İttihatçıların gerçek yüzünü göstermesi açısından aşağıdaki paragrafa dikkat edelim:
“Bu mülhidler İslâm’da asil bir geçmişe sahip Türk soyundan değildirler. Onların çoğu Rus, Rum, Balkan Halkları ve Yahudi aslından gelmedirler. Bu mufsidler Tür halkını bozmak için ırkçılık ve milliyetçiliği ön plâna çıkarmakta ve Avrupa kanunlarını tercüme ederek uygulamaktalar. Türk Milleti’nin çoğunluğu bu gürûhtan nefret etmektedir...” (4)
Ulu hakan Abdülhamid Han’ın siyasî dehâsını dünyaya göstermesi, O’nu bir numaralı “Vatan Koruyucu” özelliğiyle karşımıza çıkarmaktadır. Kaldı ki; bu gün vatan topraklarını sadece emperyalistlerin ellerine cetvel alarak çizdiği sınırlar olarak görmeyip, Filistin, Irak, Doğu Türkistan, Keşmir ve daha bir çok İslâm Beldesi’ni kendi vatan toprakları olarak bilen gerçek vatanseverler gibi O da, kendi zamanında zor durumda bulunan bir çok yere yardım göndererek oradaki Müslümanları desteklemiştir.
Bilhassa Yahudilerin, Filistin’de devlet kurmalarına, toprak satın alma taleplerine karşı büyük tepki göstermesi ve o topraklarda yaşayan insanları koruması, O’nun vatan koruyucu rolünü gözler önüne sermektedir. “Yahudi’ye bir karış toprak dahi vermem!” diyerek en bariz yol gösterici özelliğini sergilemiştir...
II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra İ.T’nin ileri gelenleri, Filistin’e Yahudiler’in yerleşmelerinden rahatsızlık duymadılar, hatta onlardan istifade edilmesi açısından iyi olacağını düşünüyorlardı. Abdülhamid Han tahtta iken O’nun aldığı tedbir politikaları ile kıstırılan Yahudi, paraları ile alamadıkları topraklara, İ.T. sürüsünün kanunlarıyla, burunları dahi kanamadan sahip olmuşlardır.
Büyük doğu Mimarı’nın bu mevzu ile alâkalı olarak ne söylediğine bir göz atalım:
“İşte bugünkü İsrail’in – ki İslâm dünyasının can noktasına oturtulmuş bir kazıktır- teşekkülü yolunda bu ilk ve şûreta masum teşebbüsü kökünden reddetmekle ileriyi görmüş ve Türk Tarihi’ne mürekkebi güneş harflerle “Büyük Kahraman” diye kaydedilmeye hak kazanmış, böyleyken Yahudi’nin oyununa getirilerek yerin dibine batırılmış Ulu Hakan Abdülhamid Han!..” (5)
Ulu Hakan bizzat Avrupa Devletlerinin Osmanlı’yı yıkıcı tüm hareketlerini izlemiş ve bu devletler arasındaki anlaşmazlık ve ihtilafları kollayıp, körüklemeye çalışmış, böylece onlar birbirleriyle uğraşırken Osmanlı güven içinde kalmıştır... Yıllarca Almanları, İngiliz emellerini dengelemek için kullanan Abdülhamid Han, İ.T.’nin ahmaklığına karşı “hiç İngiltere’ye karşı Almanların yanında harbe girilir mi?” diyerek I.Dünya Savaşı’na sokulan Osmanlı’nın âdeta çöküşe sürüklendiğinin işaretini veriyordu. Yeri gelmişken belirtelim:
Osmanlı’yı I.Dünya Savaşı’na sokan ve o dönemde İ.T.’nin liderliğini yapanlar Enver, Cemal, Talat Paşalardır...
O’nun bugüne ışık tutucu ve yarınımızı da belirleyen tedbir politikalarına ve dahi görüşlerine devam edecek olursak;
93’ Harbi felâketinden sonra Bulgaristan, Osmanlı’ya pamuk ipliğiyle bağlı dahili idaresinde serbest bir prenslik hâline getirilmişti. Onun da Yunanistan gibi ilk fırsatta istiklâlini ilân edeceği belliydi. Bu ihtimali bertaraf etmek için Abdülhamid Han o dahiyâne siyasetiyle şu tedbire başvurmuştu:
Bulgarlar da Yunanlılar gibi Ortodoks mezhebine mensupturlar. Ancak, asırlardan beri din adamı yetiştirmedikleri gibi kendilerine mahsus Kiliseleri de yoktu. Sultan Abdülhamid Han, onları kilise-mezheb bakımından Yunanlılardan ayırmayı düşünmüş ve bunun için Balat’taki Rum Ortodoks Patrikliği’nin karşısına bunların Rum Patrikliğine muadil ve onunla aynı hukuka sahip “erksahlık” adıyla Bulgar Kilisesi’ni tesis etti. “Patrikhane” demek olan bu müessesenin binasını, Berlin’de gizlice çelik parçalar hâlinde imâl ettirip yine gizlice İstanbul’a getirtti. Ve ustaları sabaha kadar çalıştırıp bir gecede monte ettirdi. Sabahleyin Rum Papazları gözlerini açtıklarında, karşılarında kendilerine rakip bir Bulgar Patrikhanesi’nin binasını görünce dehşete kapıldılar.
Bu suretle Bulgar Kilisesi, Sultan Abdülhamid’in siyasî manevrasıyla teessüs edilmiş oldu. Bunun üzerine Bulgar ve Rumların müştereken kullandıkları ve oturdukları yerlerde kavga başladı. Rum Papazların idaresinde âyin yapan bu gibi kiliseleri Bulgar Erksahlığı’na bağlamak için mücadele eden Bulgar ve Rumları oyalayan Ulu Hakan her iki tarafa da mavi bocuklar dağıtarak, meseleyi devamlı kaşıyarak, bu iki kavmin birbirlerine karşı gerginliğini sağlamıştır.
İ.T. idaresinin iktidarı almasından sonra ilk yaptığı işlerden biri de, satılmışlıklarını gözler önüne seren “Kilisler Kanunu” adlı yasayı uygulamaya koymasıdır.
Bu kanuna göre Rum ve Bulgarlar’ın müşterek yaşadıkları yerlerdeki Kiliseler nüfusa göre taksim ediliyor. Kilisesiz kalan tarafa devlet eliyle kilise yaptırılıyordu. Bu kanunla Rum ve Bulgar ihtilâfı bertaraf ediliyordu.
Bu suretle sona eren ihtilâf neticesinde Bulgar ve Rumlar birkaç yıl içerisinde dost olup, ezelî düşmanımız Sırpları da yanlarına alarak, Balkan Harbi’ni başlattılar. Balkan kavimlerinin arasında ittifak kurulmasının asıl sebebi, işte bu “Kilisler” mevzuunun İ.T. tarafından çözüme kavuşturulmasıdır.
Bu vesile ile bugün hala devam etmekte olan, Ruhban Okulu’nun açılması, Patrikhane’nin statüsü v.s. konularla gündeme gelen ve geçtiğimiz günlerde de basına yansıyan bir meseleden bahsedelim;
Tüm gittiği ülkelerde Devlet Başkanı statüsü ile karşılanıp, (Ekümenik) Dünya Ortodoksları Patriği sıfatıyla anılan Fener Rum Patrikhanesi’nin Papazı Bartelemeos’a karşı bir Bulgar Kilisesi’nin rahibi tarafından açılan dava...
Her şeyden önce Anadolu’yu bir baştan bir başa Misyoner ağıyla ören Fener Rum Patrikhanesi dün olduğu gibi bugün de Osmanlı ve onun tarihî mirasına karşı isyan hâlindedir. Bosna Savaşı’nda bizzat Sırbistan’a gidip Ortodoks kardeşlerini destekleyen ve onlara para- silah dahil her türlü yardımı ulaştıran ve gizli toplantılarla Müslümanların katli için Fener Rum Patrikliği’nde karar alan Patrik Bartelemeos ve Patrikhane’si, dün olduğu gibi bugün de içten yıkıcı rolüyle gözler önündedir.
Sultan II. Mahmud zamanında Patrik Gregorios’un liderliğinde çıkarılan Rum isyanı neticesinde, kapısında asılan Patrik Gregorios’un kinini tutup; “Bir Türk Büyüğü bu kapıda asılmadan o kapıyı açmayacaklarını” her daim tekrarlayan Patrikhane ve üzerinde Ortaçağ Rahipleri’nin giydiği bir giysi ile mahkemelere serbestçe giren Papaz Bartelemeos, dışarıda ve içeride İslâm’a ve Anadolu’ya karşı bütün düşmanlıkları örgütleyici roldedir.
Dün Abdülhamid Han’ın birbirleriyle uğraştırıcı politikasını, bugün tüm Ortodoksları bir araya getiren politikanın sahibi Patrikhane’nin geldiği son derece hassas nokta, gerçekten mühim ve dikkat çekicidir...
Abdülhamid Han her yönüyle hâdiselere vücud verici sebebleri görmüş, tıpkı Kiliseler mevzuunda olduğu gibi meselelere çözüm getiren basiretini göstermiştir.
Ulu Hakan’ı anlamak ve bugünkü meselelerimize O’nun bakış açısıyla bakmak mecburiyetinde olan biz, şu anda yaşadığımız topraklar üzerinde her türlü oyunun sergileyicilerinin kimler olduğunu biliyoruz.
İBDA Mimarın’nın, bu minvalde yer alan işaretlerine devam edelim:
“(...) Avrupalı, içimizde bulduğu ajanlar vasıtasıyla dinimizi ve insanımızın birliğini tahrib etmek için bize hürriyet ve demokrasiyi aşıladı... Tanzimat’tan beri, mânâsı bilinmeden ve çilesi çekilmeden, devir devir ayyuka çıkarılan tek ses;
-“Hürriyet, demokrasi.
Bütün tarihi boyunca sımsıkı bir nizâma bağlı olarak hürriyetin de, demokrasinin de hakikatine mâlik bulunan dünya imparatorluğu kuran biz, bu yeni dürtüşle kendi öz nizâmından mahrum edilmek ve kargaşaya boğulmak isteniyorduk... İkinci Abdülhamid Han Hazretleri devrinde baş gösterip, O, dünya çapındaki idare ve siyaset dehâsı sayesinde def edilen tecrübe eğer o zaman bastırılmamış olsaydı, 1918 Felâketi, 1878’de gerçekleşmiş olacaktı...” (6)
Yeri gelmişken belirtelim ki;
Seksen yıl önce kurulan Cumhuriyet’in rotasını çevirdiği Batı Medeniyeti’nin ve bu yola girmek için sarf edilen çabanın ikiyüz yıllık serüveni, Anadolu insanına “Roma nizâmı, Yunan aklı, Hristiyan ahlâkı” olarak formüle ettiğimiz bir giysinin giydirilmeye çalışılmasıdır. 1000 yıllık İslâm’la yoğrulan bu toprakların emperyalistlere peşkeş çekilmek istenmesi ve bunu isteyen işbirlikçilerin kurtuluşu Batı’da görmeleri gelinen son aşamada insanların kendi özünü ve ruhunu yitirdiklerinin de bir göstergesidir.
Türkiye’nin girmek için uğraştığı Avrupa Birliği’nin insan hak ve hürriyetleri insanımıza cici gösterilirken, Batılı olmak adına günümüze değin yapılan türlü eziyetlerin ve süre gelen insanca olmayan davranışların haddi hesabı yoktur.
I.Dünya Savaşı’na sokulan Osmanlı Devleti, İ.T. ve Batı işbirliği ile yıkılmıştır. Ondan sonra işgal hareketlerine girişen Batı, Osmanlıyı parçalama yoluna başvurarak, Anadolu topraklarına her köşesinden sızmaya başladı ve bugün Anadolu dahil tüm İslâm Dünyası Batı’nın kapsama alanındadır...
Yahudi, bugün de çeşitli şekillerde Yahudi mizacının gerektirdiği davranışlarla karşımızdadır. Yahudi’nin Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek için gösterdiği çabalar gün gibi aşikâr. Tarihe yön veren bir millete kendi tarihini unutturan ve tarihi kendi siyasî emellerince şekillendiren Yahudi’nin 1932 yılında kurulan “Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesinde” öğretici olarak görev alması, bize okutulan sahte kahramanlarla dolu tarih kitaplarını kimlerin yazdığını göstermektedir. Bu üniversitenin profları özellikle Almanya ve Batı ülkelerinden gelen çoğu Yahudi olan insanlardan oluşmaktaydı. Tarih, özellikle Yahudi ve onun işbirlikçileri eli ile bugüne dek karalanarak insanımıza öcü şeklinde gösterilmiştir.
Ulu Hakan Abdülhamid Han ( H.z.)lerine “Kızıl Sultan” lakabını takan ve O’nu karalamak ve küçültmek için kullanılan bu sözün sahibi, bugün İslâm’a ve Osmanlı’ya karşı isyan hâlinde olan Ermenidir. Ancak bir az önce bahsettiğimiz gibi tarihten bîhaber nesillerin Ermeni yaftasını kullanarak O’na çamur atmaya yeltenmeleri oldukça vahimdir.
Ermeni’ye karşı gayet ılımlı politika izlemesini bilen Abdülhamid Han onun içten yıkıcı, dağıtıcı hareketleri karşısında kafasına balyoz gibi yumruğunu indirmesini de bilmiştir...
Doğusuyla ve Batısıyla İslâm Dünyası’nın Osmanlı’dan sonra başsız kalması ve neticesinde İ.T. geleneğinden gelen sürülerin halka zorla kendi tarihine karşı düşmanlık aşılamaları ve Batı taklitçiliği ile Batı’yı tek kurtuluş yeri gösterme çabaları bugün Türkiye’nin dış siyasetini belirliyor...
Osmanlı’dan sonra Doğu’nun üstünlüğü vecazibesi, Batı’nın barbarlığı karşısında zayıflamış, Batı, insanımıza cici gösterilerek aşağılık ukdesi aşılanmıştır. Oysa ki Batı Osmanlı için hep feth edilecek yerlerin adıydı...
Ekonomi ve kapitalist sistemle kıskaca alınan halk, borç batağında kıvranan ve İ.M.F.’ye yönettirilen hazine, hep Batı ve Yahudi tandanslı bir düzenin çarkıyla dönmekte...
Abdülhamid Han ile ilgili aşağıdaki paragrafa dikkat edelim:
“Açıkça mahyalaştırmanın zamanı gelmiştir ki, II.Abdülhamid Han, Tanzimat sonrası teftişsiz ve murakabesiz körü körüne Batı’ya itiliş ve kökümüzü kurutuş macerasının Türk Ruhu’na sindirilmek istenen maymunvâri taklit ruhîyatının, tek kelimeyle çürütücü ve kurutucu sözde yenilik davranışlarının, bütün bunlara karşı duran ve bağlı kalan muazzam şahsiyet ve asliyetiyle, maskelerini düşürücü, gizli karargâh odalarına baskın verici ve plân kasalarını açıcı miftah (anahtar) tiptir. Ve bizce bu noktadan Azizdir.” (7)
Ve bugün Abdülhamid Han’ın ve O’nun dahiyane politikaların vatanı satanlar karşısında gerçek vatan koruyucu vasfını ortaya çıkarıp dipdiri yaşatan hamle BD-İBDA’dır. Bütün bu tarihî birikimi ve bu ruhu şaha kaldıran İBDA, başsız bir bünyeye sahip İslâm Dünyası’na ve tüm insanlığa “Kurtuluş Reçetesi”ni sunmaktadır.
“Ve artık akıbet Allah’ın izniyle Büyük Doğu-İBDA nesline geçmiştir!..”(8)
Dipnotlar:
(1) Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Plânı, sh:66,
(2) Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han, sh:260,
(3) A.g.e. sh:557,
(4) Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Plânı,sh:35,
(5) Necip Fazıl Kısakürek Ulu Hakan Abdülhamid Han,
(6) Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, sh:161,
(7) Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han, sh:11
(8) Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, sh:161