Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurandan okuyalım (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Naziat suresi ayet 46
"Onlar onu gördükleri zaman sanki dünyada bir akşam veya onun kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar."

Onların bu halleri kıyametin onların vicdanları üzerindeki büyük etkisinden kaynaklanıyor. Bu dehşetin yanında dünya hayatı, ömürleri, olayları, nimetleri ve eşyası basitleştirmektedir. Bunları yaşayanların kalbinde bir günün belli bir bölümü akşamı ve sabahı gibi görünmektedir.

İnsanların üzerinde çarpıştıkları ve tokuştukları bu dünya hayatı böylece dürülüp gidiyor. insanların kendisini tercih ettikleri ve uğrunda ahiretteki paylarını, nasiplerini unuttukları, onun uğrunda onca suçlar, günahlar ve zulümler işledikleri, bu hayat sona eriyor. Heva ve heveslerinin kendilerine egemen olduğu ve kendisi için yaşadıkları bu hayat, yaşayanların içlerinde dahi dürülüp gidiyor. Bizzat onlar da bu hayatın bir akşam veya sabah vaktinden öte bir şey olmadığını görüyorlar.

İşte dünya hayatı budur Kısadır. Tez gelip geçer. Basittir. Geçicidir. Değersizdir. Önemsizdir. Onlar sırf bir akşam veya sabah vakti için mi ahireti feda ediyorlar? Geçici bir ihtiras için mi karşılık ve sığınak olarak verilecek cenneti bir kenara itiyorlar?

Şüphesiz bu büyük bir aptallıktır. Görebilen gözü, işitebilen kulağı olan hiçbir insanın işlemeye asla yanaşamayacağı bir aptallıktır!
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tebbet suresi ayet 1
Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya.

Bu şahsın asıl ismi Abdu'l Uzza idi. Ebu Leheb denmesinin nedeni, yüzünün kırmızıya yakın buğday renkli olmasındandı. "Leheb" kıvılcım manasındadır. "Ebu Leheb", kıvılcım gibi parlak yüzlü anlamı taşır. Burada bu lâkab ile zikredilmesinin birkaç nedeni vardı:
Birincisi,
O isminden çok lâkabı ile tanınıyordu.
İkincisi,
onun ismi Abdu'l Uzza (yani Uzza'nın kulu) idi. Bu ise, bir müşrik ismiydi. Kur'an onu bu isimle zikretmek istememiştir.
Üçüncüsü,
bu surede onun akıbeti de açıklandığı için lâkab ile anılması daha uygun düşmektedir.
"Tebbet yedâ Ebi Leheb"in manası bazı müfessirlere göre, "Ebu Leheb'in elleri kırılsın" şeklindedir. "Tebbet"in manası için, "ölsün, helâk olsun veya helâk olmuş" anlamları verilmiştir. Aslında bu kelime bir lanetleme değil, onun akıbetini önceden haber vermektir. Yani gelecekte olacak olay, mazî sigasıyla şimdi beyan edilmiştir. Bu olayın vuku bulması o kadar kesindir ki vukubulmuş gibi anlatılmaktadır. Gerçekten de birkaç sene sonra surenin bildirdiği gibi olay gerçekleşmiştir. "Elin kırılması"ndan kasıt, elin cismanî olarak kırılması değildir. Bunun anlamı, bir şahsın, başarmak için herşeyini ortaya döktüğü maksadını gerçekleştirmede başarısız kalmasıdır.
Gerçekten de Ebu Leheb Rasulullah'ı yenebilmek için varını yoğunu ortaya dökmüştü. Bu surenin nüzulundan sonra 7,8 sene geçmeden vuku bulan Bedir savaşında, İslam düşmanlığında Ebu Leheb'in arkadaşları olan Kureyş'in pek çok ileri gelen reisinin öldürüldüğü haberi Mekke'ye ulaştığında Ebu Leheb o kadar üzüldü ki ancak 7 gün yaşayabildi. Ayrıca, ölümü de çok ibret vericidir. Ebu Leheb, çiçek hastalığına benzer bir hastalığa yakalandı. Evdeki yakınları bile, bulaşmasından korkarak ona dokunmuyorlardı. Ölümünden sonra üç gün boyunca kimse ona yanaşmadı. Cesedi çürüyerek kokmaya yüz tuttu. Bunun üzerine herkes oğullarını kınamaya başladı. Bir rivayete göre oğulları bazı zencilere ücret vererek cesedini kaldırtmış ve yine ücretle defnettirmişlerdi. Diğer bir rivayete göre, bir hendek kazdırtmışlar ve babalarının cesedini içine sopayla iterek toprakla kapatmışlardı. Ebu Leheb'in en köklü yenilgisi ise, İslam aleyhinde herşeyini ortaya döktüğü halde çocuğunun bile İslam'ı kabul etmesidir. Önce kızı Derre hicret ederek Medine'ye gelmiş ve İslam'ı kabul etmiştir. Mekke fethinden sonra da iki oğlu Utbe ve Muattab, Hz. Abbas vesilesiyle Rasulullah'ın huzuruna gelerek iman ve biat etmişlerdir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tebbet suresi ayet 2
Malı da, kazandıkları da kendisine bir yarar sağlamadı.

Buradaki istifhâm-ı inkârî veya doğrudan doğruya olumsuzluk edâtıdır ve Ebu Leheb'in helâkini izah etmektedir. Yani ne fayda verdi ona? Hiçbir fayda vermedi. Onu kurtaracak hiçbir hayra yaramadı malı ve kazandığı, yahut kazancı. Buradaki da mevsûl veya mastariyyedir. Mamafih önceki gibi istifhâm-ı inkârî veya olumsuzluk mânâsını ifade eden edat olması da düşünülebilir. Malı ona ne fayda verdi? Ve ne kazandığı? Onu felaketten kurtaracak hiçbir şeye yaramadı ve kendisi de hiçbir fayda elde edemedi anlamındadır. Ancak "Malı da fayda vermedi, kazancı da." anlamı, iki elin helâkini izah etmeye daha uygundur. Malından maksat, sermayesi, kazancından maksat da, kâr ve gelirleri, yahut kazanmak için yaptığı ticaret ve benzeri işler; veya malı, babası n dan miras kalan, kazancı da kendi kazandığı şeylerdir. Ayrıca söz konusu âyette ifade edilen malından kasıt, eski ve yeni bütün malı, kazancından kasıt da, gerek malından harcamak ve gerekse başka yollardan faydalanmak suretiyle kendi istek ve arzusuna gö r e elde ettiği, pay ve nasip, yani çalışması ve emeği ile yaptığı işler ve sahip olduğu şeylerdir ki buna, isteyerek çalışıp elde ettiği bütün kazancı, çocukları, sosyal durumu, kendine ve toplumuna örf ve âdetlerine göre yaptığı iyilikler, ayrıca Peygambe r 'e karşı kurduğu tuzak ve düşmanlıkların hepsi dahildir.

İbnü Abbas'tan nakledildiğine göre, âyette geçen "kazancından" maksat, Ebu Leheb'in çocuğudur. Yine denilmiştir ki: Ebu Leheb'in oğulları aralarında anlaşmazlığa düşerek, muhâkeme olmak üzere babalarının yanına gelmişler, derken birbirleriyle çarpışmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Ebu Leheb oğullarını ayırmak için aralarına girmiş ve orada birisinin itivermesiyle yere düşmüştü. Buna son derece sinirlenen Ebu Leheb "Çıkarın yanımdan bu pis kazan c ı." demişti. Bir hadisde de "Her insanın yiyeceğinin en temizi ve çocuğu kazancındandır." buyurulmuştur. Dahhâk: "Ebu Leheb'in kazancı, kötü ameli yani Resulullah'a yaptığı düşmanlık ve kurduğu tuzaktır." derken, Katâde de "Onun kazandığı şey, bir iyi l ik yapıyorum zannıyla işlediği ameldir ki, bu "Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri haline getirdik." (Furkân, 25/23) mânâsınadır." demiştir. Yine Ebu Leheb'in eğer kardeşimoğlunun söylediği hak ise, malımı ve çocuk l arımı fidye vererek ondan

kurtulurum." dediği rivayet edilmiştir. Verilen bu mânâların hiçbirisi diğerine zıt değildir. Maksat, tahsis olmayıp, örnek vermektir. Âyette ifade edilen "kesb", bu mânâların hepsini içine aldığından, esasen âyetin anlamı şu şekildedir: "Ne malı ne de hiçbir kazancı kendisine fayda vermedi, onu zarar ve helâkten kurtaramadı.

Tebbet suresi ayet 3
Alevi olan bir ateşe girecektir.

Zira o bir ateşe yaslanacak ki yarın âhirette bir ateşe girecek ki Gayet alevli, dünyada eşi, benzeri görülmemiş son derece şiddetli bir alev ve iltihabı olan bir ateş, yani sadece cisimleri yakan bir ateş değil, ruhları sarıp gönüllere nüfûz eden "Allah'ın tutuşturulmuş ateşidir ki, gönüllere işler." (Hümeze, 104/6,7) âyetinde buyurulan cehennem nârıdır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tebbet suresi ayet 4
Eşi de; odun hamalı,

Bu kadının ismi "Ardiya" idi. Ümmü Cemil, O'nun lâkabıydı. Ebu Süfyan'ın kardeşi olan bu kadın Rasulullah'a düşmanlıkta kocasından geri kalmıyordu. Hz. Ebubekir'in kızı Esma şöyle beyan eder: Bu sure nazil olduktan sonra Ümmü Cemil çok kızgın bir vaziyette Rasulullah'ı aramaya çıktı. Elleri taşla doluydu. Aynı zamanda, Rasulullah aleyhindeki kendi hiciv şiirlerini de okumaktaydı. Harem-i Şerif'e geldi. Rasulullah orada Hz. Ebubekir ile oturuyordu. Hz. Ebubekir: "Ya Rasulallah o geliyor. Korkarım size karşı bir terbiyesizlik yapacak" dedi. Rasulullah: "Beni göremez" dedi. Aynen öyle oldu. Rasulullah orada olduğu halde onu göremedi. Ebubekir'e, "Dostun, duyduğuma göre beni hicvetmiş" dedi. Ebubekir: "Bu Ev'in Rabb'ine yemin ederim ki o seni hicvetmedi" dedi. Bunun üzerine kadın geri döndü. (İbn Ebi Hatim, Siret-i İbn Hişam, Bezzar da İbn Abbas'tan bunun benzeri bir olay nakletmiştir) . Hz. Ebubekir'in bu cevabının anlamı, onu hicvedenin Rasulullah değil, Allah (c.c.) olmasıdır.

Buradaki "hammalete'l hatab" kelimesi, "odun toplayan kadın" anlamındadır. Müfessirler bu konuda pek çok mana beyan etmişlerdir. İbn Abbas, İbn Zeyd, Dahhak ve Rubeyye b. Ans diyorlar ki: Geceleri dikenli ağaç dalları getirerek Rasulullah'ın kapısının önüne bırakan bu kadına, yaptığı hareketten dolayı "odun toplayan kadın" denmiştir. Katade, İkrime, Hasan Basrî, Mücahid ve Süfyan Sevrî de diyorlar ki: O kadın fesat çıkarmak için lâf taşırdı. Onun içn, Arapça ıstılahına uygun olarak ona "odun toplayan kadın" denmiştir. Araplar fesat ateşini körükleyen bu tip kişiler için "odun toplayan kişi" derler. Said b. Cübeyr diyor ki: Bir kimsenin kendi günahlarını taşımasına, "fulânun yahtebu ala zehrîhî (Falan şahıs sırtında odun taşımaktadır) denir. Dolayısıyla "hammalete'l hatab"ın manası da "günahını taşıyan kadın" olur.

Tebbet suresi ayet 5
Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak.

Burada "cid" kelimesi "gerdan" için kullanılmıştır. Çünkü Ümmü Cemil, boynuna mücevher gerdanlık takardı ve şöyle derdi: "Lat ve Uzza'ya yemin ederim ki bu gerdanlığı satarak gelirini Muhammed'e karşı kullanacağım".
Bu nedenle "Cid" kelimesi burada istihza olarak kullanılmıştır. Yani gerdanlık takıp gururlandığı gerdanı cehennemde iple bağlı olacaktır. Bu ifade Kur'an'ın diğer yerlerinde de örnekleri görüldüğü gibi istihza içindir. "Onları yakıcı bir azabla müjdele" gibi.
Gerdanına bağlanacak olan ip için "hablun min mesed" ifadesi kullanılmıştır. Yani o ip "mesed" cinsinden olacaktır. Lugatçılar ve müfessirler bunun çeşitli anlamlarını beyan etmişlerdir. Bir kavle göre, sağlam yapılı bir iptir. İkinci kavle göre, hurma kabuğundan yapılmış ip için kullanılmıştır. Üçüncü kavle göre, hurma yapraklarından yapılmış iptir. Veya devenin derisinden ya da kıllarından yapılmış iptir. Başka bir kavle göre de demir tellerden yapılmış bir iptir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Felak suresi ayet 1
De ki: Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabâhı ortaya çıkaran Rabbe,

"Kul(de) " kelimesi, vahiyden bir parçadır. Rasulullah'ın risalet mesajından bir cüzdür. Bunun ilk muhatabı Rasulullah olsa da, her mümin bu kelimenin muhatabıdır.

"Sığınma" fiilinde üç unsur vardır. Birincisi, sığınmak isteyen. İkincisi, kendisine sığınılacak kişi. Üçüncüsü, kendisinden sığınılacak şey. "Sığınma"dan murad, korku nedeniyle bir şeyden korunmak için bir başkasına dayanmak, onun himayesine girmek ve ona sarılmaktır. "Sığınan kimse" bir şeyden korktuğu ve ona güç yetiremediği için başkasına sığınma ihtiyacı hisseder. Sığınan kimse, sığındığı kişinin, korktuğu şeye güç yetirdiğine ve kendisini ondan koruyacağına inanır. Sığınmanın bir çeşidi de; tabiat kanunundan, maddi bir şeyden, şahıstan veya kuvvetten meydana gelmiş bir şeye sığınmaktır. Meselâ, düşman saldırısına karşı kaleye sığınmak gibi. Veya kurşuna karşı hendeğe ya da bir duvarın arkasına sığınmak gibi. Veya, güçlü bir zalime karşı bir insana, bir millete ya da bir hükümete sığınmak gibi. Hatta güneşe karşı bir ağaç veya binanın gölgesine sığınmak gibi. Diğer bir sığınma çeşidi de; her tür tehlikeden, maddî, ahlakî veya ruhanî olan zararlardan, fıtrat üstü bir Zât'a sığınmaktır. O Zât tabiat kanunlarının da üstünde hakim olduğu için, insan, his ve idrakı gereği ancak O'na sığınma ihtiyacı duyar.
Bu ikinci tip sığınma, sadece Felak ve Nas surelerinde konu edilmemiş, Kur'an ve Sünnette de nerede kendisinden bahsedilmişse orada kasdedilen de aynı sığınma çeşidi olmuştur. Bu tip sığınmanın Allah'tan başkasına olmaması tevhid akidesinin gereğidir. Müşrikler bu tür sığınmayı Allah'tan başkası için de yapıyorlardı. O dönemde Allah'tan başka, cin, tanrı, ve tanrıçaya da sığınıyorlardı; bugün de sığınmaktadırlar. Maddeperest olanlar da maddi güçlere ve vesilelere sığınırlar. Çünkü onlar fıtrat üstü bir güce inanmazlar. Ama, bir mümin, afet ve belaları defetmeye gücü yetmiyorsa, onlara karşı ancak Allah'a rücu eder ve O'na sığınır. Kur'an müşrikler hakkında şöyle buyurmuştur: "Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da onların kibir ve azgınlıklarını artırırlardı." (Cin, 6) . Bunun açıklamasını an: 7'de İbni Abbas'ın kavlini naklederek şu şekilde yapmıştık: Arap müşrikleri gece bir vadide konaklamaya mecbur kaldıklarında şöyle derlerdi: "Biz bu vadinin Rabb'ine (yani bu vadinin maliki ve hakimi olan cine) sığınırız." Bunun yanısıra Firavun hakkında da şöyle buyurulmuştur: (Hz. Musa'nın büyük ayetlerini görünce) Kendi gücüne dayanarak kibirlendi." (Zariyet, 39) . Kur'an Allah'a inananların tutumunu ise şöyle beyan eder: "Bir şeyden korktuğunuzda, ister maddi, ister ahlâkî ve ruhanî olsun, bunların şerrinden Allah'a sığının." Mesela Hz. Meryem hakkında şöyle buyurulmuştur: Yalnızken, Allah'ın meleği bir erkek şeklinde çıkagelince (Meryem bu gelenin melek olduğunu bilmiyordu) Meryem O'na şöyle dedi: "Eğer Allah'tan korkuyorsan, senden, Rahman olan Allah'a sığınırım." (Meryem, 18) . Hz. Nuh Allah'a yersiz bir dua ettiğinde Allah (c.c.) O'nu ikaz etmiş ve Hz. Nuh da hemen şöyle demişti: "Allahım, bilmediğim şeyi istemekten Sana sığınırım." (Hud, 47) . Hz. Musa İsrailoğullarına bir inek kesmelerini emrettiğinde Musa'ya şöyle demişlerdi: "Bize şaka mı yapıyorsun? Bunun üzerine Hz. Musa şöyle cevap verdi: "Cahillikten Allah'a sığınırım." (Bakara, 67) .
Aynı konu sahih hadis kitaplarında nakledilen Rasulullah'ın dualarında da mevcuttur. Şimdi bu dualara bakalım:
Hz. Aişe'den Rasulullah'ın yaptığı dualarda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım işlediğim ve işlemediğim kötülüklerden sana sığınırım. Eğer yapmadığım bir işten, yapmadığım için bir zarar geldiyse ondan da sana sığınırım. Veya yapmamam gerekirken yaptığım bir işten dolayı sana sığınırım." (Müslim) .
İbn Ömer'den Rasulullah'ın dualarından birinin de şu olduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım sahip olduğum nimetlerden mahrum olmaktan sana sığınırım. Bana nasip olan bu afiyetin yok olmasından sana sığınırım. Ani gazabından ve hoşnutsuzluğundan sana sığınırım." (Müslim) .
Zeyd b. Erkam'dan Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Faydasız ilimden, korkusuz kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım." (Müslim) .
Ebu Hureyre'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım geceyi kendisi ile geçirmenin en kötü şey olduğu açlıktan sana sığınırım. Hıyanetten de sana sığınırım, çünkü o çirkin bir şeydir." (Ebu Davud) .
Enes'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, sedef, delilik, cüzzam ve bu gibi diğer hastalıklardan sana sığınırım. (Ebu Davud) .
Kutbe b. Malik'ten Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Allah'ım kötü ahlak, kötü amel ve kötü heveslerden sana sığınırım." (Tirmizi) .
Hz. Aişe'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, ateşin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım."
Şâkal b. Humeyd, Rasulullah'a şöyle söylemiştir: "Ya Rasulallah bana bir dua öğret." Rasulullah buyurdu: "Şöyle de: Kulağın şerrinden, gözün şerrinden, dilin şerrinden, kalbin şerrinden ve şehvetin şerrinden sana sığınırım." (Tirmizi, Ebu Davud) .
Enes, b. Malik Rasulullah'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allahım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, yaşlılıktan, cimrilikten, kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden (Müslim'in bir rivayetinde şu ilave de vardır.) Borç yükünden ve başkalarının bana galip gelmesinden sana sığınırım." (Buhari ve Müslim) .
Havle b. Mukim Es-Sülemî, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Bir kimse bir yerde kamp kurarken, -ben mahlukun şerrinden Allah'a eksiksiz kelimeleri ile sığınıyorum- derse, o kampı terkedene kadar hiçbir şey ona zarar veremez." (Müslim) .
Rasulullah'ın bazı dualarını örnek olarak naklettik. Bu rivayetlerden açıkça anlaşılıyor ki mümin, her tehlike ve şerre karşı sadece Allah'a sığınmalıdır. Allah'tan müstağni olmak ve gönlünü başkasına bağışlamak mümine yakışmaz.

Burada "Rabb'ül Felak" kullanılmıştır. "Felak"ın asıl manası "yırtmak"tır. Çoğunluk müfessirlere göre bundan murad, sabahın karanlıkları yırtarak doğmasıdır. Arapça'da "felak'üs subh" günün doğmasını ifade etmek için kullanılır. Kur'an'da Allah (c.c.) için "Falik'ul Esbah" yani 'gece karanlığını yırtarak sabahı getiren' denilmiştir.(Enam, 96) .
"Felak"ın ikinci manası olarak "halak" (doğmak) da söylenmiştir. Çünkü, dünyada herşey meydana gelirken içinde bulunduğu ortamı yırtarak çıkar. Sözgelimi bütün su kaynakları dağları veya toprağı yırtarak açığa çıkar. Gündüz, geceyi yırtarak meydana gelir. Yağmur damlaları bulutları yırtarak yere inerler. Hayvanlar ana rahminden veya yumurtadan aynı şekilde çıkarlar. Hasılı bütün varlıklar bir nevi inşikak ile yokluktan varlığa geçerler. Hatta yeryüzü ve gökler büyük bir patlama sonucu meydana ayrı ayrı gelmişlerdir: "...göklerle yer bitişikti, biz onları ayırdık." (Enbiya, 30) Yani "Felaka" bütün varlıklar için geçerli genel bir kavramdır. Konumuz olan ayeti eğer birinci anlama göre değerlendirirsek anlamı şöyle olur: "Ben, sabahı getirene sığınırım." Eğer diğer anlamı esas alırsak o zaman anlamı şöyle olur: " Bütün canlıların Rabb'ine sağınırım" Burada Allah'ın zat isminin yerine sıfat ismi olan Rabb'in kullanılmasının nedeni; Rabb, yani "terbiye eden", "yetiştiren" sıfatının sığınmak olayına daha çok uygun düşmesidir. "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Sabahı meydana getiren Rabb" olarak kabul edersek ayetin anlamı şöyle olur: "Gece karanlığından gündüzün aydınlığına çıkaran Rabb'a sığınırım. O Rabb gece afetinden çıkararak gündüzün afiyetine erdirmiştir." "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Rabb'ul Halak" olarak kabul edersek, o zaman ayetin manası şöyle olur: "Bütün varlıkların sahibine sığınırım ki, varlıkların şerrinden korusun.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Felak suresi ayet 2
Yarattığı şeylerin şerrinden,

Diğer bir ifadeyle "bütün varlıkların şerrinden O'na sığınırım." Bu cümledeki bazı noktalara dikkat etmelidir:
Birincisi,
burada "şerr"in nisbeti Allah'a değil, yarattığı mahlukata yapılmıştır. "Ben Allah'ın yarattığı şerden O'na sığındım" denmemiştir. Şöyle denmiştir: "Yaratıkların şerrinden Allah'a sığınırım." Buradan anlaşılıyor ki Allah (c.c.) hiçbir mahluku şer için yaratmamıştır. Aslında O'nun (c.c) işi hayır ve sulhe dayanır. Fakat mahlukatın içinde bazılarına, yaratılış hikmeti tamamlansın diye bazı özellikler de verilmiştir. Bu nedenle bazı mahlukattan pek çok şer meydana gelir.
İkincisi;
aslında ayetteki bu ifadeyle yetinilip, sonraki ayette belli mahlukatın şerri zikredilmeseydi bile, mahlukatın şerri konusunda bu ayet yeterli olurdu. Ama bu genel açıklamadan sonra bazı mahlukun şerri ayrıca zikredilmiştir. Bunun nedeni, zikredilen şeylerden Allah'a sığınmaya, diğer şerlerden sığınmaktan daha çok ihtiyaç olmasıdır.
Üçüncüsü;
mahlukatın şerrine karşı sığınmanın en etkili yolu, onları yaratana sığınmaktır. Çünkü Allah, her halükarda mahlukatı üzerinde galiptir ve bizim bilmediğimiz şerleri bilir. Dolayısıyla Allah'a sığınma öyle bir yüce Hakime sığınmaktır ki, O'na karşı hiçbir şeyin gücü yetmez.
O'na (c.c) sığınmakla mahlukunun bildiğimiz ve bilmediğimiz her türlü şerrinden de O'na sığınmış oluruz. Ayrıca, sadece bu dünyanın değil ahiretin şerrinden de O'na sığınmış oluruz.
Dördüncüsü;
"şer" kelimesi zarar, noksan, eziyet ve keder için de kullanılır. Bunlara sebep olarak hastalık, açlık, savaşta yara almak, ateşte yanmak, akrebin ısırması veya evladın ölmesinden dolayı üzülmek gibi şerleri birinci kategoride zikredebiliriz. Çünkü bunlar eziyet meydana getirirler. Buna karşılık küfür, şirk, her türlü günah ve zulüm ise ikinci kategoride şerlerdir. Bunlar da aslında zarar ve noksanlık ihtiva ederler, ama birinci kategoridekiler gibi eziyet vermezler. Hatta bazı zamanlar bunlardan lezzet ve fayda bile elde edilebilir. Hâsılı şerre karşı Allah'a sığınmak bu iki tür şerri de kapsar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Felak suresi ayet 3
Karanlığa çöktüğü zaman gecenin şerrinden,

Genel olarak mahlukatın şerrinden Allah'a sığınmanın zikredilmesinden sonra, bazı özel şeylerden sığınma ayrıca telkin edilmiştir. Ayette "Ğâsıkın iza vekab" ifadesi kullanılmıştır. "Ğâsık"ın lügat manası "karanlık"tır. Mesela Kur'an'ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına (gaseke'l leyl..) " (İsra, 78) "Vekab"ın manası ise dahil olmak ve kaplamaktır. Gece karanlığının şerrinden Allah'a sığınmak özellikle telkin edilmiştir. Çünkü suçlar çoğunlukla gece karanlığında işlenir. Eziyet verici ve zehirli hayvanlar da gece ortaya çıkarlar. Bu sure nazil olduğunda Arabistan'da, anarşi ve korku nedeniyle gece karanlığı çok korkunç bir şeydi. Çünkü çeteler karanlıkta ortaya çıkar ve yerleşim merkezlerini talan ederlerdi. Rasulullah'ın hayatına son vermek isteyenler de katilin kim olduğu bilinmesin diye bu cinayeti gece karanlığında yapmayı planlıyorlardı. Onun için, özellikle gece ortaya çıkan bütün afet ve şerlerden Allah'a sığınılması telkin edilmiştir. Burada gece karanlığının şerrinden, fecri getiren Allah'a sığınılmasındaki incelik kimsenin gözünden kaçmaz.
Bu ayetin tefsirinde bir tereddüt vardır. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği müteaddit sahih hadislerde şöyle nakledilmiştir: "Gece gökte Ay çıkmıştı. Rasulullah elimi tutarak Ay'ı işaret etti. Buyurdu ki: "Allah'a sığının-"Gâsikın iza vekab- budur." (Ahmed, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir, İbn Münzir, Hakim, İbn Merduye.) Bu hadisin tevili bazılarına göre "iza vekab"ın anlamının "iza hasefe" olarak anlaşılması iledir. Yani Ay'ın tutulması olarak anlaşılabilir. Fakat hiçbir rivayette, Rasulullah aya işaret ettiğinde ayın tutulmuş olduğuna dair bir kayıt yoktur. Ayrıca arapçada "iza vekab" yerine hiçbir zaman "iza hasefe" kullanılmaz.
Bana göre bu hadisin sahih tevili şöyledir: Ay ancak gece çıkar. Gündüz de gökte olduğu halde görünmez. Bunun için Rasulullah'ın sözünün anlamı "Onun (Ay'ın) çıktığı zamandan, yani gece karanlığından Allah'a sığının" şeklindedir. Çünkü Ay'ın aydınlığı saldırganlara karşı direnen kimseye çok fazla yararlı olmaz. Suç işlemeyi hedef alanlara daha çok yararlı olur. Rasulullah konu ile ilgili olarak bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Güneş battıktan sonra şeytanlar her tarafa yayılır. Dolayısıyla karanlık bitinceye kadar çocuklarınızı eve toplayın. Hayvanlarınızı kapatın."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Felak suresi ayet 4
Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,

Burada "neffâsâti fi'l ukad" ifadesi kullanılmıştır. "Ukad" ukdenin çoğuludur. Anlamı düğümdür. Bir ipi düğümlemekte olduğu gibi. "Nefese"nin anlamı üflemektir. Nefese'nin çoğulu "neffâse"dir. Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek" olur. Eğer bu kelimeyi müennes (dişi) sigada anlarsak o zaman "çok üfleyen kadınlar" olur. Nefese'nin çoğulu "nüfus ve cemaatler" de olabilir. Çünkü Arapça'da nüfus ve cemaat kelimesinin ikisi de müennestir. Düğüme üflemek kelimesi pekçok müfessire göre sihir için kullanılır. Çünkü sihirbazlar, bir iple düğüm atarak ona üflerler. Bu ayetin anlamı "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabb'e sığınırım." şeklindedir. Ayetin bu anlamını şu rivayet de teyid eder: Rasulullah'a sihir yapıldığında Cebrail (a.s) gelerek Muavezeteyn'i okumasını tavsiye etmişti. Muavezeteyn'de bir tek bu cümle sihirle ilgilidir. Ebu Müslim, İsfahani ve Zemahşeri "Neffasâti fi'l ukad"ı başka bir anlamda açıklamışlardır. Onlara göre ayetten murad kadınların kurnazlığı ve hileleridir. Onlar erkeklerin azim, irade ve düşüncelerine etki ederler. Bu etki ayette sihire benzetilmiştir. Çünkü kadına aşık olan bir insanın hali büyülenmiş gibidir. Bu tefsir gerçekten ilginçtir. Ama seleften gelen kabul görmüş tefsire ters düşmektedir. Girişte açıkladığımız bu surelerin nazil olduğu şartlarla da mutabakat sağlanmaz.
Sihir hakkında şu bilinmelidir; Birisini sihirle etki altına almak için şeytandan ve yıldızlardan yardım istenir. Kur'an bu nedenle sihiri küfür saymıştır. "Süleyman küfre gitmedi, fakat o şeytanlar küfre gittiler, o insanlar sihir öğretiyorlar.." (Bakara, 102) Yapılan sihirde şirk olmasa ve küfür kelimesi bulunmasa da sihir haramdır. Rasulullah onu, yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bu yedi günah insanın ahiretini mahveden günahlardır. Buhari ve Müslim'den, Rasulullah'ın şöyle dediği Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir: "Mahveden yedi şeyden sakının. Ashab sormuş: Ya Rasulallah onlar nedir? Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, faiz yemek, yetimin malını yemek, cihadda düşmandan kaçmak, iffetli bir mümin kadına zina iftirası atmak."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Felak suresi ayet 5
Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.

"Hased"in anlamı bir şahsın Allah'ın verdiği bir nimet ya da faziletin başkasında da bulunmasından hoşlanmamasıdır. Veya o nimetlerin ondan alınıp kendisine verilmesini ve eğer kendisine verilmediyse başkasına da verilmemesini istemesidir. Hased edenin şerrinden Allah'a sığınmanın manası; hased eden kişinin başkalarında bulunan iyiliği, söz ve fiili ile yoketmeye çalışmasından Allah'a sığınmaktır. Hased eden kişi bu tutumu fiile geçirmediği müddetçe, bundan Allah'a sığınmaya ihtiyaç duyulmaz. Çünkü kalbinde ne olduğu bilinemez. Ama hased fiile döküldüğünde ilk iş Allah'a sığınmak olur. Ayrıca hased edenin şerrinden sığınmak için bazı tedbirler de alınır. Bunlardan birisi, insanın Allah'a tevekkül etmesi ve Allah'ın izni olmadan hiçkimsenin zarar veremeyeceğine inanmasıdır. İkincisi, hased edenin yaptığına sabretmesi ve sabırsız davranarak onun seviyesine inmemesidir. Üçüncüsü, hased eden Allah'tan korkmasa, halktan utanmasa ve hatta çok terbiyesiz davranışta bulunsa da, hased edilenin takvayı elden bırakmamasıdır. Dördüncüsü, kalbinde hased edilene pek yer vermemesi ve fazla düşünmemesidir. Onu fazla düşünmek, ona mağlup olmanın başlangıcı olur. Beşincisi, hased edene karşı kötü muamele yapılmamasıdır. İmkan varsa ona iyilik ve ihsanda bulunmalıdır. Hased edenin kendisine ne gibi kötülükler düşündüğüne aldırmamalıdır. Altıncısı, hasede uğrayanın tevhid akidesine sebat göstermesidir. Çünkü bir insanın kalbinde tevhid kökleşmişse, o hiçbir zaman, hiç kimseden korkmaz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Beled suresi ayet 1
Hayır; bu şehre yemin ederim,

Söze "değil" ile başlayarak daha sonra yemin edilmesinin anlamı: Güya önce bir konu tartışılmaktaydı. O reddedilerek şöyle buyurulmaktadır; "değil, sizin dediğiniz gibi değildir. Fakat filan filan üzerine yemin ederim ki asıl şey şudur."
Burada şöyle sorulabilir:
Reddedilen şey neydi? Bu soruya sonraki muhteva delalet etmektedir. Mekke'deki kafirler şöyle diyorlardı: Bizim hayatımızda hiçbir sapıklık yoktur. Dünyadaki hayat sadece yeyip, içmek ve eğlenmek, sonra da ölmektir. Hz. Muhammed (s.a) bizim bu hayat şeklimize boşuboşuna yanlış ve sapık demekte ve bizi korkutmaktadır. Bir de yaptıklarımızın hesabının sorulacağını, ceza ya da mükafaat verileceğini boşuna söylemektedir.

Yani Mekke şehri. Burada şehre niçin yemin edildiğini açıklamaya ihtiyaç yoktur. Mekkeliler bu şehrin tarihçesini iyi biliyorlardı. Daha önce çöl olan, dağlar arasında susuz, bitkisiz bir vadiydi. Hz. İbrahim, hanımı ile kundaktaki çocuğunu hiçbir güvence olmadan burada bırakmıştı. O zamanlarda inşa edilen "beyt"e insanlar hacc için çağrıldıklarında, çevresinde bunu duyacak hiç kimse yoktu. Ancak daha sonra bu şehir bütün Arabistan'ın merkezi olmuş ve haram kılınmıştı. Asırlardır anarşi içinde yaşayan Arabistan'da bundan başka emin bir yer yoktu.

Beled suresi ayet 2
Ki sen, bu şehirde oturmakta iken,

Müfessirler buradaki kelimenin üç anlama geldiğini açıklamışlardır.
Birincisi,
sen bu beldede mukimsin. Senin burada bulunman dolayısıyla şehrin azameti artmıştır.
İkincisi,
bu şehir haramdır ama bir zaman gelecek, belli bir süre için burada harb olacaktır.
Üçüncüsü,
bu şehirde vahşi hayvanları öldürmek, ağaçları kesmek Arablar indinde haramdı. Burada her şey emin sayılırdı. Hal böyleyken senin emniyetin yoktur. Sana eziyet vermek ve hatta seni öldürmeyi planlamak helâl sayılmaktadır. Kelimenin anlamı açısından bu üç tefsir de imkan dahilinde olmasına rağmen, ilerideki konuyu düşünürsek anlaşılıyor ki ilk iki mananın konuyla ilgisi yoktur. Ancak üçüncü anlam burada uygun düşmektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Beled suresi ayet 3
Babaya ve doğan-çocuğa da.

Baba ve ondan olan evlat ifadesi kullanılarak insanın kendisi kasdedilmiştir. Bu nedenle baba'dan kasıt Adem (a.s) 'dir. O'ndan olan evlattan kasıt, şimdiki ve gelecekteki dünyada bulunan bütün insanlardır.

Beled suresi ayet 4
Andolsun, biz insanı bir zorluk içinde yarattık.

Yukarıda zikredilen şekildeki yemin, bunun üzerine de edilmiştir. İnsanın meşakkat içinde doğmasından maksat, insanın bu dünyaya eğlence ve dinlenme için getirilmediğidir. Tersine, bu dünyada mihnet ve meşakkat çekmek için yaratılmıştır. Hiçbir insan bu zorluktan istisna değildir. Mekke şehri, bir Allah'ın kulunun meşakkate girerek bu ev'i inşa ettiğine ve sonra Arabistan'ın merkezi olduğuna şahittir. Mekke şehri, bir gaye için türlü türlü musibetlere katlanan Hz. Muhammed'in (s.a.) de haline şahittir. Hatta burada vahşi hayvanlara emniyet varken O'na rahat yoktur. Ana rahminde nutfe halinden ölüme kadar süren insan hayatı şahittir ki Ademoğlu zahmet, meşakkat, mihnet, tehlike ve şedid merhalelerden geçmektedir. Sizin en imrendiğiniz insanlar bile ana karnındayken tehlike içindeydi. Orada ölebilir veya düşük olabilirdi. Doğum anında ise o insan ölüm ve hayat arasındadır. Doğumdan sonra ise o kadar çaresizdir ki bir kimse alıp bakmasa ölebilir. Yürümeye başladığında her adımda düşer.
Çocukluktan büluğ çağına ve yaşlanıncaya kadar türlü bedenî değişiklikten geçmiştir. Bu değişiklik sırasında yanlış bir gelişme olsaydı can kaybına uğrayabilirdi. Bir padişah ve diktatör yatakta bile olsa her an bir ayaklanma olmasından korkar. Dünyayı fethetmiş bile olsa, halkının isyan edebileceği korkusu ile yaşar. Karun, kendi döneminde, servetini nasıl artıracağı ve onu nasıl koruyabileceği düşüncesi içinde yaşardı. Hasılı, hiçbir insan tamamen güven içinde değildir. Çünkü insan meşakkat içinde yaratılmıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Beled suresi ayet 5
O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?

Yani, insan bu durum içindeyken, dünyada istediğini yapacağı, üstünde kendisine hesap soracak kimse olmadığı düşüncesinde nasıl olabilir? Halbuki kendi takdirinin başkasının elinde olduğunu ahiretten önce bu dünyada da görmektedir. Allah'ın kararı karşısında bütün tedbirler anlamsız kalır. Bir yer sarsıntısı, bir fırtına, nehirlerin ve denizlerin kabarması ona Allah'ın gücü karşısında çaresiz olduğunu göstermek için yeterli değil midir? Anî bir olay sağlıklı bir insanı felce uğratabilir. İktidar sahibi Allah (c.c.) bir çırpıda onu alaşağı edebilir. Daha önce kendilerine karşı çıkmaya kimsenin cesaret edemediği en yüksek ve güçlü milletler, takdir değiştiği zaman dünyada hor duruma düşerler. İnsan, kendisinin üzerinde bir kimse olmadığını nasıl olur da düşünebilir?

Beled suresi ayet 6
O: "Yığınla mal tüketip-yok ettim" diyor.

Bu ifade şu anlama gelmektedir: İnsan kendi mal varlığı karşısında kibirlenerek, 'yığın yığın mal serfatmeme rağmen benim için farketmez çünkü çok malım var' der. Bu harcamayı iyi bir iş için değil sadece gösteriş için yapmıştır. İleriki ayetlerden, servetini büyüklük taslamak ve gösteriş için sarfettiği anlaşılmaktadır. Yani şairlere büyük mükafaatlar vererek, evlenme ve ölüm merasimi için binlerce kişiye yemek vererek, kumarda kazandığı zaman develer keserek, festival ve törenler yaparak, bu gibi diğer eğlencelerde birbiriyle yarışarak, meşhur olmak için mal sarfediyorlardı. Bu şekildeki sayısız ve boşuna merasimler cahiliye döneminde cömertlik alameti ve büyüklüğün işareti sayılırdı. Böyle harcamada bulunanlara kasideler yazılıyor, bunda da birbirleriyle yarışıyorlardı.

Beled suresi ayet 7
Kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor?

Yani, büyüklük taslayanlar Allah'ın onları gözetlediğini anlamıyorlar. Onların bu serveti nasıl elde ettiklerini, niçin kullandıklarını, hangi niyetle ve ne maksatla harcadıklarını görmektedir. Onlar şöhret hırsı ve meşhur olmak için yaptıkları bu israfın Allah (c.c.) katında bir değer taşıdığını mı zannediyorlar? Bu dünyada insanları kandırdıkları gibi Allah'ı da kandırabileceklerini mi sanıyorlar?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Beled suresi ayet 8
Biz ona iki göz vermedik mi?

Beled suresi ayet 9
Bir dil ve iki dudak?

Yani, biz ona ilim ve akıl vermedik mi? İki gözden kasıt, hayvanî gözler değil insanî gözlerdir. Yani, gözünü açıp bakarsa çevresinde, gerçeğin işaretlerini görecek ve yanlış ile doğru arasındaki farkı anlayabilecektir. Dil ve dudaklardan kasıt, sadece konuşan organlar değil aslında nefs-i nâtıkadır. Bu organların arkasında düşünme ve anlama yeteneği de vardır. Bu organlar, insanın hissettiğini dile getirmek için araçtırlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Beled suresi ayet 10
Biz ona 'iki yol-iki amaç' gösterdik.

Yani, biz insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek kendi kendine yol bulsun diye bırakmadık. Ayrıca yol da gösterdik. Düşünerek ve anlayarak dilediğini seçmesi için ona iyilik ve kötülük, doğruluk ve sapıklıktan oluşan iki yol açıkladık. Aynı konuyla ilgili olarak Dehr suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Biz insanı katışık bir nutfeden yarattık, onu deneriz, bu yüzden onu işitir ve görür kıldık. Şüphesiz ona yol gösterdik, kimi buna şükreder kimi de nankörlük eder."

Beled suresi ayet 11
Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi.

"Akabe" zor geçit demektir. Zor geçit hakkında şöyle denir: Akabe geçilerek dağların yükseklerine çıkılır. Bu nedenle bu ayetin anlamı, "ona iki yol gösterdik" demektir. Birincisi, bu yol yükseklere gider ama meşakkatli ve zor geçitlere sahiptir. Onu geçmek için insan nefsine, heveslerine ve şeytanın vesveselerine karşı mücadele etmelidir. İkinci yol onu uçuruma götürür. Bu yol kolaydır. Çünkü ona düşmek için bir meşakkata ihtiyaç yoktur. Kendini serbest bırakması yeterlidir. Nefsinin bağlarını gevşetmesi ile dalalete düşer. Kendisine iki yol gösterdiğimiz insan uçuruma giden yolu izlemiş ve onu yükseklere çıkartacak olan zor geçitten vazgeçmiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Beled suresi ayet 12
Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?

Beled suresi ayet 13
Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek) tir;

Beled suresi ayet 14
Ya da açlık gününde doyurmaktır,

Beled suresi ayet 15
Yakın olan bir yetimi,

Beled suresi ayet 16
Veya sürünen bir yoksulu.

Yukarıda onların israfından sözedilmiştir. Kendini büyük göstermek ve başkalarına karşı iftihar etmek için israf ediyordu. Bu nedenle burada mal sarfetme yolu gösterilmiş ve ahlâkî bozgunluğa uğramanın insanı yoksullaştıracağı açıklanmıştır. Bu tür harcamada şehvanî lezzet yoktur. Tersine fedakarlık için nefsin zorlanması vardır. Köle azat etmek veya bir kimseye malî yardımda bulunmak, bir borçlunun borcunu ödemek, yük altında ve borç içinde olan çaresize yardım etmek, aç bir kimseyi doyurmak, akraba veya komşu olan yetime destek olmak, iflas ve fakirlik dolayısıyla muhtaç duruma düşene yardımcı olmak gibi davranışlar belki insanlara şöhret kazandırmaz ve diğerleri gibi meşhur olmazlar ama ahlâkî bakımdan yükselebilmeleri için bu zor geçitlerden geçmelidirler.
Bu ayetlerde iyilikler zikredilerek, Rasulullah'a bunların fazîletleri açıklanmıştır. "Köle azat etmek" hakkında pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan biri Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadistir: "Rasulullah şöyle buyurdu: "Mü'min bir köle azat eden bir kimseyi Allah, o kölenin her uzvuna karşılık bir uzvunu cehennem ateşinden koruyarak mükafatlandıracaktır. Eline karşı el, ayağına karşı ayak, fercine karşı ferc." (Müsned-i Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî, Neseî) . Hz. Ali b. Hüseyin (Zeynelabidin) , bu hadisi rivayet eden Sad b. Mercan'a şöyle sormuştu: Sen Ebu Hureyre'den bu hadisi kendin duydun mu? O da "evet" demişti. Bunun üzerine İmam Zeynelabidin en kıymetli kölesini çağırdı ve onu hemen azat etti. Müslim'de şöyle beyan edilmiştir: Bu köle için on bin dirhem verenler vardı. İmam Ebu Hanîfe ve İmam Şa'bi bu ayete dayanarak, köle azat etmenin sadakadan daha efdal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allah (c.c.) bunu zikretmeyi sadakadan öne almıştır.
Miskinlere yardımın fazîleti hakkında Rasulullah'tan pek çok hadis rivayet edilmiştir. Birisi şu hadistir: Ebu Hureyre rivayet ediyor ki, "Dul ve miskinlere yardım için uğraşmak, Allah (c.c.) yolunda cihad gibidir." (Ebu Hureyre diyor ki, Rasulullah'ın, bununla uğraşan kimse namaz için kıyam etmiş ve hiç dinlenmemiş ya da peşpeşe oruç tutmuş ve hiç ara vermemiş gibidir" dediğini sanıyorum) (Buharî ve Müslim) .
Yetimler hakkında Rasulullah'ın pek çok buyruğu vardır. Sehl b. Sad'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Akrabası olmayan yetime kefalet eden kişiyle ben cennette şöyle olacağız. (iki parmağını yanyana göstererek) " (Buharî) . Ebu Hureyre bir başka hadis daha rivayet eder: "Müslümanların evlerinden en iyisi evde yetime iyi muamele edilendir. En kötüsü ise kötü muamele edilendir" (İbn Mace, Buharî) , Ebu Ümame diyor ki, Rasulullah şöyle buyurdu: "Eğer bir kimse yetimin başını okşamışsa ve bunu sadece Allah (c.c.) rızası için yapmışsa, çocuğun kaşındaki saçlar sayısı kadar, okşayan kişiye sevap yazılacaktır. Bir kimse erkek ve kız yetime iyi muamele yapmışsa o ve ben cennette şöyle olacağız. Bunu dedikten sonra Rasulullah iki parmağını birleştirerek gösterdi." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî) . İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir: "Bir kimse yetimi kendi yemeğine ve içeceğine ortak etmişse Allah (c.c.) ona cenneti vacib kılmıştır. Affolmayacak bir günah işlemesi bundan müstesnadır." (Şerhu's-Sünne) . Ebu Hureyre şöyle buyurdu: "Bir şahıs Rasulullah'a kalbinin çok katı olduğundan şikayet etti. Rasulullah şöyle dedi: Yetimin başını okşa ve miskinlere yemek yedir." (Müsned-i Ahmed
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Beled suresi ayet 17
Sonra iman edenlerden, sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olma.

Yani bu özelliklerin yanısıra insanın mü'min olması da şarttır. Çünkü imanı olmayanın hiçbir ameli salih sayılmaz ve Allah (c.c.) indinde kabul olmaz. Kur'an'da pek çok yerde, iyiliğin yalnız iman ile yapılırsa kıymeti olduğu ve onun kurtuluşuna vasıta olacağı açıklanmıştır. Mesela Nisa suresinde şöyle buyurulmuştur: "Mü'min olan erkek ve kadınlardan iyi işler işleyenler cennete girerler. Kıl kadar zulüm görmezler" (Nisa 124) Nahl suresinde ise şöyle buyurulmuştur: "Kadın olsun, erkek olsun inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz" (Nahl 97) . Mü'min suresinde şöyle buyurulmuştur: "Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar cennete girerler, orada hesapsız şekilde rızıklanırlar" (Mü'min 40) . Kur'an'ı mütalaa edenler, nerede salih amele karşılık ecir verileceği zikredilmişse orada muhakkak imanın da şart koşulduğunu göreceklerdir. İmansız bir ameli Allah (c.c.) kabul etmez ve karşılığında mükâfaat vermeyi de vaat etmemiştir.
Burada ayetteki önemli bir nokta gözden kaçırılmamalıdır. Ayette "ondan sonra iman etti" denmemiştir. Şöyle buyurulmuştur: "ondan sonra iman edenlere katıldı." Bunun manası şudur: sadece ferdî olarak iman etmek yeterli değildir. Her iman eden başka iman edenlerle birleşmelidir. Böylece mü'minlerden bir toplum vücut bulur. Toplumsal olarak da salih sayılmış ameller ikame edilir, kötü ameller de ortadan kaldırılır. Çünkü bu imanın gereğidir.

Bunlar mü'min toplumun iki özelliğidir ki iki kısa cümle ile beyan edilmiştir. Birinci özellik, birbirine sabrı telkin ederler. İkinci özellik, birbirlerine merhameti telkin ederler.
Sabır hakkında daha önce pek çok yerde açıklama yaptık. Kur'-an-ı Kerim'de bu kelime çok geniş anlamlarıyla kullanılmıştır. Mü'minin tüm hayatı sabırla doludur. İman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah'ın emirlerine uymak ve itaat etmek sabır ister. Allah'ın ibadetlerine yerine getirmek sabır ister. Allah'ın haramlarından sakınmak sabırsız mümkün değildir. Kötü ahlâkı bırakmak ve temiz ahlâka uymak sabır ister. Adım adım insanı günaha teşvik eden şeylerden sakınmak ancak sabırla mümkündür. Hayatta sayısız olaylarla karşılaşır ki eğer Allah'ın kanununa uyarsa bu dünyada mahrumiyetler ve musîbetler ile karşıkarşıya kalır. Bunun tersine Allah'a itaatsizlik yolunu izlerse o zaman pek çok fayda ve lezzetler elde etmeyi ümit edebilir. Sabır olmadan bu gibi şartlarda bir mü'min kolay kolay günahlardan sakınamaz. Ayrıca, insan iman ettikten sonra nefs ve hevasından tutun ailesi, kabilesi, cemiyeti, kavmi, ülkesi, bu dünyadaki cin ve insanlara varıncaya kadar herkes ona karşı çıkmaktadır. Hatta Allah (c.c.) yolunda hicret ve cihad etmeye sıra geldiğinde ona karşı çıkanlar karşısında sabır özelliği olmadan tutunamaz. Açıktır ki mü'minler bu zor imtihanların her birinde her an yenilgiye düşebilir. Başarması çok zor bir iştir. Bunun tersine, her ferdi hem kendisi sabreden hem de sabrı tavsiye eden mü'minlerden müteşekkil bir toplumun hayatında, bu imtihanlara karşı yardımlaşma olursa toplumca başarıya ulaşılır. Bu toplum şerre karşı büyük bir güç teşkil eder ki insanlık toplumunu iyiliğe götürmek için bu büyük bir ordu demektir.
Şimdi "merhamet"e gelelim. Bu, iman edenlerin, mü'min toplumunun ayrıcalıklı bir vasfıdır. Onlar katı kalpli, merhametsiz ve zalim bir toplum değildir. Mü'minler, insanlığın merhametli, şefkatli ve birbirinin dert ortağı olanlara sahip toplumudur. Şahıs olarak bir mü'min Allah'ın merhametinin bir gölgesidir. Toplum olarak da mü'minlerdeki bu özelliği Allah'ın Resulü temsil eder ki Kur'an onu şöyle tasvir etmiştir: "Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya 107) .
Rasulullah'ın en fazla üzerinde durduğu şey, ümmeti arasında yaymaya çalıştığı yüksek ahlâkî meziyetti. Bu ise rahmet özelliğidir. Rasulullah'ın irşadları incelendiğinde anlaşılacaktır ki, bu mesele Rasulullah'ın önünde en önemli mesele olarak yer almaktaydı. Cerir b. Abdullah rivayet ediyor, Rasulullah şöyle buyurdu: "İnsanlara merhamet etmeyene Allah (c.c.) da merhamet etmez." (Buharî, Müslim) . Abdullah b. Amr b. As şöyle rivayet etti: "Rasulullah buyurdu ki, merhamet edenlere Rahman da merhamet eder. Yer yüzündekilere merhamet edin ki gök sahibi de size merhamet etsin" (Ebu Davud, Tirmizî) . Saîd Hudrî Rasulullah'tan rivayet etti: "Merhamet etmeyene merhamet edilmeyecektir" (Buharî) . İbni Abbas, Rasulullah şöyle buyurdu, dedi: "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklere ilgi göstermeyen bizden değildir." (Tirmizî) . Ebu Davud, Abdullah b. Ömer'den nakletti: "Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerin hakkını tanımayan bizden değildir." Ebu Hureyre diyor ki; "Ben Ebu'l Kasım'dan duydum: Bahtsız insanın kalbinden merhamet alınır" (Ahmed, Tirmizî) . İyaz b. Hamer rivayet etti: "Üç tip insan cennetliktir. Birisi de, her akrabası ve Müslüman için merhametli, yumuşak kalp taşıyandır" (Müslim) . Numan b. Beşir rivayet etti: "Sen mü'minleri, merhamet ve muhabbetli, birbiriyle dertleşen bir bünye olarak görürsün. Bünyenin bir uzvu sancı hissetse bütün bünye uykusuz kalır ve hastalanır" (Buharî ve Müslim) . Ebu Musa Eş'arî rivayet etti: "Mü'min, diğer mü'min için duvar gibidir. Herkesin bir kısmı diğeri ile sağlamlaşır" (Buharî, Müslim) . Abdullah b. Ömer rivayet etti: "Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm de etmez, yardımdan da vazgeçmez. Bir kimse kardeşinin ihtiyacını gidermek için çalışırsa, Allah (c.c.) da onun hacetini görmek için çalışır. Bir şahsı bir musibetten kurtarırsa Allah (c.c.) da onu kıyamet günü bazı musîbetlerden kurtarır. Bir Müslümanın ayıbını örterse Allah (c.c.) da kıyamet günü onun ayıbını örter."
Bunlardan anlaşılıyor ki, iman ettikten sonra salih amel işleyenlerin, iman edenler cemaatine katılmasına Kur'an'ın bu ayetinde işaret edilmiştir. Bundan ne gibi bir toplum kastedildiği açıklanmıştır.

Beled suresi ayet 18
İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) .
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Beled suresi ayet 19
Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme)

Bizim âyetlerimize küfreden, inanmayarak nankörlük eden kâfirler ise -ki o m ağrur kişi de bunlardandır- onlar, uğursuz kişilerdir, uğursuzluktan kurtulmayan, kitapları sol taraflarından verilecek olan, kendilerine de başkalarına da uğursuz olan kimselerdir.

Beled suresi ayet 20
'Kapıları kilitlenmiş' bir ateş onların üzerinedir.

Üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır.

MÜ'SADE, İysâd kökünden ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup "kapatılmış" demektir. "Kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim" mânâsına denir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetli olmasını gerektireceğinden bu onların cehen n emdeki azaplarının şiddet ve sonsuzluğundan kinayedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tekasür suresi ayet 3
Hayır; ileride bileceksiniz,

İş öyle değil, sakının, öyle kabir ziyaretine varıncaya kadar çoklukla öğünme ve gururlanma ile oyalanmayın, sonu kabre varan dünyada çok önemli olan görevi unutup da boş, gelip geçici şeylerle eğlenip oyalanmak, mal çokluğuyla gururlanmak aklı olanlara yakışmaz; gerçek, sandığımız gibi değil. İlerde bileceksiniz. Ne büyük gaflette bulunduğunuzu, bulunduğunuz halin sonu ne kadar kötü olduğunu, sonucunu gördüğünüz zaman anlayacaksınız.

Tekasür suresi ayet 4
Yine hayır; ileride bileceksiniz.

Sonra, hayır, ilerde bileceksiniz. Öncekini tekiddir. İkincinin birinciden daha belagatlı olduğuna delalet içindir. Bir de önceki ölüm sırasında veya kabirde, ikincisi de ölümden sonraki dirilme sırasında denilmiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tekasür suresi ayet 5
Vaz geçin, sizin anladığınız gibi değil, eğeryakın bir bilgi ile bilecek olsa idiniz, -öyle yapmazdınız .-

Ey gafiller!. Artık (Vaz geçin) öyle kibirli hareketlere nihayet verin, (sizin anladığınız gibi değil) Ey inkarcılar!., (eğer yakın bir bilgi ile bilecek olsa idiniz...) yâni: Yaptığınız kibirlice hareketlerin ne kadar boş, ne derece çirkin şeyler olduğunu yakın bir şekilde bilmiş olsa idiniz öyle yapmazdınız, istikbâlinizi düşünürdünüz, çokça servetiniz, fâni varlığınız, sizi oyalamazdı, güzel amellerde bulunarak bir ebedî saadete aday bulunmuş durdunuz, sizin bilginiz ise haddizatında bir cehaletten başka değildir. İstikbâlinizi aydınlatmak ve temin edemeyen âdi bir bilginin haddizatında ne kıymeti olabilir?

Tekasür suresi ayet 6
Andolsun ki, cehennemi mutlaka göreceksinizdir.

(Andolsun ki: Muhakkak, takdir edilmiş durumdur ki, ey hayatlarını bir câhilce gurur ile zayi eden kimseler!.. (O cehennemi mutlaka göreceksinizdir.) İnkarcılar için, yalnız dünyaya çalışıp âhireti terk edenler için takdir edilmiş olan cehennemi elbette ki; müşahede edeceksinizdir, onun ne kadar korkunç bir azap mahalli olduğunu anlayacaksınızdır.

Tekasür suresi ayet 7
Sonra onu elbette ki : Çıplak gözle göreceksinizdir.

(Sonra onu) O cehennemi (elbette ki, Aynel'yakin göreceksinizdir.) pek açık, yakın bir mahiyette müşahede etmiş olacaksınızdır. Mahşer âleminde böyle bir görüşte bulunacaksınızdır. Bunda asla şüphe yoktur. Binaenaleyh bu akıbeti düşünün de daha fırsat elde iken kurtuluş çaresini temine çalışın, öyle gafilce bir hâlde yaşayıp durmayınız.

Tekasür suresi ayet 8
Sonra and olsun ki: O gün her nimetten muhakkak sorulacaksınızdır.

(Sonra andolsun ki,) O cehennemi göreceğiniz zaman (her türlü nimetten muhakkak sorulacaksınızdır.) şimdi dünyada iken nail olduğunuz sıhhat ve selâmetten, servet ve kudretten, çoluk çocuktan, yâni: Sizi Kerem Sahibi Mabudumuza itaatten, şükürden meşgul kılmış olan her türlü dünyevi varlıklarınızdan, kendilerine iftihar edip, lezzet almış bulunduğunuz şeylerden muhasebeye tâbi tutulacaksınızdır. Artık bu akıbeti düşününüz de ona göre hayatınızı tanzime çalışınız, sonra pişmanlık fâide vermez.

Bu sual, bir görüşe göre yalnız kâfirler hakkında vâki olacaktır. Diğer bir görüşe göre de mü'minler de, kâfirler de, dünyadaki nimetlerinden dolayı bir suale tâbi olacaklardır. Şu kadar var ki: Kâfirler hakkındaki sual bir kınama sualidir, çünkü, onlar, nail oldukları nimetlerin şükrünü yerine getirmemiş, küfür içinde yaşamışlardır. Müminlerin hakkındaki soru ise bir şereflendirme sorusudur, onların şükür vazifesini yerine getirmiş olduklarını teşhirdir. Çünkü: Mü'minler, şükür etmiş, itaatte bulunmuşlardır, "Tefsİr-i kebîr."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Fil suresi ayet 1
Görmedin mi, Rabb'in fil sâhiplerine ne yaptı?

Burada muhatabın Rasulullah olduğu görülse de aslında muhatap Kureyşlilerdir. Aynı zamanda, Arabistan'da bulunan ve bu kıssaya vakıf olan herkes muhataptır. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde "elem tere" (görmedin mi?) kelimesi kullanılmıştır. Burada kastedilen Nebi (s.a) değil, bütün insanların muhatap olmasıdır. Ayrıca, buradaki "görmedin mi?" kelimesi, Mekke'de onun çevresinde ve Arabistan'ın Mekke'den Yemen'e kadar genişliği olan bölgesinde, fil olayına şahit olan ve hayatta bulunan insanlar için de kullanılmıştır. Çünkü bu olay 40-45 sene önce vuku bulmuştu. Bütün Arabistan bunu mütevatir haberlerle almış ve duymuştu. Bu olay oradaki insanlar için, kendi gözleriyle görmüş kadar kesin bir olay olarak bilinmekteydi.

Burada Allah, ehl-i fil'in kim olup nereden geldiklerini, ne maksatla geldiklerini açıklamamıştır. Çünkü bunların hepsi bilinen şeylerdi.

Fil suresi ayet 2
Onların 'tasarladıkları planlarını'(3) boşa çıkarmadı mı?

Burada "keyd" kelimesi kullanılmıştır. Bu bir şahsa zarar vermek için "gizli tedbir" manasında kullanılır. Burada bu gizli şeyin ne olduğu sorulabilir. 60.000 asker ve filler ile Yemen'den Mekke'ye hareket eden Ebrehe'nin Kabe'yi yıkmak için geldiği gizli değildi. Onun için buna gizli tedbir diyemeyiz. Fakat Habeşistanlıların gizli amacı, Kâbe'yi yıkarak Kureyş'i ezmek idi. Bütün Arapları korkutarak Güney Arabistan'dan Şam ve Mısır'a uzanan ticaret yolunu ele geçirmek istiyorlardı. Onlar bu maksatlarını gizli tutmaktaydılar. Kabe'ye saldırmaları zahiren, Arapların kiliseye saygısızlık yapmalarının intikamı olarak gözüküyordu.

Buradaki kelime, "tatlil"dir. Yani onların tedbirlerini saptırmıştır. Istılahta bir tedbiri saptırmaktan maksat onu zayi etmektir. Kendi maksadını elde etmek için onu başarısız kılmaktır. Okun nişanına oturmaması gibi. Kur'an-ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkar." (Mü'min 25) Diğer bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Hainlerin tuzağını Allah'ın başarıya ulaştırmayacağını bilsin." (Yusuf 52) Araplar, İmru'l Kays'a "el-meliku'l zelil" (ziyan eden kral) diyorlardı. Çünkü o, babasından aldığı krallığı kaybetmişti.

Fil suresi ayet 3
Onların üzerine ebabil (sürü sürü) kuşlarını gönderdi.

Burada "tayran ebâbile" kelimesi kullanılmıştır. Urduca'da "ebabil" kelimesi bir kuş için kullanılır. Onun için bizde genellikle Ebrehe'nin üzerine ebabil kuşları gönderildiği zannedilir. Oysa Arapça'da "ebabil", çeşitli yönlerden gelen sürüler anlamındadır. Bunlar insanlar da hayvanlar da olabilir. İkrime ve Katade, bu kuş sürülerinin Kızıldeniz tarafından geldiklerini söylerler. Said b. Cübeyr ve İkrime, bu kuşların daha önce hiç görülmediklerini, daha sonra da görülmediklerini belirtirler. Bu kuşlar Necid'de bulunan kuşlardan değillerdi. İbn Abbas, bunların gagalarının kuşlar gibi, ama pençelerinin köpek pençeleri gibi olduğunu söyler. İkrime, başlarının av kuşlarına benzediğini söyler. Yaklaşık olarak bütün raviler müttefiktirler ki, her bir kuşun gagasında bir taş pençelerinde ise iki taş vardı. Mekkelilerin bazıları, o taşları uzun süre saklamışlardı. Ebu Nuaym, Nevfel b. Ebu Muaviye'den şöyle nakledilmiştir: "Ben Ashab-ı fil üzerine düşen taşlardan gördüm. Onlar bezelyenin küçük taneleri kadardı ve siyaha çalan kırmızı renkteydi." İbn Abbas, Ebu Nuaym'dan taşların çam fıstığı kadar olduklarını nakletmiştir. İbn Merduye'nin rivayetine göre taşlar, keçinin tersi kadardı. Anlaşılıyor ki, bu taşlar aynı büyüklükte değildi.

Fil suresi ayet 4
Onlara 'pişirilip-sertleştirilmiş balçık taşları' atıyorlardı;

6. Buradaki kelime "bi hicâretin min siccîl"dir. Yani siccîl'den bir taş. İbn Abbas bu kelimenin, aslen Farsça bir kelime olan "seng" ve "gil"den alınma olduğunu söyler. Bundan murad, çamurdan yapılmış ve pişirilerek sertleştirilmiş taştır. Kur'an-ı Kerim de bunu teyid etmektedir. Hud suresi 82 ve Hicr suresi 74'te Lut kavmi üzerine siccîl taşlarından yağmur yağdırıldığı açıklanmıştır. Aynı taşlar hakkında Zariyat suresi 33'te "hicâretin min tîn", yani toprak ve çamurdan yapılmış taş buyurulmuştur.
Bu devirde Kur'an'ın anlamı hakkında çok değerli araştırmalar yapan merhum Mevlana Hamîdüddin Ferahî, bu ayetteki "termî-him"de failin, "gördünüz mü?"de muhatab alınan Mekke ehli ve diğer Araplar olduğunu söylemiştir. Kuşlar hakkında ise, onların taş atmadıklarını, aslında Ashab-ı fil'in cesetlerini yemek için geldiklerini belirtir. Bu konuda verdiği deliller kısaca şöyledir: Ona göre Abdulmuttalib'in, Ebrehe'nin yanına giderek Kabe hakkında konuşmak yerine develerini talep etmesi rivayeti kabul edilemez. Ayrıca Kureyşlilerin ve hac için gelmiş diğer Arapların, Ebrehe'nin hücumuna karşı koymayarak Kabe'yi Allah'ın takdirine bırakmaları ve dağlara çekilmelerini de kabul etmek mümkün değildir. Bu olayın gerçekliği ona göre şudur: Araplar Ebrehe'nin askerlerini taşladılar. Allah (c.c.) da tufan göndererek taşlar yağdırdı ve Ebrehe'nin askerlerini helak etti. Daha sonra onların cesetlerini yemek için kuşlar gönderildi. Ama girişte açıkladığımız gibi, rivayet Abdulmuttalib'in sadece develerini almak için gittiği şeklinde değildir. Hatta bir rivayette develerden söz edilmemiş ve Ebrehe'nin Kabe'yi yıkmaktan vazgeçmesine çalışıldığı kaydedilmiştir. Bütün güvenilir rivayetlere göre Ebrehe'nin ordusunun hücumu Muharrem ayında vuku bulmuştur. O zaman hacılar hac görevlerini bitirip dönmüşlerdi. Biz ayrıca Kureyşlilerin, 60.000 askere karşı koyamayacaklarını, bu sayının çevredeki Arap kabilelerin gücünün de üstünde olduğunu söylemiştik. Onlar Ahzab savaşı sırasında çok büyük hazırlıklara rağmen ve bütün müşrik Araplar ve Yahudi kabileleri birleştikleri halde ancak 10-12.000 kişi toplayabilmişlerdi. 60.000 askere karşı çıkmaya nasıl cesaret edebilirlerdi? Buna rağmen, bu delilleri bir kenara bırakıp Fil suresinin sadece söz dizimi üzerinde düşünsek bile söz konusu tevil uygunluk arzetmez. Eğer taşları Arapların attığı ve bundan dolayı Ashab-ı fil'in de yenilmiş ekin gibi olduğu, kuşların ise onların cesetlerini yemek için geldiği söylenseydi o zaman söz dizimi şöyle olurdu: "Onlara, pişirilmiş taşlar atmıştınız. Sonra Allah (c.c.) onları yenilmiş ekin gibi yapmıştı ve üzerlerine kuş sürüleri göndermişti."
Ama biz görüyoruz ki, Allah (c.c.) burada önce kuş sürülerini zikretmiş, hemen sonra üzerlerine pişirilmiş taş yağdırıldığını belirtmiş, daha sonra da onların yenilmiş ekin haline döndüklerini açıklamıştır.

Fil suresi ayet 5
Sonunda onları, yenik ekin yaprağı gibi kıldı.

Buradaki kelime "ke asfin me'kul"dur. "Asf" kelimesi Rahman suresi 12. ayette de kullanılmıştır: "zu'l asfi ve'r reyhan" (yaprak, taneler ve hoş kokulu bitkiler) . Buradan anlaşılıyor ki, "asf"in manası, dışı kabuk olan tanedir. Çiftçi onların tanelerini çıkararak kabuklarını hayvanlara yem olarak atar. Hayvanlar da bir kısmını yer, bir kısmını ayakları altına düştüğü için çiğner. "Keasfin me'kul" de bu demektir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt