşekkür ederek, kadınların yanına gitti.
Mus'ab:--Allah razı olsun kardeşlerim, hepiniz rolünüzü çok iyi oynadınız. Aynı bu şekilde devam ettirin. Sakın ha kimse açık vermesin. Yoksa bütün emeklerimiz boşa gider. Unutmayın tek amacımız bu hanımın hidayete ermesidir.
Tüm mücahidler Mus'ab'a, merak etmemesini, ellerinden gelen gayreti göstereceklerini söylediler.
Mus'ab:--Öyleyse, hanım kardeşlerimize söyleyin bize bir çay yapsınlar. Bugün ekstradan bir çay içelim. Bu olayın üzerine iyi gider.
Bir mücahid, kadınların olduğu yere gidip, komutanın emirlerini bildirdi. Kadınlar hemen çay hazırlığına başladılar. Bir süre sonra çay hazırdı. Erkekler kendi aralarında, kadınlar da kendi aralarında çay içip sohbet etmeye başladılar.
Ali:--Komutanım! bize islâmın savaş hakkındaki hükümlerini anlatmaya devam edermisin?
Mus'ab:--Elbette! nerde kalmıştık?
Ali:--Kur’anın cihad(adil savaş) ile ilgili olarak belirlediği ilkelerde kalmıştık. En son buraya kadar anlatmıştınız.
Mus'ab:--Evet burada kalmıştık. Anlatmaya devam edelim inşaallah:

Kur’anın cihad(adil savaş) ile ilgili olarak belirlediği ilkeler şunlardır:

1- Haklı savaş gerekçesi ilkesi:

Kuran-ı Kerimdeki savaşın sebebi, düşmanın saldırı ve zulmüdür. Düşman Müslümanların yurtlarını basar, hicrete zorlar, can, mal ve din ve namus güvenliğini tehdit ederse, bu durum; savaşı zorunlu ve mecbur kılar.Kur’ana göre, düşman güçlere karşı verilecek savaşın gerekçesinin makul ve haklı olması gerekir. Esasen “istila”, “sömürü” ve “tecavüz” için yapılan savaşları tanımayan İslam dini ( Bakara Sûresi, 205 ; Nisa Sûresi,94 ; Kasas Sûresi,83 ; Şura Sûresi,41-42) savaşa ancak :Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslama ve İslam ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı da diğerlerinden ayırmak için ona cihad adını vermiştir.

2- Adil savaş ilkesi:

Adil savaş ilkesi, cihat fiilen başladığı zaman uygulanacak bir ilkedir. Bu ilkeye göre, savaş sadece savaşa iştirak eden tarafa yöneliktir. İslam’da düşmanı öldürmekten ziyada insanı kazanmak esastır. Bu amaçla, savaştan önce düşman İslam’ı kabul etmeye çağrılır, kabul etmezse itaat ve cizye(savaş tazminatı) teklif edilir. Bunlar yapılmadan cihada teşebbüs edilmez. Düşmana sunulan bu gerekçeler kabul edilmediğinde Allah’tan yardım dilenerek savaşa girilir.Savaşa girildiğinde, Müslümanlar, “adil savaş ilkesi”ne göre adım atmak zorundadırlar. Bu ilkeye göre, savaşta vurulacak hedef sadece düşman askerleridir. Savaş sırasında çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yatalak hastalar, mecnunlar, sakatlar öldürülemez. Savaşa iştirak etmeyen din adamlarına ve ihtiyarlara silah çekilmez, savaşa katılmayanlar (esnaf ve çiftçiler gibi sivil halk) katledilemez (Bakara Sûresi,191).Savfan İbnu Assal (r.a) anlatıyor : “Resulullah (a.s.m) beni seriyyede savaşa gönderdi.Yola çıkarken şu talimatı verdiler :“Allah’ın adıyla, ALLAH YOLUNDA YÜRÜYÜN.Allah’ı inkar edenlerle savaşın, işkence yapmayın, ahdinizi bozmayın. ganimeti çalmayın, çocukları öldürmeyiniz”

3- Savaşta aşırı gitmemek ilkesi:

İslam, savaş halinde bile, insanî değerlere itibar eder. Savaş anında, dehşet ve vahşeti sergileyen şiddetli hiddetleri mutedil hale getirir. Savaşta bile ölçüyü kaçırmamayı bir temel prensip olarak kabul eder. İslam, aşırı ve haddi aşan tavırlara karşı müeyyideler getirmiştir. Bu nedenle, İslam hukukunda saldırıya ancak misli ile mukabele edilir; aşırı gitmek suçtur.Kur’an-ı Kerim, düşmanla yapılan yüz yüze savaşta bile, aşırı gidilmesini yasaklar. Bu husus, şu ayet-i kerime ile beyan burulmuştur:
“Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın.Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez” (Bakara Sûresi,190)Nitekim bir başka ayette de şöyle buyrulur:“ Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakilerle beraberdir” (Bakara Sûresi, 194)

4- Sulh ve barış ilkesi:

İslam, düşman tarafından teklif edilen sulh ve barış anlaşmalarına karşı barış ve sulh ile mukabele etmeyi prensip olarak kabul eder(Enfal Sûresi,61,62,63 ; Hucurat Sûresi,9). Kur’an “Sulh (daima) hayırlıdır”(Nisa Sûresi,128) mesajı ile bütün dünyaya bu
hakikati 1400 seneden beri duyurmaktadır. “Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse,(şunu iyi bilin ki)Allah gafur ve rahimdir”(Bakara Sûresi,192) ayeti ile “Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur”(Bakara Sûresi,193) ayeti de sulhun önemini vurgulamaktadır.

5- Esirlere iyi muamele etme ilkesi:

İslam, esirlere iyi muamele edilmesini emredir. Müslümanlar esirleri yedirmekle, aç ve susuz bırakmamakla mükelleftirler. Bu görevi de Allah rızası içi yaparlar.(Bakara Sûresi,177;Enfal Sûresi,69,70,71;Muhammed Sûresi,4; İnsan Sûresi, 8,9,10,11,12)



Mus'ab, burada durdu ve:--Şimdilik bu kadar yeter. Hem namaz vakti yaklaşıyor. Bu arada çaylar da bitti. Hepinize afiyet olsun.
Ali:--Allah razı olsun komutanım. İslâmın büyüklüğünü hergün daha iyi anlıyorum. Keşke diğerleri de bu gerçeklerden haberdar olsaydı.
Mus'ab:--Zaten bizim tek amacımız bu. Delalette olan insanların bu gerçeklerden haberdar olması.
Ali:--Allah (cc) bize yardımcı olsun.
Mus'ab:--İnşaallah Ali, Allah (cc) kendi dinine yardım edenin yardımcısıdır.
Ali:--Komutanım! şimdi bir şeyi merak ettim.




ALTMIŞBEŞİNCİ BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞALTINCI BÖLÜM

...Biz Allah'ın dinine, nasıl yardım edebiliriz.?
Mus'ab:--Allah'ın (cc) bize ihtiyacı yoktur. Bizim O'na ve O'nun dinine ihtiyacımız vardır. Burada mecazi bir mânâ vardır. Biz Allah'ın (cc) dinini hâkim kılmak için çalışırsak, O da bize yardımcı olur. Şayet, öyle olmasaydı, yani Allah'ın (cc) bize yardımı olmasaydı, bizim ruslara direnmemiz mümkün olur muydu?
Ali:--Şimdi anlıyorum, komutanım. Neden bir avuç müslümanın, bir zamanların süper gücüne, kafa tutabildiğini.
Mus'ab:--Evet, tarih boyunca bu böyle olmuştur. Müslümanlar bir avuç, kafirler ise binlerce olmasına rağmen, emirlere muhalefet
etmedikleri müddetçe, hep galip gelmişlerdir.
Bunun en güzel örneklerinden birisi Bedir Savaşıdır. Bu, müslümanların ilk savaşıdır. Buna ölüm kalım savaşı da diyebiliriz.
Ali:--Komutanım, bize Bedir Savaşından bahsedermisiniz?
Musab:--Elbette! İyi dinleyin.
Müslümanlar pür dikkat Mus'ab'ın anlatacaklarını dinlemeye başladılar. Kadınlar da anlatılanları dinliyorlardı, ki içlerinde Meryem de vardı. Meryem de anlatılacakları merak ediyordu. Müslümanların en çok sevdikleri şeylerden birisi, İslâmî konuların anlatılmasıydı. Bundan büyük haz duyuyorlardı. Adeta, bu sohbetlere bir ziyafet gözüyle bakıyorlardı. İşte yeni bir ziyafet başlamak üzereydi.
Mus'ab, anlatmaya başladı:

Bedir Savaşı, İslâm'ın gelişinin 15'inci, hicretin ikinci, miladın 624'üncü yılında Medine'ye 80 millik mesafedeki Bedir köyünde meydana geldi. Kâfirlere karşı korunmak ve Allahü Teâlâ'nın dinini yaymak için verilen savaş izninden sonra yapılan ilk gazâ olan Bedir'in; tarihteki yeri çok büyük ve mühimdir.
Müslümanları Medine'de de rahat bırakmayan, tehdit mektublarıyla şehirde huzuru bozan, yakın yerlere kadar gelerek yağmacılıkla mal emniyetini sarsan Kureyş müşrikleri harbe hazırlanıyorlardı. Bunun için Ebû Süfyan idaresinde büyük bir ticaret kervanını Şam'a göndermişlerdi. Elde edilecek gelir ile silahlarını ve kuvvetlerini iyice arttırmak istiyorlardı.
Peygamberimiz Aleyhisselâm Ramazan ayı içerisinde, Kureyş kervanının halini anlamak ve hazırlık olmak için sahabileriyle beraber Medineden çıktı. İslâm Ordusunda ilk defa Medine'li ensâr da yer almıştı. Müslümanların bu hareketini haber alan Ebû Süfyan, kervanının korunması için Mekke'ye haber saldı. Mekke'de koparılan yaygara üzerine büyük bir kâfir ordusu yola çıkarıldı. Müminlerden önce gelerek Bedir'de su başını tuttular.
Peygamberimiz Aleyhisselâm bir savaş maksadıyla çıkmamıştı. Ancak Kureyşlilerin bu kötü niyetleri karşısında sahabileriyle görüştü. Onların fikirlerini, düşüncelerini öğrendi. Buraya kadar sokulmuş bulunan düşmana karşı konulmasında birleşildi. Sahabiler Fahri Kâinat Efendimize sonuna kadar bağlılıklarını bildirdiler.
Ebû Süfyan ticaret Kaafilesini sahilin kestirme yollarından geçirerek tehlikeli bölgeden uzaklaştırmıştı. Kervanı kurtardığını Kureyşlilere de bildirmişti. Ancak müslümanlarla savaşmak, onların birliğini dağıtmak için çoktan beri fırsat arayan müşrikler
geri dönmediler. Sayı ve silah üstünlüklerine güvenerek müslümanları ortadan kaldırabileceklerini sandılar.
Tarafların Kuvvetleri Kureyşliler saldırarak, müminler ise kendilerini koruyarak savaşa başlayacakları sırada kuvvet dengesi birbirinden hayli farklıydı. Ebû Cehil'in kumandası altındaki kâfirler, 100 atlı, 700 develi, geri kalanı yaya olmak üzere 950 kişiydi. Çoğu zırhlı ve ağır silahlarla donatılmıştı.
Müminler ise 3 atlı, 70 develi 313 yiğitti. Hayvanlara nöbetleşe biniyorlardı. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı olan, zevcesi Hazreti Rukayye'nin ağır hastalığı sebebiyle Hazreti Osman gibi bir kaç sahabîye izin verilmişti.
Bedir'de, şimdiye kadar kan ve başka anlaşmazlıklar için çarpışan Arap kavmi, ilk defa din uğruna savaşıyordu. Bunun içindir ki, iki tarafın askerlerinden çoğu birbirlerinin en yakınıydı. Müslümanların sancağını Hazreti Mus'ab, kâfirlerin bayrağını kardeşi Ebû Aziz taşıyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâmın amcalarından Hazreti Hamza kendi yanında, diğer amcası Abbas düşman safındaydı. Yine damadlarından Hazreti Ali yanında iken; diğeri, Hazreti Zeyneb'in kocası Ebû Âs kâfirler arasındaydı. Hazreti Ebû Bekir'in oğullarından Hazreti Abdullah yanında, Abdurrahman ise karşısında bulunuyordu. Diğerlerinin yakınları da bunlar gibiydi.
Savaş Başlıyor (M. 13 Mart 623 - H. 17 Ramazan 2) Hazırlıklardan sonra, iki ordu 17 Ramazan'a rastlayan Mîlâdî 13 Mart 624 Cuma günü sabahı karşı karşıya geldi. Peygamberimiz Aleyhisselâm müminlerin orucunu bozdurdu. Gece yağan yağmurla su ihtiyaçlarını da karşılamışlardı. Çünkü su kuyusu kâfirlerin elinde bulunuyordu. Peygamberimiz Aleyhisselâm Allahü Teâlâ'ya dualarda bulunuyor, yalvarıyor, müminlere müjdeler veriyordu. Müslümanların da kendilerinden üç misli fazla düşman karşısında, maneviyatı artıyor, gayretleri çoğalıyordu.
Hazreti Abdullah b. Cahş seriyyesinde öldürülen Amr'ın kardeşi Âmir, bir ok atarak Hazreti Ömer'in âzadlı kölesi Hazreti Mihca'yı şehîd etti. İslâm yolunda savaşta, ilk düşen şehîd o oldu ve çarpışma da böylece başladı. İlk hücumu ve öldürmeyi kâfirler yapmış, müminler de karşılık vermek zorunda kalmış oluyorlardı. O zamanın âdetine göre, Kureyşliler ortaya üç kişi çıkardı. Müminlerden de Hazreti Hamza, Hazreti Ali ve Hazreti Ubeyde karşılık verdiler ve düşman kâfirleri yere serdiler. Artık savaş, iyice kızışmış, Kureyşliler korkunç bir saldırıya geçmişti. Müminler iman kuvvetiyle karşı koydular ve büyük bir azimle dayandılar. Sonunda Allahü Teâlâ'nın yardımına kavuştular.
Zafer Müslümanların Savaşın sonunda kâfirler bozguna uğramış, galib gelenler Allah ve Rasûlüne inananların olmuştu. Aralarında Ebû Cehil gibi büyük kâfirlerin de olduğu 70 Kureyşli öldü, 70 kişi de esir düştü. Canını kurtArapilenler de ölülerine, mallarına bakmadan kaçtı. Müminler jse 14 şehîd verdi, bol ganimet aldı. Peygamberimiz Aleyhisselâm esirlere hoş davranılmasını emretti. Kâfirlerin ölüsünü ise bir çukura doldurttu. Haber Mekke'ye ulaşınca kimse inanamadı. Şehir halkı mateme büründü. Savaşa gelmeyen ve yerine paralı asker gönderen Ebû Leheb, bir hafta sonra kahrından öldü.
Müslümanlar büyük ve mühim bir zafere kavuştu. Ancak Peygamberimiz Aleyhisselâmın kızı Hazreti Rukayye'nin ölüm haberi gelmekle, sevinmeleri uzun sürmedi. Savaşta alınan ganimetler eşit şekilde sahabîlere dağıtıldı. İzinli olanların hakkı da verildi. Esirler ise kurtulup paraları ödettirilerek serbest bırakıldı. Kurtulma parasını bulamayan kâfirlere ise mühim bir hak tanındı. Ensâr çocuklarından onar kişiye okuma-yazma öğreterek kurtuldular. Bazıları ise hallerine göre karşılıksız salıverildi. Esirler hakkındaki bu güzel davranış, çoklarının îman etmesine yol açtı.
Zekât Ve Oruç Farz Kılınıyor (M. 623- H.2) Hicretin ikinci senesinde mühim dinî hükümlerden bir kısmı daha emrolundu. Bunlar, oruç, fıtır sadakası, zekât, kurban, Ramazan ve Kurban bayramları namazlarıdır. Ramazan orucu, Bedir gazasından önce Şaban ayında farz kılındı. Ayrıca fıtır sadakası da emrolundu. Ramazan ve Kurban bayramları namazları ve bu bayram günlerindeki beş vakit namazdan sonra tekbir getirmek vâcib oldu. Zilhicce ayında kurban kesmek vacip zekât da, farz kılındı.
Kaynuka Yahudileriyle Savaş (M. 623- H.2) Müslümanların Bedir zaferini kazanarak kuvvetlenmesi, yahudilerin hoşuna gitmedi. Kıskançlıkları iyice artarak huzursuzluk çıkardılar. Daha önce müminlerle yaptıkları andlaşmayı da bozdular. Kendilerine güvendikleri ve Kureyşlilerden üstün gördükleri için savaşa hazırlandılar. Bir yahudi kuyumcunun dükkanına gelen bir mümine kadının hakarete uğraması ile iş alevlendi. Hakaret eden yahudi ile mümine kadını korumaya gelen müslümanın öldürül mesiyle savaşa girilmiş oldu.
Hemen Kalelerine çekilen ve savaşa başlayan yahudiler, Peygamberimiz Aleyhisselâmın sulh tekliflerini reddettiler. Bunun üzerine kale kuşatıldı. 15 gün kuşatma altında kalan yahudilere,
umdukları yardım gelmedi. Sonunda teslim olduklarını açıkladılar. O zamanın savaş kanunlarına göre, teslim olanlar öldürülebilirdi. Ancak münafıklardan araya girenler oldu. Peygamberimiz Aleyhisselâm fitnenin büyümemesi için ricaları kabul etti. 700 kişilik Kaynuka Oğulları yahudileri canlarını kurtarıp Suriye'ye sürgüne gittiler. Ele geçen ganimet askerlere dağıtıldı. Topraklar da ihtiyaç sahibi müminlere verildi.

Mus'ab:--İşte kısaca Bedir Savaşı böyle. Hadi bakalım namaz vakti gelmek üzere, herkes hazırlığını yapsın.
Mücahidler mest olmuşlardı. Sanki Efendimiz'le (sav) birlikte Bedir Savaşına katılmış gibiydiler. Komutanın uyarısı üzerine, namaz kılmak üzere, abdest almaya koyuldular. Bedir Savaşından etkilenenlerden biri de Meryem'di. Mus'ab'ın anlattıkları onu çok etkilemişti. Gerçi o da bazı islâmi konuları okumuştu, ama Mus'ab'ın anlatması bir başka etkilemişti onu. "Keşke hiç bitirmeseydi" diye geçirdi içinden.
Mus'ab, savaş konusunda olduğu gibi, İslâmî konular anlatma da da uzmandı. Medrese eğitimi görmüştü. Savaş çıkmasaydı, medrese hocası olacaktı. İslâmı anlatan, anlatılanları yaşıyorsa, bu dinleyiciler üzerinde çok etkileyici oluyordu. İslâmı anlatan şahsın, islâmî yaşantısında eksiklikler varsa, anlattıklarının etkisi de olmuyordu. Nitekim, bu konuda İmam-ı Azâm'ın şu hadisesi, çok güzel bir örneklik teşkil etmektedir. Şöyle ki:
Bir gün adamın biri oğlunu İmam-ı Âzam'a getirir ve ona:
--Yâ İmam...


ALTMIŞALTINCI BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞYEDİNCİ BÖLÜM

...Benim bu oğlum çok bal yiyor, bundan dolayı de çok zayıfladı. Şuna söyleseniz de bal yemese.
İmam-ı Âzam, çocuğa baktı ve adama:
--Bu çocuğu götür kırk gün sonra getir dedi.
Adam çocuğu götürür ve kırk gün sonra geri getirir.
İmam-ı Âzam çocuğa:--Oğlum! bal yeme, der.
Adam:--Yâ İmam! bunu söyleyecektin madem, kırk gün önce söyleseydin de çucuk biraz daha zayıflamasaydı olmaz mıydı?
İmam-ı Âzam:--Kırk gün önce ben de bal yiyordum, şayet o zaman söyleseydim çocuk dediğimi tutmayacaktı, kırk gündür bal
yemiyorum. Bal yemeden de yaşanırmış. Çocuğu götür, artık bal yemeyecek.
Buradan da anlaşıldığı üzere, tebliğ görevinde bulunan kişilerin anlattıklarını yaşamaları lazım ki, anlatılan kişiler üzerinde etkili oluna bilsin.

Takımda Son Durum


Sabah olmuştu. Herkes bir güzel dinlenmişti. Konakladıkları yer de tam dinlenilecek bir yerdi. Yeşilliklerle dolu ve akarsuyun bulunduğu bir yer.
Muaz:--Kardeşlerim, bu gece inşaallah Moskova'ya gireceğiz. Moskova yakın olduğundan akşama kadar burada dinleneceğiz. Bir daha böyle bir yerde dinlenebilir miyiz bilmiyorum. Ama böyle bir yerde dinlenme imkanımız olmasa dahi, bundan daha güzel bir yerde dinleneceğimizden emin olabilirsiniz. Allah'ın (cc), bize cennet vaadi vardır ve Allah (cc) asla vaadinden dönmez. Bizler O'nun rızası için çalışıyoruz ve O, bizi kafirlerle aynı yere koymaz.
Hamza:--Komutanım, akşama kadar zamanımız olduğuna göre, bu zamanımızı olumlu bir şekilde değerlendirsek nasıl olur?
Muaz:--Ne yapmamızı istiyorsun Hamza?
Hamza:--İslâmî bir konuda bir sohbete ne dersiniz?
Muaz:--İyi olur!
Hamza:--O zaman bize bir sohbet edin komutanım!
Muaz:--Elbette! Belki bir daha sohbet etme imkânımız olmaz. Yani en azından bu dünyada. Ama inşallah öbür dünyada yine bir araya gelir ve bol bol sohbet ederiz.
Hamza:--İnşaallah komutanım! Doğrusu öyle bir ortamda sohbet etmek için can atıyorum.
Muaz:--Sen bu kadar çok istiyorsan, Allah (cc) bu isteğini inşallah geri çevirmez.
Hamza:--Bu günkü sohbetin konusu ne komutanım?
Muaz:--Bugün size,Ashab’ın Efendimize (sav) olan sevgisi ile ilgili bilgi vermeye çalışacağım inşaallah:
“Enes (ra) anlatıyor: Bir adam Peygamber Efendimize:
--Yâ Resûlâllah, kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
Allah Resûlü:
--O gün için ne hazırladın? Dedi.
--Hiç bir şey hazırlamadım. Şu var ki: Ben Allah’ı (cc) ve Resûlünü (sav) seviyorum.
--Öyleyse, sevdiklerinle beraber bulunursun, buyurdu.
Enes der ki: Resûlullah’ın (sav): “Sen sevdiklerinle beraber
bulunursun” sözüyle sevindiğimiz gibi hiçbir şeyle sevinmemiştik. Ben de Peygamber Efendimizle (sav), Ebu Bekir ve Ömer’i severim. Onları sevmem sebebiyle (kıyâmette) kendileriyle olacağımı umuyorum”.
Buhâri’nin diğer bir rivayeti şöyledir: “Bedevilerden bir zat, Allah Resûlüne geldi ve:
--Kıyâmet ne zaman kopacak? diye sordu.
--Vay başına! Kıyamet günü için ne hazırladın ki?..
--Hiçbir şey hazırlamadım. Şu var ki ben Allah (cc) ve Resûlü’nü (sav) çok seviyorum.
--Sen de sevdiklerinle beraber olursun, buyurdu.
Enes (ra) der ki:
--Yâ Resûlullah, biz de Allah’ı ve Resûlü’nü seviyoruz, dedik.
Allah Resûlu:
--Peki! (Siz de sevdiklerinizle beraber bulunacaksınız) buyurdu.
Biz de çok sevindik.”
Tirmizi’nin rivayeti ise şöyledir: “Enes (ra) anlatıyor: “Peygamberimizin (sav) Ashâbı, Resûlullah’ın (sav) bir sözüne o kadar sevinmişlerdi ki hiçbir şeyle o derece sevindiklerini görmedim.
Şöyle ki, adamın biri:
--Ey Allah’ın (cc) Resûlü, bir adam var ki birisini, yaptığı güzel amellerinden dolayı seviyor, fakat kendisi onun gibi yapamıyor. Ne buyurursunuz? Dedi.
Allah Resûlü:
--Kişi sevdikleriyle beraberdir, buyurdu.
Ebû Zerr (ra) anlatıyor: “Bir seferinde Peygamber Efendimize (sav):
--Yâ Resûlâllah, bir adam var ki bir cemaatı seviyor, fakat onların yaptıklarını yapamıyor. Bu kişi hakkında ne buyurursunuz? Dedim.
Efendimiz:
Ebâ Zerr! Sen sevdiklerinle berabersindir! Buyurdu.
Ben:
--Ben, Allah ve Resûlü’nü seviyorum, dedim.
Resûlullah yine:
--Sen sevdiklerinle berabersin, buyurdu.
Aynı soruyu tekrar sordum. Peygamberimiz (sav) de cevabını tekrarladı:
--Sen sevdiklerinle berabersin!” (Ebû Davûd)

Muaz:--Evet! Kardeşlerim, bugünkü sohbetimizi burada noktalıyoruz inşallah.
Hamza:--Komutanım, Allah (cc) senden razı olsun. Ben de Allah
ve Resûlünü (sav) çok seviyorum. İnşallah ben de sevdiklerimle beraber olurum.
Muaz:--Evet Hamza kardeşim, biz de Allah (cc) ve Resûlünü (sav) çok seviyoruz. Ve içimden bir ses

ALTMIŞYEDİNCİ BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞSEKİZİNCİ BÖLÜM

...yakında hepimizin, sevdiklerimize kavuşacağımızı söylüyor. Hepiniz şehadete hazır olun.
Hamza:--Şehadete dünden hazırız komutanım. Ruslar kendi dertlerine yansınlar. Sanırım Budenovsk baskını gibi bir baskın olacak. Yine ruslar kendi vatandaşlarının canını hiçe sayacak. Efsane Komutanımız Şamil Basayev'in de dediği gibi, bu baskını yapmak zorundayız. Maalesef dünya bize karşı kör ve sağır.
Muaz:--Haklısın Hamza, sivillerin ölmesini elbette biz istemiyoruz ama, 250.000 insanımız hunharca şehid edildi. Bunun yanında bir kaç tane rus ölmüş, bunun çok görülmemesi lazım. Ama şundan eminim ki
bu baskının ardından yine birileri bizi suçlayacak, burada meydana gelecek muhtemel ölümleri dillerine dolayacak ve fakat bizim ölülerimiz yine görmezden gelinecek. Ne olursa olsun, biz yapmamız gerekeni yapacağız ki yarın, birilerinin bizim bu olanlardan haberimiz yoktu, mazereti olmasın.
Öğle namazı vakti giriyordu. Mücahidler kalkarak abdest aldılar. Namaz hazırlığı yaptılar, namaz vakti girince de, Hamza'nın müezzinliği ve Muaz'ın imamlığında öğle namazını kıldılar. Namazın ardından mücahideler, öğle yemeği için hazırlık yapmaya başladılar. Yanlarındaki yiyeceklerle öğle yemeğini hazırladılar. Mücahidler yine güle oynaya yeneklerini yediler. Yemekten sonra, demlenen çaylarını içtiler.
Muaz:--Kardeşlerim, şimdi nöbetçiler hariç, ikindi vaktine kadar hepiniz istirahat edin. Bugünü en iyi şekilde değerlendirmemiz gerekir. Bundan sonra elimize bu fırsat geçmeyecektir. Uykusuz geceler geçireceğiz. Ve inşaallah o uykusuz gecelerin ardından, ebedi istirahat vaktimiz gelecek. İstirahat vaktine kadar, görevimizi en iyi şekilde yerine getirmemiz gerekiyor.
Mücahidler çok heyecanlıydı. Şehadetle tanışmaları yakındı. Hele de Efendimiz (sav) ile karşılaşma umudu hepsini derinden etkilemiş, heyecanlarına heyecan katmıştı.
Herkes uygun bir yere çekilip dinlenmeye geçti. Mücahideler de işlerini bitirip istirahate çekildiler. Çeçen Karargâhında

Mus'ab, mücahidlerle sohbet ediyordu. Sohbete Meryem ve diğer mücahidelerde katılmıştı. Mus'ab bugünkü konuyu özel olarak seçmişti. Bu konuda amaçlanan şey Meryem'in gerçekleri görmesini sağlamaya yönelikti.
Muaz:--Kardeşlerim, malumunuz daha önce, Cennet'ten bahsetmiştik. Allah'ın (cc) emir ve yasaklarına uyanların cennete konacağını, kaynaklardan öğrenmiştik. Bu günkü konumuz ise, Kur'an-ı Kerim'in anlatış metoduna uygun olarak, Cehennem'den bahsetmek olacak.
Nasıl ki, emir ve yasaklara uyanlar Cenneti hak ediyor idiyse, muhalefet edenler, İslâm ve müslümanların aleyhine çalışanlar da cehennemi hak edecek ve Rabbimiz tarafından oraya hapsedilecekler. Peki insanlar, ne işin cehennemi hak ediyor. Cehennemlik olmalarına neden olan fiiller gerçekten buna değer mi?
Malumunuz, Kur'an-ı Kerim'de Nemrut ve Firavun'dan bahsedilir. Her ikisi de ilahlık iddiasında bulunmuşlardı. Peki iddiasında bulundukları şey ve sürdürdükleri hayat, cehennemi kazanmalarına değdi mi? Elbette ki hayır. Çünkü o yaşamış oldukları hayattan mahrum olalı asırlar oluyor. Ve azabına düçar olacakları cehennem hayatı ise ebedi olacaktır. Allah (cc) bizi cehennemliklerden eylemesin.
Şimdi size dilimin döndüğünce cehennemden bahsetmeye çalışacağım:

İnsanın en büyük organı vücudunu çepe çevre saran, hissetmesini, zevk almasını sağlayan derisidir. Kalınlığı birkaç milimetreyi geçmez. İnsanın en çok değer verdiği yüzü, elleri, kolları, bacakları ve diğer bütün organları deri tarafından sarmalanmıştır. Ancak deri hassaslığı yüzünden en büyük acı kaynağı olabilir. Derinin en zayıf olduğu nokta ise ateşe ve kaynar sıvılara karşı olan zafiyetidir. Ateş deriyi kavurur yakar, kaynar su ise haşlar. Kaynar su insanın derisini tek bir nokta boşta bırakmaksızın çepeçevre sarar. İncecik deriyi kabartır, deri iltihapla şişer, su toplar ve patlar, böylece dayanılmaz bir azaba neden olur. Dünyadaki fiziksel güzelliği, gücü kuvveti, makamı, şöhreti, hiçbir şeyi insanı kaynar bir suya karşı dayanıklı kılmaz. Kuran'daki ifadeyle, "küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır". (Enam Suresi, 70) Bir başka ayette de şöyle denir:
Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise artık (onun için) alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır. Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da. Şüphesiz bu, kesin bilgi ifade eden bir gerçektir. (Vakıa Suresi, 92-95)

Bir başka yerde ise, kafirlere yapılacak kaynar su azabı şöyle anlatılır:

Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin.

Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün;

(Azabı) tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun.

Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapıldığınız şeydir. (Duhan Suresi, 47-50)

Bunların yanında, ateş azabının bazı farklı çeşitleri vardır. Birisi de, ateşte kızdırılan metallerle cehennem ehlinin vücutlarının dağlanmasıdır. Ancak kendilerini dağlamak için kullanılacak olan bu metaller, dünyada iken Allah'a ortak koştukları mal ve mülkleridir:

... Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek). (Tevbe Suresi, 34-35)

DAHA BAŞKA AZAPLAR

Cehennem, çoğu insanın sandığı gibi yalnızca bir tür "dev fırın" değildir. Cehenneme giden insanlar ateşte yanacaklardır. Bu doğrudur. Ama cehennemde var olan tek şey ateş değildir. Orada insanı hem fiziksel hem de psikolojik yönden azaplandıracak çok çeşitli yöntemler vardır.

Dünyada, işkence için çok farklı yöntemler, araçlar geliştirildiğini biliyoruz. Çoğu kurban bu işkenceler sırasında ya sakat kalır ya da
acıdan ölür. Sağ kalanlar ise genelde akıl sağlıklarını kısmen, hatta bazen tümüyle yitirirler. Oysa bu dünyadaki işkence yöntemleri, cehennemdekilere oranla karşılaştırılamayacak kadar hafiftir. Cehennemde çok farklı, çok gelişmiş işkence yöntemleri kullanılacaktır. Dünyada elektrik verilerek işkenceye uğratılan bir insanı da, verilen elektriği de, insanın elektriğe olan acı duyarlılığını da Allah yaratmıştır. Daha insana acı verecek birçok bilinmeyen kaynak ve insanın bilinmeyen birçok zaafı vardır. Allah yarattığı kullarının zaaflarını en iyi bilendir. Bu zaaflar doğrultusunda en çok acıyı da yine Allah verecektir. Bu, "Muazzip" (azap edici) ve "Kahhar" (kahredici) olan Allah'ın kanunudur.

Kuran'da haber verildiğine göre cehennemde azap her yönden gelmektedir. Azaptan kendilerini korumaya fırsatları yoktur, azap her yandan onları kuşatmaktadır. Üstlerinden, altlarından gelen azabı savmaya güç yetiremezler. Ayetler şöyledir:

Azab konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar. Oysa cehennem, o inkar edenleri gerçekten kuşatıp-durmaktadır. Azabın onları üstlerinden ve ayaklarının altından kaplayacağı gün (Allah): "Yaptıklarınızı tadın" der. (Ankebut Suresi, 54-55)

Ayrıca, cehennemdeki, şu anda bilemediğimiz daha başka farklı azap kaynakları da Kuran'da şu şekilde haber verilir:

Cehennem; onlar oraya girerler; ne kötü bir yataktır o. İşte bu; tatsınlar onu: Kaynar su ve irin. Ve onun şeklinden başka, çift çift (olan daha beter azablar) vardır. (Sad Suresi, 56-58)

Bu ayetten ve diğer bazı ayetlerden, cehennemdeki azabın çok farklı türleri olabileceğini anlıyoruz. Bunların ateş, aşağılama gibi en belirgin olanları ayetlerde anlatılmıştır, ama ayetlerden anlaşıldığı gibi, cehennemde çok daha başka azap ve işkence türleri de vardır. Örneğin ateş ve kaynar suyun yanı sıra vahşi hayvanların saldırısı, akrepler, böcekler ve yılanlarla dolu bir çukura atılmak, farelerin saldırısına uğramak, canlı iken kurtlanmış yaralara sahip olmak ve bunların çok daha üstünde hayal gücünün bile alamayacağı bütün azap kaynakları, hem de hepsi aynı anda olabilir.

SICAK, KARANLIK, DUMAN VE DARLIK

Dünyada insana en çok sıkıntı veren ortamlar dar, pis, karanlık ve
sıcak ortamlardır. Çok sıcak, nemli ortamlar insanı boğar, yüksek nem en temel ihtiyaç olan nefes almayı zorlaştırır. Nefes alamamak insanı şiddetli biçimde bunaltır, göğsü daralır, kalbi sıkışır. Çok sıcak ve nemli havalarda gölge bile rahatlatıcı olmaz. Görünmeyen ama yoğun bir tabaka insanı çepeçevre kuşatır, nefes borusundan girip göğsünü tıkar. Lüks saunalardaki yüksek ısı ve neme insan çok kısa bir süre dayanabilir. On dakika yoğun buhar altında kalmaya dayanamayan birisi saunaya kapatılsa kısa bir süre içinde fenalık geçirir. Biraz daha uzun kalırsa, nem ve sıcaktan kıvranarak ölür.

Cehennemde de bu boğucu atmosfer çok yoğun bir biçimde hakimdir. Dünyada sıcağa karşı birçok önlem geliştirmiş olan insan cehennemde çaresizdir. Ortam en sıcak çölden daha sıcak, en karanlık, izbe hücrelerden daha sıkıntı verici ve pistir. Sıcak insanın en küçük parçası olan hücrelerine dek işler. Kafirler için kavurucu sıcağa karşı bir koruyucu, ferahlama veya serinleme imkanı yoktur. Kuran'da, cehennem ehlinin bu durumundan şöyle söz edilir:

"Ashab-ı Şimal", ne (mutsuzdur o) "Ashab-ı Şimal." Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su. Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler. Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim). (Vakıa Suresi, 41-44)

O gün, yalanlayanların vay haline. Kendisini yalanladığınız (azab)a gidin. Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin. Ne gölge altında barındırır, ne (yakıcı) alevden korur. (Mürselat Suresi, 28-31)

Bu denli boğucu bir atmosfer içinde, bir de dar bir yere sokulma azabı vardır. Bir ayette, kafirlere uygulanacak bu ceza şöyle anlatılır:

Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar. Bugün bir yok oluşu çağırmayın, birçok (kere) yok oluşu isteyip-çağırın. (Furkan Suresi, 13-14)

Bu dünyada dar bir yerde kapalı kalmak, gerçekten de insanı çıldırtacak kadar bunaltıcı bir azaptır. Dar bir hücrede hapis, suçlulara verilen ağır cezaların başında gelir. Trafik kazalarında parçalanmış biraracın içinde saatlerce sıkışıp canlı kalan, kazazadelerin durumu, bir deprem veya göçükte toprak altında kalan insanların çaresizliği olabilecek en büyük felaketlerden biri
olarak nitelendirilir. Oysa bu gibi örnekler cehennemdeki ortama göre oldukça hafiftir. En önemlisi göçük altında veya benzer bir yerde sıkışan insan ya bir süre sonra şuurunu kaybedip ölür ya da bir süre sonra canlı olarak kurtarılır. Sonuç olarak acı çekilecek sürenin bir sonu, bitiş zamanı vardır.

Oysa cehennemde ne bir son vardır ne de umut. Pis, yakıcı, havasız, karanlık, dumanlı bir atmosferde bir de elleri boynuna bağlanan ve daracık, sıkışık bir yere sokulan inkarcı, suda boğulan bir insan gibi, tarifsiz bir eziyet çeker. Debelenir, çırpınır, kurtulmaya çalışır, ama kımıldayamaz. Sonunda, ayette belirtildiği gibi, yok oluşu çağırır, ölüp yok olmayı ister. Ancak bu mümkün değildir. Sokulduğu o daracık yerde, dünya ölçüsüyle aylar, yıllar, belki yüzyıllar boyu kalacak, giderek artan bir sıkıntı içinde binlerce kez yok oluşu çağıracaktır. Oradan çıkarıldığında ise, kurtuluşa değil, cehennemin bir başka azabına götürülür.

YİYECEKLER, İÇECEKLER VE GİYECEKLER


Dünya, Allah'ın insan için yarattığı sayısız lezzetli ve besleyici yiyecek maddeleriyle donatılmıştır. Farklı lezzetlerdeki etler, türlü renk, tat ve kokuda meyve ve sebzeler, baldan süte kadar uzanan hayvan ürünleri, hatta baharatlar, insan için özel olarak yaratılmış ve dünya var olduğu günden itibaren insanlara cömertçe sunulmuştur. Bu arada, insan vücudu da bu lezzetleri algılayabilecek yapıda özel olarak yaratılmıştır. İnsan güzel yiyeceklere karşı Allah'ın verdiği bir ilhamla iştah ve arzu duyar. Aynı şekilde de pis ve iğrenç maddelere (çürümüş, kokuşmuş maddeler, irin, iltahap, kan vs.) karşı da bir tiksinti besler. Bu da insana ilham edilmiş bir başka özelliktir.

Bu dünyada var olan nimetlerin çok daha üstünleri Allah'ın Rahman sıfatı gereği cennette müminler için sonsuza dek hazır bulundurulacaktır. Cehennem ehli ise dünyada yapıp ettiklerinin cezası olarak Allah'ın lütfedici ve rızıklandırıcı (Rezzak) sıfatlarından çok uzakta kalırlar. (Şura Suresi, 19) Artık onlar için yalnızca azap vardır. Bir ayette, şöyle denir:

İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf
Suresi, 20)

Artık onlar için hiçbir nimet yoktur. En temel, en doğal ihtiyaçlarının karşılanması bile onlar için bir azaba dönmüştür. Yiyecekleri birer acı kaynağı olarak Allah özel olarak yaratmıştır. Artık sonsuza kadar yiyebilecekleri tek şey darı dikeni veya zakkum ağacıdır. Bunlar da, ne doyurur, ne de besler. Yalnızca acı verirler; ağzı ve boğazı yırtar, karınlarını parçalar, kanatır, iğrenç bir tad ve koku verirler. Ayetlerde cennetteki muhteşem güzelliklerden ve lezzetlerden söz edildikten sonra cehennem ehlinin yiyecekleri şöyle tarif edilir:

Nasıl, böyle bir konaklanma mı daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Doğrusu biz, onu kafirler için bir fitne (bir imtihan konusu) kıldık. Şüphesiz o, 'çılgınca yanan ateşin' dibinde bitip çıkar. Onun tomurcukları, şeytanların başları gibidir. Artık gerçekten, ondan yiyecekler böylelikle karınlarını ondan dolduracaklar. (Saffat Suresi, 62-66)

Onlar için (zehirli olan) darı dikeninden başka bir yiyecek yoktur. Ne doyurup-semirtir, ne açlıktan korur. (Gaşiye Suresi, 6-7)

Cehennem ehli, Allah'ı tanımamış olmalarının cezasını bu şekilde çekmektedir. Ceza olarak kendilerine hazırlanmış bir "şölen" vardır. Vakıa Suresi'nde, inkar edenlerin suçu ve kendilerine hazırlanan bu özel "şölen" şöyle anlatılır:

Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı.

Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı.

Ve derlerdi ki: "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?"

"Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?"

De ki: "Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de."

"Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."

Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalanlayıcılar,

Şüphesiz zakkum olan bir ağaçtan yiyeceksiniz. Böylece
karınları(nızı) ondan dolduracaksınız. Onun üzerine de alabildiğine kaynar sudan içeceksiniz. Üstelik 'içtikçe susayan hasta develerin' içişi gibi içeceksiniz. (Vakıa Suresi, 45-55)

Dünyadaki boğaz ağrıları, şiddetli karın sancıları insana en çok sıkıntı ve acı veren hastalıklardan iken, cehennemde bütün bunlardan çok daha şiddetlileri sonsuza kadar kafirin yaşamının bir parçasını oluşturur. Yemek zorunda oldukları bu yiyecekler boğazlarında tıkanıp kalır. Yutabildikleri ise karınlarında erimiş maden potası gibi gibi kaynar durur. Tokluklarını gidermez. Cehennem ehli sonsuza kadar korkunç ve sürekli bir açlık içindedir.

İşin ilginç tarafı, bu olay bir sefer olmaz, sonsuza kadar tekrarlanıp gider. Çünkü cehennem ehli öyle açtır ki, daha önce sayısız kereler denediği halde azabını arttırmaktan başka bir işe yaramayan bu dikenleri her seferinde yemek zorunda kalırlar. Ardından da kaynar suya hücum ederler. Ama bu su ne hazmettirir, ne de susuzluğunu giderir. Yukarıdaki ayette de söylendiği gibi, hasta develer gibi içtikçe susuzlukları artar. Bu cezayı iyice çekmeleri için kafirler, cehenneme susamış olarak sokulurlar. (Meryem Suresi, 86)

Kaynar suyun yanı sıra onlara içirilen bir başka iğrenç içecek ise, irindir. Tıpta en kötü kokan salgı olarak bilinen irin, kafirlerin ikinci seçenekleridir. İrinin yanı sıra irinin ait olduğu yaradan çıkan kan bu iltihapla beraber karıştırılıp küfredenlere sunulur. Bir başka ayette ise hem irin hem de üstüne katılmış kaynar sudan bahsedilir. Bu şekilde kafir, hem kaynar suyun azabını hem de irinin iğrenç tadını birlikte aynı anda tadar.

Sunulan içecekler bu kadar iğrenç ve dayanılmaz olmasına rağmen, kafirlerin susuzluklarını gidermek için bunlara koşmaları susuzluklarının derecesini gösterir. Birinin azabını tadıp diğerine koşarlar. Bu da yemeleri gibi sonsuza dek tekrarlanır. Cehennem ehli sonsuza kadar korkunç ve süregiden bir susuzluk içinde kıvranırlar:

Orada ne serinlik tadacaklar, ne bir içecek.

Kaynar sudan ve irinden başka.

(İşlediklerine) Uygun olan bir ceza olarak, (Nebe Suresi, 24-26)
Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur.

İrin ve kan karışımından başka bir yemek yoktur.

Bunu da hata edenlerden başkası yemez. (Hakka Suresi, 35-37)

Ağızlarına aldıkları bu iğrenç karışımı bir türlü yutamazlar, boğazlarında kalır. Yutmaya, yutkunmaya çalışır, ama başaramazlar. Kan ve irinle boğulurlar, ancak yine de bir türlü ölemezler:

Önünde cehennem vardır ve (orada) irinli sudan içirilecektir. Yutkunmaya çabalayacak ve boğazından geçirmeyi başaramıyacak, ona her yandan ölüm gelecek, oysa ölmeyecek de. Ardından daha katı bir azab olacak (İbrahim Suresi, 16-17)

Bu çaresizlik içinde, kendileri için özel olarak yaratılan bir diyalog imkanıyla, cennet ehli ile muhatap olurlar. Onların içinde bulundukları muhteşem nimetleri görürler. Bu, çektikleri azabı kat kat artırır. Bu arada, cennet ehlinden biraz kendilerine de nimet verilmesini isterler, ama bu boşuna bir yalvarıştır:

Ateşin halkı cennet halkına seslenir: "Bize biraz sudan ya da Allah'ın size verdiği rızıktan aktarın." Derler ki: "Doğrusu Allah, bunları inkar edenlere haram (yasak) kılmıştır." (Araf Suresi, 50)

Yiyecek, içeceğin yanı sıra giyecekler de küfredenler için özel olarak hazırlanmıştır. İnsan derisi hassastır. Kızgın bir soba veya ütüye bir saniye bile dokunamaz. Kazayla dokunduğu zaman ise günlerce acı çeker, yarası su toplar, derisi kabarıp dökülür. Cehennemde ise, bir ütüden çok daha kızgın elbiseler insanın vücudunun her tarafını sarıp yapışacak, insanın savmaya güç yetiremediği bir ateş olup derileri kavuracaktır:

... İşte o inkar edenler, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir... (Hac Suresi, 19)

Asfaltı yola yapıştıran katran cehennemde kafirin elbisesi olur, onun üstüne yapışıp için için yanarak onun vücudunu eritir:

Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (İbrahim Suresi, 50)
Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz zulme sapanları işte böyle cezalandırırız (Araf Suresi, 41)

.
ALTMIŞSEKİZİNCİ BÖLÜMÜN SONU

 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
ALTMIŞDOKUZUNCU BÖLÜM

Mus'ab:--Yukarıda bahsettiğmiz azabı yapmakla görevli olan melekler vardır ki, onlara zebani denmektedir. Şimdi de size kısaca zebaniler hakkında bilgi vermeye çalışayım inşaallah:


ZEBANİLER

Bütün bu hallerine karşın, artık sonsuza kadar cehennem ehline acıyacak, onları ateşten kurtaracak, onlara yardım edebilecek tek bir kişi yoktur. Allah ile ebediyen muhatap olamazlar. Unutulmuşluğun ve terkedilmişliğin ızdırabını yaşarlar. Ayetin ifadesiyle, "bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur". (Hakka Suresi, 35) Tek muhatap oldukları önlerindeki sonsuz yaşamlarında kendilerine sayısız azap ve işkenceler uygulayacak olan azap melekleridir: "Zebaniler". Cehennem ehline azap vermekle görevli olan bu melekler zerre kadar merhamet hissine sahip değildirler. Son derece acımasız, sert, güçlü ve dehşet verici meleklerdir bunlar. Alemlerin Rabbi olan Allah'a isyan edenlerden, hak ettikleri şekilde intikam almak için yaratılmışlardır ve görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler:

Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine getirirler. (Tahrim Suresi, 6)

Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. (Alak Suresi, 15-18)

İşte bu zebaniler, Allah'ın kafirler üzerindeki gazabının, öfkesinin ve kahrediciliğinin bir tecellisidirler. Kafirleri her yönden en korkunç, en acı, en aşağılayıcı, hor ve hakir kılıcı muamelelere tabi tutarlar.


Bu arada yanlış anlaşılmaması gereken önemli bir nokta vardır. Zebaniler gerçekte en ufak bir zulüm ya da haksızlık yapmazlar. İnkarcılara hak ettikleri cezayı ne bir eksik ne de bir fazla, en güzel bir biçimde verirler. Allah'ın adaletinin en güzel tecellisi olan bu melekler tamamen masum, Allah'ın kendilerine tahsis ettiği görevi büyük bir zevk ve teslimiyetle yerine getiren mübarek varlıklardır.

Mus'ab, sözlerini burada bitirdi. Genelde tüm mücahid ve mücahidelerin, özel de ise Meryem'in tüyleri diken diken olmuştu. Daha önce gördüğü rüyalar gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Anlatılanlar onu oldukça etkilemişti. Peki cennet nasıl bir yerdi acaba. Cehennem bu kadar kötü olduğuna göre, cennet çok iyi bir yer olmalıydı.

Meryem:--Komutanım! şimdiye kadar anlattıklarınız, isyankârların maruz kalacakları bir akîbet. Peki müslümanları ne gibi bir son bekliyor. Kâfirlere ceza veridldiğine göre, müslümanlara mükafât verilmesi gerekmiyor mu?

Mus'ab:--Elbette ki, müslümanlara mükafât verilecek. Kafirlere ceza verilirken, müslümanlara mükafât verilmemesi haksızlık olur ve Allah (cc) haksızlık yapmaktan münezehhtir. Şimdi ise dilimizin döndüğünce size cenneti anlatmaya çalışayım. Bu Kur'anî metoddur. Hadiseleri karşılıklı anlatır ki, insanlar tercih yapma imkanına sahip olabilsinler. Kur'an, meseleleri mukayeseli olar anlatır ve insanları tercih yapma konusunda serbest bırakır, böylece isteyen istediğini seçer ve itiraz hakkı da ortadan kalkar. gelelim cennete:

Allah'ın Cennet Ehli İçin Hazırladığı Nimetler:

İnsanlar var olmasını istedikleri, fakat dünya şartlarında mümkün olmayan şeyleri kimi zaman filmlere, romanlara konu yaparlar. Bu tür fikirleri fantastik, ütopik gibi sıfatlarla nitelendirerek gerçekdışı olduklarını vurgularlar. Çoğu insan bu hayal ürünü mükemmelliklerin gerçek olmasını ister, bunlara özenir. Ancak dünya şartlarında bunların gerçekleşmesinin olanaksız olduğunu bilmek ve bu güzellikleri sadece hayal etmek onların ruhunda derin bir zevk oluşturmaz. Aksine yaşadıkları ortamdaki eksikliklerin biraz daha farkına vararak dünyanın gerçek yüzünü görmelerine, bu da kendi deyimleriyle "keyiflerinin kaçmasına" sebep olur. Elbette ki tarif ettiğimiz bu ruh hali iman etmeyen kişiler için söz konusudur.
Ahiretin varlığına kesin bir bilgiyle iman eden müminler ise, hayal gücünün sınırlarını zorlayan tüm ihtimallerin Allah'ın "ol"
demesiyle gerçekleşebileceğini, ahirette cennet nimeti olarak karşılarına çıkabileceğini bilirler. O halde insan, dünyada "olsa ne güzel olur" diye düşündüğü her güzellik ve nimete cennette kavuşabilmeyi umabilir. Bu umut içindeki insan, istediği herşeye kavuşabileceği cenneti hak edebilmek için ciddi bir çaba göstermeye başlar
Bir hadiste Peygamberimiz (sav), Allah'ın salih kulları için ahirette "hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşerin kalbine gelmeyen birtakım nimetler" olacağından bahsetmiştir. [Ölüm-Kıyamet-Ahiret ve Ahirzaman Alametleri, s. 306/497]
Böylelikle Allah, dediklerine karşılık olarak içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyilik yapanların karşılığıdır.
(Maide Suresi, 85)
Allah cenneti tarif edip tanıttığı ayetlerle insanlara dünyadakilerle kıyaslanmayacak bir nimet ufku açmaktadır. "Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var." (Kaf Suresi, 35) ayetiyle cennetteki bu nimet genişliği haber verilmektedir. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadisinde müminlere, kendilerini bekleyen cennet nimetleri hakkında şu ayeti hatırlatmıştır:
Artık hiçbir nefis, yaptıklarına karşılık olmak üzere kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez. (Secde Suresi, 17) [Tezkireti'l Kurtubi, s. 306/498]
Allah'ın cennette sunacağı nimetler düşünülürken unutulmaması gereken önemli bir nokta da insan aklının çok sınırlı olduğudur. Bundan dolayı kişi, kendisine vaat edilen nimetlerin bolluğunu, çeşitliliğini, benzersiz güzelliklerini zihninde tam olarak canlandıramayabilir. Kuran'da ve hadislerde bildirilen nimetler, yapılan tasvirler insanlara açıklayıcı olması bakımından, dünyadaki güzelliklerin yer aldığı benzetmelerle tarif edilmektedir. Ancak bunlar cennette çok daha mükemmel halleriyle olacaklardır. Çünkü Allah, sonsuz aklının bir tecellisi olarak cenneti tüm kusurlardan arındırılmış mükemmel bir mekan olarak yaratmıştır.
İnsanın sınırlı düşünme ufkunu şöyle bir örnekle anlatabiliriz. İnsan, görme duyusuna sahip olmasa sadece tat alma, koklama, işitme ve dokunma duyularıyla yaratılmış olsa; göze hitap eden nimetler kendisine ne kadar tarif edilip anlatılsa da bunları kavraması mümkün olmazdı. Renkten, aydınlıktan, estetikten, simetriden, ihtişamdan bahsedildiğinde bu kişi tüm bunları anlayamayabilirdi. Aynı şekilde şu anda bizim bilmediğimiz ama Allah'ın cennette var edeceği ve bize yepyeni ufuklar kazandıracak başka duyular olabilir. Dolayısıyla sadece beş duyumuzla sınırlı olduğumuz bu dünyada ne tür nimetlerden habersiz olduğumuzu tam olarak kavramamız da mümkün olmayabilir.
İşte, yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur."


(Zuhruf Suresi, 72)
Görüş, düşünce ve hayal ufkumuzdaki sınırlılığı, penceresiz bir evin içinden hiç dışarı çıkmadığını varsaydığımız bir kimsenin durumuna da benzetebiliriz. Evin dışındaki güzelliklerden -dağların, nehirlerin, ağaçların görünümünden, birbirinden estetik çiçeklerden, sevimli hayvanlardan, berrak bir gökyüzünden, gün ışığının aydınlığından...- habersiz olan bu kişi, nasıl bir nimet eksikliği içerisinde olduğunun da farkında olmaz. Kaldı ki bu kıyas dünyadaki güzellikler üzerinden yaptığımız bir kıyastır. Dünyanın nimet ve güzellikleri ise cennet nimetlerinin yanında son derece eksik ve kusurludur. Bu bakımdan iman eden bir kiş,i cenneti de sahip olduğu sınırlı bilgiler dahilinde, dar bir görüşle değerlendirmekten kaçınmalı, bu yanılgıya düşmemelidir. Çünkü insan, Rabbimiz'in bildirdikleri dışında cennetle ilgili ayrıntıların, cennet ehli için hazırlanmış sürprizlerin neler olabileceği hakkında yorum sahibi bile değildir. Kuran'da bu duruma dikkat çekilen ayetlerden birinde Allah "Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var." (Kaf Suresi, 35) buyurmaktadır.
Bir rivayete göre ise Peygamberimiz (sav) cennet nimetlerini şöyle tarif etmiştir:
Cennete koşan yok mu? Çünkü cennette akla hayale gelmeyen nimet vardır. [Tezkireti'l Kurtubi, s. 306-307/499
Cennetteki Zenginlik ve Bolluk
Din ahlakından uzak yaşayan toplumlarda zenginlik her devirde güç ve itibarın simgesi olmuş ve insanların yaşamları boyunca genellikle birinci dereceden hedefleri arasında yer almıştır. Bunun sebeplerinden biri, iman etmeyen insanların çoğu zaman ancak zengin oldukları takdirde gerçek anlamda mutlu olabileceklerini düşünmeleridir. Bu kişiler sahip olduklarını ancak bu yolla güvence altına alabileceklerini, rahatlığı, huzuru ve hoşlarına giden güzellikleri de bu şekilde elde edebileceklerini zannederler. Dolayısıyla tüm ömürlerini mal-mülk edinme, para biriktirme ve isabetli yatırımlar yapma gayreti içinde geçirirler. Öte yandan, bir gün biteceği, tükeneceği endişesi ile sahip oldukları bu malları, eşyaları kullanmaktan, paraları harcamaktan olabildiğince kaçınır, servetlerinin kalıcı olması için her yöntemi uygularlar.
Ancak dünya şartlarında ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın sahip olunan zenginlik insanın ruhunda beklendiği gibi bir zevk oluşturmaz. Bazı alanlarda kişiye konfor sağlasa da, kusurlarla, eksiklerle dolu dünya şartlarında yaşanan zenginlik de ancak buna uygun bir çizgidedir. Nitekim "dünya" kelimesi Arapça'daki "deniy" kelimesinden türemiştir. Bu kelime ise alçak, düşük, basit, değersiz gibi anlamlara gelmektedir.
Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün"
(İnsan Suresi, 20)


Cennetteki zenginlikler bunlarla sınırlı değil elbette. Bunları inşaallah namazdan sonra anlatmaya devam edeceğiz. Hadi bakalım şimdi namaz vakti.

ALTMIŞDOKUZUNCU BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
YETMİŞİNCİ BÖLÜM
Mücahidler namaz için kalktılar. Hepsinin yüzü gülüyordu. Doğrusu cehennemden sonra cennetin alnatılması ilaç gibi gelmişti. Üstelik, Komutan Mus'ab konunun tamamını da anlatmamıştı. Devamını sabırsızlıkla bekliyorlardı. Bu yüzden en kısa zamanda namazı kılıp yemek yemek için acele ediyorlardı.
Mus'ab'ın imamlığında namazlarını kıldıktan sonrayemek hazırlığına son sürat başladılar. Mus'ab onların bu durumuna gülümseyerek bakıyordu.
Yemek yendikten sonra, herkes Mus'ab'ın önünde toplandı.
Meryem:--Komutanım! konunun devamını sabırsızlıkla bekliyoruz. Hepimiz çok heyecanlıyız.
Mus'ab:--Heyecanlı olduğunuzu görüyorum. Nerde kalmıştık?
Ali:--En son cennetteki zenginlikleri anlatmıştınız.
Mus'ab:--Evet, en son orada kalmıştık. Cennetteki zenginlikler sadece bu kadarla sınırlı değil tabi. Cennetteki zenginlikleri anlatamaya devam edelim inşaallah:

Allah'ın dünyayı bu şekilde eksik, kusurlu ve geçici gibi sıfatlarla yaratmasının bir hikmeti de, insanların cennetteki güzelliklerin değerini daha iyi takdir edebilmelerini sağlamak olabilir. Bunu şöyle bir örnek üzerinde düşünebiliriz: Çocukluğundan itibaren yoksulluk içinde yaşayan bir kişi, son derece görkemli eşyaların olduğu, paha biçilmez güzellikte sanat eserlerinin yer aldığı, nadide yiyeceklerden oluşan ikramların sunulduğu, değerli taşlarla bezenerek süslenmiş bir mekana davet edilse, karşılaştığı bu ortamın güzelliğinden çok etkilenecek, büyük bir coşku duyacaktır. Kuşkusuz kişinin aldığı bu zevk ve duyduğu heyecan çocukluğundan itibaren bu ortamda yaşayan bir kişiye nazaran çok daha fazla olacaktır. Bizim dünyadaki konumumuz da bir anlamda bu yokluk ve yoksulluk içindeki kişinin durumuna benzetilebilir. Ancak burada belirtmek gerekir ki, dünyadaki en zengin kişi dahi, cennet koşulları göz önünde bulundurulduğunda fakir bir kişidir. Kaldı ki insan dünya şartlarında bu zenginliğe de gerçek anlamda hiçbir zaman sahip olamaz. Çünkü dünyanın en zengin kişisi de olsa sonunda birkaç metre beze sarılarak toprağa gömülecek, böylece sahip olduğu herşeyi, tüm servetini geride bırakacaktır. Allah bir ayette dünyadaki nimetlerin geçiciliğini şöyle bildirmektedir:
Dünya hayatının örneği, ancak gökten indirdiğimiz, onunla
insanların ve hayvanların yediği yeryüzünün bitkisi karışmış olan bir su gibidir. Öyle ki yer, güzelliğini takınıp süslendiği ve ahalisi gerçekten ona güç yetirdiklerini sanmışlarken (işte tam bu sırada) gece veya gündüz ona emrimiz gelmiştir de, dün sanki hiçbir zenginliği yokmuş gibi, onu kökünden biçilip atılmış bir durumda kılmışız. Düşünen bir topluluk için Biz ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Yunus Suresi, 24)

Cennet ortamında sunulan zenginlik dünya şartlarının aksine insanların gönüllerince yaşayacakları, hiçbir zaman bitme, tükenme endişesi duymayacakları ebedi bir zenginliktir. Nitekim Kuran'da bildirilen "Her nereye baksan, bir nimet ve büyük bir mülk görürsün" (İnsan Suresi, 20) ayetiyle cennetteki bu zenginliğe dikkat çekilmiştir

Cennet Hazineleri:

Hadislerde bahsi geçen hazineler de cennetteki muhteşem zenginliği vurgular. Bu zenginliği düşünürken bunun çok kudretli, mülkünün sonu olmayan Allah'ın bir eseri ve tecellisi olduğu, Rabbimiz'in kullarından dilediğine bu nimetleri verdiği unutulmamalıdır. Peygamber Efendimiz (sav) bu gerçeği şu sözleriyle hatırlatmıştır:
Sana, arşın altından, cennet hazinelerinden bir söze delalet edeyim mi? Şöyle dersin: "La havle vela kuvvete İlla Billah" (Allah'tan başka ne men edecek ve ne de yapacak bir kuvvet vardır.) O zaman Allah buyurur ki: "Kulum teslim oldu ve selamet buldu." [Ramuz el-Ehadis-1, s. 166/3]

Şüphesiz bu, Bizim rızkımızdır, bitip tükenmesi de yok."
(Sad Suresi, 54)
Dünyadaki zenginlik tıpkı insanın sahip olduğu diğer herşey gibi geçici ve sonludur. Bir insan ne kadar zengin olursa olsun bu varlığı birkaç on yılla sınırlıdır. Bundan daha fazlasına herşeyden önce insanın kendi ömrü yetmez. Bu yüzden de iman etmeyen kimselerin dünyada en büyük hedeflerinden birini oluşturan, onların hırslı bir karaktere bürünmelerine neden olan zenginlik tutkusu çok kısa sürer. İncil'de de dünya servetinin geçici olduğu, asıl kalıcı olanın ise cennetteki hazineler olduğu ve bu nedenle iman edenlerin ahiret için çaba göstermeleri gerektiği yazılıdır:
Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada güve ve pas onları yiyip bitirir, hırsızlar da girip çalarlar. Bunun yerine kendinize gökte hazineler biriktirin. Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, ne de hırsızlar girip çalar. Hazineniz neredeyse, yüreğiniz de orada olacak. (Matta, 6. bölüm, 19-21)
Öte yandan söz konusu olan ne kadar büyük bir zenginlik olsa da gerektiğinde buna bir değer biçebilmek, sonucu rakamlarla ifade
edebilmek mümkündür. Oysa cennet nimetleri paha biçilemez güzelliğe ve niteliklere sahiptir. Ve Allah'ın razı olduğu kullarına hesapsız olarak sunulurlar. Allah Kuran'da, "Şüphesiz bu, Bizim rızkımızdır, bitip tükenmesi de yok." (Sad Suresi, 54) ayetiyle cennet nimetlerinin bu özelliklerini bildirmiştir. Başka bir ayette ise Allah, "Kesilip-eksilmeyen ve yasaklanmayan (meyveler)." (Vakıa Suresi, 33) buyurarak cennetteki yiyeceklerin de aynı özelliğe sahip olduklarını bildirir. Allah'ın bildirdiği gibi cennet nimetleri için tükenme, eksilme, kaybolma söz konusu olmaz. Bu nimetler cennet ehline sürekli olarak verilir. Cennet hazineleri kuşkusuz, Allah'ın iman eden kullarına cennette sunacağı nimetlerdendir. Tüm mülkün sahibi Allah, cenneti için seçtiği kullarına bu hazineleri hesapsızca, sonsuza kadar verecektir.

Cennetteki Mülkün Genişliği:

Mülkün, zenginliğin hesapsızca bol olması cennete has bir özelliktir. Peygamberimiz (sav) hadislerinde, cennetteki mülkün çokluğu ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:
Ehli cennetin en aşağı dereceli olanının cennetteki mülkünü temaşası (seyretmesi, gezmesi) iki bin sene sürer ve bu mülkün en uzak kısmını en yakını gibi görür... [Ramuz el-Ehadis-1, s. 113/8]
Eğer cennette olan şeylerden bir tırnaklık miktar görünseydi yer ile gök arasını süse boğardı. Eğer cennet ehlinden bir adam görünüp bileziklerini gösterseydi, Güneş'in yıldızların ışıklarını bastırdığı gibi Güneş'in ışığını bastırırdı. [(Tirmizi), Büyük Hadis Külliyatı-5, s. 409/10096]
İşte, yaptıklarınız dolayısıyla mirasçı kılındığınız cennet budur."
(Zuhruf Suresi, 72)

--Cennet ile ilgili vereceğimiz bilgilere burada ara veriyoruz. İnşaallah daha sonra bilgi vermeye devam edeceğiz. Hadi bakalım, nöbetçileri değiştirin. Kardeşlerinizi unuttuk. Ben de kendimi konunun akıcılığına kaptırdım.
Meryem:--Allah razı olsun komutanım. Şimdiye kadar, böyle güzel şeyler dinlemedim.
Mus'ab:--İslâm'ın bizatihi kendisi güzeldir. İnsanlık islâmın kıymetini bilse, hem bu dünyada hem de öbür dünyada mutlu olur. Ama maalesef, insanların ekseriyeti şeytan ve şeytani sistemlerin peşinden gitmekte, bu da hem onları bu dünyada huzursuz etmekte ve hem de ahiretlerini berbat etmektedir.

Bu Arada Takımda Son Durum

Mücahidler akşam namazını, yatsı ile birleştirerek kıldılar. Akşam yemeğini de yedikten sonra yola koyuldular. Takriben elli kilometre gitmişlerdi ki....

YETMİŞİNCİ BÖLÜMÜN SONU
 

ahmetmeydani

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Ocak 2012
Mesajlar
149
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
64
YETMİŞBİRİNCİ BÖLÜM


...Uzaktan, son kontrol noktası göründü. Rus askerleri, bir önceki kontrol noktasından, gelenlerin şüpheli olduğuna ve dikattli olunmasına dair, bilgi almışlardı. Bu nedenle, aracı görür görmez, pusuya yattılar. Aslında sayıları fazla olmadığından, onları altetmek hiç te zor değildi. Ama bunu sessiz bir şekilde halletmeleri gerekirdi. Araç kontrol noktasına yaklaşınca, askerler aracın durması için uyarıda bulundular. Araçtakilerin kim olduklarından tam emin olmadıklarından, herhangi bir şey de yapamıyorlardı. Gelenler gerçekten, rus askeri de olabilirdi. Muaz, çok dikkatli olmaları gerektiğini belritti ve şayet işler sarpa sararsa, askerleri etkisiz hale getirmeleri gerektiğini, yanındakilere söyledi.
Araç durdu, Hamza indi ve:
--Ne var, ne oluyor?
Rus askeri:--Şüpheli olduğunuza diar duyumlar aldık.
Hamza:--Asker, sen ne dediğinin farkında mısın? Ne duyumu, ne şüphelisi? Evraklarım yanımda, kontrol edebilirsin!
Rus askeri, temkinli bir şekilde Hamza'nın yanına geldi. Evrakları kontrol etti. Bu arada, Hamza'nın rahat tavırları, diğer rus askerlerinin gevşemesine neden oldu.
Muaz:--Tam sırası, hadi bakalım!
Mücahidler göz açıp kapayıncaya kadar, araçtan inip rus askerlerini etkisiz hale getirdiler. Rusların tek bir el ateş etmelerine bile fırsat vermediler.
Herkes rahat bir nefes almıştı. Etkisiz hale getirilen askerler, sessiz bir şekilde imha edildiler.
Bu tehlike atlatıldıktan sonra, mücahidler araca binip, Moskova'nın yolunu tuttular. Takriben bir saatlik bir aradan sonra, Moskova'nın ışıkları göründü. Şehre girişte, bir kontrol noktası vardı. Kısa bir kontrolden sonra, araç buraya kadar geldiğine göre herhangibir sakınca yok diye düşünmüş olacaklar ki, hiç bir zorluk çıkarmadan, aracın geçişine izin verdiler. Araç şehrin merkezine doğru yol almaya başladı. Sokak, kalabalık olduğundan, onların varlığından haberdar bile olmadılar.
Muaz:--Nereye gidiyoruz, Hamza?
Hamza:--Şehir merkezinde, büyük bir tiyatro var, oraya gideceğiz komutanım.
Muaz:--Peki, bundan sonrasını sen tarif et.
Hamza:--Başüstüne komutanım! diyerek şoföre yolu tarif etti. Nihayet, tiyatro salonunun olduğu yere vardılar. İlk önce aracı park edecekleri, kuytu bir yer aradılar. Tiyatro salonunun arkası bu iş için biçilmiş kaftandı. Aracı, kimsenin farkedemeyeceği bir yere

park ettiler.
Mücahidler araçtan indi. O cıvarda kimseler yoktu. Bu da onların işini kolaylaştırıyordu. Tiyatro salonunun etrafını kolaçan etmeye başladılar. Bu işi yaparken de kimseye görünmemeye dikkat ettiler. Yapılan araştırma neticesinde, salona binanın arkasından girmeye karar verdiler.
Muaz:--Hamza! binada alarm var mıdır?
Hamza:--Sanmıyorum komutanım! Ruslar kendilerinden o kadar eminler ki, bizim buraya kadar gelebileceğimize ihtimal dahi vermezler.
Muaz:--İnşaallah, dediğin gibidir. Yoksa buraya gelmemizin, pek bir anlamı kalmaz.
Hamza:--İnşallah, komutanım.
Muaz:--Buraya gelin, alet edevatı alın. Bu kapıyı sessiz bir şekilde açmamız lazım.
Bu konuda, beceri sahibi olan bir mücahid, hemen işe koyuldu, epeyce bir uğraştan sonra, kapıyı açmayı başardı. Mücahidler derin bir oh çektiler. İşin en zor bölümlerinden birini daha halletmişlerdi.
Kapı açıldıktan sonra, yanlarında getirdikleri, silah ve patlayıcıları içeri taşıdılar. Bütün malzemeyi taşıdıktan sonra, herkes içeri girip kapıyı kapattılar. Kapının açıldığına dair herhangi bir iz bırakmamışlardı.
İçeride, uygun yerlere patlayıcıları yerleştirdiler. Muaz ve Hamza, içeride bir keşif yaptılar. Salonun her tarafını gezerek, nerelere adam yerleştireceklerine karar verdiler. Muaz ve Hamza, diğer mücahidlerin yanına indiler. Yerleştirilen patlayıcıları tekrar gözden geçirdiler. Herhangi bir aksaklığa meydan verilmemesi gerekiyordu. Yapılan kontrolden sonra,
Muaz, mücahidlere döndü ve:--Kardeşlerim! sağ salim buraya kadar geldik. Burada ne olacağını, artık Allah (cc) bilir. Kuvvetle muhtemeldir ki, burada şehid olacağız. Sabaha kadar epeyce vaktimiz var. Dilerseniz, size şehidlik konusunda, biraz bilgi vermek istiyorum.
Mücahidler:--Elbette ki istiyoruz. Bizim en büyük arzumuz şehid olmaktır. Siiz sabırsızlıkla dinliyoruz.
Muaz:--Allah (cc) sizden razı olsun, size şehadeti nasib ederek cennetine dahil etsin. Şimdi şehadet konusunda, kısaca bilgi vermeye çalışayım:

Şehidlik ve Dindeki Yeri

Şehid, Allah yolunda canını feda eden bir müslümana denir. Çoğulu: Şüheda’dır.

Böyle bir kimseye şehid denilmesi; ya cennete gireceğine şehadet olduğu veya vefatı anında bir takım rahmet melekleri hazır

bulunduğu veya kendisi Allah Teala’nın manevi huzurunda, hazır olarak rızıklandırılacağından dolayıdır.

Şehid kelimesi, şahid’e eş anlamlı olup hazır olma manasını ifade eder.

Şehidliğin önemi hakkında Kur’an-ı Kerimde bir çok ayetler ve peygamberimizden pek çok hadisler vardır:

Allah Teala’nın: (Bakara: 154)

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma. Bilakis onlar diri olup Rableri indinde rızıklanmaktadırlar.”

“Onlar Allah’ın kendilerine ihsan ettiği nimetten dolayı mutludurlar.”

“Onlar, Allah’ın rahmet ve ihsanına kavuştuklarından dolayı mutludurlar.”

“Onlar, Allah’ın rahmet ve ihsanına kavuştuklarından dolayı sevinç içindedirler. Ve Allah mü’minlerin mükafatını zayi etmez.” (Al-i İmran: 169-170-171)

Enes ibni Malik Peygamberimizden şöyle bir rivayet nakletmiştir:

“Hiç kimse cennete girdikten sonra tekrar dünyaya dönmek istemez. Fakat şehid müstesna. O on kere dünyaya dönüp tekrar ölmeyi arzu eder.” (Buhari-Müslim)

Ebu katade’den: Peygamberimiz aramızda iken buyurdu: “Amellerin faziletlisi Allah’a iman ve O’nun yolunda cihaddır. Adamın birisi:

Eğer Allah yolunda cihad ederek öldürülürsem bütün günahların affolunur mu? Dedi.

Efendimiz:

Evet, sabrederek, düşmanı bekleyerek, ondan kaçmayarak öldürülürsen affolunur, dedi. Sonra efendimiz:

Ne demiştin? Dedi.
Adam:

Eğer Allah yolunda öldürülürsem bütün günahlarım affolunur mu? Dedi.

Efendimiz:

Evet. Bekleyerek, sabrederek, kaçmayarak, Allah yolunda öldürülürsen, borç müstesna diğer günahların affolunur. Bunu şimdi bana Cebrail söyledi.” (Müslim)

Sehl İbn-i Hanif’ten Peygamberimiz: “Kim sıdk ile Allah’tan şehadet temenni ederse, -ister yatağında ölsün- Allah onu şehidler rütbesine ulaştırır.” (Müslim)

Ebu Hureyre’den: Peygamberimiz Ashaba sordular:

“Siz kime şehid dersiniz?”

Allah yolunda öldürülenlere deriz.

O zaman ümmetimin şehidleri çok az olur. Allah yolunda öldürülen, Allah yolunda ölen taun (veba) dan ölen, karın şişliğinden ölen şehiddir

Muaz, tam sözlerini bitirmişti ki....

YETMİŞBİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU

 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt