Kâbe
Kâbe, mü’minlerin kalbinin müşterek attığı bir mihrap ve “İnsanlar için vaz’edilen ilk ev...” takdir ve tebciliyle yüceltilmiş ilk mâbeddir.
Temeli, yeryüzünde henüz harcın, taşın, tuğlanın bilinmediği bir dönemde gökler ötesi âlemlerde plânlandı ve durulardan duru bir Nebi’nin eliyle gerçekleştirildi. Oturduğu zeminin o işe tahsisi, Âdem Nebi’nin yeryüzüne teşrifinden yıllar ve yıllar önce kararlaştırılmıştı.
Öyle ki, bir gün melekler Hazreti Âdem’le karşılaştıklarında “Sen var edilmeden evvel bizler defaatle Kâbe’yi tavaf ettik.” diyeceklerdir. Tufandan sonra “Hatırla o zamanı ki, İbrahim ve İsmail (as) Kâbe’nin temellerini yükseltti ve şöyle dediler: Ey Rabbimiz, bizden bu hayırlı işi kabul buyur!” ilâhî beyanıyla, peygamberler babası Hazreti İbrahim ve onun oğlu İsmail (as) dümdüz olmuş Kâbe arsası üzerinde onu yeniden inşa ettiler.
Arzın merkezinden “Sidretü’l-Müntehâ”ya kadar ins, cin ve meleğin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir amûd-i nuranînin (nurdan sütun) yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Kâbe, her lâhza görünür görünmez milyarlarca temiz ruhun, harîmine can atıp vuslat aradığı öyle eşi-menendi olmayan bir binadır ki, kıymeti semalara eşittir dense sezâdır.. zaten o, gökte ve yerde Allah’ın evi mânâsına “Beytullah” olarak yâd edilmektedir.
Her yıl ehli iman, dünyanın dört bir yanından, uçak, vapur ve otomobillerle onun yumuşak, yemyeşil ve ötelere açık sıcak iklimine koşar ve daha yolun başında bütün günlük endişe ve telaşlardan sıyrılarak, sırtındaki sade, temiz ve beyaz urbalarıyla tarifi imkânsız bir imrendiriciliğe ulaşır ve âdeta meleklerle atbaşı hâle gelir.
Bu kutlu yolculukta az çok hemen herkes, bambaşka bir âlemin sahillerinde farklı bir dünyaya doğru yol aldığını duyar gibi olur ve bütün seyahat esnasında hep hayret kuşaklarında dolaşır durur.. kâh ulu bir çınarın duruşu gibi vakarlı, kâh bir korunun sükûtunu andırır mahiyette heybetli ve kâh bir denizin ürperticiliğini hatırlatır şekilde azametli.. ama mutlaka samimî ve ihlâslı.
Kâbe yolları oldukça uzun, mesafeler de insafsızdır. Tasavvuf yolunun seyr u sülûku, tasfiyenin çilesi, Cennet çevresinin tepeleri, Cehennem civarının çukurları gibi, bu mübarek seferin de bir kısım sıkıntıları vardır; ama bunlar, ruhî gerilimin daha da artması ve iç hazırlığın tamamlanması için şarttır. Bu uzun yolculukta herkes derecesine göre kendini hazırlar.. dolabildiğince dolar.. gerilir ve büyük bir birikimle gider oraya ulaşır.
Bu mübarek yolculuk, eski zamanlarda, atlarla, develerle yapılırdı. O devirde hacılar, Kâbe’ye varıncaya kadar yüzlerce makam, yüzlerce merkade uğrar.. enbiyâ-i izâmın yaşadığı yerleri ziyaret eder; hayalen onlarla buluşur-görüşür.. evliyâ ve asfiyânın meclislerine koşar, onların aydınlık ikliminden ışık alır ve bu masmavi, mânâ dolu yollarda yüzüyor gibi yolculuk yapar.. bir güzellik, bir şiir, bir romantizm banyosu almışçasına ruhunun gücüyle silâhlanır, mânâ âlemlerinden gelecek vâridâtı duymaya hazır hâle gelir ve sonra da gidip Hak kapısının tokmağına dokunurlardı...
Evet, bütün bir yol boyu görüp duydukları şeylerden, kalblerinde, ruhlarında hâsıl olan en derin seziş ve duyuş kabiliyetleriyle gidip Kâbe’ye ulaştıklarında, onu, başı gökler ötesi âlemlere uzanmış; oradan ziyaretçilerine bakıyor ve için için bir iştiyakla onları bekliyor bulur ve şiddetli bir vuslat arzusuyla kendilerini onun kucağına atarlardı. Evet, onun vakarlı bir yüze benzeyen cephesini ve bu nurlu çehrenin çevresinde mermerlere akseden gölgesini..
göklere doğru uzayıp giden mânâsını, etrafa ışık yağdıran atmosferini gören her gönül, kendince bir şeyler duymaya, bu derin simanın arkasındaki mânâları sezmeye ve bu mübarek yolculuğa sebep teşkil eden gayedeki hazzı, en derin bir ibadet neşvesi içinde tanımaya başlar ve zevklerin en erişilmezine ererdi/erer...
Kâbe;
bulunduğu noktaya o kadar uygundur ki, ona dikkatlice bakan herkes, bulunduğu yerle onun ruh ve mânâsı arasındaki sımsıkı râbıtayı hemen sezebilir. Sanki o, hariçten getirilmiş rastgele malzeme ile yapılmamış da, yerden fışkırıp çıkmış veya gökte melekler tarafından inşa edilip bilâhare yeryüzüne indirilmiş gibidir. O, yanı başındaki, yanmış kavrulmuş, büyük-küçük, dağ-tepe ve taş yığınları arasında, bir zikir halkasındaki serzâkire benzer. Çevresindeki her şey onun iniltileriyle inler, onunla yukarılara el kaldırır ve sonra da sessiz onu dinlemeye koyulur.
Kâbe, dost mahremiyetine açık bir haremlik, çevresi ise ağyâra da açık bir selâmlık; Safâ-Merve, hakikat semasını temâşâ için hazırlanmış birer kameriye; Makam-ı İbrahim, ötelere yükselten nurlu bir merdiven; Zemzem kuyusu da bu aşk meclisinde bir sâkî gibidir. Bunların bütünü aşk yolcusunu birden selâmlayınca, insan âdeta uhrevîleşir, ruhuna açılan pencerelerle “melekût âlemi”ni temâşâya başlar ve bütün bütün insan muhayyilesi öyle geniş ufuklara yelken açar ki, bir adım daha atsa kendini ötelerin hülyalı mavilikleri içine girecekmiş gibi sanır...
Kâbe, yeryüzü binalarındandır ve gerekli materyal de kendi çevresinden tedarik edilerek inşa edilmiştir; ama sanki o, amâ’nın1 bağrında kök salıp gelişmiş ve bütün varlığın esrarını ruhunda taşıyan bir nilüfer gibidir; hem arzla hem de semasıyla doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı bir alâkasının var olduğu sezilir. O, geçmiş bütün devirlerden değişik çizgilerle en asil, en soylu, en eski bir tarihî pırlanta ve aynı zamanda değerini kat kat artırarak hep yeni kalabilmiş atik ve antik bir binadır; Hazreti Âdem, sulbünden gelen bütün nesillerin ruh, karakter ve mizaçlarında en önemli bir kaynak olduğu gibi; Kâbe de yeryüzünde bina ve inşaat vak’asının ruh, mânâ ve muhtevasını taşıyan sırlı bir evdir.
Onun hariminde her zaman, Cennetlerden esip gelen ve hakikate açık gönüllere dolan bayıltıcı, Firdevsî kokular duyulur. Her an dünyanın dört bir yanından koşup ona gelenler, onu gördükleri andan itibaren kendilerinden geçer ve bu umumî mihrabın etrafında, ışığın çevresinde raks eden kelebekler gibi pervaz eder durur ve bütün ışıkların hakikî kaynağıyla daha yakından temas yollarını araştırırlar. Kendinden geçmiş gönül erlerinin tavafı, zahiren Kâbe’nin çevresinde olmaktadır; hakikatte ise, bu deveran, kalbe dayalı nurdan bir helezon içinde mekânsızlıkta cereyan etmektedir.
Onun iklimine ulaşan ve onunla buluşan âşık ruhlar, zaten özlerinde mevcut olan o yüksek düşünce ve tasavvurlarda daha da derinleşerek onun büyüsünü daha da bir başka duymaya başlarlar.
Böylelerinin nazarında Kâbe, Hak katındaki yeri, insanlar nazarındaki mânâsı, ruhu, özü ve değerleriyle onlara şiir söyleyen, nasihat eden, ders veren bir üstad hâlini alır ve onların ruhlarına sürekli bir şeyler fısıldar.
Kâbe çevresinde, her vazife ve mükellefiyetin kendine göre bir büyüsü vardır. Ve imanlı sinelerin, büyünün tesirinde kalmamaları da düşünülemez. Her lâhza onun çevresinde dönen, zaman zaman büyüyen ve büyüdükçe bir sel hâlini alıp o mübarek mekânın her yanını dolduran tavaftaki ruhlar; o çağlayan içinde duydukları heyecan ve cezbe ile kendilerini bütün bütün unutur, ledünnî ve ruhanî bir başka âleme uyanırlar. Orada, her söz, her dua ve her yakarışta kendi aşk ve iştiyaklarının dile getirildiğini hisseder, kalblerdeki en mahrem duyguların, duyulmadık en mahrem kelimelerle seslendirildiğine şahit olur ve bütün ömür boyu, buradaki ses, ışık ve mûsıkîyle bütünleşen hislerle, en erişilmez hazları, en ölümsüz hatıralar içinde elde ederler.
Ravza
Ravza, bize dünyada bulunmanın ruhunu duyuran biricik binadır. Bu mübarek bina ile münasebet ve kalbî alâkalarımız bizde öyle kudsî heyecanlar hâsıl eder ki, onu düşünüp, onun hakkında bir şeyler söylerken, sanki iffetiyle tanıdığımız bir namus âbidesini anlatıyor gibi yanlışın en küçüğüne dahi düşmeyelim diye korkar ve tir tir titreriz.
Onun aydınlık semtine dehalet eden her ruh, vicdanının derinliklerinde, Nâbi’nin:
“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-u Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.”
na’tının yankılandığını duyar ve irkilir.
Mekke, beşer tarihi boyunca bir kısım kısa aralıkların istisnasıyla, hep insanlığın mihrabı olmuştur. Mekke’nin bu hususiyeti Kâbe’den ötürüdür. Ve bu yönüyle de Kâbe, mihraplar mihrabıdır. Bu muhteşem mihrabın bir de minberi vardır ki –Sahibine vücudumuzun zerrâtı adedince salât ü selâm olsun– o da Cennet bahçelerinden daha temiz olan Ravza-i Tâhire’dir.
Bahçe mânâsına gelen Ravza, inanmış insanların mukaddes şeylere karşı duydukları alâka, bu alâkadan kaynaklanan duygu, düşünce ve tasavvurların sürekli değişen telakkilerle, sanat-mâbed-metâf-ı kudsiyân2 mülâhazaları içinde öteden beri, bir çeper ve bir surla sınırlandırılmaya çalışılmış bir “Hazîrat’ül-kuds”tür.3
Bu mübarek mekân, hürmet hissi ve sanat telakkisiyle defaatle zarf değiştirmiş.. dış nakışlarıyla tekrar ber tekrar oynanmış; ama kat’iyen gönüller âlemiyle alâkalı ruh ve mânâsına ilişilmemiş ve ilişilememiştir.
Sahibinin ruhuna doğru parçalanmış sineler gibi aralanan kapılar veya onun ruhundan insanlığa açılan menfezlerin çokluğu gibi, Ravza-i Tâhire’nin de pek çok kapısı vardır.
Bu kapılar arasında en namlısı da şâir Nâbî merhûmun:
“Felekde mâh-ı nev Bâbüsselâm’ın sîne-çâkidir.”
sözüyle anlattığı “Bâbüsselâm” (Selâm Kapısı)’dır. Selâm verip bu kutlu kapıdan içeriye girenler, iki adım ötede Gönüllerin Efendisi’yle karşılaşacakmış gibi bir ruh hâleti hissederler. Hisseder ve âdeta kendilerini bir kısım farklı esintilere salmış gibi olurlar.
Peygamber huzurunda bulunmanın vakar, ciddiyet ve temkiniyle, namaz kılan, dua eden, salât ü selâm okuyan Hak âşığı gönül erlerinin safları arasında, tıpkı nurlu bir koridorda yürüyor gibi, ışık alarak, aşk u şevkle dolarak Muvâcehe’ye4 doğru ilerleyen uyanık bir insan, her adım başı, akla-hayale gelmedik sürprizlerle karşılaşacağı hissiyle ilerler. Hele Muvâcehe, hele Muvâcehe...
Oraya ulaşan nezih ruhlar, artık gözleri hiçbir şey görmüyor gibi, sadece O’nu anar ve inler, sadece O’nun hayal ve misaliyle teselli olurlar. Hele bir de, daha önceden hazırlanmış ve hayalinde birkaç defa o eşiğe baş koyup vicdanının derinliği ve gönlünün sınırsızlığıyla oraya varmışsa.. doğrusu öyle bir tabloyu tasvir için sözün nutku tutulur ve beyan, aczini ifadeden başka kelime bulamaz...
İnsan, daha çok hüzünle gülümseyen bir yüze benzeteceği, mübarek Merkad’in kıble cihetindeki sütrenin önüne varınca, ümit ve emel heyecanıyla çırpınıp duran yüzlerce âşık ruhla karşılaşır. Bu alabildiğine yeşil ve sihirli nur iklimi, derecesine göre hemen herkese, bir başka âlemin kapısının önünde bulunma hissini verir. Öyle ki, Muvâcehe’ye ulaşan her âşık ruh, bir iki kadem ötede sevgilisiyle buluşacakmış gibi his ve heyecanla köpürür ve vicdanında aşk u şevkin kalem ve mürekkep görmemiş besteleri duyulmaya başlar..
derken, o altın iklimin sesleri, sözleri, görüntüleri bin bir tedaî5 ile onun bütün benliğini sarar ve onu zaman üstü sırlı bir kuşağa çeker götürür. Bu kuşağa ulaşan herkes, bugünü dünle, dünü de Dost’un ışık çağıyla bir arada idrak eder ve onun meclisinden sızıp gelen en mahrem fısıltıları duyar ve kendinden geçer...
Ravza-i Tâhire karşısında hayat, hep bir hülya ve rüya gibi yaşanır. Bütün bütün ona sırtını dönmeyen hemen her ruh, onun elinden aşk şarabı içmiş, mest olup kendinden geçmiş gibi, bir türlü bu sihirli âlemden ayrılmak istemez. Burada fikirler durur, ruhlar duyguların tesirine girer ve bütün gönülleri bir vuslat arzusu sarar. Burada, insanın içinde birer çiçek gibi açan mahrem hülyalar, âdeta insana Cennet bahçelerinin hazlarını ve cennetliklerin neş’e ve huzurunu tattırır gibi olur.
Burası, hassas ruhların hülyalarına matkap salmak için Kudret eliyle ta ezelden plânlanıp kurulmuş ve hisleri, istekleri, sevgileri tutuşturan, besteleyip mırıldanan, dünyada, gökler ötesinin bir uzantısı gibidir. Burada, kendini inanç buudlu tasavvurların rengîn ve zengîn iklimine salabilenler, uçsuz bucaksız hülyalara dalar; yaşadıkları hayatın içinde bir sır, bir hafî, bir ahfâ6 yolcusu gibi çok defa bizim için gizli kalan ve insanoğlunun asıl benliğini teşkil eden bir başka “ben”in var olduğunu duyarlar.
Âdeta, şehadet âleminin ince tenteneli perdesi delinip de her şeyin hakikatiyle beraber insanın özü de meydana çıkmış.. dolayısıyla herkes kendini uhrevîleşmiş gibi hisseder ve öbür âlemin âhengine uyar ve kendini firdevsî hazlar içinde bulur.
Bizler, her zaman kendimizi Kâbe’de ibadet, Ravza’da da aşk u hasret kuşağında hisseder; birincisinde kulluk sırrını idrakle cevap vermeye çalışır, ikincisini de samimiyet ve vefa ile kucaklarız. Buralarda duyduğumuz şeylerin aslını tam tefrik edemesek bile, en duygulandırıcı şeylerden daha duygulandırıcı, en vecd verici şeylerden daha coşturucu, hülyasıyla mest olduğumuz bir âlemi, kendine has ahengi, şiirî büyüsüyle duyar ve ifadesi imkânsız hislerle yerlere kapanacak hâle geliriz.
Her zaman, aşk u şevkin gelgitleri arasında yaşanan buradaki hayat, bir vuslat demi, bir “şeb-i arûs”7 neşvesi içinde yaşanır. Her çığlık, her inilti, dosta açılan kapıların gıcırtıları gibi yüreklere ürperti salar. Ruh “vuslat” der inler ara sıra dost yüzü kendi çağıyla kapısının önünde el pençe divan duranların, gözlerini yummuş, saygıyla bir menfez kollayanların hayallerine kâh açılır, kâh kapanır. Ama sürekli imrendirir, sürekli ümitlendirir ve daima rikkatli geçer...
Burada duvarlar, sütunlar ve aşk matkaplarıyla oyulmuş gibi görünen kubbeler, hatta döşemeler, sergiler hemen her şey, mavi, yeşil, sarı her rengin nazlı çiçeklerini andırır mahiyette, güzelliklerin en derinlerine açılmış yaşıyor gibidir...
Zaten her zaman nezih bir ruha benzetebileceğimiz Merkad ve Yeşil Kubbe, âşıkların duygu ve düşünce dünyalarındaki derinliklerle yan yana gelince öyle muammalaşır ki, insan bulunduğu yeri Cennet’ten kopup gelmiş bir parça sanır.
Bugüne kadar mânevî havası ve ledünnî zevkleriyle pek çok feyizli makam gördüm.. bir hayli mübarek mahalleri müşâhede fırsatını buldum. Ama bunlar arasında, ruhumda en derin izler bırakan, Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) köyü –o köyün izleri ebedlere kadar gönüllerimizde yaşasın– olmuştur. Ruhum o beldeyi her zaman bir “dâüssıla” hasretiyle kucaklamıştır. Kucaklarken de “İşte bir avuç toprağını cihanlara değiştirmeyeceğim beldeler beldesi!” demiş içimi çekmişimdir.
Bunlar, bir ham ruhun duyup hissettiği şeyler. İrfanla kanatlanıp aşkla şahlanmış büyük sinelerin duyup hissettiklerini onlardan dinlemek ve onlardan öğrenmek icap eder. Bu mevzuda benim söylemeye çalıştıklarım ise, beceriksizliğin ve istidatsızlığımın çehresinde hamiyet ehlini gayrete getirme arzusundan başka bir şey değildir... Bu kadarcık olsun bir şey yapabilmişsem, onu Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’ın teveccühüne vesile sayar, kapısının tokmağına dokunur “Beni de Yâ Resûlallah..!” derim.
ALINTIIII...