Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Posta Kutuma Gelenler ! (1 Kullanıcı)

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
22. Din Elden Gidince



Daha önce yazmış mıydım, hatırlamıyorum.
Yirmi küsur yaşlarında bir vatandaş iş bulmak için köyden İstanbul'a gelmiş. İş bulamamış.
Bekâr arkadaşlarıyla birlikte kalıyor. Elde yok avuçta yok. Köydeki yaşlı annesi, karısı, çocuğu para bekliyor. Bizimki şaşırmış vaziyette.
Ne yapmış biliyor musunuz? Tam bir milyar liralık bir cep telefonu almış. Tabiî ki, borçla, taksitle. Peki nasıl ve nereden ödeyecek bu parayı? Bilmiyor ama almış işte.
Bir arkadaşı ona "Benim canım kardeşim, şu anda senin halin çok kötü. Burada işsizsin, köydeki evde anan, karın, çocuğun ağlayarak para bekliyor. Sen kalktın pahalı ve lüks bir cep telefonu aldın. Nasıl ödeyeceksin bunun borcunu?.."

Arkadaşına ne cevap vermiş biliyor musunuz? Gözlerindeki çakmak çakmak kin, öfke, hınç kıvılcımları olduğu halde:

- Yahu ben insan değil miyim?.. demiş.

Ben onun samimî arkadaşı olsaydım "Elbette insan değilsin!" derdim.

Bu akılsız, vicdansız, dengesiz vatantaşta fazla kabahat yoktur.Suçun büyüğü onu bu hale getiren uğursuz zihniyettedir.

Bu ülkede bin seneden beri, insanların ihtiraslarını, aşırılıklarını, olumsuz taraflarını frenleyen güç İslâm dini ve ahlakı idi.
Yakın tarihimizde dinî inançları, dinî ahlakı, dinî yaşayış tarzını yıktılar. Yerlerine bir şey koyamadılar.

Toplumu, milleti sekülerleştirmek istediler.

Bir ölçüde sekülerleştik ama sonunda ne olduk... Şu manzaraya bakınız:

- Suçlar artmış. Mahkemeler suç davalarına bakmaktan başlarını kaşıyamıyor. Polis suçlarla ve suçlularla baş edemiyor.

- Ülkemiz genel bir kokuşma ile kirlenmiş vaziyette. Dünyanın en temiz ülkesi Finlandiya, biz listenin sonlarında yer alıyoruz. Kirlendik, hem de çok kirlendik.

- Türkiye'deki 78 etnik grubu bir arada tutan çimento İslâm idi. Bu bağı koparttık, toplum hercümerc oldu. "Kürtler aslında Türkmüş de, kışın karlar üzerinde yürürken kırt kırt diye sesler çıkartıyorlarmış. Bu yüzden onlara kürt denmiş..." Kimse bu dolmaları yutmadı. Ne oldu? Kürtçülük hareketi çıktı.

- Dinin baskısı ve rehberliği zayıflayınca iktisat, ticaret, iş hayatı ne oldu?Vahşileşti, çılgınlaştı.
Adam bono imzalıyor, zamanı gelince ödemiyor. Çek veriyor, karşılıksız çıkıyor. Yalan, dolan, hile, hud'a, fitne fesat, dolandırıcılık aldı yürüdü.
Herif lokantanın vitrinine "Nefis döner bulunur" diye yazmış. Girip bir porsiyon döner yiyorsunuz ki, nefis değil, berbat. En kalitesiz kıymadan yapmış, eti andıran soya unu katmış.
Ticaretine yalan karıştırdığı, nefis olmadığı halde nefis dediği için kazancı haram oluyor ama onun haram maram bildiği yok. Para hırsıyla kudurmuş, gözleri dönmüş vaziyette.

- Zeytinler simsiyah ve kaliteli görünsün diye kimyevî boyalarla boyuyorlarmış. Bunlarda sağlık için çok zararlı zehirler varmış.
Umurunda mı? Çünkü dinsizleşmiş, sekülerleşmiştir.

- Bozukluk, kokuşma o raddelere vardı ki, bir kısım sözde dindarlar da çok bozuldu. İslâmcı kesimde yenmeyen halt kalmadı.
İhalelere fesat karıştırmak, işlerden komisyon almak, vakıf mallarına saldırmak, emanetlere hıyanet etmek, saçı bitmedik yetimlerin hakkını yemek. Yüz milyonlarca, milyarlarca dolarlık haram, kirli, kara servetler edinmek.
Neymiş efendim, "Bozuk düzenlerde bozuk işler yapılırmış...
" Be mel'un! Sen sakın bu fetvayı Azazil'den (Şeytan'dan) almış olmayasın.

- Toplumda nezaket, kibarlık, büyüklere hürmet, küçüklere şefkat kalmadı.
Büyük şehirlerde kapkaççılık aldı yürüdü. Bir türlü önüne yüzde yüz geçilemiyor. Bu kapkaççılık işini sadece onbeş onaltı yaşındaki serseri çocuklar yapmıyor. Arkalarında bir mafya var, onları destekleyen ve kollayanlar var.
Kimler bunlar, kimler bunlar?

- Bina ve zina başını aldı gidiyor. Nesep güvenliği büyük ölçüde sarsıldı.

- Rüşvet gırtlağa kadar.

- Genel bir mafyalaşma karşısındayız.

- Komşuluk hukukunun pabucu dama atıldı. Alt katta komşusu ölüyor, üsttekinin haberi yok.

- Din ahlakı gidince para en büyük değer oldu, put oldu, sapıkların ve azgınların tanrısı oldu.

- Din kanaati, tevâzuu, zühdü emr ediyordu. Dinin baskısı ve yönlendirmesi zayıflayınca lüks, aşırı tüketim, gösteriş, azgınlık, israf topluma hâkim oldu.

Bazıları şöyle diyebilir? Müslümanların da bir kısmının bozulduğunu sen kendin yazıyorsun. O halde din, kötülüklere engel olmuyormuş.
Hayır efendim hayır!... O bozulanlar iyi, vasıflı, örnek, gerçek Müslümanlar değildir. Bozuklar sahte İslâmcılardır, münafıklardır, Müslüman müsveddeleridir.

Müslümanın elbette hatâsı olabilir, Müslüman günah işleyebilir ama bir Müslüman asla saçı bitmedik yetimin hakkını yemez.
Bir Müslüman asla devletin ve belediyelerin bütçelerini hortumlamaz. Bir Müslüman geçim sıkıntısından kıvranır ama asla rüşvet almaz.

Resulullah efendimize sormuşlar: "Müslüman zina eder mi?" sesini çıkartmamış.
Yine sormuşlar, "Müslüman yalan söyler mi?" , ''Asla!.." cevabını vermiş.

Dinimiz "Nifak küfürden daha kötüdür" buyuruyor.
Küfür bellidir. Nifak gizlidir.
Bir kısım nifaklar imansızlıktan ileri gelmektedir. Evet toplum içinde din ticareti, mukaddesat bezirgânlığı yaparak para kazanmak, servet sahibi olmak, ün, alkış, riyaset, makam, mevki devşirmek, nüfuz ve prestij sahibi olmak isteyen iğrenç ve pislik münafıklar vardır.
Bunların dini imanı paradır, nefistir, menfaattir. Bunlar her türlü günahı, isyanı, tuğyanı işliyorlar.
Bunlar ne Kur'ân hükümlerini, ne Peygamber sünnetini dinliyorlar.
Bunların yaptıkları şeriata da, tarikata da taban tabana zıttır. Bunlar Nemrud ve Firavun gibi yaşıyorlar, davranıyorlar. Bunlar Müslüman değildir, bunlar İslâm'ı temsil edemezler. Bu pisliklere, bu gürûh-i lâ yüflihûna bakıp da hiç kimse İslâm'a ve hakikî Müslümanlara taş ve çamur atamaz.

Hakikî Müslüman yalan söylemez...
Emanete hıyanet etmez...
Söz verip de sözünden dönmez...
Haram yemez...
Rüşvet almaz...
Devletin ve belediyelerin bütçelerini hortumlamaz...
İhalelere fesat karıştırmaz...
Saçı bitmedik yetimlerin hakkına el uzatmaz...
Vakıf mallarına ve gayr-i menkullerine göz dikmez...
Hakikî bir Müslüman, menfaat kopartmak için yaltaklık, yalakalık, köpeklik, dalkavukluk yapmaz.


Yamukluk yapan İslâmcılar Müslüman değildir, ne İslâm'ı ne de Ümmet'i temsil ederler.
Onlar aç ve alçak köpeklerdir. Evet köpeğin bile yükseği, asili vardır. Onlar yüksek köpek bile değildir.

İşte din gidince ülke ve toplum böyle olur... Müslümanlar örs çekiç arasında kalır. Bir yanda agresif, harbî, amansız kâfirler; öteki yanda İslâmcı kılığına bürünmüş münafıklar ve şeytanlar.

Bina çökerse hepimiz enkazın altında kalacağız. Cümbür cemaat...
Sen, keyfince yaşayan, bana ne diyen, zevk u sefa içinde piknik yapan umursamaz Müslüman, evet sen de...

( Mehmet Şevket Eygi - Milli Gazete )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
23. Ruh sağlığı, rahmet ve şifa kaynağı : Kur’ân



“Ruh-beden ilişkisi, inancın tedavideki rolü, Kur’ân’ın şifa yönü” tıbbın vazgeçilmez mevzuları arasına girdi.
Araştırmalar, insanın bağışıklık (immün) sisteminin güçlenmesinde kimyevî ve maddî ilâçların yanında manevî, olumlu telkinler, hastalığa bakış açısı ve hayat görüşünün de önemli yer tuttuğunu ortaya koydu.
Bir insanın manevî telkin ve tevekküle yakınlığı ölçüsünde bağışıklık sistemi güçlenmekte, hastalıklara dayanıklılığı da artmaktadır.

Düşüncelerimiz, ruhî ve kalbî hayatımız ve duygularımız ne kadar maneviyattan beslenirse, bedenimiz de o derecede sağlıklıdır. Çünkü, bedene olumlu sinyaller gönderilir. Böylece grip ve soğuk algınlığı dahil hastalıklara karşı daha sağlam dururuz.

Tersi bir durum söz konusu olduğunda hastalığa daha yatkın hâle geliriz.
Bizi derin yaralayan hadiseler yaşadığımızda, aşırı yorulduğumuzda hastalıklara karşı direncimiz zayıflar ve daha kolay hastalanırız.
Aile içinde veya işyerindeki bazı olumsuzluklar ne kadar artarsa, tansiyonumuz, yatağa düşme ihtimalimiz de o nispette artar.
Depresyona girdiğimizde veya ruhen bitkin ve yorgun olduğumuzda hastalık da mukadder olur. 1

Modern tıbbın ulaşmaya çalıştığı nihaî noktayı, semavî dinler, özellikle İslâm dini ve Kur’ân-ı Kerim, halletmiş ve en son hedefi çizmiştir.
Bu tıbbî gerçeği dile getiren âyetlerden birkaçı şöyle:

“O Kur’ân, inananlar için bir hidayet ve şifâdır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’ân onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. Onlara uzak bir yerden sesleniliyor da anlamıyorlar.” 2

“Biz Kur’ân’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz. Zalimlerin ise Kur’ân, ancak zararını artırır.” 3

Kur’ân’ın şifa ile maddî hastalıklara, strese; rahmet ile manevî sıkıntılara karşı bir çare olduğunun vurgulandığı açık.

Kur’ân ruh/duygu, kalp, his ve lâtifelerine muhteşem bir besin kaynağı olarak tedavi eder, bedenin de sağlıklı kalmasını temin edir.
Kudsî bir tiryak olan imanın şifâ vermesiyle yaralardan kurtulunabilir. İman ilâcının tesiri ise, farzları yerine getirme oranındadır. Sefâhet, hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrûa, o tiryâkın/ilacın tesirini men eder. 4

Doktorların, hastalıklarımız için söylediği olumlu sözler, telkinler; akademik ünvanlarının yüksekliği ve uzmanlıklarının derinliği derecesinde etkili olmaz mı?
Kur’ân, Şafi-i Hakiki ve Rahim-i Mutlak olan Allah’ın kelâmıdır.
Elbette, onun yaydığı İlahi enerji, maddî-manevî hastalıklarımıza şifa ve rahmet olur.

Şimdi, bu hususta enteresan tesbitleri olan bir araştırmacının sözlerine kulak verelim:

Hollandalı ilim adamı ve psikolog Vander Hoven, Allah kelimesini oluşturan harflerin sırrını bulduğunu açıkladı.

Müslüman olmayan, fakat İslâm ilimlerine ilgi duyan, Kur’ân-ı Kerim’in sırları ile ilgili araştırmalarıyla tanınan Hoven, Kur’ân okumanın ve Allah kelimesini tekrar etmenin gerek hasta, gerekse sağlıklı insanlar üzerinde müsbet sonuçlar meydana getirdiğini açıkladı.

Üç yıldan beri birçok hasta üzerinde araştırma yaptığını ifade eden Hoven, hastalarından bazılarının Müslüman olmadığını, bazılarının da Arapça bilmediğini, buna rağmen onlara Allah kelimesini öğrettiğinde alınan sonucun mükemmel olduğunu, özellikle depresyon ve tansiyon hastalarında çok daha iyi sonuçlar verdiğini belirtti.

Düzenli Kur’ân okuyan insanların psikolojik rahatsızlıklardan kendilerini uzak tutabildiklerini söyleyen psikolog, “Allah” kelimesindeki her harfin hastalıklara nasıl şifa olduğunu şöyle açıkladı:

“Allah kelimesinin ilk harfi olan ‘A’ harfi solunum sisteminden doğrudan çıkıyor ve nefes almayı düzenliyor. Damaktan söylenen ‘L’ harfinde ise, (Arapça’da çıkarıldığı şekilde) dil hafifçe damağın üst kısmına dokunuyor ve çene kısa bir duraklamayla birlikte aynı işlem tekrarlanıyor (İki ‘L’ harfi olduğu için). Bu işlem de nefes alıp vermeyi rahatlatıyor.

“Son harf olan ‘H’ harfi çıkartılırken akciğer ve kalp arasında bir ilişki oluşuyor ve işlem sonucunda kalp atışları düzeliyor.” 5

Vücuttaki bu uyumlu işleyiş de, insanın tansiyonunu ve psikolojisini dengeliyor...

Öte yandan, Kur’ân-ı Hakîm’in, hadisin hükmüyle herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir.
Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir.
Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır.6 Kur’an’ın üç yüz bin altı yüz yirmi (300620) harfi var. 7
Ve herbir harf, binlerce şifa ve rahmet enerjisi yayar.


Dipnotlar:
1. Henry Dreher (1995). The Immune Power Personality, Reprinted by Arrangement with Dutton Signet, A Division of Penguin Books USA, Inc. Çeviren: Dr. Selim Aydın.
2. Kur’ân, Fussilet, 44.
3. a.g.e., İsra, 82.
4. Lem’alar, s. 400.
5- Basın, 21.09.2007.
6- Mektubat, s. 390-391
7- Sözler, 24. Söz, 9.


( Ali Ferşadoğlu - Yeni Asya Gazetesi )
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
Hakikî Müslüman yalan söylemez...
Emanete hıyanet etmez...
Söz verip de sözünden dönmez...
Haram yemez...
Rüşvet almaz...
Devletin ve belediyelerin bütçelerini hortumlamaz...
İhalelere fesat karıştırmaz...
Saçı bitmedik yetimlerin hakkına el uzatmaz...
Vakıf mallarına ve gayr-i menkullerine göz dikmez...
Hakikî bir Müslüman, menfaat kopartmak için yaltaklık, yalakalık, köpeklik, dalkavukluk yapmaz.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Birlik - Beraberlik adına önemli bir yazıdır.
Okumanızı rica ediyorum.


24. Üzerimize düşeni yapmak mı, yapmamak mı?


“İki cihan zindan isa/ Gerek bana bustân ola…
“Ayruk bana ne gam gusse/ Çün inâyet Dost’dan ola.
“Dost yüzini gördi gözüm/ Erenlere toprak yüzüm,
“Söz anlayana bu sözüm/ Gerek şekeristan ola."


Ramazandan sabır eğitimi alıyoruz…
Dervişçe sabır, mü’mince umut ve dolu dolu sevinç…
Yazının girişinde okuduğunuz Yunus da budur aslında: ''Tümüyle bir inanç, umut ve sabır manzumesidir! ''

Bizi de istikbale bunlar taşıyacak işte!
Bu deyişlerde ruhumuzu yıkayıp ter temiz emellerimizin üstünde geleceğe uçacağız.
Bu kararlılığı kuşandığımız gün Osmanlı yeniden doğacaktır ufkumuzda. Yeniden gücün zirvesine çıkacağız!

İşte o zaman, Amerikalar Afganistanları, Irakları işgal edemeyecek…
Ruslar Çeçenleri kesemeyecek…
İsrail, her canı istediğinde Filistin’in altını üstüne getiremeyecek!..
Ne Batının oyunları karşısında dize geleceğiz, ne de Moskof emelleri karşısında pes edeceğiz!
Geçmişte bizi biz yapan değerlere yeniden sarılıp adeta yeniden dirileceğiz!

Bunun yolu fert fert, her birimizin, üzerimize düşeni yapmaktan geçer.
İslâm dünyası sahipsiz, çünkü biz bir birimize sahip değiliz.
Birbirimizin faziletinde varlık arayacağımıza, yekdiğerimizin batmasında, yok olmasında varlık arıyoruz.

Hatalarımız, yanlışlarımız çok: En büyük yanlışlarımızdan biri de kaynak israfı...
Kaynak bazen paradır, bazen insan…

İsraf içindeyiz: Ümmetin kaynaklarını kemirip duruyoruz!

Mesela: Aynı kulvardaki bir grup gazete mi çıkardı, öteki grup da gazete çıkarıyor…
Bir grup radyo mu kurdu, öteki gruplar da radyo kuruyorlar…
Bir grup bir konuda kitap mı yayınladı, öbür gruplar da yaklaşık aynı konuda kitaplar yayınlıyorlar…
Bir grup eğitim kurumları mı açtı, öteki gruplar da hemen eğitim kurumları açıp eğitim alanında büyümeye çalışan kardeşleri ile rekabete giriyorlar…

Sanki yapacak başka hizmet kalmamış.
İlle taklit, ille “onda olan bende de olsun” bencilliği...

Evet, işin temeli bencillik! “Bende yoksa kimsede olmasın” , yahut “Onda olan bende de olsun” anlayışı!
Bunun temelinde “Ötekine adam kaptırmama” düşüncesi yatıyor.

Sonuç:
İnsan israfı, para israfı, can kaybı, kan kaybı!
Ve acımasız rekabet ortamında ardı ardına gelen başarısızlıklar...

Oysa radyo zaten kurulu: Söyleyecek sözü olan buyursun, söylesin!..
Gazeteler zaten çıkıyor, yazacak fikri olan buyursun yazsın!..
Eğitim kurumları çoktan açılmış, orijinal bir fikri olan gelsin söylesin!
Yok, ille de “Onda olan bende de olsun” kolaycılığı…

Sultanahmet Kitap Fuarı’nı gezerken çok şaşırdım: Farklı isimler altında faaliyet gösteren yayınevleri birbirine benzer kitaplarla ayakta durmaya çalışıyorlar.
Defalarca yayınlanmış ilmihalleri tekrar tekrar yayınlıyorlar.
Yeni ve orijinal olarak hemen hemen hiçbir şey yok!
Bir de satışların düşüklüğünden şikâyet etmezler mi, ört ki ölem!
Birimiz de yeni bir çalışma yapalım, canım!

Bunları söylemeye kalkıyorsunuz ama yer demir, gök bakır.
Emeller kendi daracık dünyalarında mahsur.
Bâkir alanlar, hiç el değmemiş sahalarda hizmet yapmak varken, ille öncekilere rakip olup kendini ispatlayacak.
Ah gurur! Ah ateş oku!
Gururumuzu bir aşabilsek dirileceğiz, ama bir türlü aşamıyoruz işte.
Aşamayınca da koşamıyoruz, problemin özü bu kadar basit.

Özetlersek….
Bir birimizden okuyucu kapma, dinleyici kapma, adam aşırma hastalığı kendi dirilişimizi gerçekleştirmemize izin vermiyor...
Bir birimizi karalamaktan vakit bulup bizi topyekün karalamak isteyenlere karşı ortak bir strateji geliştiremiyoruz...
Bir birimizle uğraşırken, kıblemizle uğraşanların ekmeğine yağ sürüyoruz...
Bir birimize tuzak kurmaktan bize kurulan tuzakları boşa çıkaramıyoruz.

Sonuçta büyük bir hizmet üretmediğimiz halde yorgun düşüyoruz. Çünkü fasit bir daire içinde dönüyoruz. Yapılmış hizmetleri tekrarlıyoruz.

Hadi dostlar, “inayet ola!”

( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
25. İslâm nedir, ne değildir?

1. İslâm ilâhî ve hak dindir, İslâm beşerî bir ideoloji ve sistem değildir.

2. İslâm ile İslâmcılık özdeş değildir; biri dindir, diğeri ideolojidir.

3. İslâm'ın bütün yorum ve ideolojileri doğru değildir, gerçek İslâm'a mutabık değildir.

4. Asr-ı Saadet geri gelmez. O, karnların (çağların, kuşakların) en hayırlısıdır. Çünkü onda Resulullah vardır, Ashab-ı Kiram vardır. Onların mevcut olmadığı bir çağa Asr-ı Saadet denilemez.

5. Müslümanlar, Asr-ı Saadet'i geri getirmek için değil, Asr-ı Saadet'i örnek almak, Asr-ı Saadet'e benzemek için çalışmalıdır.

6. İslâm'ı en doğru, hiç eksiksiz şekilde, yüzde yüz olarak Resulullah efendimiz (Salat ve selam olsun ona) uygulamıştır.

7. Ondan sonra Hulefa-i Râşidîn (Radiyallahu anhüm)efendilerimiz uygulamıştır.

8. Ashab, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn (yanî Selef-i Sâlihîn) efendilerimizin cumhurunun uyguladıkları İslâm Kur'ân'a, Sünnete uygun ve bizim ölçü ve model olarak kabul etmemiz gereken İslâm'dır.

9. Tarih boyunca çeşitli İslâm uygulamaları olmuştur. Emevîlerin uygulaması, Abbasîlerin uygulaması, Fatımîlerin uygulaması, Endülüs İslâm devletinin uygulaması, Hindistan'daki Babürîlerin uygulaması, Osmanlı'nın uygulaması... Bunların içinde Hulefa-i Râşidîn'e en fazla yaklaşabilmiş, Kur'ân'a ve Sünnete en yakın uygulama Osmanlı uygulamasıdır.

10. İslâm'da ırkçılık yoktur. Osmanlı devleti, bünyesinde büyük küçük yüze yakın ırkı, etnik kimliği barındıran bir "Milletler Birliği", bir cihan barışı, bir Pax Ottomanica idi.

11. İslâm'ı çağa, insanlara, toplumlara, millî kimliklere uydurmaya çalışmak sapıklıktır. Onlar, güçleri yettiği kadar kendilerini İslâm'a uydurmakla yükümlüdür.

12. Hakimiyet Allah'ındır.

13. Demokrasi evrensel bir sistem değildir. İslâm demokrasiye uydurulamaz.

14. İslâm'ın kendi medeniyeti vardır. İslâm, kendi medeniyetinin dışındaki yabancı medeniyetlere uydurulamaz, onlara ayarlanamaz.

15. İslâm'ı AB standartlarına uydurmaya çalışmak sapıklıktır.

16. Feminizm İslâm'a zıt görüşler içeren sapık bir ideolojidir. İslâm'ı feminizme uydurmaya yeltenmek sapıklıktır.

17. İslâm'da devlet idaresi ile ilgili siyasî hükümler vardır ama İslâm siyasî bir ideoloji, bir aktivizm değildir.

18. Cahil, bedevî, yetersiz, yabancılaşmış, kapasitesiz, vasıfsız Müslümanlar İslâm'ı hayata (aslına uygun şekilde) uygulayamazlar.

19. Her Müslüman, İslâm'ı hakkıyla anlamış ve algılamış değildir.

20. Rasyonalist, pozitivist, materyalist, makyavelist kafa ve zihniyet ile İslâm'ı hakkıyla anlamak mümkün olamaz.

21. İcazetli din âlimleri ve yine icazetli fukaha, İslâm'ı aslına ve Allah'ın rızasına en uygun şekilde anlamış olan, anlatan, öğreten kimselerdir. Çünkü onlar Resulullah'ın vekilleri, vârisleri, halifeleri durumundadır.

22. Ehl-i Sünnet ve Cemaat ulemâ ve fukahasını dışlayarak, onları inkâr ederek, onlara cephe alarak İslâmî uyanış, islâmî kalkınma, İslâmî hürleşme hareketi olmaz.

23. Asr-ı Saadet'te tasavvufun ismi yoktu, kendisi güçlü bir şekilde vardı. Sonra ismi ortaya çıktı, kendisi zayıfladı. Tasavvuf İslâm'ın temel boyutlarındandır.

24. İslâm yaşanan, tecrübe edilen, uygulanan bir dindir. Yaşama ve uygulama olmazsa İslâm teoride kalır, hayatta olmaz.

25. Müslümanlar, müsbet çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik (vahdet) oluştururlar.

26. Bütün insanlar Hazret-i Muhammed'in ümmetidir. İman edenler ümmet-i icabettir, henüz etmemiş olanlar ümmet-i davettir.

27. Kendisinde ümmet bilinci olmayan Müslüman eksik bir Müslümandır.

28. O Müslüman ki, onda ümmet bilinci yok, hizip ve fırka asabiyeti ve militanlığı var, o olgun bir Müslüman değildir.

29. Kur'ân Müslümanların düsturu, imamı, Kanun-i Esasîsidir.

30. İslâm dininin hükümlerinin dört kaynağı ve delili vardır: Kur'ân, Sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha.

31. İslâm'da insanların üstünlüğü, dindarlık derecesi ve rütbesi takva iledir.

32. Hak din olmakta İslâm ortak kabul etmez. İslâm'a zıt dinleri hak din olarak kabul edenler İslâm'ı hakkıyla anlamamış kimselerdir.

33. Resulullah efendimizin Ehl-i Beyti Kur'ân'a, Sünnete uyan, ahlâk-ı islâmiyye ile mütehalli (süslü), beş vakit namazı dosdoğru eda eden, erdemli kişilerdir. Mason, bînamaz, faziletsiz, âşikâre fısk ve fücur sergileyen fâsık-ı mütecahir kimseler gerçek Ehl-i Beyt mensubu değildir. Onlar İslâm'ı anlamakta ve hayata uygulamakta örnek olamaz. Gerçek seyyidler ve şerifler olgun ve örnek Müslümanlardır. Allah şereflerini ve kadrlerini müzdad eylesin.

34. Dini ucuza satan, mukaddesat bezirganlığı yapan, zalimlere yağcılık ve yalakalık yapan ulemâ-i su', gerçek ulemâ değildir.

35. İslâm'da reform, yenilik, değişiklik yapılmasını, İslâm'ın çağ standartlarına uydurulmasını isteyenler, bazı ayetlerin ve bazı mütevatir ve sahih hadîslerin bugün geçerli olmadığını iddia edenler, İslâm'ın hak din olduğunda şüphesi olan zayıf imanlılardır. Onlar dinlenilmez, onlara uyulmaz.

36. İslâm dünyasında bid'at ve dalalet fırkaları vardır. Onlar aslına uygun gerçek İslâm'ı ve Ümmet-i Muhammed'i temsil etmezler.

37. İslâm'ı hakkıyla anlayamamış olanlar, onu başarılı bir şekilde hayata uygulayamaz. Uygulamak için iyi ve doğru bilmek gerekir.

( Mehmet Şevket Eygi - Milli Gazete )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
26. Hizmet bekleyen Türkiye

Kur'ân-ı Kerim'de kötü bir toplum için "Onlar namazı terk ettiler ve şehvetlerine uydular" buyuruluyor. Bugünkü Türkiye Müslümanları iyi bir Müslüman toplum mudur, yoksa kötü bir Müslüman toplum mudur?

Şu halimize bakalım:

1. Beş vakit namazı büyük ölçüde terk etmişiz. Namaz kılanların nisbeti yüzde on var mıdır bilmem.

2. Hür ve mukim musalli erkeklerin büyük kısmı cemaati terk etmişler.

3. Haram yeme yaygın hale gelmiş.

4. Riba, faiz yaygın.

5. Kadınlar tesettürü bırakmış.

6. Din konusunda zararlı, öldürücü, saptırıcı bid'atler çoğalmış.

7. Fitne ve fesat ayyuka çıkmış.

8. Bir kısım bid'atçiler kendileri gibi inanmayan ve bozuk meşreblerini paylaşmayan Müslümanları kafir ve müşrik ilan ediyor.

9. Kanaat bırakılmış israf, lüks, sefahat almış yürümüş.

10. Zekatlar öncelikle miskinlere ve fakirlere verilmiyor, sosyal adaletsizlik korkunç boyutlara ulaşmış.

11. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın felsefesi hakim olmuş.

12. Küfür ve dalalet ile sulh içinde birlikte yaşama yaygın hale gelmiş.

13. Her türlü nifak şikak, fısk fücur, fitne fesat, isyan tuğyan toplumu sarmış.

14. Emr-i mâruf ve nehy-i münker yapılmıyor.

15. Gaflet karanlıkları koyu mu koyu.

16. İmam-ı kebir yok, biat yok, birlik ve beraberlik yok.

17. Cemaat, hizip, fırka, tarikat, grup, klik taassubu azgın vaziyette.

18. Ümmet şuuru yok.

19. Din ve mukaddesat ticareti yaygın hale gelmiş.

20. Herkes faydasız, hattâ zararlı bilgiler öğreniyor; ilmihalini doğru dürüst iyice bilen çok azalmış.

21. Müslümanlar futbol kulübü tutar gibi parti ve cemaat tutuyor.

22. Emanete hıyanet çoğalmış.

23. Yalan, iftira, gıybet, verdiği sözü tutmamak, nemime genelleşmiş.

24. Dinî konular ayağa düşmüş.

25. Cahiller ve kendini bilmezler Kur'ân'ı kendi heva ve re'ylerine göre yorumluyor.

26. Sünnet ve hadisler inkar ediliyor.

27. Dall ve mudil reformcular sapıklık tohumları ekiyor.

İslâm toplumunda büyük ve genel bir ıslah hareketine girişilmelidir.

İnsanlar sahih itikada, beş vakit namaza, cemaate, ahlaka, fazilete, kardeşliğe çağrılmalıdır.

Müslüman toplum bedevî ve vahşi hoparlör kültüründen medenî ve yazılı kültüre yönlendirilmelidir.

Haydutlukların en iğrenci olan din sömürüsü engellenmelidir.

Zekatlar Kur'ân'a, Sünnete, şeriata, fıkha göre yerli yerinde ve dosdoğru verilmelidir.

Birtakım cahil, bedevî, nefs-i emmâresine mağlub kişilerin dinî konuları mıncıklamaları önlenmelidir.

Namaz konusundaki yüzde on, bir yıl içinde yüzde yirmiye, on yıl içinde en az yüzde elliye çıkartılmalıdır.

Ümmet içindeki çatışmalar asgarîye indirilmelidir.

Birtakım cahillerin ve sapıkların kendi ruhbanlarını ve din baronlarını erbab haline getirip putlaştırmalarına dur denilmelidir.

Yetmiş milyon Türkiyeliyi kapsayacak şekilde planlı programlı bir dinî hizmetler ve faaliyetler seferberliği başlatılmalıdır.

Bu faaliyet ve hizmetler ilimle, irfanla, hikmetle, ahlak ve faziletle, ihlasla yürütülmelidir.

Bu saydığım hizmet ve faaliyetleri kimler yapacaktır?

Bizim cemaatimiz, bizim Muhteremimiz, biz biz biz...
Bize para verin, bizden başkasına kulak asmayın, dünyanın merkezi biziz... gibi laflar edenler saydığım hizmet ve faaliyetleri yapamaz.

Dinleri imanları para olanlar hizmet edemez.

Nice hizmet gibi görünen ve gösterilen şeyler vardır ki, hizmet değildir.

Hizmet hizmet hizmet istiyoruz.


( Mehmet Şevket Eygi - Milli Gazete )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
27. Bir Müslümanın boş vakti


İbadetlerimizi kusursuz yapmaya çalışalım

Hayâtımızın sonunda pişman olmamak istiyorsak, Resûlullah (S.A.V.)efendimizin izinde yürüyelim.
O'nu kendi nefsimizden daha çok sevelim. Resûlullah (S.A.V.) efendimizin aşkı ile gönüllerimizi yeşertelim.
Cenâb-ı Hakk'ın ve Resûlullah (S.A.V.) efendimizin aşkları ile ibâdetlerimizi kusursuz yapmaya çalışalım.

ALLAH Teâlâ'ya açılan ellerin, bağlanan gönüllerin ve yalvaran dillerin boş dönmeyeceği, yapacağımız duaların Rabbimizce kabul edileceği inancı ve ümidini taşımaktayız.
Bu inanç ve ümitle, kendimiz, ana-babamız, yakınlarımız, ülkemiz, milletimiz, bütün kardeşlerimiz ve tüm insanlığın mutluluk ve barışı için dua etmeyi unutmayalım.
Gönüllerimizi saran bir huzurla ALLAH Teâlâ'ya karşı şükran borcumuzu; nefsimize, ailemize, komşularımıza karşı vazifelerimizi hatırlayalım.
Müslüman olarak kendimizi nefis muhasebesine tabi tutalım. Eğer yaratana ve yaratıklara, ülkemize ve milletimize karşı görev ve sorumluluklarımızda kusur ve ihmallerimiz varsa, bu günlerde yapacağımız değerlendirme ile bunları telafi yönüne gidelim.

Bakınız! Abdullah b. Abbas (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz nasihat ettiği bir şahsa ne buyurmuş!..

"Beş şey gelmeden evvel beş şeyi ganimet bil!

1- İhtiyarlamadan evvel, aciz ve düşkün duruma düşmeden önce gençliğinin kıymetini bil. Oyun ve eğlence gibi sonu hüsran olan şeylerle geçirme.

2- Hasta olmadan evvel sıhhatinin kıymetini bil. Din ve dünyana yararlı hizmetler yap.

3- Fakir düşmeden evvel zenginliğinin kıymetini bil. Zenginliğini ekonomik olarak kullan. Malını ve servetini lüzumsuz yere tüketme, tutumlu ol, cimri de olma.

4- İşin gücün artmadan evvel boş vakitlerinin kıymetini bil. Boş vakitlerini değerlendir. Tembel tembel oturma, yararlı hizmetler yap.

5- Ölüm gelmeden evvel hayatının kıymetini bil. Düzenli ve tertipli olarak hem dünyan için ve hem de ahiretin için çalış. Hiç ölmeyecek gibi dünya işlerini yap, yarın ölecekmiş gibi ahiret hazırlığı yap. Yani, her ikisi için muvazeneli çalış." (Hâkim, Müstedrek; 4/306)



Boş vaktin mi var?

Bir ilim meclisine, derse katıl.

Zikir yap, Kur'an-ı Kerim oku. Nafile ibadet yap. Hasta ziyaret et.

Sıla-ı rahim yap.

İslamî sosyal bir çalışmaya katıl.

Çocuklarınla oyna.

Pencerenin önünde otur, Rabb'inin nimetlerini düşün.

Bir mümine telefon et, duasını al, dua et.

Sıkıntılı birisine moral ver.

Bir hadis-i şerif ezberle.

Git bir mescidde iki rekât namaz kıl.

Bir mezarlığa git Fatiha oku.

Ananı-babanı ziyaret et.

Evini süpür.

Kitaplarını karıştır.

Bir ALLAH Teâlâ dostuna git, elini öp, duasını al.

Teknolojik veya sanatla ilgili bir faaliyet yap.

Bu karmaşık dünyada nasıl boş kalabildin, onu düşün, anla ve ağla!


Yapmış olduğumuz ibadet ve taatlerimizin kabulünü şu geri kalan ömrümüzü kamil iman ve o imanın gereği olan salih amelle birlikte sıhhat, afiyet ve ferahlık içerisinde geçirilmesini ve daha birçok Ramazan'lara, bayramlara kavuşmamızı Cenâb-ı Hakk'tan dua ve niyaz ederiz.


( Mehmet Talu - Milli Gazete )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
28. Ölmeden önce ölmek !..


Âlemlere rahmet Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.), birgün çok sevdiği kayınbiraderi Hz. Ömer (r.a.)'in oğlu Abdullah (r.a.)'ın omuzuna mübarek ellerini koyarak, dünyaya nasıl bakması gerektiği öğretti. Buyurdu ki:

"Ey Abdullah! Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran!.."

Efendimizin, dünyalardan kıymetli bu nasihatından sonra Hz. Abdullah'ın hep şöyle söylendiği rivayet olunur:

"Akşamı ettiğinde, sabahı bekleme!

Sabaha çıktığında, akşamı bekleme!

Sağlıklı günlerinde, hastalanacağın vakit için; hayatın boyunca da öleceğin zaman için tedbir al!.."
(Buhari, Rikak 3. Tirmizi, Zühd: 25. İbni mâce, Zühd 3.)

Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) Hz. Abdullah'a söyleyeceği sözü söylemeden önce O'nun omuzuna cennet rayihası gül elini koymuştu. Bu hareket, sözü söyleyenin söyleyeceği söze dikkat edilmesi gerektiğini ifade eder.

Efendimizin mübarek sözünde geçen garib kelimesi, memleketinden ve ailesinden uzakta bulunan kimse anlamına gelir. Yolcu da hemen hemen aynı anlamı ifade eder. Bu iki kelimenin arasındaki mânâ farkı şudur:

Garip, memleketinden ve ailesinden uzak ise de, bulunduğu diyar-ı gurbette, ikamet ettiği yerde birkaç kişiyle dostluk kurmuş, tanıdık edinmiştir. Yolcu bundan da mahrum olan kişidir.

Âlemlere Rahmet Efendimiz, Hz. Abdullah'a dünyada garib bir yolcu gibi yaşamayı tavsiye ederken, dünyayı ebedi bir vatan gibi görmemesini öğütlemiş oluyordu.
Bir garib, bir yolcu gibi olan kimsenin, başkalarına karşı hasedi, kini, düşmanlığı, kavgası, hoş olmayan davranışları olmaz.
Bütün bu anormallikler dünyaya olması gerekenden fazla meyledip gönül bağlamanın sonucudur.

Oysa insan, tükenmez arzularının esiri olmamalıdır.
Mü'min kişi, Allah'a karşı itaat ve tâati artırmak için her ânı, sağlığı ve hayatı ganimet bilmelidir...

İnsan, aile ocağından ayrı düşmüş bir garib gibi davranmalıdır. Kendini bir yolcu saymalıdır. Çünkü yolcu, uğradığı yerlerdeki güzelliklere gönül bağlayıp oralara takılıp kalmaz. Yolculuk boyu gelebilecek tehlikeleri dâima dikkate alır. Mü'min, işte böyle bir yolcu olduğunu düşünmeli.

Hz. Abdullah (r.a.), Rasülullah (s.a.v.)'ın bu nasihatlerini aynen tutmuş, dünyanın geçici zevklerine asla aldanmamıştır.

Bu güzel insan, arzu edilen miktarca dünya malına sahip olduğu hâlde gönlünü bunlara kaptırmamış, dünyasını âhiretine satmıştır.
Hz. Abdullah, Efendimizin gerçek âşığı olarak yaşamış, hayatını O'nun sünnetine göre düzenlemiş, bu çizgiden hiçbir zaman sapmamış bir zattır. Efendimizin verdiği öğüdü açıklayan cümleleri aklı başında mü'minler için büyük mânâlar ifade eder. Hz. Abdullah'ın şu sözlerine bakın:

"Dere tepe demeden yoluna devam ederken tembellik yapma. Sen, önünde uzun bir yol bulunan yolcusun. Gevşeyip kalma. Sabaha çıkınca. Seni ölümün daha önce yakalayacağını düşün ve ona göre hareket et..."

Bu sözler bize dünyayı, dünya yolculuğunu ve yolun sonununu ne güzel anlatmaktadır.
"Ölmeden önce ölmek" denilen olay da bu olmalıdır herhâlde...


( Mevlüt Özcan - Milli Gazete )
 

hayri07

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Şub 2009
Mesajlar
1,455
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
50
7. Mektup

Evlenecek adayların yol haritası veya işaret taşları


Evlenmeye, mutluluğu paylaşmaya aile yuvası kurmaya karar verenler öncelikle aşağıda sıralayacağımız prensipleri özümseyip benimsemeyle işe başlamalı. Bir anlamda, bunlar evlilik yol haritası veya işaret taşları olacak.

1- Kendini motive et, telkin ver; yönlendir: Evlilik konusunda önce hedeflerini belirle, kendi kendine nasıl bir eş bulman gerektiğini düşün. Sakın başkasının oyuncağı olma.

2- Evlilik hayatının türlü türlü cilveleri olduğunun farkına var: Araştırma ve çalışmalarını bu idrak içinde yap. Ne pahasına olursa olsun, meşrû çerçevede kalman gerektiğini unutma. Çünkü, fâni ve sonsuz bir mutluluğu kaybetme veya kazanma gibi büyük bir karar ile karşı karşıyasın.

3- Asla başkasından emir alma: Evlilik meselesinde asla emir alma. İmânın, başkasını ezmeye müsaade etmediği gibi, başkasının zilleti ve emri altına girmene de etmez. Yalnız Allah’a boyun eğ, sadece O'ndan yardım dile. Hayatını başkalarının minnet ayakları altında çiğnetme!

4- Hayalperest değil, gerçekçi ol: Hayat ve insanlar hakkında son derece gerçekçi olmalısın. Sadece hayal ile hareket etme. Her şeyi olduğu gibi gör. Hakikatleri çarpıtma.

Evlendikten sonra hayal kırıklığına uğramak istemiyorsan, hayalî evlilikler yapma. Akıl-mantık, kalp, vicdan ve sair duygularınla birlikte düşünerek evlen.

Hakikatte, dış dünyada imkânsız olan şeyleri hayallerimizde gerçekleştirmek mümkün. Eğer evliliğini hayaller üzerine kurarsan, hayal kırıklığına uğrarsın. Zira, hayat, hayalden ibaret değildir. Veya şöyle söyleyelim: Hayal, hayatın yüz binde, milyonda biri bile olamaz!

5- Kendinden emin ve müsbet ol: Mü’min, zirveye çıkan yolun yokuş olduğunu bilir. Zorluklara katlanır. Çünkü, sonsuz bir kudret ve merhamet Sahibinden güç alıyor. Her zorluğa katlanır. Evliliğin de kolay olmadığını, ancak, mutlaka geçilmesi gereken bir yol olduğunu bilir. Bu hususta başına gelen bir musîbetin imtihan gereği, geçici ve mutlaka katlanması gerektiğinin şuûrunda olmalısın.

Şikâyet etme, bahaneler bulma. Hayatı ve hâdiseleri olduğu gibi kabul et. Karamsar da olma. İnsan ve olaylara çeşitli cephelerden bak; özellikle müsbet yönleri yakala.

6- İstekli ve hazır ol: İnanan kişi, her şeye hazırdır. İmânın enerji üretiyor ve gerekli enerjiyi depoluyorsun. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, yılma. Ve evliliğe de fikren, zikren ve maddî olarak da hazırlan.

7- Kararlı ol: Evlilik hayatında da hedefini tesbit et, hayatının gayesini belirle. Tesadüfe inanma. Zira, tesadüfe tesadüf edilmemiştir. Her şey senin meyillerine, düşüncelerine göre şekillenecektir. Sen meyledersin, istersin, Rabbimiz de yaratır.

Ve kendine şu soruyu sor: Nasıl birisini arıyorum? Eş bir dost mu, bir sevgili mi, bir yardımcı mı, bir hizmetçi mi, bir köle mi, yoksa sonsuz bir hayat arkadaşı mı?

8- Duygu yoğunluğuna gir, duyarlı ol: Evlilik hayatı güçlü bir duygu yoğunluğu ister. Akıl-baliğ olan genç, artık istikrarlıdır. Kararlıdır. Dikkatlidir. Yaratılışın ve hâdiselerin sebeb-i hikmetinin olduğu gibi evliliğin hikmetlerinin de farkındadır. Önsezi sahibidir ve duyarlıdır. Kendini boş vermişliğin çukuruna atmaz.

9- Kendine güven: Evliliğin zorluklarını belki aile hayatında müşahade ettin. Onlar hayatın birer cilveleridir. Vu şunu bil ki, sen de aynısını yaşayacaksın diye bir kaide yoktur. Ve dolayısıyla bu hususta evvelâ Rabbine, sonra kendine güven. Çünkü, seni O yarattı, O kendine kul ve muhatap kabul etti. Her şeyin dizgini O'nun elinde. Ancak, seni hareketlerinde serbest bıraktı. Vazifeni, haddini, sınırını, nefsini bil; dengeli davran.

10- Sorumluluk al: Evlilik sorumluluktur. Eşinden, çocuklarından sorumlu olduğunun şuurunda ol. Önüne çıkan problemleri çözmeye çalış; mazeret peşinde koşma; bahanelerin arkasına saklanma. Hayatın merkezinde olduğunu ve müstakil bir şahsiyetin bulunduğunun farkına var.

Bekârken yalnız kendinden sorumlu olabilirdin. Artık, bakmakla, yardımcı olmakla, eğitip terbiye etmekle mükellef oldukların var. Artık mes’uliyet sahibi olduğunu bil.

11- İnançlı ve ufku açık ol: Hayat yeknesak, donuk değil. Özellikle aile hayatı tamamen faaliyet ve hareket üzerindedir. Her şeyin gelişip olgunlaşma kanununa tâbi olduğunu gör. Kendini de, bu kanun haricinde görme. Öyle ise yenilikçi ve gelişmeye açık ol. Çünkü, başta imânını, ahlâkını, aile hayatını devamlı geliştirmek yenilemek zorundasın.

12- Mutluluğu şu hakikatte ara: “Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, sonsuz hayatını dünya hayatı için bozmasın, boş şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp ebedî mutluluğa girsin.” 1


Dipnot:


1- Mektûbât, s. 73.


( Ali Ferşadoğlu - Yeni Asya Gazetesi )
emeğine sağlık kardeşim selametle kalın.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
29. Ana Babanın Okumakta Örnekliği


Geç farkına vardığım bir gerçek de çocukların çok erken yaşlarda karakter ve alışkanlıklarının oluşumu meselesidir. Biz de öyle imişizdir kuşkusuz, ama farkında olamamışız demek ne yazık ki.

Bu noktada ana babanın sorumluluğu büyüktür. Çocuklar önce onlara bakarak büyüyor, gelişip serpiliyor, karakter ve alışkanlıklar ediniyorlar.
Biz de bekleriz ki yavrumuz büyüsün de onları eğitelim. Heyhat, çok geç kalmışız.

Ana babalar çocuklar için örnek kişiliklerdir, model şahsiyetlerdir. Genler de bunun yardımcısıdırlar. Böylece fizik olduğu kadar ruh ve karakter de ana babanın biçimini alır kendiliğinden. Bunu bilen ana babanın sorumluluğu gerçekten büyüktür.

Okuma açısından da bu böyledir.
Çocuğa sürekli “oku” diye emirler yağdırmaktansa, koltuğunda veya masasında okuyan bir ana baba olmak daha etkindir. Sanırım ben de ilk defa babamı az da olsa okurken gördüm. İlk okuduğum, en azından alıp yokladığım kitaplar, onun kitapları idi.

İyi hoş da benim çocuklarım için de aynı şey geçerli idi. Neden istediğim seviyede okur olmadılar?
Düşünüyorum da iki cihetten kabahati kendimde buluyorum.

Birincisi, televizyondan uzak tutamadık onları. Disiplinli bir çalışma zeminini tam oturtamadık.

İkincisi, kitaplarımız kendi seviyemizdeydi, onların seviyesindeki kitaplar az bulunuyordu. Vardı ama, hayret ki onlar da “acaba babamızın kütüphanesinde neler var?” diye merak etmediler.Bir defa birisine ödev de vermiştim. Bütün kitapları tek tek elleyecek, kapağını açacak, yazarına bakacaktı.

Üçüncüsü iyi bir takipçi olmadık. Uzaktan, çaktırmadan, ama takip ettiğimizi hissettirerek.

Bir baba der ki: “Zaman zaman ellerine uygun kitaplar da verdim.
“Okudum” dediklerinde inanamadım haliyle. Ben bile bu kadar hızlı okuyamıyordum. Ama “yalan söylüyorsun” demek de o kadar ağırdı ki, yapamadım. Yer yer, “beni kandırmıyorsunuz değil mi? Yoksa bu beni değil, kendini kandırmak olur”da dedim.”

Ne yapalım, okullar da okuma sevgisini veremiyordu. Bizim zamanımızda da öyle değil miydi? Bir öğretmenimiz vardı, meslekçi idi ama beden dersine gelirdi. Kışın dışarı çıkamadığımız zamanlarda masanın üstüne yarı oturur ve “kitap okuyun arkadaşlar” derdi. Oysa kendisinin elinde bir gün kitap görmediğimiz gibi, hangi kitabı okumamız gerektiğini dahi söylemezdi. Onun, donuk bir yüzle “kitap okuyun arkadaşlar” demesi bize oldukça komik gelirdi.

Evet, ana baba okumalı evde. Görmeli yavrular onları. Beraber okumalılar bazen. Konuşmalılar okudukları üstünde.

Ama nafile, bu asla olmayacaktır. Ana evde usanmıştır evlattan. Baba da yorgun argın gelmiştir işten. Yemeğini yer, çayını içer, televizyonda zampinke başlar. Hele bir de sevdiği bir film, dizi, spor veya eğlence programı varsa, kim uğraşır çocuklarla?

Gerçek bu, bari iyi programlar yapılsa! O da bir zümrüd-ü anka…

Ana babalar niye kitap okumaz diyeceğim ama, içimden bir ses “niye okusunlar ki?” diyor. Evet, anlatması zahmet değil mi?

Televizyondaki zamanı öldüren programlardan, bilgisayardaki boş ve kaba oyunlardan kitaba dönmek çok verimli, değerli ve erdemli bir davranıştır. Kendisine dayatılan ucuzculuğa “hayır” diyebilen, çılgın karmaşanın karanlığından kitabın aydınlığına, özgürlüğüne ve mutluluğuna varacak ve kazançlı çıkacaktır.

Bizi yetiştiren faydalı okumalar, biz mahveden de basit zevk ve eğlencelerimiz peşinde şehvet budalası olarak ömür tüketmektir.

Peki ama neden tüketiriz kendimizi böyle? Neden biliyoruz ama yapamıyoruz. Neden yetmiyor bildiklerimiz?

Bu da başka bir sorun. Hayat budur işte, sorunlar yumağı… Bir yerden destek alacaksın, bir yerden iyi bir çıkış yapacaksın.

İyi ama nerden?


( Cemal Nar )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
30. Dost...

Dilimize pelesenk ettiğimiz dost kelimesi, örfün anlam dünyasında yârenlerin teklifsiz yakınlığını, sıcak birlikteliğini anlatır.
Teklifsiz, içtenlikli, diğerkâm ve teselli veren beraberliği...
Karşılıklı mülâzemeti, bağlılığı, sadâkati, ünsiyeti, maddî ve manevi dayanışmayı...

Aşkın buuduyla da, sevgi ve bağlılığı Allah rızasına raptetmeyi... (Müslim: 7/109, hn. 6326)

Bu meyanda “Allah’ın dostu anlamında halillullah”, İbrahim peygamberin sıfatı olarak anılmıştır (Müslim: 1/125, hn. 500); Allah’a olan yakınlığını, yakîn inancını ve aşkını işaretlemek üzere...

Aklı tutulmuş modern zaman diliminde cinselliğe tapınmanın aşk diye anlaşılması, çıkar ilişkilerine dayalı arkadaşlıkların dostluk sanılması, doğru olmasa da anlaşılabilir bir durumdur.

Bencilliği üreten materyalist felsefenin anlam veremeyeceği kaliteli, derinlikli, kökü yerde ufku semâda olan bir dostluk, kuşkusuz zamana en dayanıklı insan ilişkisidir.
Materyalist hayat algısının salgın bir virüs gibi zehrini akıtmadığı bir coğrafya kalmış mıdır acaba?
Bundan olsa gerek hakiki dost bulmak da, dost olmak da çetin bir iştir, modern dünyada!

Hakiki birliktelikler zamanı ve mekânı aşan değerlere mebnî olmadan kurulamaz. Zamanı ve mekânı aşan değerlerle irtibatını keserse de yaşayamaz..

“Seni Allah için seviyorum” demek, yani sevgiyi ve sadâkati Allah’la anlamlandırmak, Allah’ı hatırlatan özel ve ulvî bir ihtiva eder.
Hem seven, hem sevilen, hem de sevginin kendisi Allah tarafından yaratılmışsa, gerçek anlamını da ancak Allah’la bulur dostluk.

Sırtını O’na yaslayan, gücünü O’ndan alan, anlamını O’nda bulan yârenlik, zaman ve mekândan münezzeh “Mutlak Varlık”a taalluk ettiğinden; her şeyin olduğu gibi birlikteliklerin de hızlı yaşandığı ve hızlı tüketildiği dönemin dostluklarına benzemez.
Tesmiyede aynı, içerikte farklıdırlar. Kutsaldan arındırılmış, dünyevî çıkarlara, insanî hazlara ayarlıdır da ondan.

İnsanoğlu sekülerleştiği/profanlaştığı (dünyevîleştiği/kutsaldan arındığı) oranda metafizikle irtibatını yitirmiştir.
Metâ, hayat tasavvurunun merkezine zerkedilmiştir çünkü. Zihin, nesnelerle temasını metafizik eksenli değil, salt metâ eksenli kurduğundan, buna paçayı kaptıran insan da egosantrik bir mahlûka evrilecektir.

“Ben”liğini kainatın merkezine yerleştiren bir varlık, dostluğun çağrıştırdığı zengin anlam dünyasına kanat açabilir mi?
Aynı anlam dünyası uğruna büyük fedakarlıklara katlanabilir mi?
Açamaz diye düşünüyorum. Empati bile kuramaz.

Seküler perspektifli bir zihin algısının aşkın olana râm olan bir tasavvur dünyasıyla empati kurması, boyut farklılığından dolayı, kolay değildir.
Hakiki dostluk ahlâkî olanın yüceltilmesine endeksli yoldaşlıktır; hür öznelerin yorucu ve yıpratıcı hayat yolculuğunda, biri tökezlediğinde ötekinin omuz verdiği, ikisi birden tökezlediğinde birbirine tutunarak ayağa kalktığı bir dayanışmanın adıdır velhâsıl.

Maddeciliği esas alan, bir diğer ifade ile kitabında aşkın olana yer olmayan; insanı, burayla (bu dünyayla) ve şimdiyle (yaşanan zaman dilimiyle) sınırlayan bir dünya algısı, insan egosunu aşan birliktelikler üretemez.

Modern değerler üzerine kurulu evliliklerin insan ömrüne karşı dayanaksız olmasının sırrı da buradadır diye inanıyorum.

Müslüman câmiada boşanma oranlarının artmış olması, bu söylediklerimizi tekzip etmez. Aksine, Müslümanlar da modern dünya görüşünün sularına açıldıkları nisbette hayatı modern eksenli kurduklarından aynı sorunları yaşamaya başlamışlardır.
Onlar da artık “ev” kuruyorlar, “yuva” değil.

Bir defasında “eşlerin cennette de beraber olacağı”na dair bir sohbet ortamındaydık.
Aramızdan birisinin; “Eyvah, cennette de mi beraber olacağız!” telaşlı itirazı, kahkaha tufanına yol açmıştı.
Bu da şunu gösterir; ev kuranlar yuva kuramadıklarından, aile ve sosyal dengelerin gereği birbirlerine katlanmak zorunda kalıyorlar.

Ev bana modern olanı, yuva ise kadîm olanı hatırlatır.
Ev; dört duvarı, kapısı, penceresi, çatısı olan bir mekânı. Yuva ise; değerlerle örülmüş sevgi ve hürmetin birlikte soluklandığı sıcak bir yapıyı...

Fast-food kültürün ürettiği nesiller dostluğu da ayak üstü tüketilebilecek çıkar ilişkisi ve hazza dayalı sandıklarından, yuvaya değil eve yatırım yapıyorlar...

Hâlbuki insan sonlu bir varlıktır.
Sırtını Sonsuz’a dayamadan kalıcı ve kaliteli değerler üretemez, dostluk gibi...

Uhrevî ideallerin değil dünyevî heveslerin buluşturduğu insanî temaslar, sizce kalıcı ve kaliteli birliktelikler üretebilir mi?

( Serdar Demirel - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
31. "Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır!"


Müslümanlar arasında çıkacak olan anlaşmazlık ve ihtilafta taraflara düşen ilk görev, Hucurat Suresi'ndeki ayetlerde açık ve net bir şekilde bildirilmiştir:

''Müminlerden iki taraf arasında bir münakaşa çıkarsa hemen aralarına girerek anlaşmalarını sağlayın, barışı ve itaati toplumda hakim kılın, kardeşliği tesis edin.''

Evet, Rabb'imiz her şeyden önce Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklarda barışı ve itaati emrediyor, anlaşma ve kaynaşmayı sağlama görevimizi hatırlatıyor.

Efendimiz (sas) Hazretleri de ayetin barış emreden manasını açıklarken:

'' Barış anlaşması, anlaşmaların efendisidir! '' buyuruyor, her şeyden önce barışı sağlamanın baş görevimiz olduğuna dikkatimizi çekiyor.

Bu konuda saadet asrında Müslümanlar arasında yaşanmış anlaşmazlıklara baktığımızda tavrımızın ne olması gerektiğini açık ve net bir şekilde tespit edebiliyoruz. Bize örnek olan bu anlaşmazlıklardan birini misal olması için kısaltarak arz etmek istiyorum bugün sizlere. Şöyle ki:

Medine'de Müslümanlar arasında ayrılık ateşi yakmaya çalışan münafıklardan biri vardı. Bu adamın birlik beraberliği bozucu davranışlarını önlemek isteyen bazı sahabeler:

'' Ya Resulallah! '' dediler, '' Şu Abdullah bin Übey bin Selül'ün yanına gitsek de birlik beraberliğimizi bozucu beyan ve davranışlardan vazgeçmesi konusunda nasihatlerde bulunsanız...''

Efendimiz (sas) Hazretleri ashabının bu teklifine uyarak merkebine binip yanındakilerle birlikte kırdaki bahçesinde meşgul olan Abdullah bin Übey'in ayağına kadar gitme tevazuu gösterdi. Ancak daha uzaktan Resulullah'ın (sas) geldiğini gören münafıkların başı, tepkisini saygısızca dile getirmekten çekinmeyerek seslendi:

'' Yaklaşma ya Muhammed! Eşeğinin kokusu şimdiden burnumun direğini kıracak hale geldi!. ''

Bu saygısız söze karşılık vermekte geç kalmayan Ensar'dan bir zat da:

'' Vallahi '' dedi, '' Resulullah'ın eşeğinin kokusu senin kokundan temizdir!.''

İşte bu karşılıklı atışma, bir nasihat konuşmasına fırsat vermeden hemen çatışmaya dönüştü. Resulullah'ın yanındaki sahabelerle Abdullah bin Übey'in yanındaki (kendi kabilesinden olan) Müslümanlar arasında taşlı sopalı kavgaya varan bir dövüşme söz konusu oldu.

Gariptir ki, Übey bin Selul'ün yanında yer alıp da sahabeye karşı koyanların tümü de inançsız değillerdi. Kabilecilik gayretinden dolayı Abdullah bin Übey'in tarafını tutanlar da vardı.

İşte böyle iki tarafın da birbirleriyle rahatça konuşmaya fırsat bulamadan münakaşayı mukateleye doğru götürmelerinden sonra, Hucurat Suresi'ndeki bize ölçü veren ayetlerin ikazı geliyor:

'' Müminlerden iki grup münakaşa ve mukateleye yönelirlerse seyirci kalmayıp aralarına girin ve anlaşmayı sağlayıncaya kadar çalışın.
Birinci vazifeniz, tartışmayı durdurup barış içinde konuşma ve anlaşmayı sağlamak olsun. Şayet bir taraf haksızlıkta ısrar eder de, anlaşma gayretlerine olumsuz yaklaşır, aksi cevap verirse, artık size düşen, itaati esas alan haklının yanında, isyana yönelen haksızın da karşısında olmak, toplumdaki birlik beraberliği koruma görevinde yerini almaktır!.. ''

Evet, toplumdaki anlaşmazlıklar karşısında Müslüman'ın takınacağı barış yanlısı birlik beraberliği koruma görevi böyle netleşmiş bulunmaktadır.

Onun için İslam toplumunda beraberliği sağlayacak istişare ve itaat vardır, ama isyan ve anarşi yoktur.
Hemen herkes barış ve kardeşliğin yanında, ayrılık gayrılığın da karşısında yerini alır. Çünkü inandığı kudsi irşat ve ikazlar hep aynı gerçeği seslendirmektedir:

'' Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır. ''


( Ahmed Şahin - Zaman Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
32. Ölüm meleği zilimizi çaldı mı?


Mevlâna Celâleddin, Mesnevi'de bir hikâye aktarıyor:

'' Adamın biri, bir gün Azrâil ile karşılaşıyor. Azrâil'in kendisine tuhaf baktığını görüyor.
Adam korkuya kapılıyor ve Hz. İbrahim'e koşuyor. Azrâil ile karşılaştığını ve kendisine çok kötü baktığını söylüyor.

Kendisini bulunduğu yerden alıp Hindistan'a göndermesi için yalvarıyor.
Hz. İbrahim rüzgâra buyuruyor, O'nu Hindistan'a götürmesini emrediyor. Rüzgar da o şahsı Hindistan'a götürüyor.
Biraz sonra da Azrâil huzura geliyor. Hz. İbrahim:

- O garip adama niçin kötü baktın. Onun çoluğu-çocuğu var. Çok korkmuş, dediğinde,

Azrâil:

- Ona tuhaf bakışımın nedeni, Allah (c.c); Ruhunu gidip Hindistan'da almamı buyurmuştu. Fakat, adam buradaydı. Onun için hayretle ona baktım, demişti. ''

Adam farkında olmadan ölüm yerini kendi isteğiyle seçmişti. Âdeta oraya ayaklarıyla koşmuştu. Adamın depremi işte orada gerçekleşmişti.

Kimbilir bizler nerede, ne zaman, ne şekilde ve ne tür bir yöntemle ruhumuzu sahibine iade edeceğiz?
Hazır mıyız ölüme kıymetli okurlarım?

Hasan Basri Hazretleri anlatıyor:

'' Azrâil (a.s.) hergün bir evi üç defa yoklar. Bunlardan rızkını bitirip, ömrünü tamamlayanın canını alır. Evdekiler de feryad-u figan ederler.
Azrâil kapıya kollarını gererek:

- Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim, ne de ömrünü kestim. Boşuna ağlamayın. Ben devamlı olarak buraya gelip-gidecek hiçbirinizi bırakmayacağım, der. ''

Hasan Basri Hazretleri devamla:

'' Eğer ev halkı Azrâil (a.s.)'i görse ve dediklerini duysalar, ölüyü unutur kendilerine ağlarlardı '' diyerek Müslümanların ölüme dikkatlerini çeker.

Can tatlıdır.
Ne yapalım ki, ilahi takdir onu dünyada süresi dolunca katına alır. Yoktur ölümün çaresi. İnsan, en bıkkınlığa ulaştığında bile yaşamak ister. Şu olayda olduğu gibi:

'' Fakirin biri dağdan sırtıyla odun taşıyıp geçiniyormuş. Bir gün çok yorulmuş. Ayakları çıplak, karnı aç durumdaymış. Dağdan yüklendiği odunları getirirken yorulmuş. Sırtını bir kayaya dayayıp:

- Ey Azrâil nerdesin be! demiş. (yani, canımı al da kurtulayım, demek istemiş.)

Bu söz üzerine Azrâil karşısına dikilmiş:

- Buyur, ben Azrâil'im. Bir arzun mu var? deyince; Adam:

- Çok yoruldum, şu odunlarımı kaldırıver, demiş. ''

Can bu kadar tatlıdır işte. İnsan en bezginliğe düştüğü an bile yaşama arzusunu muhafaza etme gayretinde olur.

Her şeye rağmen, ölümü unutmayacağız. Ev, denildi mi hemen mezarı hatırlıyacağız.
O ev dediğimiz yerler, aslında konaklama mekânlarımızdır. Bir süre oralarda kalacağız.
Ölüm ile asıl evimize taşınmış olacağız.
Onun için mezarınızı şimdiden süsleyin.
Ne ile süsleyeceksiniz? İman ile ihlâs ile ibâdet ile...

Konaklama yeri için bunca sıkıntıya değer mi?

Bunu bilmek lâzım...


( Mevlüt Özcan - Milli Gazete )
 

Gök Kubbe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Ara 2008
Mesajlar
3,422
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
29
allah razı olsun :) bi çoğunu okuyamadım :( 12 tanesini okuyabildim:( rabbim razı olsun çok güzeller:)
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
allah razı olsun :) bi çoğunu okuyamadım :( 12 tanesini okuyabildim:( rabbim razı olsun çok güzeller:)


Rabbim cümlemizden razı olsun kardeşim.

Birbirinden değerli kalemlerin , birbirinden faydalı yazılarını derlemeye çalışıyorum.
Ne kadar okuyabilirsek o bile bize faydadır .İnşaAllah yavaş yavaş diğer yazıları da okur ve nasiplenirsiniz.

Allah Celle Celalühe emanet olunuz.
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
33. Hadi artık gülümseyin!

¥ Milyonlarca kişinin öldüğü bir gecenin sabahında, siz yatağınızdan sağ kalktınız…
Hadi hayata gülümseyin!

¥ Milyonlarca kişinin ağrılar içinde hastanelere kaldırıldığı bir gecenin sabahında sapa sağlamsınız…
Hadi hayata gülümseyin!

¥ Dün gece yakınlarınızdan birinin felaket haberini almadınız…
Hadi hayata gülümseyin!

¥ Dün gece yakınlarınızdan biri ölmedi…
Hadi hayata gülümseyin!

¥ Dün gece memleketin herhangi bir yerinde deprem meydana gelmedi, sel oluşmadı…
Hadi hayata gülümseyin!

¥ Ülkeniz işgal edilmedi, mal varlığınıza el konmadı, darbe olmadı…
Hadi hayata gülümseyin!
Mutlu olmak için daha ne bekliyorsunuz?

¥ Kalkın ve yirmibeş saniye kadar aynaya gülümseyin.
Gülümseyebildiğinize de şükredin. Zira gülümseme, yaratılmışlar arasında sadece insana verilmiş bir özelliktir…
İnsan olarak yaratıldığınıza şükredin.
(Sakın aynadaki suretinize somurtup “bu suratla hayatta ne yapılabilir ki” diye düşünmeyin)

Yaşadığınıza şükredin…
İnandığınıza şükredin…

Bugün kendinizi küçük bir evren gibi, hatta evrenin merkezi gibi hissedin, güneşin sadece size doğduğunu düşünün.

Bugün başarılı olacağınıza inanın.
(Siz inanırsanız çevrenizdekiler de buna inanır ve başarılı olursunuz)…

Unutmayın ki, beyninizde tam 65 trilyon sinir var. Bu potansiyelinizle siz zaten bir mucizesiniz…

Bilin ki siz güçlüklerin üstesinden gelmek için yaratılmışsınız.
Öyleyse bugün bir işe başlamanız gerekiyorsa, hemen başlayın. “Yarın başlarım” derseniz, yarınların sonu hiç gelmez.

Kendinizi iyi hissedin.
(Nice yenmez otları “iyi” olduğunu düşünerek, üstelik para vererek yemiyor muyuz?)…

Sonuç almak istiyorsanız hemen eyleme geçin…
Değişmekten ve değişiklikten korkmayın!..

Dün ile meşgul olmayı, ya da yarınlar konusunda kuruntu yapmayı bırakın, siz bugüne bakın, bugünü yaşayın, bugünü kurtarmaya çalışın…
Yaşanmışı anlatmakla vakit kaybetmeyin, içinde bulunduğunuz anı yaşayın...
Sürekli şikâyet edeceğinize, şikâyet ettiğiniz şeyi değiştirin.
¥
Biliyor musunuz nice “işe yaramaz insan”, sırf kendilerine güvendikleri, yere sağlam bastıkları ve hedeflerine kilitlendikleri için, nice zor işin üstesinden geldiler ve dünya çapında isim oldular.

Nepal asıllı ufak-tefek dağcı George Mallory, başlangıçta çekingen, güvensiz, ürkek, utangaç, kendi halinde ufak-tefek bir dağcıydı.
Bir gün Everest Tepesi’ne (dünyanın en yüksek dağı) baktı baktı ve tırmanmaya karar verdi.
Yıllarca çalıştı. Defalarca başarısız tırmanışlar yaptı. Ama yılmadı, yıkılmadı, vaz geçmedi.
Gözü yılan, yüreği yıkılan, vazgeçen ve başarısızlıktan korkan, başarıyı hiçbir zaman yakalayamaz.
En sonunda Mallory dünyanın en yüksek tepesini fethetti…
Geri dönemedi, ama en azından adını ölümsüzleştirdi.

Siz de hayatı fethedebilirsiniz...
Bunun tek şartı hedefini belirlemek ve tırmanmaktan asla vazgeçmemektir.

( Yavuz Bahadıroğlu - Vakit Gazetesi )
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
34. Allah'ın ipine sarılmak, dağılıp ayrılmamak


Bugün İslam dünyasına baktığımızda, en önemli sorunlardan birinin parçalanmışlık olduğunu görüyoruz.
Avrupa ülkelerinin neredeyse tamamı aynı çatı altında, ancak Müslüman ülkeler arasında yeterince iş birliği hala kurulamadı.
Müslüman ülkelerdeki mezhepler, cemaatler, tarikatlar ve kuruluşlar arasında olması gereken kaynaşma ve yardımlaşma, kısacası dayanışma yok.

Oysa Yüce Allah Kur’an’da, tüm Müslümanların birlik olarak "birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi" (Saff Suresi, 4) yaşamaları gerektiğini haber verir.
“Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın...” (Ali İmran Suresi, 103) buyruğuyla da birlik ruhu içinde hareket etmelerini ister.


Birlik olmamaları halinde ise, güçlerinin azalacağını, “Allah'a ve Resulü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal Suresi, 46) ayetiyle haber verir.


Bu ayet, günümüz dünyasında Müslümanların neden yeterince güçlü olmadıkları sorusunun da cevabı.
Cevap; “birlik ruhu içerisinde olmamak”.

Oysa Müslümanlar birlik olsalar; İslam ülkelerini kalkındırmak, zulüm görenlere yardım etmek ve onları korumak için gereken fikir mücadelesini yapmak, Kur’an ahlakını tüm dünyaya tebliğ etmek, İslam adına ortaya çıktığını iddia eden sapkın terörist akımları engellemek, bilim, sanat ve kültür alanında gelişme kaydetmek gibi pek çok başarıyı- Allah’ın dilemesiyle- kazanabilirler.


Kur’an ahlakı gereği tüm farklılıklara rağmen ırkı, dili ya da mezhebi ne olursa olsun tüm Müslümanlar kardeştir.
Bütün Müslümanlar aynı Allah’a ve peygambere iman eder, aynı Kitabı okur, aynı kıbleye yönelerek namaz kılar ve ahirette aynı güzel karşılığı umarlar.
Her Müslüman; cinayet, zulüm, hırsızlık, sahtekarlık, sapkınlık gibi günahlara karşıdır ve aynı ahlaki değerleri savunur.


İnananların Sorumluluğu


Samimi mümin, çevresinde yaşanan olaylara karşı duyarlıdır. Allah yolunda olan ve O’na teslim olmuş bir insan, yeryüzünde iyiliğin temsilcisidir.
O halde zulüm ve teröre karşı tepkisiz kalamaz. Müslüman, suçsuz insanları katleden terörün, gerçekte en büyük düşmanıdır.

Çevrelerindeki olaylar kendi çıkarlarına dokunmadığı sürece rahatsızlık duymayan kimseler, Kur’an ahlakının kazandırdığı fedakarlık, dostluk, dürüstlük ve yardım anlayışından yoksundurlar.
Yaşamları boyunca, insanlığı bekleyen tehlikelerden habersiz, nefislerinin bencil tutkularını tatmine çalışırlar.
Oysa Allah, iyilik yapan, çevresine hayırlı ve olaylara karşı ilgili olan, insanları doğru yola çağıran bir ahlakı tavsiye eder.
Söz ettiğimiz bu farklı insanlar bir Kur’an ayetinde şu şekilde tarif edilir:

"Allah şu örneği verdi:
İki kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez ve herşeyiyle efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunanla eşit olabilir mi?" (Nahl Suresi, 76)


Ayetteki gibi ‘dosdoğru yol üzerinde bulunan’, Allah'tan korkup sakınan, değerleri önemseyen, ülkesine ve insanlığa hizmeti görev edinen bir insan, yaşadığı topluma büyük yararlar getirir.
Bu nedenle insanların gerçek dini öğrenmeleri ve Kur’an'la bildirilen üstün ve güzel ahlakı yaşamaları son derece önemlidir.
Bu insanlar Kur’an’da, "Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma'rufu (güzel olanı) emrederler, münkerden (çirkinden) sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir." (Hac Suresi, 41) ayetiyle tanımlanırlar.


Allah'ın buyruklarını yerine getiren, Kur’an ahlakını dikkatle uygulamaya çalışan, dünyayı yaşanılacak güzel bir yer haline getiren, barışı ve huzuru hakim kılan insan samimi mümindir. Ve hedefi Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak amacıyla iyilik ve hayır yapmaktır.

Bir Kur’an ayetinde Rabbimiz müminlere şöyle buyurur:


"... Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." (Kasas Suresi, 77)


Ayette de belirtildiği üzere Allah müminlerden güzellik ve iyilikte bulunmalarını, bozgunculuktan kaçınmalarını ister.
İyilikte bulunanları "... Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır..." ayetiyle müjdeler, kötülükte bulunanları ise "... kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar." (Enam Suresi, 160) ifadesiyle uyarır.


İslam dini, terörün her türlüsüne karşıdır ve henüz eyleme dahi geçmeden, düşünce aşamasında terörü engeller.
Toplumda barış ve adaletin sağlanmasını emreder ve insanları fitneden, kargaşa ve bozgunculuktan sakındırır.

Bediüzzaman da terör ve anarşinin insanların karşısında büyük bir bela olduğunu söylemiştir. Terörle mücadele ile ilgili çeşitli çözüm yolları sunmuş, insanları bu konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır.
O, "Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık ahlakını ve medeniyet eserlerini canavar hayvanlar ahlakına çevirir…" (Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, s.2216) sözüyle dinimizin terör ve şiddete bakış açısını en güzel şekilde ifade etmiştir. Bütün yaşamını da bu bakış açısını insanlara anlatmakla geçirmiştir.

Üstad bir sözünde "Madem iman hizmetinde tam ihlasla, anarşiliği durdurmakla, asayişi muhafaza etmekle sabır ve tahammül gerekir. Ben de bunun için rahatımı, haysiyetimi feda ediyorum. Onları da helal ediyorum." (Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, 2 cilt, s. 200) demiş, anarşi ve terörle mücadelenin iman edenlerin üzerinde önemli bir yükümlülük olduğunu, bu mücadelenin sabır ve kararlılık gerektirdiğini ifade etmiştir.

Gerçek adalet ise, insanlar arasında hiçbir ayrım yapmadan adaletle hükmetmek, zulme asla rıza göstermemek ve mazlumun yanında olmaktır.

Sahip olduğu Kur’an ahlakı ölçüsünde ön yargısız, tarafsız, dürüst, hoşgörülü, merhametli olan kişi, duygularının etkisinde kalmayacak, her durumda doğrudan yana olacak ve Nisa Suresi'nin 48. ayetindeki gibi, "insanlar arasında hükmedildiğinde adaletle hükmedilmesi" buyruğuna uygun adaletle hükmedecektir.


Yüce Allah'ın emrettiği adalet, dil, din, ırk ve etnik köken ayırt edilmeden, tüm insanlar arasında eşit uygulanacaktır.
Günümüzde insanlara ırkları ya da tenlerinin rengi nedeniyle zalimce ve adaletsizce davranılmaktadır.
Kur’an’da ise bu farklılıkların yaratılışındaki hikmet, insanların birbirleriyle tanışmaları olarak bildirilir:

Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)

Aydınlık bir gelecek için, Kur’an ahlakının özünde olan birlik ve kardeşlik ruhunun yaşatılması son derece önemlidir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), ''Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça asla dalalete düşmeyecek ve sapıtmayacaksınız; Kur’an ve sünnetim" sözleriyle Müslümanlara uymaları gereken yolu gösterir. Bizlere düşen bu yola uymak ve Allah'ın şu buyruğunu unutmamaktır:


Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103)




( Elif Alaca )
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt