Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Allah C.C'a aşık olmak (7 Kullanıcı)

yakais

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
25 Şub 2012
Mesajlar
3,363
Tepki puanı
5
Puanları
0
Yaş
67
Öncelikle şunu ifade etmem gerekirki burada bir üye ne ise yöneticide o dur.Aramızda hiçbir farklılık gözetmeyiz.

İnsan nefsi yaratılış itibari ile arzularla donatılmıştır fakat nefis aşırılığı dilemektedir.Burada insan yaratılış itibari ile yetinebileceği ölçüyle nefsini sınırlandırmalıdır.Ölçü Kur'an ve sünnettedir.
Eğer Allah celle celalunun yap dediğini yapıyor yapma dediğini yapmıyorsak bu sınırı korumuş ve nefsimizi her konuda tatmin etmiş oluruz.
En önemlisi şunu bilmeliyizki nefis için kalıcı olan en ufak arzular geçici olan an büyük arzulardan daha doyumludur.Zira Adem as. ın aldanmasının en önemli noktası budur.Melek olup sürekli cennette kalabilme arzusu.

Yanıtınız için teşekkürler...
Adem A.S. 'ın O meyveyi yemesi zaten Allah C.C. nun dileği idi...İptila ile dolu bir izni içermekte idi...Yoksa Adem A.S. iptilaya çekilmez idi...
Adem A.S.da zuhur eden ... Allah C.C. nun Esmasının zuhurundan başka bir şey değildir...''Mükemmel yaratma ve iptilalar zincirinin başlangıç noktası...

Şeytan Lain 'in mühlet istemesi dahi Cehennemlik olma gerçekliğini ortadan kaldırmaz...
Adem A.S. ; günah ve sevabı ile KUL olma mutluluğunun simgesidir...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Harşey Allah celle celaluhunun dileğiyle olur fakat kul kesbinden sorumlu.Bu sorumluluktan dolayıdırki Adem as. cennetten kovulmuştur.Akabinde yine şeytanın yaptığı gibi şeytanı değil nefsini suçlamış ve tevbe etmiştir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
elmalılı mealinde bu şekilde geçiyordu kardeşim. yine de uyarı için teşekkür ederim bir kez daha bakacağım..

Nesefi tefsirinden alıntıdır.

Musa kavmine dedi ki: "Ey kavmim! Kuşkusuz siz buza*ğıyı ilâh edinmekle kendinize yazık ettiniz (zulmettiniz). Hemen sizi yaratan Rabbinize dönün, tevbe edin! Derhal nefsinizin kötü duygu*larını öldürün. İşte böyle yapmanız yaratan Rabbiniz katında sizin için çok daha hayırlıdır. Kaldı ki, bu sayede de Allah tevbelerinizi kabul buyurur. Şüphesiz O çok acıyan ve tevbeleri kabul edendir."
"Musa -buzağıya tapan- kavmine dedi ki:"
"Ey kavmimi Kuşkusuz siz buzağıyı ilâh —mabut— edinmekle kendinize zulmettiniz."
"Hemen sizi yaratan. Rabbinize dönün, tevbe edin." Yani her türlü eksikliklerden beri ve uzak olarak sizi yaratıp var eden Rabbinize dönün. Çünkü yaratıkları tam olarak yaratan ve var eden O'dur.
İşte âyetin bu noktasında, Yahudilerin her şeyi bilen ve her bakım*dan Hakim olan Allah'a ibadet ve kulluğu bırakıp buzağıyı ilâh edinme*leri sebebiyle bit uyan, bir itap ve azar yer almaktadır. Oysaki yüce Allah onları buzağıya tapmaktan beri kılmış, arındırmıştı. Halbuki buzağıya tapmak aptallığın, bunaklığın, anlayışsızlığın ve kabalığın ta kendisidir.
"Derhal nefsinizin kötü duygularını öldürün.'' Burada geçen, "nefsinizi (nefislerinizi) yani canlarınızı" öldürün ifade*sinden kasıt kimi yorumlara göre bu, zahiri manasına göredir ve bu da kendi canlarına kıyıp kendilerini öldürmeleridir ki, öfke ve kederden ha*yatlarına son vermek demektir. Farklı bir diğer yoruma göre ise, birbir*lerini öldürmeleri demektir. Farklı bir başka yorum da şöyledir:
"Bu, buzağıya tapmamış olanların tapanları öldürmeleri için bir emirdir. İşte bu sûrede yetmiş bin kişi öldürülmüştür." Rabbimiz devamla şöyle buyuruyor.
"İşte böyle yapmanız -tevbe edip nefsinizi veya birbirinizi öldürmeniz, masiyette ısrar etmenizden- yara*tan Rabbiniz katında sizin için çok daha hayırlıdır,"
"Kaldı ki, bu sayede de Allah tevbelerinizi kabul buyurur. Şüphesiz O, çok acıyan ve tevbeleri kabul eden*dir." Yani, ne kadar çok olursa olsun Allah tevbeleri fazlasıyla kabul bu*yuran ve günahlar da ne kadar büyük olursa olsun, acıyıp onları bağışla*yandır.
Buradaki harfi yani ilk sebep bildirir. Çün*kü zulüm, tevbe etmek için bir sebep oluşturmuştur. buradaki yani, ikincisi ise takip içindir. Çünkü, mana şöyledir.
"Tevbeye kesin karar verin (azmedin) ve böylece nefislerinizi öldü*rün. " Çünkü, yüce İsrailoğullarının tevbelerini kendilerini (nefislerini) öldürme olarak istemiştir. Üçüncü harfi ise yani, fîilindeki ise mahzuf olan bir şarta bağlıdır. Sanki burada şöyle der gibidir:
"Eğer bunu yaparsanız, muhakkak Allah tevbenizi kabul eder,"
 

yakais

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
25 Şub 2012
Mesajlar
3,363
Tepki puanı
5
Puanları
0
Yaş
67
Birde şöyle düşünelim mi?

Şeytan Lain itaatsizlik etti...Kibirlendi...Kovuldu...Mühlet istedi ve Mühlet verilenlerden oldu...Halende itaatsizliği devam etmekte olup ;Cehennem ehli olmayı hak etti...

Adem A.S. itaatsizlik etti ...Cennetten çıkarıldı...Yeryüzüne indi...Yaptığından pişman oldu...ve Allah C.C. na suçu Nefsinden işlediğini arz etti ve af diledi...Af edilen oldu...Cennet ehli oldu...

Sonuçta Nefis bir sigorta görevi yapmaktadır...Hata İnsan içindir ama af dilemekte KUL olan ...İNSAN içindir.

Nefis bir iptila aracı olup helal ve hak üzere hareket ettirilirse ne mutlu ...Yoksa ziyan edenlerden olunur...
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Cenabı Hak, Hz Adem a.s'ı madem dünyaya gönderecekdi neden cennetine alıp imtihana tabi tuttu, imtihansız gönderemezmiydi hem imtihana tabi tuttu peki neden yüzlerce yıldır Hz Adem ile Hz Havvayı birbirlerinden ayırdı?

Bu Allahın adaletine nasıl sığıyor diye soruldu



Üstadımız bu sualin bir kısmına 12. Mektubda cevap vermiş:

BİRİNCİ SUALİNİZ: Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracı ve bir kısım benî-âdemin Cehennem’e idhali ne hikmete mebnîdir?

Elcevab: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennet’te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı kat’edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malûm günahla Cennet’ten ihraç edildi. Demek Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da Cehennem’e idhalleri, haktır ve adalettir.


Üstadımız Hz. Ademin ruhunda ve neslinin bütün ferdlerinde hadsiz istidat ve kabiliyetlerin özellikle irade ve ihtiyarını kullanarak açılması için, bu dünyaya gönderdiğini ifade ediyor. Zaten eğer Cennette kalsaydı bizler doğmazdık. Çünki Cennet tenasül, üreme yeri değildir.

Hatta bir Veli Zat Hz. Adem için der ki: Ne iyi ettin ki o günahı işledin. Bize de Cennete gidebilme, Rabbimizin Cemaline görebilme kapısı açıldı.

İnsanın terakkisi ancak rakiple ve imtihan ile olur. Yoksa bütün esma-sıfat ve şuunatın çekirdeklerini taşıyan insanda o özellikler açığa çıkmaz ve gizli kalırdı.

Hz. Muhammed ASM. tezahür etmeyecekti. Onun Zatı ile bütün Kainat namına marifet, muhabbet, ubudiyetin bütün enva ve çeşitleriyle, bütün istidat, bütün letaif ve azalarıyla, adeta bütün kainatı içine alıp, ubudiyet reisi olarak, Rububiyet reisinin karşısına çıkamayacaktı. Bütün esma-sıfat ve şuunatın bütün mertebeleri bir derece gizli kalacaktı.

Bir şeyin kıymet ve ehemmiyeti, bizzat o şahıs tarafından ve zahmet, meşakkat ve sıkıntılara rağmen kazanılmasına bakar. Kolaylıkla ve zahmetsiz kazanılan hiç bir şeyin kıymeti ve ehemmiyeti anlaşılmaz. Bu her iki taraf için de, böyledir.

Hz. Adem ile Havvanın ayrı tutulmalarının çok hikmetleri vardır. İlk hatıra gelen, yasak meyveyi yemekle yaptıkları zulmün cezasıdır. Umumi bir kaidedir ki: Zulüm devam etmediği için cezası dünyada verilir. Küfür devam edip, ancak ölümle bittiği için, küfrün cezası Ahirette verilir.

Yapılan zulüm şahsa bakınca küçük görünmekle beraber, Allaha baktığında çok büyük görünür.

İnsan çok sevdiği birisinden ayrılınca, her an onu düşünür. Bu da Adem as.ı ve Havva Validemizi devamlı tevbe ve istiğfara sevk etmiş. Bu can-hıraş pişmanlık halleri vücudlarında bulunan nesillerin programına belki sirayet ettirmek içindi.

Şeytana adavetlerinin artması, rekabetin büyümesi, onun isteklerinin tersinin yapılmasının temini içindi.

Az bir lezzetin ne kadar büyük elemleri netice verdiğini göstermek ile, fani dünya lezzetleri yüzünden, ebedi bir saadetin kaçırılmaması gerektiğine hem onlara hem bütün asırlara bir ders olması içindi...

Allah istese Cennetten imtihansızda çıkarabilirdi. Ama Hakim ismi muktezasıyla, sebepsiz iş yapmıyor. Şeytanla aralarına kıyamete kadar sürecek bir rekabet koyuyor. Büyük bir nimetin içinden zindana düşen insan tekrar o nimete kavuşmak için her türlü fedakarlığı ve gayreti gösterir. Cenneti hakkalyakin bilince, dünyada ne zahmet olsa, oranın muhabbetiyle katlanıyor. Dünyaya düşüşünün kendi kusuru olduğunu bilmesi ancak imtihanla olurdu. Allah seni yoktan Cennete koymuş. Oranın kıymetini bilememişsin. Kabahat senin ve kendini afvettirmen lazım. O zaman Allahı razı etmenin, afv olup, kendini temizlemenin yolları ancak böyle aranabilirdi. İstidatların açılmasının başlangıcı için lazım olan bir mana idi.

Bunlar bizim sönük aklımıza görünen manalar olmakla beraber Rabbimizin ulvi, nurani, hikmetli ve bizim anlayamayacağımız çok külli gaye ve maksadları vardır.

Bazı manalar insana ancak teslimiyetle açılır.


İMAN TEVHİDİ, TEVHİD TESLİMİ, TESLİM TEVEKKÜLÜ, TEVEKKÜL SAADET-İ DAREYNİ İKTİZA EDER.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,637
Tepki puanı
1,009
Puanları
113
Yaş
67
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Neden Allah korkusu sorusunun cevabı Hz. Adem’de saklıdır

Çoğu insan “neden Allah’tan korkmamız gerekiyor, sadece sevmek yeterli değil mi” sorusunu sorar.
Kimileri de “neden Allah insanları doğrudan cennete ya da cehenneme koymuyor, neden dünyada yaşayıp sonra gidiyoruz” sorusunu sorar. Bütün bu soruların cevabı Hz. Adem’de saklıdır.
Biliyorsunuz Hz. Adem’i ve eşini Allah cennette yaratmıştır.
Hz. Adem ve Hz. Havva gözlerini sonsuz cennet nimetleri ve cennet bahçelerinin içinde açmışlardır.
Her istedikleri anında gözlerinin önünde yaratılır, canlarının çektiği meyveler, harika sofralar, altından ırmaklar akan köşkler, diledikleri her şeye sahiptiler. Allah sadece bir ağaca yaklaşmamalarını emretti. Fakat şeytan sonsuzluğa kavuşma vaadiyle onları saptırdı. Hâlbuki onlar cennette zaten sonsuzluğa kavuşmuşlardı…

Ve dedik ki: "Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
(Bakara Suresi, 35)

Sonunda şeytan ona vesvese verdi; dedi ki: "Sana sonsuzluk ağacını ve yok olmayacak bir mülkü haber vereyim mi?"
Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. Adem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp-kaldı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti. Dedi ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak, hepiniz ordan inin. Artık size Benden bir yol gösterici gelecektir; kim Benim hidayetime uyarsa artık o şaşırıp sapmaz ve mutsuz olmaz."
(Taha Suresi, 120-123)

Hz. Adem ve eşi şeytanı dinleyerek Allah’ın yasakladığı ağaca yaklaşmalarının karşılığında cennetten çıkarıldılar. Bunu yapmalarının nedeni Allah korkusunu bilmemeleriydi. Nefislerini hiç eğitmeden cennette yaşamalarıydı. Sonsuz cennet nimetlerine, dünyanın zorluklarından geçmeden, sıkıntı nedir bilmeden direk kavuşmalarıydı. Bu yüzden ellerindeki olağanüstü nimetin tam olarak farkına varamadılar. Bütün bunları kaybettiklerinde, dünyaya gönderildiklerinde gerçekten çok büyük bir nimetin ellerinden alındığını anladılar. Hz. Adem cennette ne acıkıyor, ne susuyor, ne hastalanıyordu. Oysa dünya hayatı cennetten çok farklıydı. Hz. Adem’in vücudunda oluşan doğal ihtiyaçları gördüğünde üzüntüsünden ağladığı rivayet edilir. Hz. Adem dünyada binbir zorlukla karşılaştı. Hastalıklarla, çilelerle, sıkıntılarla karşılaştı. Cennette hastalık nedir, zorluk nedir hiç bilmeden sonsuz bir mutluluk içinde yaşıyordu. Dünyada yaşadığı süre boyunca Allah korkusuyla nefsini eğitti, birçok zorluğun üstesinden sabırla ve tevekkülle geldi. Allah yolunda ölene kadar çaba sarf etti ve sonunda tekrar cennete kavuştu. Tekrar cennete girdiğinde cennetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu çok ama çok iyi biliyordu. Allah korkusunu ve Allah sevgisini kalbinde çok derin bir şekilde hissediyordu. Bütün bunları dilerse Allah’ın bir anda çekip alacağını biliyordu. Cennette hastalanmadan, acıkmadan, üşümeden, hiç zorluk çekmeden yaşamanın kıymetini biliyordu. Artık onu şeytanın bir daha kandırması asla mümkün değildi. Hz. Adem kıssası tüm insanların neden önce dünyada eğitildiklerini işte böyle çok güzel açıklar. Bir insanı hiç zorluk çekmeden nimetlerle donatırsanız, imani derinliği ve Allah korkusu olmadığı taktirde o insan bu nimetlerin değerini bilemeyecektir. Ama dünyada her gün bin bir zorlukla karşılaşıp bunları imanıyla yenen ve sabreden insan cennete kavuştuğunda sevincinden yerinde duramayacak, her gördüğü nimette durmadan sürekli bunları kendisine veren Rabbine şükredecektir…

Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir.
(İnsan Suresi, 11)
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,637
Tepki puanı
1,009
Puanları
113
Yaş
67
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Allah Korkusu ve Sevgisi
allah2.png

M. Ali KAYA
Din duygusu insan kalbinde bulunan “Allah korkusu”dur. Allah’tan korkmayı içine alan ve Allah’ın yasaklarından kaçınmayı gerektiren “Takva” dinin gereği ve özüdür. Tüm peygamberler ve bilhassa bizim peygamberimiz (sav) insanlara Allah’tan korkmayı tavsiye etmişlerdir.[/B] Allah’ı sevmek iddiası boş bir iddiadır. Zira insan ancak beşerî ilişkilerde “sevgi” unsurunu kullanabilir. Allah’ı sevmek bununla karıştırılırsa bu Allah’ın izzetine ve azametine uygun düşmediği için kişi mecazi aşklar gibi Allah’a aşık olması düşünülemez. Bu durumda Allah’ı sevmek emrine ve elçisine itaat şeklinde olabilir. Bir padişahı seven ona “aşık olma” iddiası ile değil, ona her durumda itaat etmesi ve rızasını kazanmaya çalışması şeklinde bunu gösterir. Bu nedenle yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Şayet Allah’ı seviyorsanız, sevme iddiasında bulunuyorsanız peygamberine itaat ediniz ki Allah da sizi sevsin” (Âl-i İmran, 3:31) ferman ederek peygambere itaat olmadığı zaman sevgi iddiasının yalandan ibaret olduğunu ifade etmektedir.
Allah sevgisini ifade eden “Muhabbetullah” ancak Allah’ı tanımak demek olan “Marifetullah”tan sonradır. Marifetullah ise “Allah’a ve Resulüne itaatten” sonradır. İtaatin olmadığı yerde muhabbetullah iddiası şeytanın aldatmasından ibarettir. Nitekim yüce Allah “Şeytan Allah konusunda sizleri aldatmasın” buyurarak, Yahudi ve Hristiyanların “Bizler Allah’ın sevgilileri ve oğullarıyız” (Mâide, 5:18) “Biz Allah’ı seviyoruz, Allah da bizi seviyor, hal böyle olunda Allah sevdiklerini cehennemde yakmaz”(Bakara, 2:111) buyurarak günah işlemeye cesaret bulur ve nefsini arzularından geri çevirmez her türlü günahı işlemekten geri durmazlar. Henüz buluğ çağına gelmeyen çocuklara Allah konusunda bilgi verirken elbette azap eden ve cehenneme insanlar dolduran bir Allah inancı anlatılmamalıdır. Allah’ın rahmeti ve nimetleri daha çoktur ve bunların anlatılması, her şeyin Allah’ın nimeti olduğunu ve mün’im-i hakikinin Allah olduğunu anlatmak gerekir. Bu onların kalbinde ve gönlünde Allah’a karşı bir sevgi oluşturur. Ancak bu işin bir yönüdür. Diğer yönü de Allah’ın kâfirlere ve isyankârlara azap etmesidir. Allah mü’min ve muvahhitleri sever, kâfir ve münafıklardan, zalimlerden ve fasıklardan intikamını alır. Allah’ın celal ve gadabı da bunu gerektirir. Allah’ın nimetleri ne derece çok ise azabı ve kahrı da o derece fazladır. Her ikisini de dengeli bir şekilde anlatmak ve öğretmek gerekir. İnsan kalbinde bulunan “Sevgi ve Korku” her ikisi de Allah’a yönelmeli ve kalbin derununa “Muhabbetullah” ve “Haşyetullah” şeklinde yerleşmesi gerekir. işte bu durumda “Takva” kalbde yerleşmiş olur. O insan da günahlardan sakınarak tam bir “müttaki” olur. Allah korkusunun ve sevgisinin ölçüsü itaattir. Allah korkusu kişiyi günahlardan uzaklaştırırken, Allah sevgisi de ibadete ve itaate sevk eder ve etmelidir. Bu ikisi bulunmazsa kişinin Allah sevgisi ve kokusu boş bir iddiadan ibaret kalır. Bu konuda şaşmaz ölçü “İtaat ve ibadettir.” Zira korkunun alameti günahlardan sakınmak, sevginin alameti ise ibadete yönelmektir. Kul Allah’ı niçin sever?
Sevginin kaynağı “kemal, cemal ve ihsandır.” Mükemmel olan her şey sevgiye layıktır. Bir şey ne kadar mükemmel ise insan ona meftun olur, kemalini gördükçe ona olan sevgisi de artar. Güzellik de kalben sevilen bir sıfattır
. Bir şey ya bizzat güzeldir veya sonuçları itibarıyla güzeldir. İnsanın güzel olan şeylere karşı muhabbeti vardır. Ondaki güzellik ne derece mükemmel ise sevgi de o derece fazlalaşır. Sonunda hayran olmaya kadar gider. Yine bir şeyin sonunun güzel olduğunu bilirse ona kavuşmak için çekilen sıkıntı ve meşakkati de insan sevmeye başlar. Sonunda başarı olan çalışma ve yorgunluğu sevmek ve sabırla buna devam etmek bunun içindir. İhsan ise bizzat sevilir. Zira “insan ihsanın ve kendisine iyilik yapanın kölesidir.” Herkes kendisine karşılıksız vereni ve yardımcı olanı sever, insan olarak yapılan iyiliğin ve ihsanın altında kalmak ve ezilmek istemez. Mutlaka o da kendisine ihsan ve ikramda bulunana bir şeyler yapmak ister. İşte insan Allah’ın kemalini, cemalini ve ihsanını gördükçe ve anladıkça ona olan sevgisi artar. Bu nedenle muallimlerin ve vaizlerin sohbet ve öğretilerinde Allah’ın kemalinden, cemalinden ve ihsanından çokça bahsetmeleri gerekir. Kişi neden Allah’tan korkmalıdır?
Allah sonsuz celal, azamet ve kudret sahibidir. Azamet ve büyüklük, kudret ve celal kalplerde korku meydana getirir. Bu nedenledir ki insan depremden, yelden ve selden korkar. Çünkü bunlar Allah’ın kahr ve azabının hafif bir tecellisidir. Aynı şekilde kendisini zehirleyecek olan yılandan ve parçalayacak olan aslandan kokar. Bunlar da Allah’ın kahr ve azabının küçük bir tecellisidir. Aynı şekilde insan ölümden ve cehennemden korkar, zira bunlar da Allah’ın kahrının tecellisidir. Hayat cemalinin tezahürü olduğu gibi ölüm de kahrının tecellisidir. İnsanın Allah’tan korkması kahrın, azabın, cezanın ve insana zarar veren bütün şerlerin Allah’tan geldiğini ve onun emir ve iradesi ile olduğunu bilmesinden kaynaklanır. Lütuf ve ihsan Allah’tan olduğu gibi bunun zıddı olan kahr ve azap da Allah’tandır. Öyle ise kişi Allah’ın kahrına ve azabına uğramaması için korkarak günahlardan sakınması gerekir. Zira mükâfatın vesilesi itaat ve ibadet olduğu gibi, kahrın ve azabın vesilesi, sebebi ve celp edicisi de günahlar ve isyanlardır. Bu nedenle Allah’tan korkmak aklın, vicdanın ve dinin gereğidir. İnsanın itaat ve iyilikte bulunması, hayra ve ibadete yönelmesi ancak Allah’ın azabından ve ikabından korkarak günahlardan sakınması iledir. Şerden ve günahtan kaçmadan hayra yönelmek mümkün değildir. Bunun için peygamberimiz (sav) “Hikmetin başı Allah korkusudur” (Münavi, Feyzu’l-Kadir, 3:547) buyurmuşlardır. Yüce Allah Kendisinden Korkmamızı İster:
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Şayet inanıyorsanız düşmandan, mahlukattan değil benden korkun!” (Âl-i İmran, 3:175) buyurur. Ayrıca Allah’ı bilen ve tanıyanların Allah’tan daha çok korkacaklarını ifade etmek için “Allah’ın kulları içinde gereği gibi Allah’tan korkanların ancak alimler olduğunu” (Fatır, 35:28) açıkça ifade eder. İnsanın Allah’ı sevmesi aşığın maşuğunu sevmesi ve Allah’tan korkması padişahtan korkması şeklinde değildir ve böyle anlaşılmamalıdır. Allah sevgisi olan muhabbetullah kulun Allah’a itaati ve mahlukata şefkatle muamele etmesi şeklindedir. Böyle bir arif “yaratılanı yaratandan dolayı sever ve onlara şefkatle muamele eder, değerini ve kıymetini biler, israfa ve zulme yönelmez. Muhabbetullahın ölçüsü budur. Aynı şekilde Allah korkusu da günahlardan sakınmak ve ibadete yönelmek şeklindedir. Bu korkuya “Haşyetullah” denir. Haşyet, içerisinde kuru bir korku barındırmayan, mahlukattan korkmaya ve kaçmaya benzemeyen, kişiyi Allah’a yaklaştırmaya, azamet ve kudretine hayran olmaya sevk eden, Allah’tan uzaklaştırmayan ve yakınlaştıran bir korkudur. Bir kısım ârifler bu korkuyu çocuğun annesinin tokatlarından kaçarak yine şefkatli sinesine sığınmasına benzetirler. Allah korkusunun alameti ve gereği Allah’a itaat ve günahlardan kaçınmadır. Bu nedenle peygamberimiz (sav) “İsmet” sıfatına dikkatimizi çekerek “Allah’tan en çok korkanınız benim!” buyurmuşlar ve “Ben hem namaz kılarım, hem gece uyurum. Hem oruç tutarım hem de iftar ederim. Kadınlarla da evlenirim. Bedeninizin üzerinizde hakkı vardır, eşlerinizin üzerinizde hakkı vardır” (Ebu Davud, Salat, 317) buyurarak Allah korkusunun dengeli bir şekilde ihkak-ı hak etmek, her hak sahibine hakkını vererek adalet ve hakkaniyeti gözetmek, birini yaparken diğerini ihmal etmemek şeklinde ümmetine ders vermiştir. Mü’minlerin Allah korkusu nasıl olmalıdır?
Mü’minlerin imana dayanan Allah korkusu farklıdır ve itaati gerekli kılar. Bu nedenle yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “İman edenlerin Allah’a olan sevgisi müşriklerin kendilerine ilah edindikleri şeylere olan sevgisinden daha fazladır” (Bakara, 2:165) buyurur. Mü’minlerin sevgisi iddiadan öte itaate ve amele dayanan bir sevgidir. Muhabbetullah ancak “Marifetullah” sırrına eren havas tabakasının anlayacağı ve yanlış yorumlamayacağı bir makam olduğu ve avam sevgiyi daha çok “mecazi sevgi” “mecazi aşk” ola mahlukata olan sevgi ile karıştıracakları için peygamberimiz (sav) sabah akşam namazlardan sonra okumayı teşvik ettiği Haşr Suresinin son ayetlerinde yüce Allah şöyle buyurur: “Ey İman edenler! Allah’tan korkun! Herkes yarın için ne gönderdiğine baksın. Allah’tan korkun! Muhakkak ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır” (Haşr, 59:18) buyurarak halkın Allah’tan korkmasını ve günahlardan sakınmalarını öğütler. Yüce Allah yine Teğabün Suresinde “Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin ve itaat edin, kendi hayrınız ve menfaatiniz için infak edin. Kim nefsini cimrilikten korursa onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir” (Tegabün, 64:16) buyurarak emrolunan şeylerde gücün yettiği kadar itaatle mükellef olan insan, yasaklanan şeylerde ise kesinlikle uzak duracaktır. Haramlardan kaçmaya gücüm yetmiyor” şeklinde bir bahane olamaz. Sonuçta haramı yapmamak bir güç ve fiil istemez. Emredilenleri ise insan ancak gücü nispetinde yapabilir; zira yapmak fiili bir çabayı ve gücü gerektirir. Bu nedenle peygamberimiz (sav) “Size emrettiğim hususlarda gücünüz yettiğince itaat ediniz. Yasakladığım hususlarda ise kesinlikle kaçınınız” (Buhari, İ’tisam, 2; Müslim, Fedail, 130; Hac, 412; İbn-i Mâce, Menâsik, 2) buyurmuşlardır. Sonuç olarak: Allah’ın celali ve cemâlî isimleri ve bu iki silsileyi takip eden celâlî ve cemâlî tecellileri vardır. Bu iki tecelli havf ve reca, ümit ve korku, muhabbet ve haşyet şeklinde tezahür etmektedir. Bu iki dengeyi korumak gerekir. Allah sevgisi ve korkusu kuşun uçmasını sağlayan iki kanat gibidir. Yerine göre ikisini de ihmal etmemek gerekir. Dengeli bir şekilde devam ettirmek “sırat köprüsünü geçmek” gibidir. Sonuçta cennet ve cehennem şeklinde tecelli edecektir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt