Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ümmetin Yıldızları(sizde ekleyin) (1 Kullanıcı)

Im_muslim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Eki 2007
Mesajlar
3,194
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
KÂ'B BİN MÂLİK

Peygamber efendimizin şâirlerinden:
KÂ'B BİN MÂLİK

Kâ'b bin Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın ileri gelen şâirlerinden biri idi. İslâmiyetin Medîne'de hızla yayılmasından sonra yapılan ikinci Akabe bî'atına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu kendisi şöyle anlatır:

Bunları tanıyor musun?

Kavmimizden müşrik olan ba'zı kimselerle beraber, Kâ'be'yi ziyâret için Medîne'den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma'rûr da yanımızda idi. Mekke'ye gelince Berâ, bana dedi ki:

- Bizi Resûlullah aleyhisselâma götür.

Birlikte Resûlullah efendimizi araştırdık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli bir adama Resûlullahı sorduk. Adam bize:

- Mescid-i Harâm'a gidiniz! Aradığınız O zât şimdi orada amcası Abbâs ile birlikte orada oturuyor, dedi.

Biz tüccâr olduğu için Hz. Abbâs'ı tanıyorduk. Mescid-i Harâm'a girdiğimizde Resûlullah efendimizi amcası Abbâs ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra biz de yanlarına oturduk. Resûlullah efendimiz Hz. Abbâs'a sordu:

- Bu zâtları tanıyor musun?

- Evet, tanıyorum. Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma'rûr'dur. Diğeri de Kâ'b bin Mâlik'tir.

- Şu şâir olan Kâ'b mı?

Hz. Abbâs da "Evet" dedi. Vallahi Resûlullah efendimizin bu sözünü hayatım boyunca unutmadım.

Kâ'b bin Mâlik ikinci Akabe bî'atının gerisini şöyle anlatmaktadır:

Biz kararlaştırdığımız gibi vâdide toplandık. Resûlullah efendimizi bekliyorduk. Sonra Resûlullah efendimiz amcası Hz. Abbâs ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş sahâbî, Resûlullah efendimizi her türlü tehlikeye karşı koruyacaklarına ve İslâmiyeti yayacaklarına söz verdiler.

Akabe bî'atinden sonra Medîne'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabîlesinin Müslüman olmasında büyük emeği geçti. Kâ'b bin Mâlik hazretleri Bedir savaşına katılmadı. Uhud savaşında ise onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:

Tanıyamadın mı yâ Kâ'b?

Uhud savaşında bir ara şehîdlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik, bir taraftan şehîdlerin silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîdlerin ağız, burun ve kulaklarını kesiyordu. Bir taraftan da:

- Bunları koyun boğazlar gibi boğazlayın, diye yaygara yapıyordu.

Biraz ötede silahlı bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle Müslümanı mukâyese ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu.

Ben daha bu düşüncelerden sıyrılmadan birbirlerine hücûm ettiler. Müslüman bir kılıç darbesiyle kâfiri Cehenneme yolladı. Sonra bana dönerek yüzünü açtı ve dedi ki:

- Tanıyamadın mı yâ Kâ'b, ben Ebû Dücâne'yim.

Hz. Kâ'b'ın hali vakti yerindeydi. Tebük Gazâsına gidilecekti. Daha önceki gazâlarda gidilecek yeri hiç söylemeyen Peygamber efendimiz, bu defa Müslümanları topladı ve Tebük'e sefer yapılacağını haber verdi.

İşleriyle oyalandı

Mevsim sıcaktı ve meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şekilde sefere hazırlanırken Hz. Kâ'b; "hazırlığı ne zaman olsa yapabilirim" diyerek, kendi işleriyle oyalandı. Öyle ki, Peygamber yola çıktığı zaman Kâ'b'ın hiçbir hazırlığı yoktu. Hemen hazırlanmak üzere evinden çıktı, ama hiçbir şey yapamadan döndü. Kendisi bunu şöyle anlatır:

"Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım. Fakat bu da mümkün olmadı. Resûlullah efendimiz bu gazâya gittikten sonra insanlar arasına çıktığımda, kendime arkadaş olarak ancak münâfıklık damgası vurulmuş kimseleri, yâhut âcizleri görmem beni kederlendirdi."

Tebük'e varıncaya kadar onun ismini anmayan Hz. Peygamber, orada Kâ'b'ın ne yaptığını sordu. Müslümanlardan biri, (elbiselerine ve boyuna bakıp gururlanması onu cihâd yolundan alıkoydu) deyince, Mu'âz bin Cebel hemen müdâhale ederek Kâ'b hakkında iyilikten başka birşey bilmediklerini söyledi. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber sükût etti.

Sefer sona erip de Müslümanlar Medîne'ye doğru harekete geçince, Kâ'b'ı müthiş bir endişe ve telâş kapladı. Resûlullah efendimiz dönünce ona ne diyeceğini düşünüyordu. Bu arada aklına birçok mâzeretler geliyor, ama o Resûlullaha yalan söylemeyi nefsine yediremiyordu.

Nitekim Resûlullahın Medîne'ye geldiği haberi ulaşınca Kâ'b doğruca Peygamberimizin huzuruna gidip ona hakîkatı olduğu gibi söylemeye karar verdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:

"Resûlullah efendimizin huzûruna varınca selâm verdiğim zaman, bana gazâblı bir gülümseyişle, "Gel" buyurdular. Yürüyüp yanına vardım ve önüne oturdum. Bana sordular:

- Seni geride bırakan nedir? Bana yardım etmek üzere Akabe'de bana bî'at etmemiş miydin?

- Evet, yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden başka şu dünya halkından birisinin yanında bulunsaydım, özür beyân ederek onun gazâbından kurtulabileceğimi zannederdim. Zîrâ söz söylemesini bilirim.

Hiç bir özrüm yoktur

- Vallahi, biliyorum ki, bugün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allahü teâlâ sizi bana gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız.

Lâkin ben doğruyu söylemekle Allahtan hayırlı netîce beklerim. Yemin ederim ki, gazâdan geri kalmam için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp kaldığım zamandakinden daha kuvvetli ve zengin değildim.

Kâ'b Resûlullaha doğruyu söylerken gözleri önünde, ba'zı münâfıklar yalan mâzeretlerle Peygamberimizin huzuruna çıkmışlar; Peygamberimiz de bunların bu mâzeretlerini kabûl ederek kalblerinde yatan niyeti Allaha havâle etmişti. Fakat Kâ'b Allah ve Resûlü huzurunda doğruluktan ayrılmadı.

Kâ'b bin Mâlik'in bu şekilde mâzeret belirtmemesi üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:

- İşte Kâ'b doğru söyledi. Kalk, Allahü teâlâ senin hakkında hükmünü verinceye kadar bekle!

Âciz duruma düştün

Kalktım. Evime gelirken, Selimeoğullarından ba'zı kişiler, benimle birlikte geldiler ve bana dediler ki:

- Vallahi, biz, seni bundan önce bir günâh işlemiş kimse olarak bilmiyoruz. Ne çâre ki, sen, seferden geri kalan kişilerin özür diledikleri şekilde Resûlullah efendimizden özür dilemedin ve çok âciz duruma düştün! Hâlbuki, Resûlullah senin hakkındaki magfiret dileği, günâhını bağışlatmaya yeterdi!

Vallahi, Selimeoğulları, beni kınamaya o kadar devam ettiler ki, nihayet Resûlullah efendimizin yanına dönmek, kendimi yalanlamak istedim. Sonra, onlara sordum:

- Bu duruma düşen benden başka, benimle birlikte bir kimse var mıdır?

- Evet! İki kişi daha vardır. Onlar da, Resûlullaha senin söylediğin sözün benzerini söylediler. Resûlullah tarafından onlara da, sana söylendiği gibi söylendi.

- Kimdir onlar?

- Mürâre bin Rebî-ül-Amrî ile Hilâl bin Ümeyye-tül-Vâkıfî'dir!

Bu iki zâtın, sâlih ve kendileri örnek tutulacak kişiler olduklarını, Bedir savaşında bulunduklarını bana hatırlattılar. Tereddütten vazgeçtim. Mu'âz bin Cebel ile Ebû Katâde'ye rastladım. Bana dediler ki:

- Arkadaşlarının sözlerini dinleme! Doğruluk üzerinde dur! İnşâallah, herhalde, Allahü teâlâ, senin için bir genişlik, bir çıkar yol yaratır. Özür sahiplerine gelince, eğer, onlar özürlerinde sâdık iseler, Allahü teâlâ, bu husûsta onlardan hoşnut olur ve bunu, Peygamberine bildirir!

Bu zâtların hâlleri etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davranmaya başladı. Diğer iki Sahâbî evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ'b cemâ'atle namazlarını kıldı, çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu.

Allah ve Resûlü daha iyi bilir

Resûlullaha yakın yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnâda onun çehresine bakmaya çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü çeviriyordu. Bu hâlden iyice bunalan Kâ'b, amca oğlu Ebû Katâde'ye gitti ve ona sordu:

- Ey Ebû Katâde! Allah için soruyorum. Allahı ve Resûlünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun?

Fakat cevap alamadı. Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap verdi:

- Allah ve Resûlü daha iyi bilir.

Bunun üzerine Kâ'b mahzûn bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı.

Günler geçti, haftalar birbirini kovaladı. Kimse Kâ'b'la bir tek kelime konuşmuyor, Kâ'b işin nereye varacağını bilemiyordu. Bu arada, Kâ'b'ın imtihanını daha da çetinleştiren bir hâdise ortaya çıktı. Kâ'b 50 gün devam eden bu ızdırap verici bekleyiş devresinde Gassan'daki Kıptî liderlerinden bir mektup aldı. Mektupta şöyle deniyordu:

- Efendinizin size uygunsuz muâmelede bulunduğunu duydum. Sizi hukukunun çiğnendiği ve kıymetinin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza gelin, size ikrâmlarda bulunuruz.

Tereddütsüz reddetti

Bir tarafta haftalardır yüzüne bakmayan, kendisiyle konuşmak tenezzülünde bile bulunmayan arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikrâm ve haşmet teklif eden bir da'vet vardı.

Düşman, Kâ'b'ın bu zayıf anını değerlendirmek istiyordu. Böyle sıkıntılı bir zamanda, böyle câzip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat Kâ'b tereddütsüz Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı.

Tam bu esnâda, Kâ'b'ın durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi. Peygamberimizin gönderdiği bir elçi, ona, zevcesinden uzak durmasının istendiğini haber veriyordu. Kâ'b hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı yaşayacaktı.

Çile biteceğine daha da şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç Sahâbîye de gönderilmişti. Fakat bu emir de Kâ'b'ın ve arkadaşlarının Resûlullaha bağlılığını sarsmadı. İşledikleri hatânın pişmanlığı içinde bütün rûhlarıyla Allaha yalvarıp istigfâr ediyorlardı.

Ama mü'minler cemâ'atinden ayrılmak, Allah ve Resûlünü terketmek akıllarından bile geçmiyordu. Îmânları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan sonrasını Kâ'b hazretleri şöyle anlatır:

Ey Kâ'b, müjde!

"İnsanların bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece sonrasında, gecenin sabahında sabah namazını kıldım. Rûhum çok sıkılmış ve bulunduğum yere sığamaz bir vaziyette oturuyordum. Âdetâ yerle gök arasında sıkışmış ve gidecek hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnâda bir ses işittim:

- Ey Mâlik'in oğlu Kâ'b, müjde, müjde!

Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye kapandım."

Peygamber efendimiz sabah namazından sonra, bu üç Sahâbînin tevbelerinin kabûl edildiğini halka ilân etmişti. Bunun üzerine Sahâbîler müjdeyi kardeşlerine ilân etmek için yarışırcasına koştular ve Kâ'b'la birlikte diğer iki Sahâbîye müjdeciler gönderdiler.

Kâ'b bin Mâlik, bundan sonrasını ve Peygamberimizin yanına gidişini şöyle anlatır:

"Hemen Resûlullah efendimize gittim. Halk, beni takım takım karşıladılar. "Allahın, tevbeni kabûl buyurması, sana kutlu olsun!" diyerek beni, kutladılar.

Mescide varıp girdim. O sırada, Resûlullah efendimiz, eshâbıyla oturuyordu."

Kâ'b bin Mâlik anlatmasına şöyle devam etti:

"Kendisine selâm verdiğim zaman, Resûlullah efendimiz, sevinçten yüzü şimşek çakar gibi bir hâlde olarak bana buyurdu ki:

- Seni, öyle bir günün hayır ve saâdetiyle müjdelerim ki, o, annenin doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin hayırlısıdır! Sen, hiç bir zaman, üzerine doğmamış olan hayırlı güne gel!

Bunun üzerine Peygamber efendimize sordum:

- Yâ Resûlallah! Bu müjde, Senden mi, yoksa, Allahü teâlâdan mı?

- Hayır! Benden değil, Allahü teâlâdandır!

Yüzü ay gibi parlardı

Zâten, Allahü teâlâ tarafından sevindirildiği zaman, Resûlullahın yüzü, sevinçten, ay parçası gibi parıldardı. Bunu, biz de, yüzünün parıltısından anlardık.

Resûlullah aleyhisselâmın önüne oturunca dedim ki:

- Yâ Resûlallah! Hem tevbemin kabûlüne şükür için, hem de Allahın ve Resûlünün rızâsını kazanmak için sadaka olarak malımdan sıyrılıp çıkacağım!

Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki:

- Malının bir kısmını yanında tut. Hepsini dağıtma! Bu, senin için daha hayırlıdır.

Bunun üzerine dedim ki:

- Öyle ise, Hayber'de hisseme düşmüş olan malı, yanımda tutar, kendime alıkorum. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni, ancak doğrulukla kurtardı. Artık ben, tevbemin icâbından olarak, bundan böyle sağ kaldıkça, yaşadıkça, doğrudan başka bir şey söylemeyeceğim!

Vallahi, Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden beri, Müslümanlardan hiç bir kimse bilmiyorum ki, doğru söylemek husûsunda, Allahü teâlânın bana yaptığı imtihandan daha güzel imtihanı ona yapmış olsun!

Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden bu güne dek yalan bir şey söylemek, aklımdan bile geçmemiştir. Bundan sonra sağ kaldığım zaman içinde de, Allahü teâlânın beni yalandan koruyacağını umarım!

Allahü teâlâyı ananlar müstesnâ

Günün birinde, şâirler için âyet-i kerîme indi. Cenâbı Hak, kelâmında meâlen buyurdu ki:

(Onlara, şâirlere ancak, sapıklar uyarlar...)

Bu şiddetli hitap karşısında, Hz. Abdullah bin Revâha, Kâ'b bin Mâlik ve Hassân bin Sâbit ve arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygamber efendimiz, âyetin devamını okudular:

(Ancak îmân edip, iyi işler yapanlar ve Allahı çok ananlar müstesnâ. Onlar öteki şâirler gibi değildirler.) [Şuarâ:224]

Hz. Kâ'b ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı. Âyet-i kerîmenin devamı gelince, üzüntüleri sevince dönüştü.

Peygamberimizin şâirlerinden olan Hz. Kâ'b, Hicretin 50. yılında Hz.Muâviye'nin hilâfeti zamanında 77 yaşında iken vefât etti.
 

nihalim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Eki 2006
Mesajlar
2,593
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
44
Konum
*meftun*
Web Sitesi
www.hatim-online.com
Selamünaleyküm...ALLAH c.c. razı olsun emeğinize sağlık
ALLAH c.c. emanet olun...selam ve dua ile...selametle-İNŞALLAH...​
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Hind Binti Amr (r.a.)

Hind Binti Amr (r.a.)




kadsah13.jpg


Sabır ve Metânet Sâhibi

Hind Binti Amr (r.a.)

Mustafa Eriş





Hind binti Amr radıyallahu anhâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize hicretten sonra biat eden hanımlardan… Allah ve Rasûlüne imânî bir aşk ile teslim olmuş, malını canını fedâdan çekinmeyen bir hanım sahâbi… Uhud’da gösterdiği metâneti ve muhabbeti dillere destan bahtiyar, yiğit bir hanım...



O, Medine’nin iki büyük kabilesinden biri olan Hazrec kabîlesinin Benî Seleme koluna mensuptur. Uhud Savaşında müslümanlardan ilk şehid olan Abdullah İbni Haram (r.a)’ın kızkardeşidir. Çok hadis rivâyet etmesiyle meşhur olmuş bir sahâbî olan Câbir İbni Abdullah (r.a)’ın da halası olur. Annesinin adı Hind binti Kays İbni Kureym’dir.



O, Benî Seleme kabîlesinin reisi, cömertliğiyle ve putlara aşırı bağlılığı ile tanınan Amr İbni Cemûh ile evlendi. Bu evlilikten dört oğlu oldu.



Hind binti Amr (r.anhâ) Uhud günü, müslüman yaralıların tedâvisinde hizmet etmek üzere savaş meydanına kadar giden dokuz veya ondört hanımdan biri olarak bilinir.



O, akıllı, zeki, kendine güvenli, ibtilâlar karşısında sabır ve metânetini kaybetmeyen cesûr bir hanımdır.



O, Uhud savaşından sonra şehidlerini Medine’ye nakletme sırasında sergilediği davranışlarıyla, kalbinin Allah ve Rasûlünün sevgisiyle dopdolu olduğunu gösteren bir muhabbet eridir.



O, Uhud günü şehid düşen kocası, kardeşi ve oğullarını savaş meydanında ararken, cesedleri başında durup için için ağladı. Kendini ancak gönlündeki Rasûlullah sevgisiyle teselli etmeye çalıştı. “Rasûlullah sağ olduktan sonra hiç bir felâketin önemi yoktur.” diyerek büyük bir sabır ve matânet ile sergileyerek kendini teskin etti. Ancak bu sözlerle sükûnet buldu.”



O, şehid âile fertlerinin fâni bedenlerini bir deve üzerine yükleyip Medine’ye nakletmeyi istedi. Fakat buna muvaffak olamadı. Deve Medine tarafına yönlendirilince gitmiyordu. Bu nasıl bir duygu idi? Neden Uhud tarafına gidiyor da Medine’ye yönelince duruyordu? İlâhi bir sırrın var olduğunu anladı ve deveyi zorlamayıp kendi hâline bıraktı. İbretlik bir hâdise olarak Hind’in başından geçen bu olay şöyle nakledilir:



Hind binti Amr (r.anhâ) Uhud savaşından sonra kocası Amr İbni Cemûh, oğlu Hallâd ve kardeşi Abdullah’ın şehid bedenlerini bir deve üstüne yükleyerek Medine’ye götürüyordu. Hz. Âişe (r.anhâ) annemiz de bir haber almak için Uhud’a giden yol üzerine çıkmıştı. Harre mevkiinde Hind ile karşılaşınca ona olup bitenleri sordu ve:



“Geride ne haber var?” dedi.



Hind (r.anhâ) zekî bir hanımdı. Hz. Âişe (a.anhâ) annemizin merakını hemen gidermek için: “Rasûlullah sağ olduktan sonra hiç bir felâket önemli sayılmaz.” dedi.



Hind bu sözleriyle hem gönlündeki Rasûlullah sevgisini açıklıyor, hem de Hz. Âişe annemizi bekletmeden cevap vermiş oluyordu.



Hz. Âişe (r.anhâ) annemizin gözleri devenin üstündeki cesedlere takılmıştı. Onları göstererek:



“Bunlar kimdir?” dedi.



Hind (r.anhâ) hüzünlü bir sesle:



“Kardeşim Abdullah, oğlum Hallâd ve kocam Amr’dır” dedi.



Hz. Âişe (r.anhâ):



“Onları nereye götürüyorsun?” dedi.



Hind (r.anhâ):



“Medine’de Bakîa kabristanlığına defnetmek istiyorum.” dedi.



Hind (r.anhâ) devesini sürdü. Fakat deve yürümedi. Biraz zorlayınca da yere çöküverdi. Hz. Âişe (r.anhâ) ona:



“Deve yükünün ağırlığından mı çöküyor acâba?” diye sordu.



Hind (r.anhâ) da:



“Neden çöktüğünü bilmiyorum. Başka zamanlarda iki devenin yükünü taşırdı. Bugün onda farklı bir hal seziyorum.” dedi.



Bir müddet uğraştıktan sonra deve kalktı. Ancak Medine’ye yönlendirilince yine çöktü. Tekrar kaldırıldı. Yönü Uhud’a çevrildiğinde koşmaya başladı. Hind (r.anhâ) devenin bu garip durumunu Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizin yanına varıp anlattı. İki Cihan Güneşi efendimiz ona:



“Deve görevlidir. Amr sana bir şey söylemiş miydi? Onun herhangi bir vasiyeti var mıydı?” diye sordu.



Hind de:



Topal olduğu için Bedir Gazvesine katılamayan kocasının Uhud’a giderken şöyle duâ ettiğini söyledi:



“Allah’ım! Bana şehidlik nasib et! Beni mahrum bir vaziyette; şehitliği kaybetmiş olarak zillet içerisinde âilemin yanına döndürme!” dediğini nakletti.



Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz Hind’e:



“İşte bunun içindir ki, deve yürümez Ey Ensâr! Sizden her kim Allah’a yemin etmişse yeminine sâdık kalsın.



Ey Hind! Kocan Amr sâdıklardandır. O şehid edildiği andan itibaren melekler kanatlarıyla üzerine gölgelik yaptılar. Nereye defnedilecek diye bakıp durdular.”



Şehidler defnedildikten sonra Rahmet Peygamberi Efendimiz sahâbesi Hind’i teselli etmek niyetiyle:



“Ey Hind! Cennette kocan Amr İbni Cemûh, oğlun Hallâd ve kardeşin Abdullah bir araya gelecek ve arkadaş olacaklar.” buyurdu.



Hind (r.anhâ) bu müjdeyi alınca pek sevindi. Hemen fırsatı kaçırmadan Efendimize: “Yâ Rasûlallah! Allah’a duâ et de beni de onlarla beraber bir araya getirsin” diye niyazda bulundu.



Rabbımız cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin. Amin.





Kaynak: ALTINOLUK dergisi, 01/2005
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
ümmü varaka (r.a.)

ümmü varaka (r.a.)



kadsah39.jpg




Köleleri Tarafından Şehîd Edilen Ümmü Varaka (r.â.)





Ümmü Varaka radıyallahu anha Allah yolunda cihad etme arzusuyla yaşayan ve şehîdlik özlemiyle gönlü kavrulan bir hanım sahâbi!.. Bedir Harbine katılmak için ısrarla müsaade istemesi üzerine Rasûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimizin “Allah sana şehîdlik nasîb edecektir.” diye müjde verdiği bir bahtiyar!.. Onu her gördüğü yerde “şehîde” hitabıyla karşılayan mutlu bir hanım!.. Hasretini çektiği makama kendi köleleri tarafından evinde şehîd edilerek kavuşan bir hanım sahâbi!..



Onunla ilgili fazla bir bilgiye sahip olunmamakla birlikte, hakkında nakledilen bir kaç hâdise bile bizlere ne ibretli dersler vermektedir.



O cesûr ve bilgili bir hanımdı. Dînî konularda geniş bilgisi vardı. İslâm’ı en güzel şekilde yaşamak için gayret ederdi. Ev halkına ve etrafındaki insanlara dînî meselelerde yardımcı olurdu. Bildiklerini yaşayarak çevresine örnek olurdu.



O, Allah yolunda cihad etmenin fazîletini bildiği için şehîd olmayı çok istiyordu. Bir Ramazan günüydü. Bedir harbi hazırlıkları başlamıştı. Ümmü Varaka (r.anhâ) büyük bir heyecanla Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimize müracaat etti ve şöyle ricada bulundu:



“Ey Allah’ın Resûlü! Bana müsaade etseniz de sizinle birlikte harbe katılsam! Yaralılarınızı tedâvî edip, hastalara baksam! Kim bilir belki de Allah yolunda şehîdlik de nasip olur.” dedi.



Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz hiçbir hanımın Bedir savaşına katılmasına izin vermedi. Bu sebepten Ümmü Varaka’ya da müsaade edemedi. Fakat onun yanık hasretini, ısrarlı arzusunu, şehîdlik özlemini teskîn edecek onu sevindirecek, onu huzura kavuşturacak bir müjde verdi. “Ey Ümmü Varaka! Allah sana şehîdlik nasip edecektir.” buyurdu.



İki Cihan Güneşi Efendimiz onun bu kahramanca davranışından pek memnun kalmıştı. Bu sebebten bundan sonra ne zaman Ümmü Varaka (r.anhâ)’yı görse; kendisine “şehîde” diye hitab ederdi.



Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz zaman zaman Ümmü Varaka (r.anhâ)’yı evinde ziyaret ederdi. Hal hatırını sorardı. Ashab-ı kiram böylesi fırsatları ganîmet bilirdi. Böyle zamanları en iyi şekilde değerlendirmeye gayret ederlerdi. Efendimize ikramda bulunabilmek onu memnun edebilmek için adeta yarışırcasına ellerinden gelen hizmeti yapmak isterlerdi. Bu arada zihinlerini meşgul eden konularda sorular sorarlardı.



Birgün, ensarlı bir hanım vefat etmişti. Ümmü Varaka (r.anhâ) dînî konulara çok meraklı idi. Kendi kendine: “Acaba öldükten sonra birbirimizi görür müyüz? diye zihninden geçirdi. Bu soruya cevap aradı. İki Cihan Güneşi Efendimizin evine geldiği bir sırada bu konuyu açtı ve: “Ya Rasûlallah! Öldüğümüz zaman birbirimizi görür müyüz?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimiz şöyle cevap verdi: “Can, ağaca konmuş bir kuş gibidir. Öyle ki, kıyâmet günü geldiğinde her can cesedine girer.” buyurdu.



Ümmü Varaka (r.anhâ)’nın biri erkek biri de kadın iki kölesi vardı. Vefatından sonra onların hürriyetlerine kavuşturulmalarını vasiyet etti. Köle ile câriye hırsa kapıldılar. Şeytana uydular. Bir an evvel hürriyetlerine kavuşma düşüncesiyle, aralarında anlaşıp Ümmü Varaka (r.anhâ)’ya sûikast hazırladılar. Odasına zorla girip öldürüp kaçtılar.



Bu hâdise Hz. Ömer (r.a) devrinde oldu. Bütün müslümanları derinden üzdü. Halife bu haberi duyar duymaz: “Rasûlullah (s.a) doğru söyledi.” dedi. Ona müjdelenen şehitliğin gerçekleştiğini anladı. Suçluların yakalanması için emir verdi. Suçlular kısa zamanda yakalanıp gerekli sorgulamaları yapıldıktan ve cürümlerini itiraf ettikten sonra suçlarının cezâsını idam edilerek ödediler. Medine’de asılarak idam edilen ilk suçlu bu iki köle oldu.



Hz. Ömer (r.a) zaman zaman arkadaşlarına: “Kalkın gidip şu şehîdenin kabrini ziyaret edelim” derdi.Ümmü Varaka (r.anhâ) ashâb arasında sayılan ve sevilen bir İslâm hanımefendisiydi. Allah ondan râzı olsun. Rabbımız şefaatlerine nâil eylesin. Amin.



Kaynak: Altinoluk dergisi, 11/2004
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Ümmü Gülsüm Binti Ukbe (r.a.)

Ümmü Gülsüm Binti Ukbe (r.a.)



kadsah2.jpg





Ümmü Gülsüm Binti Ukbe (r.a.)



Tek Başına Hicret Eden Kureyşli...



Ümmü Gülsüm binti Ukbe radıyallahu anha Kureyşliler içinde yurdunu yuvasını bırakıp Medine’ye tek başına hicret eden bir hanım sahâbî!.. Allah’ ve Resûlüne hicret için evinden kaçan bir muhâcir hanım!.. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize Mekke’de biat eden kahraman hanımlardan!.. Medine-i Münevvere’ye hicret ettiğinde; “Beni müşriklere geri çevirmeyin” diye Efendimize sığınan, imanlı, yiğit bir hanım!.. Hz. Osman (r.a)’ın anne bir kızkardeşi!..



O Mekke’li olup Kureyş kabilesine mensuptur. Babası Peygamberimizin can düşmanı, Efendimizi boğmaya teşebbüs eden, azılı müşrik Ukbe bin Ebî Muayt’tır. Annesi, Ervâ binti Kureyz’dir.



Ervâ hatun, İslâm’ın ilk yıllarında müslüman olma seâdetine eren bir hanım. Resûl-i Ekrem (s.a)’in hala kızı, Hz. Osman (r.a)’ın da annesi olur. Erva hatunun annesi Beyzâ hanım Efendimizin halası olmaktadır.



Ümmü Gülsüm, Mekke’de müslüman olarak Rasûlullah (s.a)’e biat etti. Diğer müslümanlar gibi o da işkencelere maruz kaldı. Başta babası olmak üzere müşriklerin ezâ ve cefâlarından nasîbini aldı. Dinden dönmesi için çok baskılar yapıldı. Fakat o bunların hiç birine aldırış etmedi. İnancından aslâ dönmedi. İmanından zerre kadar taviz vermedi.



Günler acı ve ıstırapla geçiyor, yıllar sıkıntılarla akıp gidiyordu. Sevgili Peygamberimiz Medine’ye hicret etmişti. Onun ayrılışıyle Mekke âdeta boşalmıştı.



Ümmü Gülsüm (r.anhâ) doğup büyüdüğü şehirde ailesinin içerisinde idi. Fakat bir müslüman olarak kendini yalnız hissediyordu. Bunun için o da hicret etmek istiyordu. Babası izin vermediğinden Mekke’de kalmıştı. Müslüman kardeşlerinden ve Rasûlullah’tan ayrı kalmanın ıstırabıyla hayatına devam ediyordu. Sanki o öz yurdunda gurbet hayatı yaşıyordu. Bu ayrılığın bitmesi için Rabbimize duâ ediyor, hicret için fırsat kolluyordu.



O yedi yıl Rasûlullah’a kavuşma hasretiyle yandı. Müslüman kardeşlerinden ayrı kalmanın acısını yedi yıl kalbine gömdü. Nihayet Rabbımız ona bir fırsat lutfetti. Hergün gittiği yere gidiyormuş gibi bir plânla evden kaçtı.



Ümmü Gülsüm (r.anhâ) hicret mâcerâsını şöyle nakleder: “Mekke’den en son çıkış bölgesi olan Ten’im taraflarında kendimize ait bir bahçe vardı. Ev halkımızdan bazısı da orada otururdu. Buraya sık sık gider, üç dört gün kalır Mekke’ye dönerdim. Ailem benim oraya gitmeme mâni olmazdı. Buraya gidiş gelişi sıklaştırarak ev halkını alıştırdım. Artık Mekke’de durmak istemiyordum. Kendi kendime hicret etmeye karar verdim. Yolda karşılaşacağım sıkıntılara razı oldum.



Birgün bahçeye gidiyor gibi yine Mekke’den çıktım. Yolun en son noktasına, şehrin çıkışına vardım. Orada bir adamla karşılaştım. Bana: Sen nereye gitmek istiyorsun? diye sordu. Ben de: Sen kimsin? dedim. Huzâa kabilesinden diye cevap verdi. Bu kabile Rasûlullah (a.s) ile antlaşma yaparak sadakat göstermişti. Ona: “Ben Kureyşî’lerdenim Medine’ye gitmek istiyorum” dedim. O da: “Biz Huzâlılar gidilecek yolu iyi biliriz.” dedi. Bana yol klavuzu olabileceğini söyledi ve devesini getirip benim önümde ıhdırdı. Ben de deveye bindim. Huzalı devenin yularını tutup öne düştü ve Medine yoluna koyuldu.



Ümmü Gülsüm binti Ukbe (r.anhâ) Allah ve Resûlü yolunda annesinden, babasından ve memleketinden ayrılıyordu. Bundan dolayı da hiç üzülmüyordu. Rasûlullah (s.a) Efendimize ve müslüman kardeşlerine kavuşmayı büyük bir seâdet biliyordu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine karşıdan göründü.



Ümmü Gülsüm (r.anhâ)’nın gönlü sevinç içerisindeydi. Mekke’de geçen sıkıntılı günler geride kalmıştı. Allah Rasûlüne kavuşma heyecanı kalbini sarmış, içi içine sığmaz olmuştu. Selâmet içerisinde Medine’ye ulaşmanın şükrü ile Rabbımıza hamdediyordu. Yol rehberi Huzâlı’ya duâ ediyordu. Allah o yoldaşı hayırla mükâfatlandırsın! Bir defa bile en ufak bir rahatsızlık verecek harekette bulunmadı. Huzâ kabilesi ne güzel kabiledir! diyordu.



Ümmü Gülsüm (r.anhâ) Medine’ye girince müminlerin annesi Ümmü Seleme (r.anhâ)’ya misâfir oldu. O sırada İki Cihan Güneşi Efendimiz evde yoktu. Annemiz ona ikramda bulundu. Hal hatırını sordu. Onun sevincini paylaşmak üzere birlikte oturup sohbet etti. Fakat o endişeli bir bekleyiş içinde görünüyordu.



Ümmü Seleme (r.anhâ) annemiz bu fedakâr, imanlı kardeşini rahatlatmak ve gönlündeki sıkıntı ve endişeleri gidermek için ona:



– “Ey Ümmü Gülsüm! Sen Allah’a ve Resûlüne hicret ettin değil mi?” dedi. O da:



– “Evet!” dedi. Fakat Ümmü Gülsüm (r.anhâ) rahat değildi. Düşünceliydi. İçinde sakladığı bir derdi, tasası vardı. Bunu açıklamak için bir fırsat kolluyordu. Ümmü Seleme (r.anhâ) annemizin yakın ilgisinden cesâret alarak zihnini meşgul eden gönlünü sıkan korku ve endişeyi şöyle açıkladı:



– “Ey Ümmü Seleme! Hudeybiye antlaşması gereğince Mekke’den kaçıp Medine’ye gelenler Mekkelilere geri veriliyor. Müslüman olarak Rasûlullah’a sığınan Ebû Cendel (r.a) ile Ebû Basîr (r.a) iâde edilmişti. Efendimizin beni de geri çevirmesinden korkuyorum.



Ey Ümmü Seleme! Kadınların hâli erkeklerinki gibi değildir. Mekke’den ayrılışımın üzerinden sekiz gün geçti. Şimdi onlar beni arayacaklardır. Bulamayınca da buralara kadar geleceklerdir.” diyerek derd ve sıkıntısını dile getirdi.



Ümmü Gülsüm binti Ukbe (r.anhâ) bu endişeler içerisinde heyecanlı bir şekilde beklerken İki Cihan Güneşi Efendimiz hâne-i seâdete teşrif buyurdu. Ümmü Seleme (r.anhâ) annemiz durumu Efendimize arzetti. Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz bu fedakâr sahâbîsine “Hoş geldin” dedi.



Ümmü Gülsüm (r.anhâ) Rasûlullah (s.a) Efendimize heyecanlı heyecanlı Medine’ye geliş mâcerâsını anlattı. Sözlerini içindeki endişeyi de dile getirerek şöyle bitirdi:



“Ya Rasûlallah! Ben, dinim uğrunda hicret ederek sizin yanınıza geldim. Beni koruyun. Müşriklere geri çevirmeyin. Onlara iâde ederseniz, bana işkence ederler. Dinimden döndürmeye çalışırlar. Ben nihâyet bir kadınım. Bilirsiniz ki, kadınların hâli zayıfların hâline benzer.” diyerek derdini, sıkıntısını açıkladı.



İki Cihan Güneşi Efendimiz dikkatle Ümmü Gülsüm (r.anhâ)’yı dinledi. Onu sevindirecek ve korkusunu giderecek bir üslûpla şöyle cevap verdi: “Yüce Allah muhakkak kadınlar hakkındaki ahdi bozar, hükümsüz bırakır.” buyurdu.



Efendimiz bu imanlı, fedakâr sahâbîsini bu sözleriyle rahatlattı. Rabbimiz de Habîbi’nin isteğini tahakkuk ettirdi ve hanımların müşriklere geri verilemiyeceğini belirten âyet-i kerîmeyi nâzil buyurdu. Yeni nâzil olan bu ilâhî müjde “imtihan edilen kadın” mânâsına gelen Mümtehine sûresinin onuncu âyeti idi. Meâlen:



“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”



İki Cihan Güneşi Efendimiz vahiy tamamlanınca bu müjdeli haberi Ümmü Gülsüm (r.anhâ)’ya bildirdi. Artık bundan böyle müşriklerin arasından kaçıp gelen imanlı hanımlar Mekke’ye geri verilmeyecekti. Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz ilâhî emir gereğince onu ve daha sonraki hanımları soruşturdu ve:



“Allah’a yemin olsun ki siz, Allah ve Resûlünün sevgisi, bir de İslâmî vazîfeleri serbestçe yapabilmek için hicret etmiş bulunuyorsunuz. Yoksa ne koca ne de mal sebebiyle göç etmiş değilsiniz.” buyurdu.



Ümmü Gülsüm (r.anhâ) rahat bir nefes almıştı. Sevincinden gönlü uçuyordu. Yüce Rabbımıza hamdediyordu. Sevgili Peygamberimize sevinç göz yaşlarıyla cevap veriyordu. Ama dünya imtihan dünyasıydı. Sıkıntılar bitmiyordu. Bütün bu olup biten işler, akıp giden hâdiseler arasında babası Ukbe İbni Ebî Muayt kızının Medine’de olduğunu öğrendi. Oğulları Velid ve Umâre’yi kızkardeşlerini alıp getirmek üzere Sevgili Peygamberimize gönderdi. Medine’ye geldiklerinde Efendimizi buldular. Hudeybiye antlaşması gereğince kendilerinden emin olarak İki Cihan Güneşi Efendimize: “Aramızdaki antlaşmaya göre kızkardeşimizi bize teslim et!” dediler. Fahr-i Kâinat (s.a) Efendimiz onlara: “Allah Teâlâ o şartın hükmünü hanımlar hakkkında bozdu.” buyurdu. Ümmü Gülsüm (r.anhâ)’yı onlara teslim etmedi. Velid ve Umâre elleri boş olarak Mekke’ye döndüler.



Ümmü Gülsüm binti Ukbe (r.anhâ) henüz evlenmemişti. Medine’de kalması kesinleşince sahâbenin ileri gelenlerinden Zübeyr İbn Avvam, Zeyd İbni Hârise ve Abdurrahman İbni Avf (r.anhüm) efendilerimiz kendisine evlenme teklifinde bulundular. Ümmü Gülsüm (r.anhâ) durumu kardeşi Hz. Osman (r.a) ile istişâre etti. O da Resûl-i Ekrem (s.a) efendimize sormayı tavsiye etti. Bu teklif Efendimize arzedilince Ümmü Gülsüm (r.anhâ)’nın Zeyd İbni Hârise (r.a) ile evlenmesi uygun görüldü. Kısa zamanda iki fedâkâr sahâbisinin sıcak yuvaları kuruldu. Hz. Zeyd ile Ümmü Gülsüm (r.anhâ) mesud bir hayat yaşadılar. Fakat mutlulukları uzun sürmedi. Çünki kocası Zeyd (r.a) Mûte Savaşında şehid düştü. Bu evlilikten Zeyd isminde bir oğulları, Rukıyye adında bir kızları dünyaya geldi.



Ümmü Gülsüm (r.anhâ) kadere rıza gösteren imanlı bir hanımdı. Allah’tan gelen her şeye râzıydı. Kocasının şehid olmasını sabır ve metânetle karşıladı. İddet müddetini bekledikten sonra Zübeyr İbni Avvâm (r.a) ile evlendi. Ondan da Zeynep adında bir kızı oldu. Hayat sürprizlerle doluydu. Mutlu bir yuva devam ederken birden aralarında bir geçimsizlik baş gösterdi. O sıcak yuva yaşanmaz bir hal aldı. Uzun sürmedi. Kısa bir müddet sonra boşanmak zorunda kaldılar.



Hayat devam etmekteydi. İnsan yalnız yaşayamazdı. Ümmü Gülsüm de bunun farkında idi. Abdurrahman İbni Avf (r.a)’tan gelen teklif üzere onun ile evlendi. Bu evlilikten de İbrâhim ve Hâmid isminde iki oğulları dünyaya geldi.



Ümmü Gülsüm binti Ukbe (r.anhâ) Rasûlullah (s.a) Efendimizin sohbetinden istifâde eden bilgili, imanlı bir hanımdı. Efendimizden on kadar hadis-i şerif rivayet ettiği nakledilir. Bunlardan bir tanesi şudur:



Ümmü Gülsüm binti Ukbe İbni Ebî Muayt radıyallahu anhâ, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:



“İnsanların arasını bulmak için hayırlı haber götüren (veya hayırlı söz söyleyen) kimse yalancı sayılmaz.” (Buhâri, Sulh, 2)



Müslim’in rivayetinde de:



“Ümmü Gülsüm dedi ki, Peygamber aleyhisselam halkın söyleyip durduğu yalanlardan sadece üçüne izin verdiğini işittim. Bunlar da:



1. Savaşta (düşmanı aldatmak için)



2. İki kişinin arasını bulmak maksadıyla,



3. Kocanın karısına, karının da kocasına (aile düzenini korumak düşüncesiyle) söylediği yalandır.” (Riyazussalihin Terc. ve Şerh. c.2, s.247).



Ümmü Gülsüm binti Ukbe (r.anhâ) Abdurrahman İbni Avf (r.a)’ın vefatından sonra, ömrünün sonunu Amr İbn Âs (r.a) ile nikahlı olarak geçirdi. Onun nikâhında iken ahirete göç eyledi. Allah ondan râzı olsun.



Cenâb-ı Hak’tan onun fedakârlığından, gayretinden, imânî heyecanından hisseler alabilmeyi ve şefaatlerine erebilmeyi niyaz ederiz. Amin.



Kaynak: Altinoluk dergisi, 12/2004
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Âtike Binti Zeyd (r.a.)

Âtike Binti Zeyd (r.a.)

kadsah7.jpg

Mersiyeleriyle Meşhur

Âtike Binti Zeyd (r.a.)



Atike binti Zeyd radıyallahu anhâ Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize ilk bey’at eden hanım sahâbîlerden... Aşere-i mübeşşereden Saîd ibni Zeyd (r.a)’ın kız kardeşi... Mersiyeleriyle meşhur bir şâir hanım... Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın oğlu Abdullah (r.a)’ın hanımı...

O, Mekke’li olup Kureyş kabîlesine mensuptur. Babası Zeyd İbni Amr İbni Nûfeyl’dir. Hayatında hiç putlara tapmayan ve onlar adına kesilenleri yemeyen bir insan. Resûl-i Ekrem (s.a) efendimize vahiy gelmeden önce Mekke civarında Beldah vâdisinde karşılaştıklarında müşriklerin ikram ettiği yemeği putlar adına kesildiği için yemeyen Sevgili Peygamberimize tâbî olan ince düşünceli, yufka yürekli, şahsiyetli bir insan.

Cahiliye döneminin vahşetinden kız çocuklarını kurtarmak için gayret gösteren şefkatli bir baba. Küçücük yavruları diri diri gömülmeğe götürülürken âilelerinden isteyerek alan ve onları büyütüp tekrar anne-babasına teslim eden sevgi dolu bir baba.

O, ürümüş toplumu ıslah için gayret etti. Hak dini aramak üzere Şam’a gitti. Hanif dinini öğrenmek üzere Hristiyan âlimlerine müracaat etti. Onlardan aldığı cevap kendisini ümitlendirdi. İnsanlığın karanlıklardan çıkacağı günlerin yakın olduğuna çok sevindi. Alimler ona: “Allah Teâlâ senin aradığın dinin son peygamberini gönderecek. Bu çok yakınlaştı. Çıkacağı yer de sizin memleketinizdir. Sen durma git.” dediler.

Âtike’nın babası Zeyd İbni Amr büyük bir heyecan içerisinde son peygamberi görme aşkıyla hemen yola koyuldu. Mekke’ye doğru yol alırken bedevilerin saldırısına uğradı. Yaralandı. İyileşmekten ümidini kesti. Son peygambere kavuşamayacağının üzüntüsü içerisinde son anlarını yaşarken; bâri çocuklarım o şerefe erebilse dedi. Onların Peygamberle buluşması için: “Yâ Rabbi! Oğlum Said’i ve diğerlerini ondan mahrum eyleme.” diye duâ etti.

Said İbni Zeyd ve kızkardeşi Âtike bu hâlis niyetle yapılan baba duâsı hürmetine İslâm’la şereflenen ilk sahâbilerden oldular.

Âtike binti Zeyd (r.anha) kız çocuklarına kıymet verilmeyen bir dönemde Hak âşığı babasının sevgi, şefkat ve merhamet nazarları altında yetişti. Kız olsun oğlan olsun, bütün çocukları Allah’ın bir emaneti olarak kabul eden, insana insan olduğu için değer veren bir aile ortamında büyüdü. İnsânî ve ahlâki ölçülere sâhib bir terbiye aldı. Vahşetten uzak kaldı. İnce düşünceli, nazik bir hanımefendi oldu.

O, akıllı, terbiyeli, eğitimli, duygulu ve heyecan dolu bir hanımdı. Şiirler söylerdi. İlk evliliğini Medine’ye hicret ettikten sonra. Hz. Ebû Bekir (r.a)’ın oğlu Abdullah (r.a) ile yaptı.

Âtike (r. anhâ) güzelliği ve câzibesiyle kocasını etkiledi. O kadar ki; Abdullah (r.a)’ın ona düşkünlüğünden dolayı cihad ve benzeri sorumluluklarını gereği gibi yerine getirememesine sebeb oldu. Ticarî ve dinî hayatına engel teşkil edecek kadar ileri gitti. İşini gücünü bıraktı. Alış - verişten uzaklaştı. İbadet hayatı zayıfladı. Hatta bir seferinde Cuma namazını kaçırdı. Onun bu hareketleri babacığını üzmeye başladı.

Hz. Ebû Bekir (r.a) oğlunun dünya ve ahiretini birlikte düşünüyordu. Abdullah’ın bu derece hanımına ilgisi ve düşkünlüğünü bir türlü izah edemiyordu. İnsan ifrat ve tefrite kaçmamalıydı. İslâm denge dini idi. İki dünyamızı da kazanmak için çalışmak gerekliydi. Oğlunun ebedî hayatını düşünerek birgün ona: “Oğlum! Bu kadın senin din ve dünyana engel oluyor.” diyerek uyardı. Sonra “onu boşa” dedi. Ondan ayrılmasını istedi.

Abdullah (r.a) iki sevgi arasında kaldı. Babasının bu tavrına ve hanımından ayırmasına çok üzüldü. İstemeyerek de olsa babasının emrini yerine getirmek zorunda kaldı ve çok sevdiği hanımı Âtike’den ayrıldı.

Bir müddet yanlızlığa sabretti. Fakat ondan uzak kalmaya dayanamayan Abdullah (r.a) şiir söyleyerek acılarını dile getirmeye başladı.

Bir gece gönlünde kopan fırtınaları içli mısralarla şiire döküp terennüm ederken babası Hz. Ebû Bekir (r.a) duydu. Oğlunun bu ıstırabını, hasret ve nedâmetini öğrenince yeniden Âtike’ye dönmesine izin verdi.

Abdullah (r.a) gönlünü Âtike’ye o derece kaptırmıştı ki, kendisinden sonra başka bir kocaya varmasını bile istemiyordu. Bunun için Âtike (r. anhâ)’yı ikinci defa nikâhlar iken şart koştu. Ona bir bahçe bağışladı. Kendisinin vefatından sonra da kocaya gitmeyeceğine dâir ondan söz aldı. Fakat kader ilâhi bir sırlarla doluydu. İnsan yaşadığı müddetçe nelerle karşılaşacak bilinmezdi.

Abdullah (r.a) hicri sekzinci yılda yapılan Taif muhasarasında aldığı bir ok yarasından Medine’de vefat etti.

Âtike (r. anhâ) kocasının dünyadan ayrılışına çok üzüldü. Elemini, kederini şiirlere döktü. Ölünceye kadar kocasına ağlayacağını ifade eden şu mersiyeyi söyledi.

“Ben Hz. Peygamber ve Hz. Sıddık’tan sonra insanların en hayırlısı olan bir zât ile musibete dûçar oldum. Gözlerim onun gibi yiğit, kahraman birini görmedi. Onun savaş meydanlarındaki sabır ve sebatı, düşman üzerine korkmadan saldırışları, döne döne hücum edişlerinin mükâfatını Allah verecektir.

O öyle bir bahadır idi ki, her taraftan mızraklar kendisine çevrildiği halde yılmadan düşman içlerine daldı. Ölünceye kadar çarpıştı. Ben artık dünyada durdukça onun için hüzün ve elem dolu göz yaşlarımla gözlerimi nemlendirmeye yemin etmişimdir.”

Âtike (r. anhâ) sevgili kocası Abdullah (r.a)’ın vefatıyla duyduğu acıyı unutamıyordu. Hayat devam etmekteydi. Acılar ve sevinçler hepsi birer imtihandı. Yalnızlık Allah’a mahsustu. Âtike (r. anhâ) gençti. Becerikli, zeki ve güzeldi. İddet müddeti tamam olunca tâliblileri çoğaldı. İlk isteyeni Hz. Ömer (r.a) oldu.

Âtike (r. anhâ) ilk kocasıyla arasında bir şartlı nikâh söz konusu olduğunu söyledi. Abdullah (r.a)’a verdiği sözü ileri sürdü. Hz. Ömer (r.a) da: “Hele bir danış, istişâre et!” dedi. O da Hz. Ali (r.a)’ya gidip durumu izah etti. Gönlünü tırmalayan suâle cevap istedi. Hz. Ali (r.a) ona:

“O bahçeyi, Abdullah’ın mirasçılarına bırak. Onun vârislerine geri ver. Daha sonra evlen.” dedi.

Âtike (r. anhâ) bu cevap üzerine Hz. Ömer (r.a.) ile evlenmeğe karar verdi. Yalnız ona da bir şartı vardı. Camiye cemaate gitmeye izin isteyecekti. Hz. Ömer (r.a)’dan namazını Mescid-i Nebevî’de cemaatle kılmasına engel olmayacağına dâir söz aldı. Nikâhları kıyıldı.

Hz. Ömer (r.a) namaz kıldırırken mihrapta şehid edildiği sırada hanımı Âtike (r. anhâ)’nın da mescidde bulunduğu rivayet edilir.

Âtike (r. anhâ) acılarını hep şiire dökerek ifade ederdi. Hz. Ömer (r.a)’ın şehadeti üzerine de şöyle bir mersiye söylediği nakledilir:

“Ey göz, göz yaşları akıtıp feryad u figan ile ağla. Soylu ve şerefli mü’minlerin emiri hakkında ağlamaktan usanma!

Ömer, dâima mazlumların yanında ve yardımında idi. Ebu’l-Fukara idi. Fakirlerin babası durumundaydı. Savaş meydanlarının kahramanı ve korkusuz adamı idi. Bundan böyle servet ehline ve fukaraya söyle ki; ölsünler! Zira ölüm Hz. Ömer’e ayrılık kâsesini sunmuştur. Onlar da koruyucusuz kalmıştır.”

Âtike (r. anhâ) ikinci acıyı gönlüne gömerek hayatını sürdürmeye devam etti. Mersiyeler söyleyerek sükûnet bulmaya çalıştı. Ölüm iddetini tamamlayınca tekrar evlenmek için talebler gelmeye başladı. Buna karşı duramadı. Zübeyr İbni Avvam (r.a) ile evlendi. Mutlu bir hayat geçirmekteydiler. O devrin müslümanı cihaddan cihada koşmaktaydı. Bir müddet sonra Cemel vakası vukû buldu. Bu savaşta Zübeyr (r.a) şehit edildi. Onun içinde şiirler söyledi. Bu mersiyede; Zübeyr (r.a.)’ın ahlâkî üstünlüklerinden, dürüst, kâmil bir mümin, azimli, cesur, gözü pek ve gönlü zengin şerefli bir kahraman olduğundan bahsetti.

Âtike (r. anhâ)’nın kadere inancı tamdı. Allah’dan gelen her acıyı sabırla karşıladı. Üçüncü dul kaldı. Halk arasında “Kim şehid olmak isterse Âtike ile evlensin.” diye nükteler yapıldığı rivayet edilir. Son olarak Hz. Hüseyin (r.a) ile evlendiği ve onun da şehâdetini gördüğü nakledilir.

Âtike binti Zeyd (r. anhâ) zekî, anlayışlı, bilgili ve çok ibadet eden, mersiyeleri ile meşhur olmuş şâir bir hanım sahâbidir.

Allah ondan razı olsun. Rabbımız bizleri şefaatlerine nâil eylesin.

Amin.



Kaynak: Altinoluk dergisi, 03/2005
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
dirar ibnı ezver (r.a.)

dirar ibnı ezver (r.a.)




kadsah48.jpg


Dirar Ibni Ezver(r.a.)




Dirar Ibni Ezver radiyallahu anh Rumlara esir dustu, turlu iskencelere maruz kaldi. Kilic darbeleri arasinda kan revan icinde baygin olarak yere yikildi ama davasindan zerre miktar taviz vermedi.

Dirar Ibni Ezver radiyallahu anh korkusuz kahramanlardan... Cesaret ve secaatiyle meshur bir yigit kumandan... Unlu ati Muhabber'in sirtinda cesitli savaslara katilan ve arslanlar gibi dusmana hucum eden bir cengaver... Ayni zamanda her savas icin siirler soyleyen bir sair...

O, Esedogullarinin zenginlerindendi. Bine yakin devesi ve bunlari guden birkac cobani vardi. Babasi egri boyunlu" anlamina gelen Ezver lakabiyla tanindigi icin o da Dirar Ibni Ezver diye sohret buldu. Asil adi Dirar Ibni Malik Ibni Evs el-Esedi'dir.

Dirar Ibni Ezver 630 m. senesinde kabilesinden bir heyetle Medine'ye geldi. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin huzurunda Lamiyye" kasidesini okudu.

Bu kasidesinde o, icki, kumar, eglence gibi zevkleri biraktigini, ailesini ve butun servetini terkederek birlikte musriklere karsi savasmaya geldigini ve bu alis-veriste zararli cikmayacagini umit ettigini ifade etti. Sevgili Peygamberimiz de kasideyi dinledikten sonra ona: Karli bir alisveris yaptin Ey Dirar!" dedi. O da kelime-i sehadet getirerek Islam'la sereflendi.

Ne guzel teslimiyet ve ne karli alisveris!... Dunya zevklerinden vazgecip ebedi zevklere ermek... Gonlunu Islam'in nuruyla aydinlatip o nurla dunyaya veda etmek... Allah'im bizlere de boylesi teslimiyet ve karli alisveris nasib et!.. O nura sahib olarak huzuruna kabul et!.. Amin.

Sevgili Peygamberimiz Dirar (r.a.)'daki bu samimi teslimiyeti gorunce onu cesitli kabilelere elci olarak gonderdi. Kendi kabilesi Esed- ogullarinda cikan Tuleyha Ibni Huveylid diye birinin dinden donerek peygamberlik iddiasinda bulunmasi uzerine onu, Beni Esed yoneticilerini yakindan gozetlemekle gorevlendirdi. Dirar bu yoneticilerin Tuleyha'nin gucunden korktuklarini gordu ve Tuleyha'ya karsi harekete gecerek kabiledeki muslumanlari bir araya topladi. Fakat bu sirada Iki Cihan Gunesi (s.a.) efendimizin dar-i bekaya irtihalleri haberi geldi. Bunun uzerine o, musluman yoneticilerle birlikte Medine-i Munevvere'ye dondu.

Dirar (r.a.) cesitli bolgelerin fethi sirasinda Halid Ibni Velid (r.a.)'in emrindeki orduda yer aldi. Temimogullari uzerine gonderilen birliklerden birine kumandanlik yapti. Zekat toplanmasina karsi cikan Malik ibni Nuveyre ve adamlariyla carpisti. Hepsini esir alarak Halid Ibni Velid (r.a.)'a teslim etti.

O, Kadisiye, Hire, Yermuk, Sam ve Halep'in fethinde bulundu. Yemame'de buyuk kahramanliklar gosterdi. Sam civarinda devam eden muharebelerde 100 kisilik kesif kolunda dusman kuvvetlerine yakalanarak esir dustu. Fakat arkadaslarinin siddetli hucumlariyla kisa muddette kurtuldu. Ikinci defa esir dustu. Bu sefer basindan cok acikli sahneler gecdi. Turlu iskencelere maruz kaldi. Kilic darbeleri arasinda kan revan icinde baygin olarak yere yikildi ama davasindan zerre miktar taviz vermedi. Onun esaret altinda cektigi iskence tuyler urpertir. Gosterdigi yigitlik de gogus kabartir. O Hirakl'in karsisinda egilmedi. Daha gur imanla Islam'i savundu. Bu karsilikli konusma soyle gerceklesti:

Imparator Hirakl ust uste alinan hezimetlerden dolayi cok uzgundu. Dirar ve arkadaslarinin esir alindigini isitince cok sevindi. Derhal getirilmesini emretti. Karsisina cikarilinca: Arablarin firka kumandani Dirar sen misin?" dedi. Dirar (r.a.) da: Evet! Peygamber yolunda sizinle harbeden Dirar benim!" dedi. Hirakl: Kendini askerlerinin yaninda mi saniyorsun da oyle sert konusuyorsun." dedi. Dirar: Her nerede olsam din dusmanlarina karsi gogsumu gere gere cevab vermekten cekinmem. Sen beni korkar mi zannediyorsun?" dedi. Hirakl: Kime guveniyorsun? Burasinin askerlerimin merkezi oldugunu unutuyor musun?" dedi. Dirar: Islamiyet, gunes gibi adaletiyle her tarafi kaplamaga basladi. Hala sen kendine teselli vermek istiyorsun!" diye cevap verdi. Hirakl: Bilmis ol ki, su anda vucudunu paramparca yapmak benim icin zor degil!" dedi. Dirar (r.a.) da: Huzuru Muhammed'i de bulunmus bir musluman yetmis tane Hirakl olsa hice sayar, tehdidine aldirmaz. Senin son yapacagin oldurmek degil mi? Gidecegim yer huzur-i Rasulullah'tir. Islam icin terk-i hayat etmek bize her seyden lezzetlidir." diye karsilik verdi.

Dirar (r.a.)'in yigitce verdigi bu cevaplar Hirakl'in umerasini gazablandirdi. Her birisi ellerini kiliclarina goturdu ve bir agizdan Hirakl'e: Bu arabi nicin boyle konusturuyorsunuz? Hayatinin luzumu var mi?" dediler. Hirakl de: Icabina bakiniz diye emretti. Bir anda otuz-kirk kilic birden Dirar (r.a.)'in vucuduna inmege basladi. Agir sekilde yaralanarak kan revan icinde kaldi. Kininden kibrinden kuplere binen Hirakl: Sag birakmayiniz! diye bagiriyordu. Bu dehsetli hal karsisinda daha once Islam'i kabul eden ancak gizli tutan General Mika ne yapacagini sasirdi. Gonlu kan agliyordu. Din karindasinin helak olmasina engel olamiyordu. Ne care ki sahiblense kendini de telef edeceklerdi. Bir tedbir olarak Hirakl'e: Ey Melik! Bunu burada telef etmek ne faide verecek. Onu tedavi edelim ve herkese ibret olsun diye halkin gozu onunde asalim." dedi. Bu teklif Hirakl'in hosuna gitti ve: Oyleyse buradan kaldir. Evine gotur. Iyilesince asalim" dedi.

Bu musaadeden pek sevinen General Mika, Dirar'i evine goturdu. Orada gozlerini acan Dirar Mika'ya: Eger muslumansan bana yardimini esirgeme. Hristiyan isen insani vazifeni yap." dedi. General Mika: Korkma ya Dirar! Muhammed'in askina sana her turlu yardimi yaparim. Yeter ki, sen iyiles. Askerinle birlikte firar bile ederiz" dedi.

Mika'nin bu hayat bahseden sozlerinden pek memnun olan Dirar bir kac hafta sonra sagligina kavustu. Kizkardesi Havle binti Ezver'e bir mektup yazdi ve Mika vasitasiyla gonderdi. Bu sirada Antakya muslumanlar tarafindan muhasara altina alindi. Allah Teala herseye kadirdi. General Mika bir firsatini buldu ve Dirar Ibni Ezver ile arkadaslarini Islam ordusu tarafina kacirdi. Bu kahraman yigit yeniden zirhini giydi ve rumlara karsi: Ey ehl-i Salib!.. Evvelce esir tuttugunuz Dirar benim. Hamran'i Batros'u olduren benim" diye meydana atildi. Karsisina cikan Istafani sasirtip bir kilicda yere serdi. Oradan Halid Ibni Velid (r.a.)'in uzerine yuruyen Vardan'a hucum etti. Onu da yere serdi. Vardan oldurulunce rumlar Sam'a dogru kacismaga basladi.

Dirar Ibni Ezver (r.a.) hic bir zaman hayatini tehlikeye atmaktan cekinmedi. Daima din ugruna feday-i can etti. Bu savasta onunla birlikte uc bin musluman sehid oldu. Kabri Urdun'de Dirar koyunde bir mescidin icinde bulunmaktadir. Cenab-i Hak'tan sefaatlerini niyaz ederiz. Amin.

Mustafa Eris
Kaynak: Altinloluk dergisi, Nisan 1997


Hazirlayan: Muhammed Faruk
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Lebid Bin Rebia

Lebid Bin Rebia


peyhan9.jpg




Lebid Bin Rebia

(?–660 m.)

Kasideleri altın harflerle yazılıp Kabe duvarına asılan ünlü Arap şairlerindendir. Genç yaşta yazdığı ve okuduğu şiirleriyle meşhur olmuş ve belagatın çok üstün olduğu bir zamanda en büyük edipler seviyesine yükselme başarısını göstermiştir. Muallaka sahibi kişiler arasında Müslüman olan tek şairdir. Söylediği şiirleri özellikle kabilesi üzerinde çok büyük tesir bırakmış ve temayüllerinin değişmesine sebep olmuştur. Müslüman olmadan önce ve Müslüman olduktan sonra yazdığı şiirlerinde önemli farklılıklar dikkat çekmiştir. Muallaka’sı Kabe duvarında asılı dururken nazil olan ayeti duyan kızı; ayetin belagatı karşısında, babasının yazdığının kıymetinin kalmadığını söyleyerek, eseri Kabe duvarından indirmiştir. Künyesi Ebu Akil Lebid bin Rebia bin Malik bin Cafer el-Amiri el-Caferi şeklindedir.

Lebid’in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, Hire Hükümdarına gönderilen elçilik heyeti içinde bulunmasından hareketle 550-570 yılları arasında doğmuş olduğu tahmin edilmektedir. Beni Cafer kabilesine mensup olan Lebid’in babası Rebia bu kabilenin ileri gelenlerindendir. Rebia, cömertliği ile şöhret bulmuş ve fakirlerin babası anlamına gelen “Rebiu’l-muktirin” lakabıyla anılmıştır.

Lebid, genç yaşta kabilesi içinde şöhret buldu. Yazdığı şiirlerle dikkatleri üzerine topladı. Hire Hükümdarına gönderilen elçilik heyeti içinde bulunması, söylediği şiirlerin hükümdarın çok hoşuna gitmesi şöhretini arttırdı. Kabile mensupları üzerindeki etkisi de hissedilmeye başlandı. Arap toplumunda şiire ve şairlere çok büyük değer verilmesinden ötürü, bunların sarf ettiği sözler de toplumun eğilimleri üzerinde çok büyük etki bırakmaktaydı. Nitekim, söz konusu elçilik heyeti içinde bulunup Hire hükümdarını metheden ve ona muhalif olanı hicveden sözlerinden sonra, hükümdara olan bağlılık arttı. Kendi kabilesinin de Hire hükümdarına olan bağlılıkları yeniden güçlendi.

Lebid, şiirleri Kabe duvarına asılan Arapların en ünlü şairleri arasına girerek büyük bir şöhret elde etti. Şiirlerindeki belagatıyla kabilesine hizmet etmekle övündü. Şöhret bulduktan sonra da kabilesine sadık kaldı. Yaşadığı dönemde kendisi için “Arapların en büyük şairi” şeklindeki övgülere rağmen gurura kapılmadı. Kendisinden üstün olanların ismini zikrederek, üçüncü sırada kendine yer verdi. İmrü’l-Kays ve Tarafa’nın kendinden önde olduğunu ifade etme nezaketinde bulundu.

Muallaka şairleri içinde Müslüman olan tek şair Lebid’in, İslamiyet’i ne zaman kabul ettiği hakkında kesin bilgi yoktur. Kur’an-ı Kerim’in nazil olmasından sonra da Kabe duvarındaki şiirler asılı durmakta idi. Bu sırada Lebid henüz Müslüman değildi. Bir çok kaynakta aktarıldığı gibi, Risale-i Nur’da da Lebid ve kızının tavrı hakkındaki nakillere yer verilmektedir.

Kur’an-ı Kerim’in nazil olması ve ayetlerinin okunmaya başlanması, duyulması, belagat dahileri üzerinde çok büyük etki yaptı. Altınla yazılan ve Kabe’nin duvarlarına asılan meşhur ediplerin şiirleri, Kur’an’ın belagatı karşısında sönük kaldı. Bu gelişme karşısında harekete geçen kimselerden birisi meşhur Lebid’in kızı oldu. Allah’ın kelamı karşısında babasının sözlerinin ehemmiyetinin kalmadığı düşüncesiyle Kabe duvarına asılı olan babasının kasidesini indirdi. Sebep olarak da; “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı” (Şualar, 1994, s. 124) demek suretiyle duygularını ifade etti.

Belagat ustası olan Lebid de Kur’an’ın belagatına hayran kaldı. O sırada müşrik olduğu halde hayranlığını gizlemedi. Ayetlerdeki ifadelerin belagatı en güzel şekilde gösterdiğini ifade etti. İlahi kelamın nüzulüne lakayt kalmayarak Müslüman oldu. Kur’an-ı Kerim’in ancak, bir Peygamber lisanından duyulabileceğini söyleyerek vahyi tasdik etti (İşaratü’l-İ’caz, 1994, s. 268) Bu tarihten sonra şairliğinde ve eserlerinde büyük farklılıklar görülmeye başlandı.

Lebid, Müslüman olmadan önce yazdığı şiirlerinde; içki alemlerini, av sırasında avcının önünde ceylanların ve yaban eşeklerinin kaçışlarını, köpeklerle mücadelelerini tasvir etti. Hayvanlar alemini tasvirinde büyük maharet sahibi olduğunu gösterdi. Kendi kabilesinin hayat tarzına, çiftçilik işleri dahil olmak üzere, yurdunun hatıralarına yer verdi. Yolculuklarını tasvir etti.

Kabe’ye asılan Muallaka’sının ilk bölümünde eski konaklama yerlerinin tasvirine yer verirken, aşk temasını ikinci planda tuttu. Av sahnelerini ve işret alemini, kabile büyüklerine övgü, kendi cömertliği ile övünme gibi temalara yer vererek işledi. Bu eseri hakkında bir çok çalışma yapıldığı gibi İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca, Urduca, Farsça ve Türkçe tercümesi de yapıldı.

Lebid, Müslüman olduktan sonra ise, şiirlerinde içki ve av sahnelerine yer vermedi. Bundan sonra daha çok İslami motiflere yer verdi. “İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey batıldır, her nimet de şüphesiz zevale mahkumdur” beyti Peygamber Efendimizin (asm) övgüsüne, hiçbir şairin ağzından, bunlardan daha doğru ifadelerin çıkmadığı mealindeki iltifata mazhar oldu. Şairin, her nimet de şüphesiz zevale mahkumdur, şeklindeki ifadeleri, dünyevi nimetlerin zeval bulmasına karşılık, asıllarının ahirette verileceği şeklinde şerh ve izah edilmiştir.

Lebid’in, 631 yılında Müslüman olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten sonra Küfe’ye yerleşti ve şehrin kurucuları arasında yer aldı. Oğulları da kendisiyle birlikte buraya yerleştiler. Uzun bir ömür yaşayan meşhur şair, yaşadığı uzun yılları şiirlerine de aksettirdi. 660 veya 661 yılında Küfe’de vefat etti. Beni Cafer bin Kilab adı verilen sahraya defnedildi.

Şairliği üzerinde bir çok çalışma yapılan Lebid’in şahsiyeti üzerine çalışan araştırmacılar oldu. Carl Brockelmann bunlardan birisidir. Bu araştırıcıya göre, Müslüman olmadan evvel Lebid’i diğer cahiliye devrinden ayıran önemli bir özelliği vardır. Kendisi, mısralarında dini bir hisse yer vermek suretiyle diğerlerinden ayrılmaktadır. Bu hissin de Hıristiyanlıktan kaynaklandığını ileri sürmektedir. (C. Brockelmann, “LEBİD”, MEBİA., 7. C. İstanbul 1972, s. 29)



Kaynak: Risale-i Nur Enstitüsü
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
İSLÂM’DA İLK HEMŞİRE : Rufeyde bint-i Sa'd el-Eslemiyye

İSLÂM’DA İLK HEMŞİRE : Rufeyde bint-i Sa'd el-Eslemiyye


kadsah7.jpg


Rufeyde bint-i Sa'd el-Eslemiyye (r.anhâ), İslâm'da ilk hemşire hanım sahâbîlerdendir. Hazrec kabilesinin boylarından olan Benî Eslem'dendir.
Rufeyde (r.anhâ) Yesrib'de doğmuş ve hicretten önce orada yaşamıştır. Âilesi Benî Eslem'in ilk Müslüman olanlarındandır.

Rufeyde (r.anhâ)'nın İslâmiyetle Tanışması
Rufeyde (r.anhâ) da İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) gelmeden önce diğerleri gibi puta tapanlardan idi.
Onun İslâmiyet'le tanışması şu şekilde olmuştur:
Rufeyde (r.anhâ)'nın eşi Abdullât geçimini hurma satarak sağlayan birisi idi. Hurma satmak için Mekke'ye gittiğinde Mekke halkının sokaklarda, pazarda yeni bir din ve yeni bir peygamberden bahsettiklerini gördü. Ortaya çıkan bu yeni din Abdullât'ın çok ilgisini çekti. Geri döndüğünde bu yeni dinden eşi Rufeyde (r.anhâ)'ya da bahsetti. Rufeyde (r.anhâ) kendi inançlarına ters düşen bu dini ilk önce tepkiyle karşıladı. Çünkü başta babası olmak üzere tüm âilesi putlarla çok alâkalı ve falcılıkla uğraşan kimselerdi.
Abdullât baştan beri putlara ve fala karşı inancı zayıf ve bunlara sürekli eleştiriler yönelten birisiydi. Bu yüzden İslâm'ı çok mantıklı ve kendisine yakın buldu. Çok sevdiği eşi Rufeyde (r.anhâ)'nın da kendisiyle aynı şeyleri paylaşmasını istedi. Zamanla Rufeyde (r.anhâ)'nın kalbinde bir yumuşama oldu ve İslâm dini artık ona da çok mantıklı gelmeye başladı. Bunun üzerine bu yeni din hakkında daha ayrıntılı bilgi edinmek için Yesrib pazarına Mus'ab bin Umeyr (r.a.)'ın yanına gittiler.
Abdullât Mus'ab'a: "Günaydın Mekkeli okutucu Mus'ab bin Umeyr! dedi.
Mus'ab tatlı bir gülümsemeyle: "Yesribli kardeşim, dediğin senin için de olsun... Bundan daha hayırlı ve daha bereketli bir selama ne dersin kardeşim?" dedi.
Abdullât: "Hangi selam ey Mus'ab?" diye sordu.
Mus'ab (r.a.): "Kardeşim! Şöyle dersin: 'Es-selâmu aleyke ve rahmetullâhi ve berakâtuhû' dedi.
Abdullât: "Selam, rahmet, bereket, ne güzel selam ve ne güzel sevgi ve dostluk!" dedi.
Mus'ab (r.a.): "Kardeşim! Bu bize sevgiyi, dostluğu ve güzel konuşmayı öğreten dinimiz İslâm'ın selamıdır." dedi ve böylelikle Rufeyde (r.anhâ) ve Abdullât, dinimizde ilk olarak selamlaşmanın güzelliğini ve önemini öğrendiler.
Mus'ab (r.a.), Rufeyde (r.anhâ) ve eşi Abdullât'a İslâm dininin güzelliklerinden bahsetmeye devam etti. Rufeyde (r.anhâ) bu konuşmaları sükut içerisinde dinledikten sonra kendi mesleği olan sağlıkla ilgili sorular sormaya başladı.
Rufeyde (r.anhâ) Mus'ab'a şu soruyu yöneltti: "İslâm'da bizim tıp ve tedaviyle uğraşmamız uygun mudur?" dedi.
Mus'ab (r.a.) Rufeyde (r.anhâ)'nın sorusuna karşılık şu cevabı verdi: "Bu en yüce, en soylu ve insanlara en faydalı meslek ve görevdir. İslâm bu soylu ve şerefli mesleği hurafelerden ve batıl olan şeylerden arındırmak için gelmiştir." dedi.
Rufeyde (r.anhâ)'nın duymuş olduğu bu cevap onu çok etkiledi.
Rufeyde (r.anhâ) ve eşi Abdullât'ın bundan sonraki soruları İslâm'a nasıl gireriz yönünde oldu ve kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldular.
Abdullât kalbini kelime-i şehâdetle putlardan arındırdıktan sonra 'Lât'un kulu' anlamına gelen 'Abdullât' ismi yerine 'Allah'ın kulu' anlamına gelen 'Abdullah' ismini aldı. Daha sonra Abdullah (r.a.) bir müşrik tarafından şehit edilmiştir.
İslâm, Medine'de güçlenince Rufeyde (r.anhâ) kendini baba mesleği olan sağlıkçılığa adadı. Barış zamanında hasta olan Müslümanları tedavi etmekle uğraşırdı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.)'in mescidinin yanına hastalara bakmak için çadır kurmuştur.(1)
Rasûlullah (s.a.v.) düşmanlarla savaşa başlayınca Rufeyde (r.anhâ) Bedir, Uhud, Hendek, Hayber ve diğer savaşlara yaralılara ilk yardım ve onları tedavi etmek suretiyle katıldı.
Hendek Savaşı'nda kabileler Medine'yi kuşattıklarında Rufeyde (r.anhâ) çadırını savaş alanının yakınına kurdu. Siyer kitapları yüce Sahâbî Sa'd bin Muâz (r.a.)'in koluna bir ok battığında Rasûlullah (s.a.v.)'in ilk müdahalenin yapılması için onun Rufeyde (r.anhâ)'nın çadırına götürülmesini emrettiğini, Rufeyde (r.anhâ)'nın oku çıkarıp, kanamayı durdurduğunu ve onu tedaviye başladığını yazarlar. Rasûlullah (s.a.v.) o gün birkaç defa Rufeyde (r.anhâ)'nın çadırındaki yaralı Sahâbî'ye uğramış ve ona: "Geceyi nasıl geçirdin, gününü nasıl geçirdin?" diye sormuştu.
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Kim bir hastaya veya bir din kardeşine Allah rızası için ziyarette bulunursa bir münadi ona nida eder: '(Dünyada ve âhirette) iyi olasın, (âhiret yolculuğun da) iyi olsun.' (Bu davranışla) cennette bir ev hazırladın." der.(2)
Hayber Savaşı'nda Rasûlullah (s.a.v.)'in ordusu harekete hazırlanırken Rufeyde (r.anhâ) kalabalık bir Hanım Sahâbî topluluğunun başında gelip, onlara ilk yardım ve tedavi teknikleri hakkında talim yaptırdı. Onlar savaşa katılmak için Rasûlullah (s.a.v.)'den şu şekilde izin istemişlerdi:
"Ey Allah'ın Rasûl'ü! Biz de seninle birlikte Hayber'e gitmek istiyoruz." Hz. Rasûlullah (s.a.v.) de onlara: "Allah'ın bereketi üzere!" diye cevap vermiştir.(3)
Bu savaşta sağlık işleri ile uğraşan birlik büyük yararlıklar göstermiştir. Bu birlikte yer alan kadınlar büyük gayret sarf etmişlerdir. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.), Rufeyde (r.anhâ)'ya kılıcı ve atıyla dövüşen savaş erine verdiği kadar ganimetten pay ayırmıştı. Yine o kadınlardan üstün durumda olanlara bir şeref gerdanlığı vermiş ve onu mübarek eliyle boyunlarına takmıştı...
Ensarlı Rufeyde (r.anhâ), bütün insanlık tarihinde eğitim görmüş hemşirelerin idare ettiği "Seyyar Sahra Hastanesi"ni kuran ilk kişidir. Rasûlullah (s.a.v.), Ashâbı'ndan birisi yaralandığı zaman; "İlk tedavisini yapması için onu Rufeyde (r.anhâ)'nın çadırına taşıyın, ben de onu sık sık ziyaret edebileyim." diyordu.(4)
Hz. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor:
"Kim güzel bir şekilde abdest alır, Müslüman kardeşine, sevap düşüncesiyle hasta ziyaretinde bulunursa cehennemden yetmiş yıllık yürüme mesafesi uzaklaştırılır."(5)
Rufeyde (r.anhâ)'nın cihadı ilk yardım ve tedaviyle kalmamıştır. Onun geniş sosyal faaliyetleri de vardı. Rufeyde (r.anhâ) gerek fakir, gerek yetim, gerek çalışamayacak şekilde olan bütün yardıma muhtaç olanlara hizmete kendini adamıştı.
O Müslümanların yetim kalan çocuklarının bakım ve gözetimiyle uğraşıyordu.
Hz. Peygamber (s.a.v.) devrindeki ilk yardım çadırı "Rufeyde (r.anhâ)'nın çadırı" diye meşhur olmuştu. Yine İslâm tarihi Rufeyde (r.anhâ)'ya İslâm'ın ilk hemşiresi ismini verme kararı almıştır. Devrimizde bizim, hatırasını ve çalışmalarını yaşatmak için İslâm dünyasındaki her sağlık enstitüsüne Rufeyde (r.anhâ) adını koymaya ne kadar çok hakkımız var.

Faydalanılan Eserler:
İslâm'da İlk Hemşire Hanım Sahabi, Dr. Ahmet Şevki El-Fencûrî, Telkin Kitabevi.
Kaynakça:
1. İbn-i İshak
2. Kütüb-i Sitte, c.13, s.50.
3. Sîretü İbn-i Hişâm, c.3, s.341.
4. Tabakât İbn-i Sa'd, c.8; Üsdü'l-Ğâbe, c.2, s.373.
5. Kütüb-i Sitte, c.13, s.49.
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
ĞUZEYYE (r.a)

ĞUZEYYE (r.a)

kadsah42.jpg

Mekkeli "bir çok kadının"islama geçmesini sağlamış,bu yüzden Mekkeliler onun teşkil ettiği tehlikeyi görmekte gecikmemiş,sürgüne göndermek üzere sahipleri, çok sert ve haşin bir kervana teslim edilmiş,kimsesiz bedevi bir Hanım Sahabe.
Kendisini bir devenin eğersiz sırtına bağlı aç ve susuzdur.Belli bir bölgeden sonra deveden indirip güneşin altında yürümeye mahkum etmişlerdir.
Bundan sonrasını kendi ağzından dinliyelim;
3 gün 3 gece böyle geçti;açlık ve yorgunluktan yarı ölü vaziyete geldim,şuurum kayboldu.Bana asla acıyıp merhamet göstermediler .Sonra bir konak yerinde gece vakti durmuştuk.Yüzümde bir ara yabancı bir şey hissettim;elimi götürünce bunun su olduğunu anladım ve kanıncaya kadar içtim yüzümü gözümü bütün bedenimi suya gark ettim.
Sabahleyin beni toparlanmış kendine gelmiş gören kervancılar durumdan işkillendiler.Fakat her tarafım iplerle sıkı sıkıya bağlı idi,su tulumları da benden uzakta idi.
Bu durumu bana sordular,bende gerçeği aynen anlattım.Anlattıklarımda şüphelenecek bir taraf yoktu.
Hemen bu yaptıklarından pişmanlık getirip İslam'ı kabul ettiler.

Yalnız başına bir Hanım sahabe...
İslamı yaşamada ve yaymada üstlendiği rol.
Çektiği zorluklar
Tevekkülü.
Bu yazdığım üst başlıkların açılımını yapmaya kalkarsak sayfalar yetmez sanırım.
Ama isterimki bu profilde Hanım kardeşlerimiz kendilerini görsün,bu açılımları kendileri yapsın.
İslam aleminde "Hanımların" rolünün kaçınılmaz gerçeği idrak edildiğinde,Kıymetleri bir kere daha anlaşılır........
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
HANSA HATUN - Meşhur kadın şair sahabilerden

HANSA HATUN - Meşhur kadın şair sahabilerden



kadsah13.jpg



Peygamber efendimiz zamanında, Amr’ın kızı olan meşhur kadın şair Hansa, çok güzel kahramanlık şiirleri söylerdi. Müslüman olduktan sonra, İslâm, onu üstün bir feragat ve fedakârlık timsali yapmış ve imanda kemale erdirmişti. Dört çocuğu Kadisiye harbinde şehit olduğu hâlde, cesaret ve sebatında asla bir sarsılma olmamıştı. Şehit anası olmanın verdiği teselli, ona evlat acısını bile unutturmuştu.
Başka söze ne hacet?
Hansa Hatun, Kadisiye muharebe meydanına giderek, çocuklarını şu tarihi sözleriyle coşturmuştur:
“Benim kahraman evlatlarım! Allaha yemin ederim ki, Ondan başka ibadet edilecek bir mabud yoktur. Siz aynı ananın ve aynı babanın çocuklarısınız. Ben kocama ihanet etmiş bir kadın olmadığım gibi, babanız da mazisi lekeli bir insan değildir. Hem de ben, zorla değil de kendi isteğimle İslâmiyeti kabul ettim. Ve yine kendi arzumla hicret ettim. Sizler işte böyle tertemiz bir maziye sahipsiniz.
Sizden; gireceğiniz savaşta bu asaletinize uygun bir cesaret ve kahramanlık bekliyorum. Din düşmanlarına ilk hücum eden sizler olmalısınız. Sizlerin arkada değil, daima en ön safta çarpıştığınızı görmeliyim. Çünkü bu harp, eski savaşlarımız gibi adi, basit çıkarlar uğruna yapılan çapulculuk ve yağmacılık hareketi değildir.
Elleriyle yaptıkları putlara tapan, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşete devam eden putperestlere, doğruyu ve hakkı gösterme hareketidir. Kısaca bu cihadda emir Allahtan, kumanda da Resulullah efendimizdendir. Başka söze ne hacet?”
Bu sözlerden sonra çocuklarını ayrı ayrı kucaklayan Hz. Hansa, ilave ederek diyor ki:
“Ya İslâmın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız; yahut da din uğruna şehit olduğunuzu duyacağım!.."
Bir annenin çocuklarına karşı böyle kahramanca konuşması, orada bulunan diğer mücahidleri de coşturuyor ve Kadisiye’de İslâmın zafer bayrağının dalgalanmasına sebep oluyordu.
Şehit anası
Nitekim öyle de olmuştur. Hasta yatağında yatarken dört oğlunun da şehadet haberi getirilince, haberi getirenlere sordu:
- Yani ben, şehit anası mı oldum şimdi?
- Evet, şehit anası, hem de dört şehit anası...
- Zafer kimlerde?
- Zafer, müslümanlarda... Şimdi Kadisiye’de İslâmın bayrağı dalgalanıyor!
“İslâmın bir zaferi için dört oğlum da feda olsun!” diyen Hansa Hatun, ellerini kaldırarak şöyle yalvarıyor:
- Ya Rabbi! Bana emanet ettiğin dört kahramanı, yine senin dinin uğrunda feda etmiş bulunuyorum. Artık beni şehit anaları defterine kaydet! Benim için şehit anası olmak kâfi ikramdir. Bunu bana nasip eyle!
Her ne zaman Hansa Hatun’dan söz edilse, Resulullah efendimiz, onun için, “Örnek bir İslâm kadını” buyururlardı.
Hansa Hatun, ilk önce, Süleymoğulları kabilesinden Revaha bin Abdülaziz Selmi isimli bir zat ile evlenmişti. Onun vefatından sonra Mirdas bin Ebi Amir ile evlendi.
Medine’nin yolunu tuttu
Risalet güneşi Mekke’de doğup da dünyayı aydınlattığı zaman, bu güneşin aydınlığı her tarafa yayıldı. Hz. Hansa’nın gözü de bu nur ile aydınlandı. Kendi kabilesinden birkaç kişiyi de yanına katarak Medine’nin yolunu tuttu. Huzuru saadete vararak İslâmiyet ile şereflendi.
Hansa Hatun, devrinin meşhur şairlerindendir. Peygamber efendimiz, onun şiirlerini bir hayli dinlediler. Bu hanımın fesahat ve belagatını takdir buyurdular.
Hz. Hansa, ilk olarak şairliğe şöyle başlamıştı:
Arada sırada bir-iki şiir söylüyordu. Fakat Esedoğulları kabilesi ile onun kabilesi arasındaki savaşta, öz kardeşi Muaviye öldürüldü. Diğer üvey kardeşi Sahr da mizrakla yaralandı. Hansa Hatun bir sene kadar kardeşine ihtimamla baktı, fakat yara bir türlü iyileşmedi. Sahr da bu yaradan kurtulamayıp, o da öldü.
Hz. Hansa da bu iki kardeşinin ayrılığından müteessir olup, bunlar için mersiye söylemeye başladı ve şair olup ortaya çıktı.
Hz. Ömer, Hansa Hatunun çocuklarının Kadisiye’de şehit olmaları üzerine, şehitlerin çocuklarının her biri için senelik iki yüz dirhem maaş bağladı ve Hz. Hansa’nın ismi de şehit çocukları ile birlikte anıldı.
Birgün Hansa Hatun, Hz. Aişe’nin huzuruna gelmişti. Başında matem işareti vardı. Hz. Aisş de Hz. Hansa’yı böyle görünce dedi ki:
- Ey Hansa, böyle yapma! Bu şekilde matem tutmayı dinimiz yasaklamıştır.
Hz. Hansa da şöyle cevap verdi:
- Ben bunu bilmiyordum, böyle yapmanın men edildiğinden haberim yoktu. Fakat bunu böyle yaptığımın bir sebebi vardır.
Hansa Hatun böyle söyledikten sonra, bu sebebi şöyle anlattı:
“Cahiliye devrinde, babamın, beni verdiği kocam çok müsrif bir kimseydi. Kendisinin de, benim de, bütün varımı, yoğumu dağıttı. Kumara verdi. Bunun için parasız, pulsuz kalıp muhtaç duruma düştük. Kardeşim Sahr malını ikiye bölüp, bize bir şeyler vermişti. Az zaman sonra bu mal da heba olup gitti.
Hep dağıtıyor
Kardeşim Sahr, benim parasız kalıp muhtaç duruma düstüğümü görmüş ve buna çok üzülmüştü. Geride kalan diğer hisseden de bana yine verdi. Karısı kendisine, dedi ki:
- Bu böyle olmaz, sen daha ne zamana kadar kız kardeşin Hansa’ya malını vermekte devam edeceksin? Onun kocası hep kumar oynuyor ve nesi var, nesi yoksa hep dağıtıyor.
Sahr karısına cevaben şu şiiri söyledi:
- Yemin ederim ki, ona malımın iyisini vereceğim, o afife bir kadındır. Eğer ben ölürsem, o da kendi başörtüsüyle benim matemimi tutar.”
Bunları anlatan Hansa Hatun sözlerini şöyle bitirdi:
- İşte ben de onun matemi için böyle yapıyordum.
Hz. Hansa 646 yılında vefat etti.
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
Allah Razi Olsun Kardeşim Emeğine Sağlik


gözlerine saglık kardeşim amin inşallah bu konuyu açan ım muslim kardeşimizden rabbim razı olsun biz sadece ekliyoruz :)
rabbimize emanetsiniz inşallah
selam ve dua ile
<<B)>>
 

ferahhfeza

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Ağu 2007
Mesajlar
10,922
Tepki puanı
8
Puanları
0
Yaş
46
Web Sitesi
ferahhfeza.blogcu.com


EBU SAİD EL-HUDRİ

Ashâb-ı kirâmın fakihlerinden biri. Sa'd b. Mâlik b. Sinan b. Ubeyd, Adiyy b. Neccâr kabilesindendir. Babası, Medine'de İslâm'ın tebliği başladığında müslüman olmuş, Ebû Said müslüman bir ailede dünyaya gelmiştir.
Ebû Said el-Hudrî, Rasûlullah'ın hadislerinden binden fazla rivayet eden Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Enes b. Mâlik, Ümmü'l-Mü'minin Âişe, Abdullah b. Abbâs, Cabir b. Abdillah el-Ensârı, ile birlikte Muksirun adı verilen sahâbelerden biridir. Bu yedi sahâbî, onaltıbinden fazla hadis rivâyet etmiştir. Ebû Saîd el-Hudrî bin yüz yetmiş hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan kırküç tanesi Buhâri ve Müslim'de yirmi altısı yalnız Buhâri'de, elliikisi yalnız Müslim'de, diğerleri öteki hadis kitaplarında bulunmaktadır (Ahmed Naim, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercüme ve Şerhi, I, 26 Mukaddime).
Ebû Saîd, Medine'de Mescid'i Nebevî'nin inşasına katılmış, Bedir gazasında küçük olduğundan bulunamamış, onüç yaşında Uhud gazasına babası ile katılmış ve bu savaşta babası Mâlik şehid olmuştur. Babasının ölümünden sonra ailesinin geçimi ona kalmış ve önceleri açlık çekmiş, karnına taş bâğlamıştır. Ailenin kadınlârı, "Kâlk dâ Râsûlullâh'â git, ondan bir şey iste, herkes istiyor" dediklerinde önce gitmemiş, sonra Rasûlullah'ın huzuruna gittiğinde onun şu hutbeyi irâd ettiğini görmüştür: ''İstiğna gösteren ve iffeti muhâfaza eden insanları Cenâb-ı Hak âlemden müstağni kılar." Bu sözü duyduktan sonra bir şey istemeye cesaret edemeden dönmüştür. Bunun sonrasını kendisi şöyle anlatır: "Rasûl-i Ekrem'den bir şey dilemeyerek döndüğüm halde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz o kadar yoluna girdi ki, Ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 449)
Ebû Said, Benû Mustalik ve Hendek gâzâlarına da katılmış, seferlere çıkmıştır. Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin fethi, Huneyn, Tebük gazalarında bulunmuştur. Rasûlullah'ın on iki gazasında yer almıştır (Sahîh-i Buhâri, II, 251). Hz. Ömer ve Osman devirlerinde Medine'de fetvâ vermiş, Hz. Ali devrinde Nehrevan savaşında bulunmuştur. Haricilere ilişkin şu rivâyeti vârdır:
Bir gün Rasûlullah bir şeyleri taksim ederken bir adam geldi ve ona: "Yâ Râsûlullâh, âdalet üzere hareket et" dedi. Râsûlullâh, "Ben adalet etmezsem kim eder?'' buyurdu. Hz. Ömer âdâmın kellesini uçurmak istedi. Rasûlullah buyurdu ki: "Hayır bırak. Onun öyle arkadaşları olacak ki, onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmeyecek, fakat onlar bir ok yayından nasıl çıkarsa dinden öyle çıkacaklar. . Bunlar, insanlar bir fetret içinde iken zuhur edeceklerdir." Ve o sıradâ bu adam hâkkında şu âyet nâzil oldu: ''Adamlar içinde öyleleri vardır ki, sen sadakayı dağıtırken seni kaşla gözle muâheze ederler.'', "Sadakalar hakkında sana dil uzatanlar vardır. Onlara verilirse hoşnut olurlar, verilmezse hemen öfkeleniverirler. Eğer onlar Allah ve Rasûlü'nün kendilerine vermiş oldukları şeylere razı olsalar ve 'Allah bize yeter; O ve Rasûlü bol nimetinden bize verecektir; doğrusu biz Allah'a gönül bağlayanlardanız' deselerdi daha hayırlı olurdu" (et-Tevbe, 9/58-59).
Ebû Said bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: "Şehâdet ederim ki, Rasûl-i Ekrem bu sözleri söylemiş, yine şehâdet ederim ki, bu adamı Hz. Ali katletmişti. Bu adam teşhis olunurken vakta yerinde bulundum, onun Rasûl-i Ekrem'in tarif ettiği gibi olduğunu gördüm." Hicretin 36. yılında olan bu olaydan sonrâ Ebû Sâid 60. yılda Kerbelâ faciasına şâhit olmuştur. 63. yılda Medine halkı isyan edince ve Yezid'e karşı çıkârak Abdullah b. Hanzala'yâ bey'at edince Ebû Said de bu harekete, kâtılmıştır Ancak Yezid'in kuvvetleri ile Medineliler çarpışırken iki tarafın da bu savaştan bezgin olması ve Ebû Said el-Hudri'nin silahını bırakması ve esir olarak Şam'â götürülerek orada Yezid'e bey'at etmesi, Abdullah b. Ömer ile arasının açılmasına yol açmıştır. Abdullah ona: 'Sen iki emire mi bey'at ettin?' demiş, İbn Ömer buna müteessir olmuş ve, "Nass, bir emir etrafında toplanmadan iki emire bey'at doğru değildir" demiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 29-30).
Ebû Said, H. 74 yılında seksenbir yaşında vefât etmiştir. Ashâbın fakih ve âlimlerinden olan Ebû Said'in Abdurrahman, Hâmza ve Sâîd adında üç çocuğu olmuştur. Ebû Saîd'in rivâyetlerini nakledenler arasında Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs, Enes b. Mâlik, İbn Ömer, Ebû Katâde, Ebû Tufâyl, Saîd b. el-Müseyyeb, Târık b. Şihâb, Atâ, Mücâhid... bulunmaktadır. Talebelerinden Kuz'a Ebû Saîd'e, Rasûlullah'ın namaz kılma şeklini sorduğunda Ebû Said şöyle demiştir: "Rasûl-i Ekrem öğle namazına durdukları zaman birimiz kalkar, Baki'ye gider, ne işi varsa görür, ondan sonra evine gelir, abdestini tazeler, sonra mescide döner, Resul-i Ekrem'i birinci rekâtta bulurdu" (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., 111, 35). Ebû Said'e, "Siz bu hadisi bizzat Rasûl-i Ekrem'den mi duydunuz? " diye soran Kuz'a'ya o şöyle cevap verir: "Ben Rasûl-i Ekrem'den duymadığım şeyi nasıl naklederim? Evet, bizzat Rasûl-i Ekrem'den duydum." Medine valisi Mervân'ın bir gün bayram namazında, namazdan evvel hutbe okumasına cemaatten biri "sünnete muhâlefet ediyorsun" diye karşı çıkmış, Ebû Said de şöyle demiştir: "Bu zat vazifesini ifa etmiştir. Rasûl-i Ekrem efendimizden duydum: 'İçinizden biri bir kötülüğü görür ve onu eliyle yok edebilirse hemen onu yok etsin; eliyle yok edemezse diliyle yok etsin, o da olmazsa kalbi ile yapsın. Bu da imanın en zayıfıdır" (Ahmed b. Hanbel, a.g.e., III, 10).
Ebû Saîd, Rasûlullah'tan her duyduğunu her zaman rivâyet etmemiş, ihtiyaç duyduğu zamanlarda, sünnetin yanlış uygulandığını gördüğünde hadis rivâyet etmiştir. O, yoksullara, öksüzlere yardım etmiş, onları evine alarak barındırmış ve terbiye etmiştir. Leys, Süleyman b. Amr bunlardandır.
Ebû Said el-Hudrî'nin rivayetlerinden bazıları:
"Üç mescidden başkasına ziyaret maksadıyla yola çıkılmaz. Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksâ. "
"Bir adam bir yere girmek için üç kere izin ister, ona izin verilmezse geri dönmelidir."
"Hayırdan ancak hayır çıkar, hayırdan ancak hayır gelir. Hayır ancak hayır getirir, fakat hayrı hakkından alan berekete nâil olur, hayrı haksız yoldan alan bereketten mahrum olur. "
''Kalpler dört çeşittir; Temiz ve nurlu kalpler; perdeli ve karanlık kalpler; çarpık kalpler; karışık kalpler. Temiz kalpler mü'minlerin kalbidir; iman bu kalplerin çorağıdır. Perdeli ve karanlık kalpler kâfirlerin kalpleridir. Çarpık kalpler münâfıkların kalpleridir; bunlar hakkı tanır, fakat onu inkâr ederler. Karışık kalpler içinde hem iman hem nifak bulunan kalplerdir; bu kalplerde kan da var, irin de var. Bunların hangisi galebe çalarsa o kalp de, o hal ve mâhiyeti alır. "
"Dünya yemyeşil ve tatlıdır. Cenâb-ı Hak, sizi dünyaya halife yapıyor. Sizin ne yapacağınıza bakıyor, Allah'tan sakının dünyadan korkun İnsanların en hayırlısı, kolay kolay kızmayan, çabuk uyum sağlayandır. İnsanların en fenası çabuk kızan ve uyum sağlamayanıdır. Gaddarlığın en büyüğü bir yöneticinin emri altındakilere zulmetmesidir. Hakkı bilen bir kimse, sakın insanlardan korkarak ve çekinerek hakkı söylemekten çekinmesin. Cihadın en faziletlisi zâlim bir hükümdar karşısında söylenen sözdür. "
"Birtakım yöneticiler türeyecek, onların etrafını birtakım adamlar saracak, bunlar zulm edecekler, yalan söyleyecekler. Bunların yanına giren, onların yalanlarına inanan, onlara zulümlerinde yardım eden benden değildir, ben de ondan değilim. Bunlara karışmayın, bunların yalanlarına inanmayın; bunların zulümlerine yardım etmeyen kimse benden, ben de ondanım " (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 6-24).
 

dadasdemir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Mar 2008
Mesajlar
2
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
39
TALHA B. UBEYDULLAH (r.a)

TALHA B. UBEYDULLAH (r.a)

TALHA B. UBEYDULLAH (r.a)



Talha b. Ubeydullah b. Osman b. Amr b. Sa'd b. Teym b. Mürre b. Katb b. Lüeyy b. Gâlib el-Kuraşî et-Teymî. Künyesi, Ebu Muhmmed'dir.

Talha, Cennetle müjdelenen on kişiden biri, İslâm'a giren ilk sekiz kişiden ve Hz. Ebubekir aracılığıyla müslüman olan beş kişiden biridir. Ayrıca, halife seçimini gerçekleştirmeleri için oluşturulan altı kişilik Ashab-ı ,Surâ arasında yer almış meşhur bir sahâbdir. Annesi, es-Sa'be bint Abdillah b. Mâlik el-Hadramiyye'dir (İbn Hişam, "es-Sîretü'n-Nebeviyye", I, 251, Mısır 1955; el-Askalânî, "el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe", III, 290;İbnü'l-Esîr, "Üsdü'l-Ğâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe", III, 85 vd. 1970).

Rivayete göre, Talha b. Ubeydullah, Busra panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki bir manastırın rahibi: "Sorun bakayım, bu panayır halkı arasında, ehl-i Harem'den bir kimse var mı?" diye seslenir. Talha da: "Evet var! Ben Mekke halkındanım" diye cevap verir. Bunun üzerine rahip: "Ahmed zuhur etti mi?" diye sorar. Talha: "Ahmed de kim?" der. Rahip: "Abdullah b. Abdulmuttalib'in oğludur. Bu ay O'nun çıkacağı aydır. O, peygamberlerin sonuncusudur. Haremden çıkarılacak; hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir. Sakın O'nu kaçırma" der.

Rahibin söyledikleri Talha'nın kalbine yer eder. Oradan alelacele ayrılarak Mekke'ye döner ve yakında herhangi bir olayın meydana gelip gelmediğini sorar. Abdullah'ın oğlu Muhammedü'l-Emîn'in peygamberliğini ilan etmiş oldûğunu ve Ebubekir'in de O'na tabi olduğunu öğrenir. Hemen Ebubekir'in yanına vararak rahibin anlattıklarını haber verir. Sonunda her ikisi birlikte Resulullah (s.a.v.)'a giderler. Talha oracıkta müslüman olur. (İbn Sa 'd, "et- Tabakâtü'l Kübrâ", III, 215, Beyrut; el-Askalânî, a.g.e., III, 291).

Birçok müslüman gibi, Talha b. Ubeydullah da İslam'a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan dönmemiştir. İslam'ın azılı düşmanlarından Nevfel b. Huveylid, Talha'nın müslüman olduğunu duyunca, Ebubekir'le onu bir iple biribirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiş, Teymoğulları da bu duruma seyirci kalmışlardır. (İbn Hişam, a.g.e., I, 709; el-Askalânî, a.g.e., III, 291; İbnü'l-Esîr, a.g.e., III, 86).

Talha ile Zübeyr müslüman olunca, Resulullah (s.a.v.) onları kardeş ilan etti. Hicretten sonra da Medine'de, Talha ile Ubeydullah b. Ka'b'ı, başka bir rivayete göre ise Talha ile Saîd b. Zeyd'i kardeş ilan etmişti.

Talha, Bedir savaşına iştirak etmemesine rağmen Resulullah (s.a.v.) kendisine ganimetten pay vermiştir. Kimi rivayetlere göre, bu sırada ticaret için Şam'da bulunuyordu. Akla daha yatkın olan bir başka rivayete göre ise, Kureyş kervanı hakkında bilgi toplamak üzere, Resulullah (s.a.v.) tarafından Şam yoluna gönderilmişti. Nitekim, dönüşte Talha'nın ganimetten pay istemesi bunu gösteriyor (İbn Sa'd, a.g.e., III, 216; İbnü'l-Esîr, a.g.e., III, 86).

Bedir'den sonraki birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamber (s.a.v.)'i kahramanca müdafaa etmiş, O'na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah'ı müdafaadan geri durmamıştır (İbn Hişam, a.g.e., II, 80; İbnü'l Esîr, a.g.e., III, 86; el-Askalânî, a.g.e., III, 291).

Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra, müslümanların büyük bir kısmının Hz. Ali'ye bey'at ettiğini biliyoruz. Bu bey'atte bulunanlardan biri de Talha b. Ubeydullah'tır. Ancak, bey'atten kısa bir süre sonra, Talha ile Zübeyr ibnü'l-Avvam'ın, Hz. Ali'ye karşı çıkan Hz. Âîşe'nin yanında yer almışlardır. Neticede ez-Zübeyr, Hz. Ali'ye karşı çıktığına pişman olarak savaş meydanını terketmiştir. Talha ise mücadeleye devam etmiş, nihayet Cemel günü (h. 36), Mervan b. Hakem tarafından öldürülmüştür. Vefat ettiği zaman tahminen 60-64 yaşlarındaydı (İbn Hişam, a.g.e., 1, 251; İbn Sa'd, a.g.e., III, 224; İbnü'l-Esır, a.g.e., 111, 87; el-Askalânî, a.g.e., 111, 292; İbn Cerîr, Tarîhü'l-Ümemi ve'lMülûk, XI, 50' Beyrut).

Talha, Peygamber Efendimizin bacanağıydı. Hanımlarından dört tanesi Resulullah (s.a.v.)'ın zevcelerinin kız kardeşleriydi. Bunlardan Ümmü Gülsüm, Hz. Âîşe'nin; Hamne, Zeynep bint Cahş'ın; el-Fâria, Ümmü Habibe'nin ve Rukiyye, Ümmü Seleme'nin kızkardeşi idi (el-Askalânî, a.g.e., III, 292).

Talha b. Ubeydullah'ın, onbiri erkek, ikisi kız olmak üzere onüç çocuğu vardı. Erkek çocukların herbirine bir peygamber ismi vermişti. Bunlar: es-Seccâd diye bilinen ve Cemel vak'asında babasıyla birlikte öldürülen Muhammed, İmran, Musa, Ya'kub (Harre günü öldürüldü), İsmail, İshak, Zekeriyyâ, Yusuf, İsâ, Yahya, Salih idi. Kızları ise Aişe ve Meryem idi (İbn Sa'd, a.g.e., III, 214; İbn Hişam,.a.g.e., 1,-307).

Talha, doğrudan Resulullah (s.a.v.)'dan rivayette bulunduğu gibi, Hz. Ebubekir'le Hz. Ömer'den de hadis nakletmiştir. Kendisinden de, oğulları; Yahya, Musa ve İsa ile Kays b. Ebi Hâzım, Ebu Seleme b. Abdirrahman, el-Ahnef, Mâlik b. Ebî Âmir ve başkaları rivayet etmişlerdir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111, 290).

Talha; orta boylu, geniş göğüslü, geniş omuzlu ve iri ayaklı idi. Esmer benizli, sık saçlı fakat saçları ne kısa kıvırcık ne de düz ve uzundu. Güler yüzlü, ince burunlu idi. Saçlarını boyamazdı. Yürüdüğü zaman sür'atli yürür, bir yere yöneldiği vakit tüm vucudu ile dönerdi (İbn Sa'd, a.g.e., 111, 219; el-Askalânî, a.g.e., 111, 291).

Ashâbın zenginlerindendi. Zengin olduğu kadar da cömertti. Cömertliği sebebiyle kendisine "el-Fayyâd" denirdi. Vefat ettiği zaman, miras olarak bir hayli gayrimenkul, nakit para ve değerli eşya bırakmıştır. Rivâyete göre gayri menkullerinin tutarı otuz milyon dirhem, nakitlerinin tutarı iki milyon ikiyüz dirhem ve ikiyüz bin dinar idi. Sadece Irak'tan gelen yıllık geliri yüzbin dirhem civarındaydı (İbn Sa'd, a.g.e., 111, 221 vd.; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 111, 85).

Halid ERBOĞA
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
HZ. ZÜBEYR B. EL-AVVAM (r.anh)

HZ. ZÜBEYR B. EL-AVVAM (r.anh)





HZ. ZÜBEYR B. EL-AVVAM (r.anh)


kadsah39.jpg


Zübeyr b. el-Avvam b. Huveylid b. Esed b. Abdi'l-Uzza b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b. b. Lüeyy el-Kurasî el-Esedî. Büyük oğlu Abdullah'tan dolayı "Ebû Abdillah" diye çağrılırdı. Peygamber (s.a.s)'in dostu ve havarisi (yardımcısı), aynı zamanda halası Safiyye binti Abdulmuttalib'in oğludur.

Cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Hz. Ömer'in vefatından sonra, halife seçimini gerçekleştirmeleri için tayin ettiği altı kişilik "Ashabü's şûra" (danışma kurulu) üyelerindendir. Annesi kendisini "Ebu't-Tâhir" diye çağırırdı. Fakat Zübeyr (r.a) kendisini oğlu Abdullah ile künyelendirmiş ve bu künye ile tanınmıştır (el-Askalânî, el-isâbe fi Temyizi's Sahâbe, Beyrut, t.y., III, 5; İbn Hişâm, Sîre, Mısır 1955, I, 250; Buharî, Fedâilü Ashâbi'n-Nebî, 13; İbn Abdi'l-Berr, el-istiâb fî Ma'rifeti'l-Ashâb, Kahire, t.y., II, 510; İbn Sait Tabakâtü'l-Kübra, Beyrut,1957, III, 100).

Zübeyr, Hz. Ebu Bekir'in islâm'a girmesinden kısa bir müddet sonra müslüman olmuştur. İlk müslümanların dördüncüsü veya beşincisidir. Ancak ne doğum tarihi, ne de kaç yaşındayken müslüman olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Muhtelif kaynaklar, müslüman olduğu sırada onun 8-16 yaşları arasında bulunduğu söylerse de bu tahminlerin doğruluğu şüphelidir. Zira babası Avvam b. Huveylid'in Ficar savaşlarından birinde (kuvvetli bir ihtimalle dördüncü ve son savaşta) öldürüldüğü, onu öldürenin de Mürre b. Muatab es-Sakafi olduğu kabul edilmektedir. Bazı kaynaklarda Zübeyr (r.a)'in Hz. Ali, Talha ve Sa'd b. Ebi Vakkas ile aynı yılda doğduğu ifade edilmektedir (el-Endelüsî, el-ikdü'l-Ferîd, Beyrut, t.y., VI, 92; İbn Kuteybe, el-Maârif, Lübnan,1970, 96; el-Askalânî, a.g.e., III, 5; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gâbe fî Ma'ifeti's-Sahabe, Kahire, 1970, II, 250; Ziriklî, el-A'lâm, Beyrut, 1969, III, 74; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 510-511; İbnü'l-Cevzi, Safvetü's Safve, Haleb,1969, I, 342; Butrus el-Bustânî, Dâiretü'l-Maarif, IX, 177).

Son Ficar savası, Hire hükümdarı dördüncü Münzir'in oğlu Numan Ebû Kâbûs'un saltanatı (585-614) sırasında meydana gelmiştir. Ficar savaşı başladığı zaman, kimi rivayetlere göre Peygamber (s.a.s),14-15 yaşlarında, kimi rivayetlere göre ise daha küçük yaşlardaydı. Son Ficar savaşında ise O'nun 14-20 yaşlarında olduğu gelen rivayetler arasındadır (İbn Hişâm, a.g.e., II, 89; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, trc. İstanbul 1986, I, 511).

Son Ficar savaşı ile Peygamber (s.a.s)'in Mekke'lileri İslâm'a davet etmeye başladığı 610 yılı arasında yirmi küsûr yıl vardır. Buna göre ilk müslümanlardan olan Zübeyr (r.a)'in bu tarihte, yirmi yaşından büyük olması gerekir.

Zübeyr'in babası ölünce, amcası Nevfel onun velâyetini üstlenmişti. Küçük yaşta yetim kalan Zübeyr'i, annesi çok döverdi. Amcası da onu savunur, dövmesine engel olmaya çalışırdı. Ancak Zübeyr büyüyüp müslüman olunca, ona karşı bu sevgisi öfkeye dönüştü. Öyle ki, islâm'dan dönmesi için onu bir hasıra bağlayıp asar ve ateş yakarak dumanla ona işkence ederdi (el-Askalâni, a.g.e., III, 5; İbn Sa'd, a.g.e., III, 101).

Zübeyr, 615 yılında Mekkeli müslümanlarla birlikte Habeşistan'a hicret etmiştir. Medine'ye hicretten sonra muhacirlerle ensâr arasında kardeşlik tesis edildiği zaman Zübeyr ile Seleme b. Selâme b. Vaks kardeş ilan edilmişti (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 511). Başka rivayetlerde ise, Rasûlüllah'ın; Abdullah İbn Mes'ûd veya Talha ya da Ka'b b. Mâlik'le Zübeyr arasında kardeşlik tesis ettiği ifade edilmektedir (İbn Sa'd, a.g.e., III, 102; İbn Hişam, a.g.e., I, 505).

Bedir günü müslümanların sayılı birkaç atı vardı. Bunlardan biri de Zübeyr'in Ya'sub adlı atı idi. O gün bir çok müşriki öldürmüştür ki, bunlardan biri "Kureyş'in aslanı, Muttaliboğulları aslanı" diye bilinen amcası Nevfel idi (İbn Hişam, a.g.e., I, 666, 708; İbn Hişam, Cemheretü Ensâbi'l-Arab, Kahire, 1982, 120).

Zübeyr'in oğlu Abdullah, babası ile ilgili olarak şu olayı anlatıyor: "Ahzâb günü, ben ve Ebû Seleme'nin oğlu Ömer (çocuk olduğumuzdan) kadınların yanında bırakılmıştık. Bir de baktım ki babam Zübeyr, atının üstünde iki yahut üç kere Kurayza oğullarına gidip geldi. Evimize döndüğümüzde babama: Babacığım! Ben seni Benî Kurayza yurduna gidip gelirken gördüm dedim. Babam: Sen beni öyle gördün mü evlâdım? dedi. Ben de Evet, dedim. Babam: Rasûlüllah (s.a.s); "Benî Kurayza ya kim gider de onların haberini bana getirir" dedi. Ben de gittim. Döndüğümde, Rasûlüllah, anası ile babasını bir arada zikrederek Ânam babam sana feda olsun" dedi (Buharî, Fedâilü Ashâbi'n-Nebi, 13).

Yermük Vakası gününde Peygamber'in sahâbîleri, Zübeyr'e hitaben:

"Ey Zübeyr! Rumlara şiddetli bir saldırı yapmazmısın ki, biz de seninle beraber şiddetli bir saldırı yapalım" dediler. Bunun üzerine Zübeyr (r.a) Rumlar üzerine şiddetli hamleler yaptı. Bu hamleler sırasında, Rumlar, Zübeyr'in omuz köküne iki darbe vurdular. Bu iki geniş yara arasında Bedir'de yediği bir darbenin çukurluğu vardı ki, oğlu Urve; "Ben çocukken bu darbenin yerine parmaklarımı sokar, oynardım" demiştir (Buharî, Fedâilü Ashâbi'n-Nebi, 13).

Zübeyr, Mısır fethinde de önemli bir rol oynamıştır. Nitekim halife Hz. Ömer, 642'de Mısır'ın Babilin kalesini kuşatan Amr İbnü'l-Âs'a yardım için onu onbin kişilik bir kuvvetle göndermiştir. Mısır'ın o zamanki hükümet merkezi olan Heliopolis de Zübeyr tarafından alınmıştır (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, İstanbul 1985, II, 5 15, vd; 0A, XIII, 635).

Zübeyr'in, Hz. Osman'a baş kaldıran Mısırlıların, Medine'de gerçekleştirdikleri hareketlerde, Osman'ın şehid edilişine kadar, ise aktif olarak karışmadığı, bazı rivayetlere göre; hem kendisinin hem de Hz. Ali'nin, Hz. Osman'ı korumak üzere oğullarını gönderdikleri ifade edilmiştir.

Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra, ashabın büyük bir çoğunluğu Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdir. Zübeyr ile Talha da bey'at edenler arasındadır. Bazı rivayetlere göre bu ikisinin Hz. Ali'ye istemeyerek bey'at ettikleri görülüyor.

Anlatıldığına göre, Zübeyr ve Talha, bey'at işi bittikten sonra Hz. Ali'ye gelerek; "Sana hangi hususta bey'at ettiğimizi biliyor musun?" derler. Hz. Ali: "Evet; dinlemek ve itaat etmek üzere. Ebû Bekir, Ömer ve Osman'a hangi hususta bey'at ettiyseniz onun üzerine" der. Onlar ise: "Hayır, biz sana işte ortak olmak üzere bey'at ettik" derler. Hz. Ali onların bu isteklerini reddeder. Bu defa Kureyş'ten rastladıkları bir cemaata Hz. Ali hakkında ileri geri konuşurlar. Bu dedikoduları duyan Hz. Ali, Abdullah b. Mes'ud'u çağırtarak onun görüşünü sorar. Abdullah; "Görüyorum ki, valilik istiyorlar. Sen de Zübeyr'e Basra valiliğini, Talha'ya da Kûfe valiliğini ver" diyerek Hz. Ali'ye tavsiyede bulunur. Hz. Ali bunu şiddetle reddeder. Bilahare, Zübeyr'le Talha, Hz. Ali'ye gelerek umre yapmak üzere Mekke'ye gitmek için izin isterler. Hz. Ali asıl maksadlarını bildiği halde onlara izin verir (İbn Kuteybe, el-imameti ve's-Siyâse, 51; İbnü'l-Esîr, a.g.e., III, 195 vd).

Bundan sonra, Zübeyr, Talha ve Hz. Âişe'nin, Sıffin Savaşında Hz. Ali'ye karşı cephe aldıkları görülmektedir. Hz. Ali, onları karşısında görmek istemediğinden ikna etme yollarını arıyordu. Bir ara Zübeyr'le karşılaşınca ona; "Ey Abdullah'ın babası! Seni buraya getiren nedir?" diye sordu Zübeyr: "Osman'ın kanını istemeye geldim" dedi. Hz. Ali; "Osman'ın kanını mı istiyorsun? Allah, Osman'ı öldüreni kahretsin. Ey Zübeyr! Rasûlüllah'ın sana; "Sen Haksız olduğun halde Ali ile savaşacaksın " dediğini hatırlıyor musun?" deyince, Zübeyr; "Allah şahidimdir ki bu doğrudur" der. Hz. Ali; "Öyleyse benimle ne diye savaşıyorsun?" diye sorunca Zübeyr "Vallahi bunu unutmuştum, şayet hatırlasaydım sana karşı çıkmazdım, seninle savaşmazdım" dedi (İbn Kuteybe, a.g.e., 68).

Bu konuşmadan sonra Zübeyr savaştan çekilerek geri döndü. Medine yolunda Temîm kabilesine ait bir su başına vardığında orada bulunan Amr b. Cürümüz, onu takibe başladı. Vâdi's-Sibâ' denilen mevkide bir fırsatını bularak Zübeyr'i şehid etti (H. 36) (İbn Kuteybe, a.g.e., 69; İbn Abdi'l-Berr a.g.e., II, 515; İbn Sa'd a.g.e., III, 112; el-Askalâni, a.g.e., III, 6).

Şehid edildiği zaman yaşı, kimi kaynaklarda 66 veya 67 kimi kaynaklarda 64 kimi kaynaklarda ise 70 olarak kayıtlıdır (İbn Hişam, I, 251; İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 516; İbn Sa'd a.g.e., III, 113; Butrus el-Bustânî, a.g.e., IX, 177).

Zübeyr, şehid edildiği zaman miras olarak geriye epey mal bırakmıştır. Bu cümleden olarak Medine'de geniş bir arazi ve onbir ev, Basra'da iki ev, Kûfe'de bir ev ve Mısır'da bir ev bırakmıştı. Toplam mirası yaklaşık 52.000.000 (elli iki milyon) idi. Bazı rivayetlere göre; Mısır, İskenderiye, Kûfe'de arazileri, Basra'da da evleri vardı. Ayrıca Medine'deki arazilerinden de gelir sağlıyordu ( İbn Sa'd, a.g.e., III, 108 vd).

Zübeyr (r.a) kimi rivayetlere göre uzun boyludur. Kimi rivayetlere göre ise orta boylu, esmer benizli, seyrek sakallıdır (el-Askalânî, a.g.e., III, 5; İbn Sa'd, a.g.e., III, 107).

Ashâbdan en çok fetva verenler yedi kişidir. Bunlar; Ömer, Ali, İbn Mes'ud, İbn Ömer, İbn Abbas, Zeyd b. Sabit ve Âişe'dir. Bunlardan sonra ikinci derecede yer alan yirmi sahabeden biri de Zübeyr (r.a)'dir (el-Askalânî, a.g.e., I, 9).

Zübeyr'in çocukları: Onun onbiri erkek toplam yirmi çocuğu vardı. Abdullah, Urve, Münzir, Âsım, Muhacir, Hadicetü'l-Kübra, Ümmü'l-Hasan ve Âişe, hanımı Esmâ bint Ebî Bekr'den; Halid, Amr, Habîbe, Sevde ve Hind adlı çocukları Ümmü Halid adındaki hanımından dünyaya gelmişlerdir. Ümmü Halid'in asıl adı, Emetü binti Hafid b. Saîd b. el-Âs'dır.

Diğer çocukları; Mus'ab, Hamza ve Remle, er-Rebâb binti Üneyf isimli hanımından; Übeyde ve Cafer, Zeyneb binti Mersed isimli hanımından; Zeyneb adındaki kızı, Ümmü Gülsüm binti Ukbe adlı hanımından; Hadicetü's-Suğra adındaki kızı da el-Halâl binti Kays adındaki hanımından dünyaya gelmişlerdir. O, çocuklarına şehid sahabîlerin isimlerini vermekteydi.

Zübeyr şehid edildiği zaman dört hanımı vardı. Bunlardan biri de Âtike binti Zeyd b. Amr b. Nüfeyl'dir. Bu hanım, ilk önce Abdullah b. Ebi Bekr'le evlenmiş, onun şehid edilmesinden sonra Ömer b. el-Hattâb'la onun da şehid edilmesi üzerine Zübeyr (r.a) ile evlenmişti. Bunun için Medine halkı: "Kim şehâdet istiyorsa Âtike binti Zeyd'le evlensin" diyorlardı (İbn Sa'd a.g.e., III, 112).

Zübeyr (r.a), cesur ve gözüpek bir müslümandı. Mekke'de, Allah için ilk defa kılıç çeken odur. Medine'ye hicret ettikten sonra da yapılan tüm savaşlara katılmış, bütün sıkıntılı zamanlarda daima Peygamber (s.a.s)'in yanında bulunmuştur. Savaşta gösterdiği üstün başarıdan ve çok iyi ok attığından Allah Rasûlü onun, Hadi at! Anam babam sana feda olsun " diyerek memnuniyetini ifade etmiştir. Yine onun hakkında; "Her peygamberin bir havarisi vardır, benim ki de Zübeyr'dir" buyurmuşlardır (İbn Abdi'l-Berr, a.g.e., II, 511, 512, 513; Buharî, Fedâilü Ashâdi'n-Nebî, 13).

 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34




HZ. HACCAC İBNİ İLÂT (r.anh)

kadsah13.jpg


Haccac İbni Ilât radıyallahu anh, servet sahibi, zekî ve siyasî bir tüccar... İslâm’la şereflendikten sonra alacaklarını tahsil etme konusunda siyâsî dehâsını kullanan ve Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden özel izin alarak Mekke’li müşrikleri kendine hizmet ettiren bir yiğit...

O, Beni Süleym kabilesine mensuptur. Bu kabilenin topraklarında altın madenleri çıkardı. Bu madenlerin zekâtını vermek ilk defa ona nasip oldu. Onun İslâmiyeti kabûlü şöyle gerçekleşti:
Haccac İbni Ilât, Süleymoğulları kabilesinden bir grub ile Mekke’ye gidiyordu. Gece olunca ıssız bir vadide konakladılar. Arkadaşları Haccac’ın nöbet tutmasını istediler. O da onların emniyeti için kabul etti. Kalktı, etrafı dolaşmağa başladı. Kendi kendine: “Ben ve arkadaşlarım sağ sâlim dönünceye kadar Allah’a sığınırız.” diyordu. Bir ara birinin şöyle dediğini işitti: “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çerçevesinden (köşe ve bucağından) çıkıp gitmeye gücünüz yetiyorsa haydi geçip gidiniz. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilirsiniz.” (Rahman: 33)

Bu sözlerin âyet olduğunu bilmeyen Haccac onları ezberledi. Mekke’ye vardığında Kureyşlilerin ileri gelenlerinin katıldığı bir mecliste bulundu. Orada geceleyin başlarından geçen olayı anlattı. Ezberlediği âyeti onlara okudu. Bunun üzerine Kureyşliler ona: “Ey Ilât! Sen de sapıtmışsın. Muhammed de bu sözlerin kendine Allah tarafından vahyedildiğini söylüyor.” dediler. Ona pek değer vermediler. Haccac da: “Vallahi bu sözleri, hem ben hem de yanımdaki arkadaşlar birlikte duyduk.” diyerek hadisenin ciddiyetini onlara duyurmaya çalıştı.

Haccac İbni Ilât’ın gönlünde bir ışık belirmişti. Bu olay ona çok tesir etmişti. Resûlullah (s.a.) Efendimizin nerede olduğunu sorup öğrendi. Onu görebilmek için vakit kaybetmeden yola çıktı. Medine-i Münevvere’ye geldiğinde İki Cihan Güneşi efendimizin Hayber’e gittiğini haber aldı. Yine orada eğlenmeden hemen Hayber’e doğru hareket etti. Hayber Gazvesi günlerinde Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimize ulaştı. Kendisiyle görüştü ve müslüman oldu. Hayber fethine de katıldı.

Haccac İbni Ilât (r.a.) servet sahibi zengin bir tüccardı. Kabilesinin topraklarında altın madenleri çıkardı. Mekke’de bir hayli alacakları vardı. Ailesi de orada kalmıştı. Malı-mülkü ve eşyası onun yanındaydı. Hem alacaklarını tahsil etmek hem de ailesinin yanındaki mallarını alıp Medine’ye getirmek istedi. Bunun için İki Cihan Güneşi Efenmdimizin huzuruna çıktı ve: “Yâ Resûlâllah Mekke’de bir takım kimselerde alacaklarım var. İzin verirseniz onları alıp diğer mallarımla birlikte Medine’ye getirmek istiyorum.” dedi. Efendimiz ona izin verdi. Haccac’ın gönlünü tırmalayan, zihnini meşgul eden bir konu daha vardı. Onu da Efendimize sormalıydı. Şöyle dedi: “Ya Rasûlâllah! Eğer müşrikler benim müslüman olduğumu anlarlarsa bana hiçbir şey vermezler. Mallarımı kurtarabilmek için belki senin hakkında münasip olmayan sözler söyleme zorunda kalabilirim. Bu hususta ne buyurursunuz?” dedi. Fahr-i Kâinât (s.a.) efendimiz bu konuda da ona izin verdi.

Haccac (r.a.) zekî idi. Siyâsî kabiliyete sahipti. Bu sebebten fırsatları değerlendirmesini iyi biliyordu. Karşısına çıkacak meseleleri, problemleri iyi hesap ediyordu. Buna göre sorular soruyordu. Aldığı cevaplardan memnundu. Gönlü huzur içinde Mekke’ye vardı. Kureyş müşriklerinin zaaf noktalarını tesbit etti. Onları oradan yakaladı. Alacaklarını tahsil hususunda onları kendine hizmet ettirdi. Müşriklerle aralarında geçen hadiseyi kendisi şöyle anlatıyor:
Kureyşliler o günlerde Rasûlullah (s.a.) efendimizin Hayber üzerine yürüdüğünü duymuşlardı. Fakat gelişmelerden haber alamamışlardı. Mekke’ye vardığımda çevremi sardılar. Bana sorular sormağa başladılar. Benim henüz müslüman olduğumu da bilmiyorlardı. Ben de Efendimizden aldığım izin üzerine onları sevindirecek haberler vermeğe başladım. Şunları anlattım; “Muhammed ve ashabı, şimdiye kadar çarpışmayı, savaşmayı Hayberli’lerden daha iyi bilen bir kavimle karşılaşmadı. Hayberliler onbin kişilik ordu topladı. Müslümanları kılıçtan geçirdi. Müslümanlar büyük bir yenilgiye uğradı. Muhammed esir alındı.” dedim. Bu haberler onları çok sevindirdi. Daha ileriye giderek şunları ilâve ettim: “Hayberliler Muhammed’i Mekkelilere teslim etmeyi öldürülen adamlarınıza karşılık onu sizin öldürmenizi istiyorlar” dedim.

Mekke’li müşriklere aslı olmayan bu parlak müjdeleri verdikten sonra onlara: “Siz de bana yardım ediniz. Alacaklarımı süratle toplayayım ki, müslümanların ganimet mallarını başka tüccarlar gelmeden satın alayım.” dedim. Bu istek ve teklifime memnûniyetle diyerek karşılık verdiler. Büyük bir sevinç içerisinde benim alacaklarımı toplayıverdiler.

Karısına da aynı şeyleri söyleyip ondan da mallarını alan Haccac (r.a.) işini bu şekilde bitirdi. Mekke’deki servetini topladı. Fakat verdiği haberler Mekke’deki müslümanları çok üzdü. Hz. Abbas bu acı haberi işitince fenâlaştı ve evine döndü. Kölesini Haccac’a gönderdi ve görüşmek istediğini bildirdi. Haccac onunla gizlice görüştü ve Abbas (r.a.)’a meselenin iç yüzünü anlattı. Birkaç gün gizli tutmasını ricâ etti. Sonra Mekke’den ayrılıp Medine’ye gitti. Hz. Abbas üç-beş gün geçince Kâbe’ye çıktı. Müşrikleri sarsan, şok eden haberler vermeğe başladı. Gerçek söylenenlerin tam tersi idi. Hayberliler hezimete uğramıştı. Zafer müslümanlarındı. Haccac alacaklarını kurtarmak için böyle söylemişti. Hz. Abbas Kureyşlilere durumu tek tek anlattı. Müşrikler bütünüyle sarsıldı.

Haccac İbni Ilât (r.a.) getirdiği malların zekâtını verdi. Medine’de kendisine bir ev, bir de mescid yaparak şehre yerleşti. Resûl-i Ekrem (s.a.)’in vefâtından sonra Humus’a giderek orada yaşadı. Hz. Ömer (r.a.)’ın hilâfetinin ilk yıllarında vefat etti. Cenâb-ı Hakk’tan şefaatlerini niyaz ederiz. Amin.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Ashab-ı Kiram'dan her birinin üstün ayrı bir meziyeti vardır. Bu kutlu insanlardan kimi komutanlığıyla, kimi Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) sadakatte zirveyi tutmasıyla, kimi cömertliğiyle, kimi yüksek fedakârlığıyla, kimi cesaretiyle, kimi ibadet ve taatıyla, kimi hicretiyle, kimi oldukça zor şartlar altındaki biatıyla, kimi Bedir ve Uhud gibi oldukça çetin savaşlarda gösterdiği eşsiz kahramanlığıyla, kimi bütün tehlikelere rağmen imanında hiçbir sarsıntı yaşamamasıyla, kimi ilmiyle, kimi de hayatını Kur'ân'ın yazılmasına, ezberlenmesine ve başkalarına aktarılmasına adamasıyla mâruftur.
Bu makalede, Rahmet Peygamberi'nin: "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olursanız, sizi doğru yola götürür."1 sözleriyle konumlarını bizlere hatırlattığı kutlulardan, Zeyd b. Sabit'in hayatı ve kişiliği ele alınacaktır.
Zeyd b. Sâbit, Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kutlu ashabının önde gelenlerinden biridir. Ensâr'dan olup, Hazrec kabilesinin bir kolu olan Neccâroğulları'na mensuptur. Hicretten önce Müslümanlıkla şereflenmiştir. Nitekim Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret buyurduklarında, Zeyd b. Sâbit, 17 sûreyi ezberlemiş biri olarak Peygamberimiz'le tanıştırılmıştı. Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kur'ân okuyunca, okuyuşu Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok hoşuna gitmişti. Ayrıca Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona İbraniceyi öğrenmesini tavsiye etmiş, bunun üzerine Zeyd de (r.a.) İbraniceyi 15 gün içerisinde okuyup yazacak seviyede öğrenmişti. Ve bundan sonra da Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelen İbranice mektupları, o okuyup yazmaya başlamıştı.2 Buradan da Zeyd'in, son derece zeki ve hafızasının da güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'yi teşrif buyurduklarında, Zeyd b. Sâbit 11 yaşındaydı.3
Zeyd b. Sâbit'in (r.a.) erken yaşta Kur'ân'a bu kadar vâkıf oluşu, son derece önemlidir. Zîrâ daha Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile karşılaşmadan Kur'ân'dan bu kadar sûreyi ezberlemiş olan Zeyd, daha sonraki dönemlerde bu işe daha bir önemle sarılmış ve hayatının sonuna kadar da bu son derece önemli ve değerli vazifeyi devam ettirmiştir.
Zeyd (r.a.) Bedir Savaşı'na katılmak istemiş; ancak Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu, yaşının küçüklüğünden dolayı kabul etmemiştir. Uhud'a katıldığı ihtilâflı ise de Hendek Savaşı'na katıldığı kesin olup, hendek kazma esnasında yardımcı olmuş, yaptığı işi beğenen Allah Resûlü: "Zeyd ne güzel bir çocuk!"4 sözüyle ona iltifatta bulunmuştur.
Ashap arasındaki yeri
Zeyd'in (r.a.) Ashap arasında da ayrı bir yeri vardır. Peygamberimiz'in amcasının oğlu olan ve aynı zamanda "Tercümânu'l-Kur'ân" olarak bilinen İbn Abbas, Zeyd b. Sâbit'e büyük bir değer verir ve bunu da ona karşı gösterdiği hareketlerine yansıtırdı. Meselâ bir defasında Zeyd b. Sâbit bineğine binerken, İbn Abbas ona binmesi için yardımcı olmuş, Hz. Zeyd böylesine bir incelik karşısında:
"Ey Allah'ın Resûlü'nün amcasının oğlu, bırak yapma!" deyince, İbn Abbas (r.a.): "Bize ulemaya böyle davranmamız emrolundu." demiş, Zeyd de bu söz karşısında onun elini öpmüş ve: "Biz de Peygamberimiz'in ehl-i beytine böyle davranmakla emrolunduk."5 demiştir.
Zeyd (r.a), aynı zamanda feraiz ilmini de en iyi bilenlerdendir. Nitekim Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Ümmetimin içinde ümmetime karşı en merhametli olan Ebubekir (r.a.), dinde en güçlü olan Ömer (r.a.), hayâda Osman (r.a.), hüküm vermede Ali (r.a.), kıraatta Übey b. Ka'b (r.a.), feraizde Zeyd b. Sâbit (r.a.), helâl-haramı bilmede Muaz b. Cebel (r.a.), en açık sözlü olan ise Ebû Zer'dir (r.a.). Her ümmetin bir emini vardır. Benim ümmetimin emini de Ebû Ubeyde b. Cerrah'tır (r.a.)"6 buyurarak onun bu özelliğine dikkatleri çekmiştir.
Evs ve Hazrec kabileleri zaman zaman birbirlerine karşı kendilerinde bulunan önemli şahsiyetlerden dolayı övünürlerdi. Nitekim bir defasında Evsliler: "Bizde, meleklerin yıkadığı Hanzala, arıların, müşriklerin dokunmasından koruduğu Âsım b. Sâbit, şehadeti iki kişinin şehadeti yerine geçen Huzeyme b. Sâbit ve ölümüyle Arş'ın titrediği Sa'd b. Muaz var." dediler.
Buna karşın Hazreçliler de: Bizde de Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde Kur'ân konusunda kendilerine ulaşılamayan Zeyd b. Sâbit, Ebû Zeyd, Muaz b. Cebel ve Übey b. Ka'b var." dediler.7
Kabul edilen bir kanaat hâline gelmiştir ki, Zeyd b. Sâbit, Kur'ân ve feraiz konusunda diğer insanların önündedir.8 Hattâ İmam Zührî şöyle demektedir: "Şayet Zeyd feraizi yazmasaydı, feraiz ilmi kaybolup giderdi."9 İlim açısından ashap arasında Zeyd b. Sâbit'in, herkesin kabul ettiği önemli ayrı bir yeri vardı ki, Hz. Ömer (r.a.) Medine'de olmadığı sıralarda, kendi yerine vekil ve imam olarak onu bırakırdı.10 Aynı zamanda Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Muaviye (r.a.) dönemlerinde de, Medine'de kendi yerlerine kaza, fetva, feraiz ve kıraat konularında vekil olarak tayin edilirdi.11
Hem Hz. Ömer (r.a.) ve hem de Hz. Osman (r.a.), kaza, fetva, feraiz ve kıraat konularında hiç kimseyi Zeyd'in (r.a.) önüne geçirmezlerdi. Hattâ bir defasında Hz. Ömer (r.a.) hutbesinde bunu açıkça ilân etmiş ve: "Kim feraiz konusunda bir şey soracaksa, Zey b. Sâbit'e müracaat etsin!" demişti.12
Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da onu, Kur'ân konusundaki derinliğinden dolayı her zaman önde tutardı. Nitekim Tebük Seferi'nde Neccaroğulları'nın sancağı Umara b. Said'in (r.a.) elindeydi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sancağı onun elinden alarak Zeyd b. Sâbit'e (r.a.) verince, Umara: Yâ Resûlallah! Benimle ilgili herhangi (menfi) bir bilgi mi sana ulaştı?" deyince, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Hayır. Ancak Kur'ân öndedir."13 buyurdular.
Vahiy kâtipliği
Zeyd b. Sâbit (r.a.), hem vahiy kâtipliği hem de Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) diğer yazışmalarını yapardı. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'ye geldikten sonra ilk vahyi yazan Übey b. Ka'b (r.a.), sonra ise Zeyd b. Sâbit'ti (r.a.).14 Aynı zamanda Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) da Medine'de komşusu olup15 Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy geldiğinde Zeyd b. Sâbit'i (r.a.) çağırtır ve gelen vahiyleri ona yazdırırdı.16
Zeyd b. Sâbit (r.a.), konuyla ilgili şu bilgiyi vermektedir: "Ben, Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) indirilen vahiyleri yazardım. O'na vahiy indiği zaman üzerine şiddetli bir terleme gelirdi, sonra vahiy hâli geçince, Resûlullah imlâ ettirir ben de, beraberimde getirdiğim kemik veya başka bir parça üzerine yazardım. Yazma işi bitince, (Vahiy esnasında üzerime çöken) Kur'ân'ın ağırlığından ayaklarımın ezildiğini, artık bir daha yürüyemeyeceğimi zannederdim. Yazma işi bitince bana: 'Oku!' derdi. Ben de okurdum, bir hata varsa düzeltirdi. Daha sonra da ben bu yazdıklarımı diğer insanlara götürürdüm."17
Zeyd b. Sâbit yine bir defasında vahiy yazma tecrübesini şöyle bir anekdotla anlatmaktadır: Bir defasında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), gelen vahyi yazmam için beni çağırdı. Yazı malzemeleriyle onun yanına gittim. Bana Nisâ Sûresi'nin 95. âyetini yazdırdı. Bu âyette cihaddan geri kalan müminlerle, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden müminlerin elbette bir olmadığı, Allah Teâlâ'nın, malları ve canları ile mücahede edenleri, derece bakımından, cihada gitmeyenlerden üstün kıldığı belirtiliyordu. O anda orada Abdullah b. Ümm-i Mektûm adındaki âma sahabi de vardı. Âyetle ilgili olarak Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem):
"Yâ Resûlallah! O zaman benim durumum ne olacak, zîrâ ben âmayım?" deyince, bu defa âyette daha önce olmayan "ğayru uli'd-darari" (özürlülerin dışındakiler) ilâvesi nâzil oldu.18
Resûlullah (s.a.s.) ile beraberliği
Medine'nin ilk günlerinden itibaren Zeyd'in (r.a.) Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile çok sıkı bir irtibatı olmuştur. Nitekim Zeyd (r.a.) bunu şöyle anlatmaktadır: "Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ebû Eyyûb el-Ensâri'nin evindeyken ilk defa ben yemek götürdüm. İçinde ekmek, yağ ve sütün bulunduğu bir tepsiyle onun yanına girdim. Ve bunu annemin gönderdiğini söyledim. Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem): 'Allah seni mübarek kılsın.' diye dua etti. Ashaptan bazı kimseleri de çağırarak beraberce getirdiklerimi yediler. Gitmek için tam kapıya yönelmiştim ki bu defa Sa'd b. Ubâde tepsiyle içeriye girdi. O geceden itibaren her gece 3-4 ayrı kişi Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) yemek getirirdi."19
Zeyd'in (r.a.), Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) olan bu yakın komşuluğundan dolayıdır ki, daha sonraki dönemlerde insanlar onun bu durumundan dolayı Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında sorular sormuşlardır. Bunlardan birini oğlu şöyle anlatmaktadır:
"Bazı kimseler babamın yanına gelip, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkından sorarlardı. Babam onlara: 'Ben, Allah Resûlü'nün komşusu idim. Kendisine vahiy geldiği zaman bana haber gönderir, ben de yanına giderek nâzil olan vahyi yazardım. Biz dünyadan bahsettiğimizde o da bizimle beraber dünyadan bahsederdi. Biz ahiretten bahsedince o da bizimle ahiretten bahsederdi. Biz yemekten bahsedince o da bizimle beraber yemekten bahsederdi. İşte bu anlattıklarım onun ahlâkına ait örneklerdendir.' dedi."20
Kur'ân öğretimi
Vahiy kâtibi olması ve Peygamberimiz'den doğrudan kıraati alması dolayısıyla Hz. Osman (r.a.) onun kıraat öğretmesine önem verir ve insanları ona yönlendirirdi. Konuyla alâkalı olarak Ebu Abdirrahman es-Sülemî şöyle demektedir: "Hz. Osman'ın (r.a.) yanında Kur'ân okumasını öğreniyordum. Bana: 'Sen yanımda Kur'ân okurken ben insanların işleriyle ilgilenemiyorum. Zeyd b. Sâbit'e git. O bu işte son derece ehildir. Kıraati ondan öğren. Zaten kıraat hususunda aramızda hiçbir fark yoktur.' buyurdu."21
Zeyd, ashabın âlimlerindendi. Bunun için de kendisine zaman zaman hassas görevler verilirdi. Meselâ Yermuk Gazvesi'nde ganimetlerin taksimi görevi kendisine verilmişti.22
Hilâfet seçimindeki örnek davranışı
Zeyd b. Sâbit'in (r.a.), Efendimiz'in vefatından sonra, halife seçimi konusundaki belirsizliğin çözüme kavuşmasında da önemli katkıları olmuştur. Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yükselmesinden sonra Ensar'ın önde gelen sözcüleri, Sakife-i Benî Sâide'de söz alarak şöyle demişlerdi:
"Ey Muhacir topluluğu! Allah Resûlü sizden birini bir yere göreve gönderdiğinde, bizden birini de onun yanına katardı. Dolayısıyla bu iş, bir sizden bir de bizden olmak suretiyle iki kişiyle olmalı diye düşünüyoruz." dediler. Ensar'ın diğer sözcüleri de bu minval üzere konuşmalar yapınca, Zeyd b. Sâbit ayağa kalkarak ortalığı sakinleştirici ve neticeyi etkileyici şu güzel konuşmayı yaptı:
"Allah Resûlü muhacirlerdendi. Halife de ancak muhacirlerden olmalıdır. Nitekim daha önce Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yardımcıları olduğumuz gibi, şimdi de seçilecek olan halifenin yardımcısı olmalıyız!" dedi.
Hz. Ebubekir, Zeyd'in (r.a.) yaptığı konuşmadan çok memnun kaldı ve bu memnuniyetini: "Allah Ensar'ın hayrını artırsın. Sözcünüz ne kadar da doğru söyledi!"23 sözleriyle dile getirdi.
Edebî yönü
Zeyd b. Sâbit (r.a.) aynı zamanda çok güzel bir edebî üslûba sahipti. Übey b. Ka'b'a (r.a.) yazdığı şu son derece anlamlı mektup bunu göstermektedir: "Allah Teâlâ dili, kalbin tercümanı olarak yaratmıştır. Kalbi de dilin kendisine itaat ettiği koruyucu bir merkez yapmıştır. Kalb ile dil arasında tam bir uyum bulunduğu ve dil kalbin emrinde olduğu sürece, ağızdan çıkan sözler doğru olur ve dil sürçüp hata yapmaz. Kalbi, diline hâkim olamayan kişide, akıl ve hayır yoktur. Kişi, kalbi istemediği hâlde diline gelen her şeyi söylediğinde, âdeta kendi burnunu kendi eliyle kesmiş gibi olur. Akıllı insan, sözlerini tartarak söyleyendir. İnsan, sözlerini fiilleriyle dengeleyip tasdik ettiğinde daha etkili olur. Cimrilerin, sözleriyle cömertlik yapıp da davranışlarıyla bunu yalanladıklarına bilmem ki, hiç dikkat ettin mi? Bunun sebebi, dillerinin kalblerini dinlememesidir. Kendi ayıplarını görmeyip de başkalarının ayıplarıyla uğraşan kişinin, kendi yükünü bırakıp da başkalarının yüklerini taşıyan kişiden farkı yoktur. Selâm üzerine olsun!"24
Rivayet ettiği hadîslerden bazıları
Kaynaklarda Zeyd b. Sâbit'in (r.a.) 92 hadîs rivayeti olduğunu görmekteyiz. Bu rivayetlerden birinde şöyle demektedir:
Bir defasında Neccaroğulları'na ait bir yerde idik. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) devesinin üzerinde bulunuyordu ve bize şöyle dedi: "Kabir azabından Allah'a sığının! Kabir azabından Allah'a sığının!" Biz de dedik ki: "Kabir azabından ve Cehennem azabından Allah'a sığınıyoruz." Devamında: "Görünen ve görünmeyen fitnelerden Allah'a sığının!" buyurunca biz: "Görünen ve görünmeyen fitnelerden Allah'a sığınıyoruz." dedik. Bu defa: "Deccal'ın fitnesinden de Allah'a sığının!" buyurunca, biz: "Deccal'ın fitnesinden de Allah'a sığınıyoruz." dedik.25
Yine Zeyd b. Sâbit'in (r.a.) rivayet ettiği ve mü'minin hayatı için son derece önemli şu rivayetler de zikre değerdir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadîslerinde şöyle buyurdular: "Her kim Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, Peygamber olarak da Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) razı oldum derse, bununla Allah o kuldan razı olur."26
Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Size iki şeyi bırakıyorum. Onlar: Gökten yere uzatılan bir ip olan Allah'ın kitabı ile ehl-i beytimdir. Bunların ikisi, havuzumun başına gelinceye kadar benden ayrılmazlar."27
Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), vahiy kâtipliğini yapan Zeyd'e (r.a.), zaman zaman çok özel dualar talim ettiğini de görmekteyiz. Bunlardan birisi şudur: أَنَّهُ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَلَّمَ زَيْدَ بْنَ ثَابِتٍ ، وَأَمَرَهُ أَنْ يَتَعَاهَدَ بِهِ أَهْلَهُ فِي كُلِّ صَبَاحٍ: لَبّيْكَ اَللَّهُمّ لَبَّيْكَ لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ ، وَالْخَيْرُ فِي يَدَيْكَ وَمِنْكَ وَبِكَ وَإِلَيْكَ اَللَّهُمّ مَا قُلْتُ مِنْ قَوْلٍ أَوْ حَلَفْتُ مِنْ حَلِفٍ أَوْ نَذَرْتُ مِنْ نَذْرٍ فَمَشِيئَتُكَ بَيْنَ يَدَيْ ذَلِكَ كُلِّهِ مَا شِئْتَ كَانَ وَمَا لَمْ تَشَأْ لَمْ يَكُنْ وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إلَّا بِكَ إنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ اَللَّهُمّ مَا صَلَّيْتُ مِنْ صَلَاةٍ فَعَلَى مَنْ صَلَّيْتَ وَمَا لَعَنْتُ مِنْ لَعْنَةٍ فَعَلَى مَنْ لَعَنْتَ أَنْتَ وَلِيِّي فِي الدَّنْيَا وَالْآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصّالِحِينَ اَللَّهُمَّ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ عَالِمَ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ ذَا الْجَلَالِ وَالْإِكْرَامِ فَإِنِّي أَعْهَدُ إلَيْكَ فِي هَذِهِ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ، وَأُشْهِدُكَ - وَكَفَى بِكَ شَهِيدًا - بِأَنِّي أَشْهَدُ أَنْ لَا إلَهَ إلَّا أَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَأَنْتَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُكَ وَرَسُولُكَ وَأَشْهَدُ أَنَّ وَعْدَكَ حَقٌّ ، وَلِقَاءَكَ حَقٌّ ، وَالسَّاعَةَ حَقٌّ آتِيَةٌ لَا رَيْبَ فِيهَا ، وَأَنَّكَ تَبْعَثُ مَنْ فِي الْقُبُورِ وَأَشْهَدُ أَنَّكَ إنْ تَكِلْنِي إلَى نَفْسِي تَكِلْنِي إِلَى ضَعْفٍ وَعَوْزَةٍ وَذَنْبٍ وَخَطِيئَةٍ وَإِنِّي لَا أَثِقُ إلَّا بِرَحْمَتِكَ فَاغْفِرْ لِي ذُنُوبِي كُلِّهَا إنَّهُ لَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إلَّا أَنْتَ وَتُبْ عَلَيَّ إنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Zeyd b. Sâbit'e şu duayı talim buyurarak, kendisinin ve ailesinin her sabah bu duayı düzenli okumalarını emir buyurdular:
"Buyur Allah'ım buyur, emrine geldim. Hayır Sen'in elindedir. Sen'den gelir ve yine Sana döner. Allah'ım, bir söz söylemiş, bir yemin etmiş, bir nezir yapmış veya bir amel işlemiş olmayayım ki, hepsini sen önceden dilemiş olmayasın. Neyi dilediysen, o olmuştur; olmamasını dilediğin şey de olmamıştır. Güç ve kuvvet ancak Sen'dendir; şüphesiz Sen'in her şeye gücün yeter. Allah'ım, yaptığım her dua, Sen'in rahmet ettiğin, ettiğim her lânet de Sen'in lânet ettiğin kimsenin üzerine olsun. Sen, dünyada ve ahirette benim dostum ve velimsin; beni Müslüman olarak öldür ve salih kulların arasına kat. Gökleri ve yeri yaratan, gayb ve şahadet âlemini bilen, celâl ve ikram sahibi Allah'ım, Sana şu dünya hayatında söz veriyor ve Sen'i şahit tutuyorum. Sen şahit olarak yetersin. Ben şahadet ederim ki Sen'den başka ilâh yoktur; birsin, ortağın bulunmaz; mülk Sen'indir, hamd Sana mahsustur. Sen her şeye gücü yetensin. Ve yine şahadet ederim ki Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem Sen'in kulun ve Resül'ündür. Vaadinin hak, Sen'in huzuruna çıkmanın da hak olduğuna, kıyamet saatinin geleciğine -bunda hiç şüphe olmadığına- ve kabirdekileri dirilteceğine de şahadet ederim. Beni nefsimle baş başa bırakırsan, (bu takdirde) beni zaafa, ihtiyaca, günaha ve hataya itmiş olursun. Ben ancak Sen'in rahmetine güveniyorum; günahlarımın hepsini bağışla, zîrâ günahları ancak Sen bağışlarsın. Tövbemi kabul buyur, zîrâ Sen tövbeleri kabul eden ve çok merhametli olansın. 28"
Kur'ân'ın cem' ve istinsahındaki önemli yeri
Zeyd b. Sâbit'in (r.a.), Kur'ân'a olan hizmeti, sadece Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatta iken değildir. O daha sonraki dönemlerde de gerek Kur'ân'ın cem'i ve gerekse çoğaltılması faaliyetlerinde hep vazgeçilmezlerden birisi olmuştur. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatından sonra, O'nun yerine Müslümanların halifesi olarak Hz. Ebûbekir seçilmişti. Bu dönemde irtidat hâdiseleri ortaya çıktı. Hz. Ebûbekir ordular hazırlayarak bu hâdiselerin üstüne gitti. Hicretin 12. yılında Yemame Savaşı'nda Müslümanlar büyük kayıplar verdiler. Özellikle de bu savaşta yetmiş Kur'ân hâfızı şehit oldu. Bu acı durum Hz. Ömer'i korkuttu. Hemen Hz. Ebûbekir'in yanına giderek, Kur'ân'ın zâyi olmasından korktuğunu, bunun için de Kur'ân'ın hemen cemedilip (toplanılıp) bir kitap hâline getirilmesini söyledi.
Hz. Ebûbekir (r.a.), önce bu tekliften kaçındı. Onun kaçınmasının sebebi, Resûlullah'ın yapmadığı bir işi, kendisinin yapacak olmasıydı. Fakat onun bu kaçınmasına rağmen Hz. Ömer (r.a.) iyice ısrar etti. Sonunda Allah Teâlâ, Hz. Ebûbekir'in kalbini bu işe ısındırdı. Hz. Ebûbekir (r.a.) de bu durumu, uygun gördüğü Zeyd b. Sâbit'e (r.a.) anlattı. Başta o da Hz. Ebûbekir'in (r.a.) kaçındığı gibi kaçınmasına rağmen, Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ebûbekir'in (r.a.) ısrarları ve telkinleriyle Kur'ân'ın toplanması ve bir kitap hâline getirilmesi fikrini ve bu işi üzerine almayı kabul etti.29
Zeyd b. Sâbit (r.a.) bu hâdiseyi şöyle anlatmaktadır: Yemâme Savaşı'nda ashâbın şehit edilmesinin arkasından Hz. Ebûbekir (r.a.) beni çağırttı. Yanına gittiğimde Hz. Ömer (r.a.) de oradaydı. Hz. Ebûbekir (r.a.) bana dedi ki: Hz. Ömer (r.a.) bana gelip dedi ki: "Yemâme'de Kur'ân hafızları çok zâyiat verdi. Bu gibi hâdiselerde hafızların şehit olmalarıyla Kur'ân'ın zâyi olmasından endişe ediyorum. Bana kalırsa, Kur'ân'ın bir araya toplanması için bir emir çıkarman gerekir.." Ben de Hz. Ömer'e şöyle cevap verdim: "Resûlullah'ın yapmadığı bir işi nasıl yapabilirim?" Hz. Ömer: "Vallahi bu hayırlı bir teşebbüstür." dedi. Sonra bu iş üzerinde o kadar durdu ki, bana söyleye söyleye sonunda Allah, kalbimi bu işe yatırdı, ben de onun görüşünü benimsedim." Zeyd (r.a.) devamla diyor ki: Hz. Ebûbekir (r.a.) bana dönüp şöyle dedi: "Sen genç, dinç ve zeki bir insansın. Kimse seni itham edemez. Zaten Resûlullah'ın da vahiy kâtibi idin. Kur'ân metnini topla." Bunun karşısında Zeyd (r.a.): "Vallahi bir dağı yerinden nakletmemi isteselerdi, Kur'ân'ı toplama mesuliyeti kadar bana ağır gelmezdi. Neticede Kur'ân'ı, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların hafızalarından toplamaya başladım."30 dedi.
Burada olduğu gibi, daha sonraları değişik sebeplerden dolayı Kur'ân-ı Kerîm'in çoğaltılıp diğer İslâm merkezlerine gönderilme zarureti ortaya çıktığında da Hz. Osman (r.a.), diğer komisyon üyelerinin yanında özellikle Zeyd b. Sâbit'i (r.a.) bu işle görevlendirdi.
Hz. Ömer'in Zeyd b. Sâbit'i kendi yerine bırakması
Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Ömer (r.a.), Medine'nin dışına çıktığı zaman Zeyd b. Sâbit'i (r.a.) vekil olarak kendi yerine bırakırdı. Diğer sahabileri ise başka şehirlere gönderirdi. Kendisinden bilgi sahibi ve dirayetli bir kişi istenildiğinde Zeyd b. Sâbit'in (r.a.) ismi verilirdi. Ancak Hz. Ömer (r.a.):
"Ben Zeyd'in değerini biliyorum. Fakat buradaki insanların ona ihtiyacı vardır. Çünkü onlar, kendi ihtiyaçlarını ve problemlerini ondan başkasının halledemeyeceğini biliyorlar. Dolayısıyla onun yeri benim yanımdır." buyururdu. İbn Ömer de (r.a.) Zeyd'in (r.a.) vefatı esnasında: "Allah ona rahmet eylesin! O, babam Ömer'in halifeliği sırasında halkın en âlimiydi. Babam diğer sahabileri çeşitli memleketlere gönderir ve onları kendi içtihatlarıyla fetva vermekten menederdi. Zeyd b. Sâbit ise Medine'de durup, hem onlara hem de dışarıdan gelen Müslümanlara fetva verirdi."31
Zeyd b. Sâbit (r.a.), hicretin 45. yılında vefat etmiştir. Onun, hicretin 54. veya 55. yılında vefat ettiğini söyleyenler de vardır.32 Vefatı esnasında Ebû Hüreyre (r.a.): "Bu ümmetin derin bilgili âlimi vefat etti. İnşallah İbn Abbas bu konuda onun yerine geçer." demiştir.33
Netice
Allah Resûlü'nü peygamberlik atmosferinde bulunma şerefiyle şereflenen ashap efendilerimizin her biri, ayrı güzel bir yönüyle dikkatimizi çekmektedir. Zeyd b. Sâbit ise, gerek Kur'ân'ı ezberleme, gerek yazma ve gerek Hz. Ebubekir (r.a.) döneminde Kur'ân'ın bir kitap hâline getirilmesi ve Hz. Osman (r.a.) döneminde de aynı nüshanın çoğaltılarak başka ülkelere gönderilmesi işlerinde hep merkezî noktada bulunmuştur. Bunların yanında son derece zekidir ve aynı zamanda miras taksimi dediğimiz feraiz ilmini de iyi bilenlerdendir. Allah Resûlü'ne çok yakın olmuş, özellikle kıraatte pek çok kimsenin hocalığını yapmıştır. Kur'ân konusundaki bu ulaşılmaz meziyetinden dolayı Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) katında ayrı bir yeri olmuş, daha sonraki dönemlerde diğer halifeler de her zaman onu önemli görevlere getirmişlerdir. Zeyd b. Sâbit (r.a.), aynı zamanda edebî yönden güçlü olan ve hassas dönemlerde etrafı yatıştırıp, ihtilâfları önlemede önemli katkıları olan bir sahabidir. Yüce Allah bizleri Cennet'te ona komşu kılsın. Amin!
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt