Dedim ki, “İBDA-C, İBDA fikriyatını benimsemiş olanların, kim ne yapıyorsa mesuliyetini taşıdığı benim dışımdaki işlerdir. Zaten öyle olmazsa, gidersiniz bir adamın kafasına kurşun sıkarsınız, İBDA-C diye bir kağıt bırakırsınız; ondan sonra da bana yıkarsınız!” ... Demek ki İBDA-C, hukuk planında bir suçlamanın umumi olarak zümreye sirayetini önleyen ve bir takım devlet destekli illegal örgütlerin (Kontrgerilla hikayesi) provokasyonuna karşı da bir tedbir... Bu yüzden daha önce açıkça, “provokasyolar da bize yarıyor!” dedim.)
Ve yine aynı Röportaj’dan, İBDA-C’deki “Cebhe” esprisi:
(Şimdi bizim en mühim meselelerimizden biri, hukuk savaşıdır; yani kanun adına yapılan kanunsuzlukları, açık olduğu yerde açık, yoruma gidildiği yerde yorumla gösterecek bir diyalektikle sergilemek... “Bunun faydası nedir?” derseniz, gaye “hukuk düzeni” adına yapılan hukuka aykırı davranışları ve düşünceleri ifşa etmekten büyük fayda olmaz derim... Bir misal vereyim... Mesela şu gazete haberi:
Bursa’da bilmem ne mahâllesinde 2 banka şubesi bombalanmış... Şimdi oraya bırakılan İBDA falan filan yazılı bir kağıttan dolayı, sen de İBDA’cı olduğuna göre, gel hesab ver... Üç aşağı beş yukarı operasyoncuların mantığı da bu!.. Şayet “kanun önünde eşitlik prensibi” geçerliyse, aynı şeyin Başbakan için de, Savcı için de geçerli olması lazım; oraya “Başbakanlık” veya “Savcılık” diye bir kağıt atarlar tamam... Misal güzel olsun diye “Milliyetçi Cebhe” vardı ya, hani “MSP-AP-MHP” nin koalisyonu, onu düşününce daha da inandırıcı; üstelik CEBHE!.. “Cebhe” deyince hemen “askeri kanat” ı anlayan savcı hikayesi... “Sen filanı tanıyorsun, filan senin emrinde, sen filanın emrindesin!” gibi rastgele suçlamalar... “Ben falanı da tanıyorum, ama her ne hikmetse pek oralı görünmüyorsunuz!” ... Eğer delilsiz ve mesnedsiz “hâl ve durum” un takdiri sözkonusu ise, bu herkes için geçerli olmalı; delilli veya delilsiz, “hâl ve durumlarına bakar bakmaz, Bakanlardan başlayarak emrindeki “görevli” lere kadar her kademede “hırsız, rüşvetçi, haraçcı” olanları hemen tanırsınız... Ama birbirleriyle alakaları dikkate alınarak bu “örgüt üyeleri” yakalanmaz!..)
1991’de ifade ettiğim, yukarıda altını çizdiğim hususlar, hem de ben o tarihten sonra, -Yayınevi’ne bakan arkadaş, eniştem Harun Yüksel, Tüccar Mehmed Fazıl, 6 ayda veya senede bir hatır sorduğumuz Hasan Ölçer gibi son derece sınırlı ve tek tek sayılır dostlarım hariç, İBDA-C sıfat ve vasfıyla görünen ne legal ve ne de illegal faaliyet gösteren hiç kimseyle temasım bile olmamasına rağmen- 1999’un sonunda tutuklanmamın ardından, bizzat Emniyet Müdürü Hasan Özdemir tarafından teyid edilmiştir... Emniyet Müdürü, Metris’te telef olduğu için küpürünü ve tarihini şu an veremeyeceğim ama gazete arşivinden temini kabil bir basına gösterme işinde, (Hürriyet gazetesi haberi), yakalanan bir takım bombalama sanıklarını “İBDA-C örgütü mensubu” diye takdimden sonra, “bunlar gece rüya görüp, sonra eylem yapıyorlar!” diyor... Bu duruma göre, ben de “örgütün başı” diye tutuklandığıma göre, Türkiye’nin herhangi bir yerinde varlığından bile haberim olmayan insanların rüyalarına girip onları örgütlüyor ve yine rüyalarına girip talimat veriyorum... Benim tutuklanma gerekçemi çelen bu ifadenin hukuk, mantık ve sıhhat şartı üzerinde durmayı size bırakıyorum; yalnız bu ifadede, benim daha önceki celsede söylediğim, “ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam!” sözünün, yani benle alakasızlığın anlamı açık... Yani, “kendinden zuhur diyalektiği” gereği, kim ne yaparsa, kendi karar verir ve yapar; Emniyet Müdürü’nün ifadesinden de belli ki, ortada İBDA-C diye yekpare bir örgüt, hiyerarşi ve organlar yok... Neticede; herhangi bir Parti veya cemaat veya Devlet teşkilatı içinde, -malum olduğu üzere polis içinde de var, Partiler içinde de var, Devletin değişik kurum ve kuruluşları içinde de var-, bir takım illegal örgütlenmelerden dolayı, (rüşvet, haraç, cinayet vesaire gibi işler), Parti’nin Başkanı, Cemaatin lideri veya Devlet’in kurum ve kuruluşunun bütün çalışanları, -hem de ortada hiyerarşi de olsa- nasıl suçlanamıyorsa, “suçun şahsiliği ilkesi” gereği ben de suçlanamam... Sorum bakidir: Böyle bir durumda, niçin bir kısım insanlar hukukun o tarafında kalırken, bir kısım insanlar hukukun bu tarafında kalıyorlar?
Gelelim sık sık vurguladığım 1991 tarihine... Geçen celsede de 1991 tarihine kadar, İBDA Cebheleri içinde silahlı mücadele veren hiçbir Cebhe’nin bulunmadığını belirtmiştim... Bu husus, polis sorgulamasında, İBDA-C’nin Cebheler hâlinde benim tarafımdan ortaya atılmış bir fikir olması meselesine nazaran özellikle önemlidir... Yani; kim ne yaparsa, hatası ve sevabı, şerefi ve mesuliyeti kendine, “kendinden zuhuru” göstersin... Nitekim 1991 tarihine kadar, bu soydan, TAVIR, KİP (Kitab Satışı ve Propaganda), yine onlara ait Fatih’te bir lokal, İHAB (İbda Haber toplama), “Gölge Sanat” dergi ve lokal teşebbüsü, Sultanahmet’te “Karar” dergisi ve lokali, “Öfke” isimli bir dergi, Ak-Doğuş dergisi vesaire çıkmıştır... Bunların hepsi, kendi inisiyatifleriyle ve gayet tabii kendi grub veya zümrelerini temsilen çıkmışlardır. Mesela benimle birlikte gözaltına alınan ve benim “yakın korumam” diye tutuklanan Sadettin Ustaosmanoğlu, geçen celsede belirttiğim gibi, 1987-1989 tarihleri arasında çıkan “Öfke” isimli dergiden, kendisini tanımaksızın, sadece ismini bildiğim birisidir. Kaldı ki, o zamanlardan tanıdığım bir takım arkadaşların ve gençlerin, velev ki herhangi bir illegal işe girişmiş bulunsunlar, bugün nice Bakan-Milletvekili ve işadamının 1980-1990’da bizzat örgüt üyesi olsalar bile suçlanamamalarına nazaran, ben hiç suçlanamam... Bu hususta, geçen celsedeki yazılı ifademin 16. maddesini, 17. maddesini, 18. maddesini ve 20. maddesini tekrar hatırlatıyorum: Yine “suçun şahsiliği ilkesi” ve “münâsib görme” bahsi... Bu arada, benim tavsiyemle kurulan ve hâlen faaliyette ve şu anda avukatlığımı yapanlardan Hasan Ölçer ve Harun Yüksel’in bulunduğu KIVAM HUKUK BÜROSU, 1989’da benim tavsiyemle kurulmuştur; o tarihten bugüne kadar geçen 11 senedir de, birlikte çalışmaktadırlar... Ve Harun Yüksel aynı zamanda eniştemdir.
Eğer benimle irtibatlandırmak istiyorsanız, kaç türlü irtibat bir arada; ve benim veya onların yapacağı bir suçtan dolayı, ben veya onlar suçlanabilir mi?
1991 tarihinin diğer ve çok önemli bir özelliği de, 1991’deki tutuklanmamın ardından, -4 ay Bayrampaşa Cezaevi’nde yattıktan sonra-, o tarihte çıkan affa da gerek kalmadan, 163. maddenin kaldırılmasından dolayı ilk celsede 6 arkadaşımla beraber bırakılmamdır... Bu husus, sözkonusu tarihten önceki bütün polis ve tabii ki savcılık ilişkilendirmelerini geçersiz kılar: Yukarıda da söylediğim gibi, 1980’den 1990’a kadarki dönemde örgütlere mensub nice insanların Bakan-Milletvekili, ve o zaman solcuyken şimdi ünlü iş adamı olan örnekleri vardır... Sözkonusu tarihten-tutuklanma tarihinden 5 ay öncesine kadar ki durumum ise, zaten bir başka DGM Savcılığı’nın Adana DGM Savcısı’na yolladığı belgeyle sabit... Hatırlatıyorum:
-(Sanık gıyabi tevkif ile aranır durumda iken HAKKINDA HERHANGİ BİR DELİL ELDE EDİLEMEDİĞİ VE SANIĞIN YAYINCILIĞINI YAPTIĞI dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği gerekçe gösterilerek Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/44 sayılı yetkisizlik kararı ile hakkındaki dosya Başsavcılığına gönderilmiştir. ADANA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’nın SANIĞIN HAKKINDA YETKİSİZLİK KARARINDA YAZILDIĞI ŞEKİLDE DELİL ELDE EDİLEMEMİŞSE TAKİPSİZLİK KARARI VERME OLANAĞI BULUNDUĞU GİBİ, DOSYA İÇERİĞİNE GÖRE SANIĞIN İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI YETKİSİ ALANINA GİREN BİR EYLEMİ DE TESBİT EDİLEMEMİŞTİR.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NIN DOSYA İÇERİSİNDE BULUNAN 3 MART 1998 TARİHLİ YAZISINDA BU SANIĞIN İSTANBUL’DA YAYINLANAN YASAL DERGİLERDEKİ FAALİYETLERİNDE YASADIŞI ÖRGÜTÜN ÜYESİ VE YÖNETİCİSİ OLDUĞU DELİLİ OLAMAZ.)
Ve yine aynı Röportaj’dan, İBDA-C’deki “Cebhe” esprisi:
(Şimdi bizim en mühim meselelerimizden biri, hukuk savaşıdır; yani kanun adına yapılan kanunsuzlukları, açık olduğu yerde açık, yoruma gidildiği yerde yorumla gösterecek bir diyalektikle sergilemek... “Bunun faydası nedir?” derseniz, gaye “hukuk düzeni” adına yapılan hukuka aykırı davranışları ve düşünceleri ifşa etmekten büyük fayda olmaz derim... Bir misal vereyim... Mesela şu gazete haberi:
Bursa’da bilmem ne mahâllesinde 2 banka şubesi bombalanmış... Şimdi oraya bırakılan İBDA falan filan yazılı bir kağıttan dolayı, sen de İBDA’cı olduğuna göre, gel hesab ver... Üç aşağı beş yukarı operasyoncuların mantığı da bu!.. Şayet “kanun önünde eşitlik prensibi” geçerliyse, aynı şeyin Başbakan için de, Savcı için de geçerli olması lazım; oraya “Başbakanlık” veya “Savcılık” diye bir kağıt atarlar tamam... Misal güzel olsun diye “Milliyetçi Cebhe” vardı ya, hani “MSP-AP-MHP” nin koalisyonu, onu düşününce daha da inandırıcı; üstelik CEBHE!.. “Cebhe” deyince hemen “askeri kanat” ı anlayan savcı hikayesi... “Sen filanı tanıyorsun, filan senin emrinde, sen filanın emrindesin!” gibi rastgele suçlamalar... “Ben falanı da tanıyorum, ama her ne hikmetse pek oralı görünmüyorsunuz!” ... Eğer delilsiz ve mesnedsiz “hâl ve durum” un takdiri sözkonusu ise, bu herkes için geçerli olmalı; delilli veya delilsiz, “hâl ve durumlarına bakar bakmaz, Bakanlardan başlayarak emrindeki “görevli” lere kadar her kademede “hırsız, rüşvetçi, haraçcı” olanları hemen tanırsınız... Ama birbirleriyle alakaları dikkate alınarak bu “örgüt üyeleri” yakalanmaz!..)
1991’de ifade ettiğim, yukarıda altını çizdiğim hususlar, hem de ben o tarihten sonra, -Yayınevi’ne bakan arkadaş, eniştem Harun Yüksel, Tüccar Mehmed Fazıl, 6 ayda veya senede bir hatır sorduğumuz Hasan Ölçer gibi son derece sınırlı ve tek tek sayılır dostlarım hariç, İBDA-C sıfat ve vasfıyla görünen ne legal ve ne de illegal faaliyet gösteren hiç kimseyle temasım bile olmamasına rağmen- 1999’un sonunda tutuklanmamın ardından, bizzat Emniyet Müdürü Hasan Özdemir tarafından teyid edilmiştir... Emniyet Müdürü, Metris’te telef olduğu için küpürünü ve tarihini şu an veremeyeceğim ama gazete arşivinden temini kabil bir basına gösterme işinde, (Hürriyet gazetesi haberi), yakalanan bir takım bombalama sanıklarını “İBDA-C örgütü mensubu” diye takdimden sonra, “bunlar gece rüya görüp, sonra eylem yapıyorlar!” diyor... Bu duruma göre, ben de “örgütün başı” diye tutuklandığıma göre, Türkiye’nin herhangi bir yerinde varlığından bile haberim olmayan insanların rüyalarına girip onları örgütlüyor ve yine rüyalarına girip talimat veriyorum... Benim tutuklanma gerekçemi çelen bu ifadenin hukuk, mantık ve sıhhat şartı üzerinde durmayı size bırakıyorum; yalnız bu ifadede, benim daha önceki celsede söylediğim, “ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam!” sözünün, yani benle alakasızlığın anlamı açık... Yani, “kendinden zuhur diyalektiği” gereği, kim ne yaparsa, kendi karar verir ve yapar; Emniyet Müdürü’nün ifadesinden de belli ki, ortada İBDA-C diye yekpare bir örgüt, hiyerarşi ve organlar yok... Neticede; herhangi bir Parti veya cemaat veya Devlet teşkilatı içinde, -malum olduğu üzere polis içinde de var, Partiler içinde de var, Devletin değişik kurum ve kuruluşları içinde de var-, bir takım illegal örgütlenmelerden dolayı, (rüşvet, haraç, cinayet vesaire gibi işler), Parti’nin Başkanı, Cemaatin lideri veya Devlet’in kurum ve kuruluşunun bütün çalışanları, -hem de ortada hiyerarşi de olsa- nasıl suçlanamıyorsa, “suçun şahsiliği ilkesi” gereği ben de suçlanamam... Sorum bakidir: Böyle bir durumda, niçin bir kısım insanlar hukukun o tarafında kalırken, bir kısım insanlar hukukun bu tarafında kalıyorlar?
Gelelim sık sık vurguladığım 1991 tarihine... Geçen celsede de 1991 tarihine kadar, İBDA Cebheleri içinde silahlı mücadele veren hiçbir Cebhe’nin bulunmadığını belirtmiştim... Bu husus, polis sorgulamasında, İBDA-C’nin Cebheler hâlinde benim tarafımdan ortaya atılmış bir fikir olması meselesine nazaran özellikle önemlidir... Yani; kim ne yaparsa, hatası ve sevabı, şerefi ve mesuliyeti kendine, “kendinden zuhuru” göstersin... Nitekim 1991 tarihine kadar, bu soydan, TAVIR, KİP (Kitab Satışı ve Propaganda), yine onlara ait Fatih’te bir lokal, İHAB (İbda Haber toplama), “Gölge Sanat” dergi ve lokal teşebbüsü, Sultanahmet’te “Karar” dergisi ve lokali, “Öfke” isimli bir dergi, Ak-Doğuş dergisi vesaire çıkmıştır... Bunların hepsi, kendi inisiyatifleriyle ve gayet tabii kendi grub veya zümrelerini temsilen çıkmışlardır. Mesela benimle birlikte gözaltına alınan ve benim “yakın korumam” diye tutuklanan Sadettin Ustaosmanoğlu, geçen celsede belirttiğim gibi, 1987-1989 tarihleri arasında çıkan “Öfke” isimli dergiden, kendisini tanımaksızın, sadece ismini bildiğim birisidir. Kaldı ki, o zamanlardan tanıdığım bir takım arkadaşların ve gençlerin, velev ki herhangi bir illegal işe girişmiş bulunsunlar, bugün nice Bakan-Milletvekili ve işadamının 1980-1990’da bizzat örgüt üyesi olsalar bile suçlanamamalarına nazaran, ben hiç suçlanamam... Bu hususta, geçen celsedeki yazılı ifademin 16. maddesini, 17. maddesini, 18. maddesini ve 20. maddesini tekrar hatırlatıyorum: Yine “suçun şahsiliği ilkesi” ve “münâsib görme” bahsi... Bu arada, benim tavsiyemle kurulan ve hâlen faaliyette ve şu anda avukatlığımı yapanlardan Hasan Ölçer ve Harun Yüksel’in bulunduğu KIVAM HUKUK BÜROSU, 1989’da benim tavsiyemle kurulmuştur; o tarihten bugüne kadar geçen 11 senedir de, birlikte çalışmaktadırlar... Ve Harun Yüksel aynı zamanda eniştemdir.
Eğer benimle irtibatlandırmak istiyorsanız, kaç türlü irtibat bir arada; ve benim veya onların yapacağı bir suçtan dolayı, ben veya onlar suçlanabilir mi?
1991 tarihinin diğer ve çok önemli bir özelliği de, 1991’deki tutuklanmamın ardından, -4 ay Bayrampaşa Cezaevi’nde yattıktan sonra-, o tarihte çıkan affa da gerek kalmadan, 163. maddenin kaldırılmasından dolayı ilk celsede 6 arkadaşımla beraber bırakılmamdır... Bu husus, sözkonusu tarihten önceki bütün polis ve tabii ki savcılık ilişkilendirmelerini geçersiz kılar: Yukarıda da söylediğim gibi, 1980’den 1990’a kadarki dönemde örgütlere mensub nice insanların Bakan-Milletvekili, ve o zaman solcuyken şimdi ünlü iş adamı olan örnekleri vardır... Sözkonusu tarihten-tutuklanma tarihinden 5 ay öncesine kadar ki durumum ise, zaten bir başka DGM Savcılığı’nın Adana DGM Savcısı’na yolladığı belgeyle sabit... Hatırlatıyorum:
-(Sanık gıyabi tevkif ile aranır durumda iken HAKKINDA HERHANGİ BİR DELİL ELDE EDİLEMEDİĞİ VE SANIĞIN YAYINCILIĞINI YAPTIĞI dergileri ve örgütsel faaliyetleri İstanbul ilinde yönettiği gerekçe gösterilerek Adana DGM tarafından 11 Mayıs 1998 tarih ve 1998/44 sayılı yetkisizlik kararı ile hakkındaki dosya Başsavcılığına gönderilmiştir. ADANA DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’nın SANIĞIN HAKKINDA YETKİSİZLİK KARARINDA YAZILDIĞI ŞEKİLDE DELİL ELDE EDİLEMEMİŞSE TAKİPSİZLİK KARARI VERME OLANAĞI BULUNDUĞU GİBİ, DOSYA İÇERİĞİNE GÖRE SANIĞIN İSTANBUL DEVLET GÜVENLİK MAHKEMESİ CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI YETKİSİ ALANINA GİREN BİR EYLEMİ DE TESBİT EDİLEMEMİŞTİR.
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NIN DOSYA İÇERİSİNDE BULUNAN 3 MART 1998 TARİHLİ YAZISINDA BU SANIĞIN İSTANBUL’DA YAYINLANAN YASAL DERGİLERDEKİ FAALİYETLERİNDE YASADIŞI ÖRGÜTÜN ÜYESİ VE YÖNETİCİSİ OLDUĞU DELİLİ OLAMAZ.)