Selamun aleyküm kardeşim, emeklerinize sağlık
Allah razı olsun, Allah'a emanet olunuz....
Sevginin aslı, Allahın kulunun kalbinde yarattığı “Allah’ı sevebilme duygusudur”. Diğer sevgiler, O’nun yansımalarıdır... O’na giden yolun her engeli; ister sevgi, ister başka şeyler olsun yasaklanmıştır. İnsanın Allah’tan başka şeyleri sevmeye müsaade edilmesi, ancak belli bir ölçü dâhilinde kalmak kaydıyla caiz görüşmüştür. Bundan dolayıdır ki sevgisiz bir hayat düşünülemez.
İnsanların doğru ya da yanlış bütün hareketlerine yön veren de sevgi duygusudur. Kişi yaptığı işi sevmeden yapamaz. Yaşanılan sosyal hayatın her şubesinde sevginin izlerine rastlarsınız, doğru ya da yanlış…
Sevgi, fedakârlık boyutları büyüdükçe, sevdaya dönüşür. Sevda kalpte yer ettikçe de sevgi, kendi yolunda olanı peşinden sürükler de sürükler…
Çoğu sevdalar, sahibini içinden çıkılmaz tuzaklara, bataklara batırır da kimsecikler onu o bataktan çıkaramaz. Neticede çoğu zaman yanlış sevgiler, nice insanların zamanlarının, hayatlarının, heba olmasına sebebiyet verebilmektedir. Gençlik bu tehlike ile karşı karşıyadır…
Doğru sevgiler de kişiyi Hakka hakikate götürür. Dünyada huzur, ahrette cennet ve Cemalullaha eriştirir... Bir hadisi kudside Yüce Allah “yere göğe sığmam mümin kulumun kalbine sığarım” buyurmakla, sevginin boyutlarından haber vermiştir.
Bu kadar mühim olan sevgi işi hafife alınamaz ve her önüne gelen de her şeyi sevemez. O sevgi ki seveni sevdiğine götürmeli, gidilen hedef de yüce Yaradan olmalıdır. Asıl maksat Allah sevgisine erişmek olduğundan, O’na götüren her sevgi, araç hükmünde olacağından, kalpte yer verilecek sevgiler bir süzgeçten geçirilmelidir. Sevgiler O’nu hatırlatmalı, O’na götürmeli, boş sevdalarla da gönül meşgul edilmemelidir. Çünkü “gönül nazargâhî ilahidir…”
Kulun Allah’tan Allah’ın da kulundan razı olma hali, kulluğun doruk noktasıdır. Bu makamda, hayır da müsavidir, şer de. Her şeyin faili Allah olduğu için artık itiraz kalkmıştır. Her hal ile itaat olunmuştur.
Nitekim İbrahim Hakkı Hazretleri: “Hoştur bana senden gelen/ Ya hıl’at u yahut kefen/ Ya gonca gül yahut diken/ Lütfun da hoş, kahrın da hoş” demiştir.
Kulluk ilimle, amelle ve ihlasladır. Yani ibadetledir. Kulluk (ubudiyet) yaratılış gayesi doğrultusunda Allah’a bağlılığı ifade eder. Mahlûkatın en anlamlı işi ubudiyettir. Bu kulluk görevi insan ve cinler dışındaki mahlukatta cebrî, insanda ve cinlerde ise ihtiyârîdir.
Kulluğun iki temel esası mevcuttur: Birincisi marifet, yani Allah’ı bilmek, ikincisi de, O’na layıkıyla ibadet etmektir. Bu husus da, Veda Hutbesi’nde şu cümle ile vurgulanmıştır:
“Ey Allah’ın kulları! Allah’tan korkmanızı, O’na itaat etmenizi vasiyet ederim.” Allah korkusu takvaya, takva ise marifete (Allah’ı bilmeye) götürür.
Kulluk, Allahü Teâlâ’ya teslimiyet ve itaat olduğuna göre, mahlûkat, her cinsi, her şekli ve her haliyle kuldur. Mühim olan, insanın bu teslimiyetin şuurunda olarak, fânî varlıklara değil, ibadet edilmeye layık olana kul olmasıdır. İbadete layık olan şüphesiz ki Allah’tır. Bu sebeple bütün peygamberler Allah’a davet etmiş ve kul olmanın örneğini göstermişlerdir.
Dikkat edilirse “Kelime–i Şehadet”in ikinci rüknünde Hz. Resûlü Ekrem’in (sav) kul ve resul olduğu ifade edilir. Kulluk öyle bir gerçek ki, peygamberlik sıfatıyla beraber zikrediliyor ve imanın ikinci rüknünde yer alıyor.
Kulluk mantığı, Allah’a iman ve hesap verme gerçeği üzerine oturtulmuştur. Kulluk, Allah’a yönelmenin, itaat edip teslimiyet göstermenin ve bu hususta bütün görevleri yerine getirmenin genel adıdır.
Kelime olarak ‘kulluk’, esir olmak demektir. İnsan her halükârda mutlaka esirdir. İnsan zayıf ve acizdir. Mutlaka bir şeye yönelecek ve bel bağlayacaktır. Neticede insan duygularının esiridir, ya iyi duygularının, ya da kötü duygularının esiridir.