Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kurana göre ADEM a.s. (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

Bakara suresi ayet 30
Hani Rabbin, Meleklere: "Muhakkak ben, yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti. Onlar da: "Biz seni şükrünle yüceltir ve (sürekli) takdis ederken, orada bozgunculuk çıkaracak ve kanlar akıtacak birini mi var edeceksin?" dediler. Allah: "Şüphesiz sizin bilmediğinizi ben bilirim" dedi.

Bir zaman rabbin. meleklere, yaratacağı Âdemi kastederek "Yeryüzünde yaratıklarım arasında hükmetmekte beni temsil edecek bir halife yaratacağım." demişti. Melekler de: "Ey rabbi m iz, bildir bize, sen, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini yaratıp ta Halifeni bizden yapmayacak mısın? Halbuki biz seni Överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz" dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben Âdem ve İblis hususunda sizin bilmediğniz şeyleri bilirim." dedi.

Allah teala, bundan önceki âyette yeryüzünü, gökleri ve onlarda bulunanları yaratıp insanoğlunun hizmetine tahsis ederek ona lütfettiği nimetlerini zikretmiş bu âyet-i kerimede ise, bizim de o fâsıkların da atası olan Hz. Ademi yaratacağını, onu yeryüzünde Halife kıldığını beyan etmiştir? Bundan sonra gelen âyet-i kerimelerde de Hz. Âdemin, İblisin vesveselerine uyarak rabbinin yasağını ihlal ettiğini, böylece cezalandırıldığını daha sonra ise yaptığı hatadan dolayı tevbe edip o hatadan vaz geçmesi üzerine onu affettiğini fakat, Allah'a isyan eden İblis'in isyanında direttiği için onu dünyada lanete uğrattığını âhirette ise ebedi olarak devam edecek cehennem azabına sokacağını beyan etmiştir. Böylece Allah teala, insanlardan fâsık ve kâfir olanlardan, tevbe edip kendisine yönelenler hakkındaki hükmüne ve isyanında ısrar eden mağrurlar hakkındaki yargısına dair uyarsın. Onlar da düşünüp ibret alsınlar, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu idrak etsinler, onun, Allah katından getirdiklerinin doğru olduğuna inansınlar. Zira Hz. Muhammed'in, Allah katından getirdiği şeyler, ehl-i kitabın kitaplarında da mevcut olan hükümlerdir. Onlar bu tür şeylere yabancı değillerdir. O halde Hz. Muhammed'e diğer insanlardan daha önce onlar iman etmelidirler.

Âyet-i kerimede geçen ve "Bir zaman" diye tercüme edilen kelimesi, Basra âlimlerinin bir kısmı tarafından, "Anlam ifade etmeyen zaid bir harftir" şeklinde izah edilmeye kalkışılmış ise de Taberi bunun yanlış olduğunu kelimesinin, belli olmayan bir zamanı ifade ettiğini ve kendisinden Önce "Hatirlayın" anlamında bir kelimenin takdir edildiğini ve âyetin mânâsının "Ha*tırlayın bir zaman rabbin meleklere..." şeklinde olduğunu söylemiştir. "Melekler" anlamına gelen kelimesi ise kelimesinin çoğuludur. kelimesinin asli da dür. Hemze düşürülmüş ve harekesi Lam'a verilmiştir. Bu kelime "Göndemıek" mânâsına gelen kökünden türetilmiştir. Meleklere bu adın verilmesi, Allah'ın Peygamberine ve kullarına gönderdiği elçileri olmalarındandır.

Ayet-i kerimede zikredilen "Yeryüzü" kelimesinden maksat, bir kısım âlimlere göre "Mekke-i Mükerremedir" Âyette geçen "Halife" kelimesinin mânâsı ise, "Gidenin yerine gelen" demektir. Bu hususta başka bir âyette şöyle Duyurulmaktadır. "Sonra da sizi o nesillerin ardından, ne yapacağınızı görmemiz için yeryüzünde Halifeler kildık."(10/4)

Eğer denilecek olursa ki: "Yeryüzünü Hz. Âdemden önce imar eden kim vardı ki Allah teala meleklere, onların yerine yeryüzünü imar edecek olan Hz. Ademi yaratacağını bildirdi? "Ona cevaben denilir ki: "Bu hususta müfessirler çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:

Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre, Hz Âdem daha önce yeryüzünde yaşayan ve orada bozgunculuk çıkardıkları için yok edilen cinlerin yerine yeryüzünde Halife olarak yaratılmıştır. Dehhak, Abdullah b. Abbas'm şunları söylediğini rivayet etmiştir: Yeryüzünde ilk yaşayan Cinlerdi, onlar orada bozfunculuk çıkardılar, kan döktüler ve birbirlerini öldürdüler. Bunun üzerine Allah onlara, meleklerden meydana gelen bir ordusuyla birlikte İblisi gönderdi. İblis, beraberinde bulunanlarla birlikte cinlere karşı savaştı. Onları adalara ve dağların başlarına kaçmaya zorladı. Sonra Allah teala Âdemi yarattı. Onu yeryüzünde Cinlerin yerine getirdi.

Hasan-ı Basri ise, bu,âyette zikredilen "Halifeliği" şöyle izah etmiştir: "Ben, yeryüzünde soyu birbirlerine Halife olacak Âdemi göndereceğim, "buna göre Hz. Âdemin soyundan gelenler hem Âdemin hem de birbirlerinin halifeleri olacaklarından Âdem'e "Yeryüzüne gönderilecek Halife" diye ad verilmiştir.

Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'uddan nakledilen başka bir görüşe göre âyette zikredilen "Ben, yeryüzünde bir Halife yaratacağım." ifadesinden maksat, Allah tealanın yeryüzüne, Hz. Âdemi, kulları arasında hüküm verme bakımından Halifesi olarak göndermesidir. Bu sahabiler, âyeti izah ederlerken şöyle demişlerdir: "Allah teala meleklere: "Ben, yeryüzünde bir Halife yaratacağım." deyince Melekler: "Ey rabbimiz, bu halife nasıl bir şey olacak?., dediler. Allah teala: "O, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, birbirlerini kıskanan ve birbirlerini öldüren soyların atası olan bir kişi olacaktır." buyurmuştur.

Müfessirler, bu âyet-i kerimeye dayanarak, insanlar arasında çıkacak anlaşmazlıkları çözüme kavuşturması, zalimden mazlumun hakkını alması, cezaları tatbik etmesi, hayasızlığı önlemesi ve devlet idaresiyle ilgili bütün vazifeleri yerine getirmesi için Halife seçmenin vacip olduğunu söylemişlerdir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 31
Ve Adem'e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: "Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle haber verin" dedi.

Allah Âdeme insan soyunun, meleklerin ve her şeyin ismini öğretti. Sonra bu isimleri meleklere göstererek şöyle dedi: "Ey meiekler, yeryüzünde sizi halife yaparsam beni teşbih sedeceği.niz ve beni yücelteceğiniz, sizin dışınizda-kilerden halife seçersem, onların soylarının bana isyan edecekleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp kan dökecekleri iddianızda doğru iseniz şunlann isimlerini bana söyleyin."

Aslında melekler de, Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığını ve yaptığı her işte hüküm ve hikmet sahibi olduğunu çok iyi bilmekteydiler. Fakat Allah teaîa, onların da bilmedikleri şeyleri Uz. Âdemin bildiğnini onlara göstererek, Hz. Ademin, yeryüzünde halife olmaya onlardan daha layık olduğuna işaret buyurdu.

"Âdem" ismi, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud. Ebu Musa el-eş'arî ve diğer bir kısım sahabilere göre kökünden türemiş bir kelime olup aslında "Yüz" veya "Deri" anlamına gelmektedir. Hz. Âdeme bu ismin verilmesinin sebebi, onun toprağının, yerin yüzünden alınma-smdandır.

Abdullah b. Abbas, Abüulah b. Mes'ud ve diğer bir k ısım sahabiierden, bu hususta şunları söyledikleri rivayet edilmiştir: "Ölüm meleği olan Azrail, Âdemin toprağını almak için yeryüzüne gönderilince O Âdemin toprağım, yemi yüzünden çeşitli yerlerden aldı. Birbirine karıştırdı. Aldığı toprak, kırmızı, beyaz ve siyah gibi renklerdeydi. Bu nedenle Âdemin soyundan gelen insanlar çeşitli renklerde oldular. Âdeme de "Deri" ve "Yüz" mânâsına gelen "Adem" adı verildi. Çünkü onun toprağı, yerin yüzü ve derisi durumunda olan bir topraktı.

Ebu Musa el-Eş'ari , bu hususta Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir.
"Şüphesiz ki Allah Âdemi, yeryüzünün bütününden aldığı, bir avuç topraktan yarattı. Bu sebeple Âdemin soyundan gelen evlatları, yeryüzünün şeklinde oldu. Onlardan bazıları kırmızı, bazıları beyaz, bazıları siyah bazıları da bunlann arası bir renkte oldu. Bazıları ovalar gibi yumuşak bazıları kayalar gibi sert, bazıları kötü bazıları iyidir.

Müfessirler, Allah tealanın, önce Hz. Âdeme öğretip daha sonra da meleklere sorduğu isimlerden neyi kastettiği hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Katade ve Hasan-ı Basriden nakledilen bir görüşe göre burada, öğretildiği zikredilen isimlerden maksat, bütün eşyanın ismidir. Bu huusta Dehhak, Abdullah b. Abbasın şöyle dediğini rivayet etmektedir. "Allah Âdeme bütün isimleri öğretti. Bu isimler bugün insanların, varlıkları tanımak için kullandığı isimlerdir. Mesela: "İnsan, hayvan yeryüzü, ova, deniz, dağ, merkep vb. şeylerin adları gibi isimlerdir." Mücahid de: "Allah Ademe her şeyin ismini öğretmiştir. Hatta, karganın, güvercinin ismini bile." Said b. Cübeyr: "Allah Âdeme her şeyin ismini öğretmiştir, hatta devenin, sığırın, koyunun ismini bile." demiştir. Said b. Mabed, Abdullah b. Abbasın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Allah Âdeme bütün eşyanın ismini öğretti. Çanak ve çömleğin adını, hatta yellenmeyi bile öğretti." demiştir.

b- Rebi' b. Enes ise, burada Âdeme öğretilen isimlerden maksadın, meleklerin isimleri olduğunu söylemiştir.

c- İbn-i Zeyd de, Allah tealanın, Hz. Âdeme öğrettiği isimlerden maksadın. Âdemin zürriyetinin isimleri olduğunu söylemiştir.

Taberi, âyet-i kerimede geçen ve "Onlar" anlamına gelen zamiri kullanıldığından ve bu zamirin de sadece insanlar ve melekler için kullanıldığından, buradaki isimlerden maksadın, meleklerin ve Âdem soyunun isimleri olduğunu söylemenin daha doğru olacağını ifade etmiştir.

Taberi, insan ve melekler yanında, diğer varlıklar da kastedildiği zaman zamiri Kur'an-ı kerimde kullanılmış ise de aslında bu zamirin insan ve melekler için kullanılması daha doğru olduğundan, buradaki isimlerden maksadın meleklerin isimleri olduğunu söylemenin de daha evla olacağını beyan etmiştir.

Taberi, Abdullah b. Abbasın, "Buradaki isimlerden maksat, bütün eşyanın ismidir." derken, Übey b. Kâ'b'ın bu âyeti şeklindeki kıraat a dayanarak söylemiş olabileceğini beyan etmiştir. Buna göre zamiri zikredilmiştir. Bu zamir de canlı ve cansız bütün varlıklar için kullanılan bir zamirdir.

Âyeti kerimede: "Sonra onları meleklere göstererek şöyle dedi." Duyurulmaktadır. Burada geçen "Onlar" ifadesinden maksat, daha önce de belirtildiği gibi, Abdullah b. Abbas Abdullah b. Mes'ud, Katade ve Mücahide göre. bütün eşyanın ismidir. İbn-i Zeyd'e göre. Âdemin soyundan gelen bütün insanların ismidir.

Ayet-i kerimede: "Eğer doğru söylüyorsanız." ifadesi zikredilmektedir. Müfessirler, melekerin hangi hususta doğru söyledikleri meselesinde farklı görüşler zikretmişlerdir.

Dehhakın Abdullah b. Abbastan rivayet ettiğine göre İbn-i Abbas, âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: "Eğer sizler benim yeryüzünde halife yaratmayacağım sözünüzde doğru söylüyorsanız şunlann isimlerini bana bildirin."

Ebu Mâlik ve Ebu Salih'in İbn-i Abbastan, Mürrenin de İbn-i Mes'ud dan ve diğer bir kısım sahabilerden naklettiğine göre, onlar âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: "Sizler, Âdemoğuİlannın, yeryüzünde bozgunculuk yapacakları ve kan dökecekleri iddianızda doğru iseniz şunların isimlerini bana bildirin."

Hasan-i Basri ve katade ise âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: "Eğer sizler benim yaratacağım her mahluktan daha bilgili olacağınız iddiamzda doğru iseniz şunlann isimlerini bana bildirin."

Taberi bu izahlardan ikinci izah tarzının daha isabetli olduğunu söylemiş ve bu izaha göre âyetin mânâsının şöyle olduğunu izkretmiştir;"Ey, "Sen bizi bırakıp ta yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yarat-caksın? Halbuki biz seni överek teşbih edeyor ve tenzih ediyoruz." diyen melekler, eğer sizler." Bizim dışımızda birini yeryüzünde halife yaparsan, onun soyu sana isyan eder, yeryüzünde bozgunculuk yapar ve kan döker. Halifeyi bizden yapacak olursan o halife sana itaat eder, emirlerine uyar ve seni teşbih ve tenzih eder" iddianızda doğru iseniz, şunlann isimlerini bana söyleyin bakayım." Eğer sizler, bunlar gözününüzn önünde mevcut oldukları halde isimlerini bilemezseniz ve sizin dışınızda birisi de benim kendisine öğretmemle bunları bilecek olursa, sizler gözünüzün görmediği ve henüz meydana gelmeyen şeyleri nereden bileceksiniz? O hakle bilmediğiniz bir şeyi bana sormayın. Çünkü ben sizin için de diğer yaratıklarım için de neyin daha uygun olduğunu çok iyi bilmekteyim.

Taberi diyor ki:
"Allah tealanın bu âyet-i kerimede meleklere sitem etmesi, oğlunun niçin suda boğulduğunu soran Nuh'a, şu âyetlerde sitem etmesi gibidir. ""Nuh rabbinc nidc ederek "Ey rabbim, şüphesiz ki oğlum ailemden-di. Senin, ailemi helak etmeme vaadin haktır. Sen de hükmedenlerin en adilisin." dedi." "Allah şöyle dedi: "Ey Nuh, o senin ailenden değildir. Çünkü o, iyi olmayan bir amel sahibidir. O halde bilmediğin bîr şeyi benden isteme. Cahillerden olınayasın diye sana öğüt veriyorum." "Nuh dedi ki: "Ey rabbim, bundan sonra gerçek yüzünü bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmez, rahmetinle esirgemezsen hüsrana uğrayanlardan olurum.
Melekler de hata ettiklerini anlayınca Allah'a tevbe etmişler
 
H

hado77

selamün aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü

boyut ve merhale farkı olarak nur ve toprak farkı. melkelerin tesbihi ve zikri ve inandıkları ezel ebed İLAHI ALLAH(cc) isimleri olarak bilinen esmasının hangileri ile rızıklanır. nefs boyutu dediğimiz olay husule gelince ne bilinmiyor da bilinene olur. hangi isimler anlama kazanır. BİR olan ALLAH(cc) diğer isimleri ile ete ve kemiğe bürünen insana hitap ederse ne olur. melekler isyan etmez itiraz da etmez. itiraz gigbi görünene husus kelamın daha ALLAH(cc) tarafından okunmamaış görüken halidir. imanın rüknü olan meleklere iman itirazı kabul etmez. esasında ALLAH(cc) kudretini bilen şeytanında isyanı isyan değildir. o kafir ol der kişi kafir olur sonra da ben alemlerin rabbine sığındım diye kaçar. meselenin özü ALLAH(cc) gerçek kudretini bilen hiç bir şey ona itaatsizlik edemez. nefse ağır gelen şey, aslında ileri gitme mukarreb ollma hali gibidir. ALLAH(cc) kadir olduğunu bilir ve şeytan yaşantısıyla bir şey ispatına çalışır. sen yarattığın kula söz geçiremeyebilirsin ben bunu gösterecem bana mühlet ver. isyan değil mehil alma. şayet başarırsa ALLAH(cc) huzurunda ben isyan etmedim hakkı söyledim. hak olan benim nefsimin ve nefislerin isyan edebileceği ve beni bu istidatla yarattın ben merhamet bekleyenlerdenim. yani namazsız niyazsız eşine çocuğuna dikkat etmeyen ehl-i kitap gibi yaşayan insan hali ikisi de RAHMAN(cc) inkar etmez ve ne yaparsak yapalımo bizi affeder der. yaratılış farklı ama nefisler aynı. ALLAH(cc) anlamak. onun hikmet sahibi olduğunu bilmek ama yarışmaya girmek istemek. ben daha iyi kulluk yaparım demek . o sorar SEN DER BİR KISIM meleğe VEDUD(cc)'E mi iman edip tesbih edeceksin isimleri bilmek ALLAH(cc) EN BÜYÜK İSİMLERİ OLAN KÜNHÜNÜ ÖĞRENİP KAİNATI RAHMAN VE RAHİM OLANIN ADIYLA okumak demek. melekler nurdan yaratılmış ve ALLAH(cc) ezeli ilmi gereği belki de ebedi olarak isimlerinin her zAMAN artan bir CEMİL(cc) sıfatıyla cezbesini öğrenecek. belki en güzel kuran daha okunmamaış olanı ve ALLAH(cc) YANINDAKİ HER KUL YANINDAKİ hz.cebrail(AS) DA olsa onun kudretini ve isismlerinin tecellilerini bekliyor. ne zamana kadar ? sonsuza kadar. her kul dünyaya geldiğinde tekvir eden dünyada HZ. CİBRİL(as) emin sıfatını alır o kulun ömründe, her kul yaratılışta bu sıfatala sıfatlanmak ALLAH(cc) diledikçe olur. sonu gelmez bir lezzet o nefis sahibi insanın takvasıyla ölçülür, ve vazife sahipleri vazifelerini o ölçüde yapmış addedilir. insan nefis yani et but sahibi olup bunu kullanmakal yükümlü olunca ne olur. mücadeleye başlar? nasıl mı? yaşayarak. kiminle şeytanın bir hali olan isyan hali ile . o kan döken aslında dur diyebilirse nefsine ALLAH(cc) hikmetini ilan eder. bütün hamdler sanayken o aleyhimüllane sana nasıl isyan etti der. kulukta ileri gi,tmek isteyen meleğe de sorar şeytanın o isyankar ve düzelmeyen halini verir hadi ben rızıklandırıyorum insna da onun gibi mücadele ediyor, gösterin kendinizi. saflar belirgeinleşir. insan bir kanadıyla melek olunca o isyankara meleki bir kuvvetle değil gayz ile kin ile yaklaşır ve o meleği alanın sessizlerine der ki sessiz ve gönülsüz olun rabbimizizn enrine. o gerçekten çok merhametli çok bağışlayıcı imiş der. böylece hikmet anlaşılır. insan meleki yönüyle meleği alaya ALLAH(cc) BİLİR biz bilrmryiz der. o insan şeytana sen ne akılsızlık yaptın da ALLAH(cc) isyan ettin der. aslolan o ilahi dergahta emre itaatken en temiz sayfaların sahibi kendine yakınlaşıldıkça meleği şeytanı ve insanı nasıl yarattığnı ve onların üstüne nasıl istiva ettiğini anlatır. kul kim isyan kim.biz uhudda arkadan vurlduk da efendimizin (SAS) emrini anladık. o meleği aLAnın sessizleri de kendileri et kemik giyse günaha fücura dalmış insanı gördü de insana tazim etti.anı donduran ALLAH(cc) nazarında 3 sınıf insan solcu, ashab-ı yemin ve mukarreb var. 3 varlık meleği cinni ve insi anlatır. saf tutup yeri AN itibari ile belli olmayan insan 3 halin de sahibi olmakla ona hakkı anlatan ALLAH(cc) emrine riayet edendir. o isya anı kitapta yazılı olan değil her namaz vakti hakkı tazim etmeyen dünyanın insanının evinde cereyan eder. hak(CC) için secde et. emre riayet meleği isyan şeytanı hikmet aramaksızın namaz kılan da insanı anlatır. o ilahi dergahta olan isyan her gün nice gönülde makes bulur. bak kendine bu isyana karşı ne yapabiliyorsan osun. itirazın nereye emre kayıtsız riayet edenlerden misin sorgulayan ya da umursamayanlardan mı? o zaman insi cinni ve meleği anlar insan. itaat etmeyen tek şey heva-i hevestir. isyan eden ancak kendi aleyhine isyan eder. ve kul esmanın tamaına şamil olan yüzüyle eşyayı yaratan rabbisinin adıyla okur. meleklerin vird edindiği isimlerin künhüne taraf olaninsan namazla yücelir melekileşir. şeytana çalım atar hz. cibril(AS) elinden tutanı olur da hakka vasıl olan ruh kurtuluşa ermiştir.Sen O'ndan râzı, O, senden râzı olarak dön Rabbine denir ona ilk halde geldiğin yere dönerken. ALLAH(cc) GÜNAHLARI AFFEDEN İSYANLARIMIZI VE İTİRAZLARIMIZI AFFETSİN. rauf(CC) rahim(CC) ĞAFUR(cc) tür. tevvab(CC) tır. tevbeleri çokça kabul eden HAMİD(cc) dir, bütün hamdler ona rabbimize mevlamıza aittir. bizi affet ey merhametliler merhametlisi ey anadan babadan merhametli ey merhametin ta kendisi. ALLAH(cc) BİZlerden razı olsun.
 

Gök Kubbe

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Ara 2008
Mesajlar
3,422
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
29
selamun aleyküm rabbim razı olsun emeğinize sağlık..::)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
hado77,
Değerli katkınız için teşekkür ederim Allah CC razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
küçük-kul,
Sizden de Allah CC razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 34
Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece) kafirlerden oldu.


"Secde edin Adem’e!"


Onlar da:

"Hemen secde ettiler, ama İblis; o secde etmedi."

Âyet böyle anlatıyor. Tüm melekler secde ettiler, ama İblis secde etmedi. Peki acaba o da secdeyle emredilmiş miydi? Yâni İb*lise de secde emri verilmiş miydi? Hani burada sadece: "Melek*lere secde edin!" dedik deniyor. Bu secde emrinin içinde İblis yoktur. Acaba bu emir ona da şamil miydi? Filan deniyor. Evet A’râf öyle di*yordu. Allah ona da secdeyle emretmişti. Peki o bir melek miydi? Ha*yır o melek değil bir cindi.

"O cinlerdendi ve Rabbinin emrinin dışına çıktı."
(Kehf: 50) Âyeti bunu anlatır.

Bu âyet onun bir cin olduğunu anlatır. İblis, nass ile sabittir ki; cinlerdendir. Çünkü bakın secde etmemeyi becerebilmiştir İblis. Eğer bir melek olsaydı bunu becermesi mümkün değildi. Çünkü melek, ke*sinlikle Allah’a isyan edemez. Sonra yine Kur’an-ı Ke*rîm’de İblisin so*yundan söz edilir. İnsanların ilk atası nasıl Hz. Adem Aleyhisselâm ise, cinlerin aslı ve ilk atası da İblistir. Bu da onun bir Melek olmadı*ğını gösterir. Zira meleğin zürriyeti yoktur. Onlarda erkeklik dişilik söz konusu değildir. İblis meleklerden olmadığı halde bu secde emrinin ona da tahsisi konusunda şöyle denmiş: İblis melek olmadığı halde kendisini meleklere benzetmiş, onlar gibi Allah’a kulluk yapmaya çalı*şan bir cin idi de Allah’ın bu emrine onun için muhatap olmuştur de*mişler.

Peki bu secde nasıl bir secdeydi? Bu konuda uzun uzun söz edilmiş, ama diyoruz ki: Vallahi nasıl olursa olsun bu bir gö*revdi, Allah emretmişti, onlar da yapmışlardı ve caizdi bu.

1- Cumhura göre bu secde, yüzün yere konulması şeklinde ol*muştur.

2- Kimileri bunun Adem’e doğru oluş mânâsına bir secde ol*du*ğunu demeye çalışmışlar.

3- Kimileri bu selâm anlamında bir secdedir demişler. Nite*kim daha önceleri selâmlama anlamına secde caizdi de sonradan bizim şeriatımızda kaldırılmıştır demişler.

4- Kimileri bunun kesinlikle şu bildiğimiz mânâda Allah’a secde mânâsına gelemeyeceğini, çünkü eğer böyle olsaydı şey*tanın kesinlikle bu secdeyi reddetmeyeceğini, zira daha önceden zaten Al*lah’a secde edip durduğunu filan demeye çalışmışlar.

Ama diyoruz ki bu secdenin şekli, biçimi ne olursa olsun, na*sıl olursa olsun Allah emretti onlar da yaptılar o kadar. Velev bu secde şu bildiğimiz Allah’a yapılan secde bile olsa. Zira bunu em*reden Al*lah’sa caiz mi, değil mi? diye düşünmenin anlamı da yoktur yâni. Al*lah emretmişse yapılır bu. İşte emretmiş ve yapılmış. Bu secde:

1- Bizzat kişinin önüne, ayağına kapanmak biçiminde de olabi*lir, hiçbir mahzuru yoktur, olabilir Allah dedikten sonra. Hani kardeşle*rin birbirleriyle evlenmeleri de yasaktır ama Allah evlenin! deyince Hz. Adem’in çocukları evlenivermişlerdi birbirleriyle ve hiç bir mahzur yoktu bunda. Veya Yusuf Aleyhisselâm'ın kardeşlerinin de Hz. Yu*suf’a böyle secde ettiklerini anlatır Kur’an.

2- İkinci bir anlamıyla bu secde; şeytanın yapmadığı, Mele*ğin yaptığı şeydir. Yâni boyun eğmektir. Kabul demektir. Tamam ya Rab-bi! Kabul ya Rabbi! deyip ondan intikal eden her bir emri uygula*maya koymak demektir. Namaz secdesi değildir tabii bu. Allah’tan in*tikal eden her bir emir karşısında yapılacak secde. Tamam Ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! İnandım ya Rabbi! Kabul ya Rabbi! diyerek kişinin boyun bükmesinin, teslim olmasının ve uy*gulamaya koymasının adına secde denir. Hangi emri aldık Al*lah’tan? İlmin farziyeti emri mi? Tamam ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! Amenna ya Rabbi! Hemen uy*gulamaya koyuyorum ya Rabbi! diyerek hemen ilim öğrenmeye başlı*yorsak bilelim ki biz tıpkı melekler gibi Allah’a secdeyi gerçekleştiriyo*ruz demektir. Ama Allah’tan bize intikal eden her bir emir karşısında ukalalık eder, duymazdan gelir, savsaklar ve hemen uygulamaya koy-maz*sak, o zaman da biz şeytanın safında yer alıyoruz demektir. Na*maz emri böyledir, tesettür emri böyledir, zekât emri böyledir ve tüm emirler böyledir. Hani:

"Mü'minler de "sücceden ve kıyama" Geceler*ler."
(Furkân: 64)

Diyordu ya Furkân sûresi. Meselâ namazı tamam kabul ettim ya Rabbi! Derler. Orucu kabul ya Rabbi! Tamam ya Rabbi! Derler, ama bunu sadece sözde bırakmazlar, hemen uygulamaya koyarlar diyordu.

3- Secde bir de yöneliş demektir. Adem kıbledir ama Al*lah’a secde ediliyor demektir. Hani biz şu anda Kâbe’ye değil de Kâbe’ye doğru secde ediyoruz ya, işte buradaki secde de Adem’e doğru oluştur da denmiş. Yâni ey benim meleklerim bu andan iti*baren hare*ketleriniz, yaşayışlarınız Adem’e doğru olacaktır de*mektir bunun mâ*nâsı. O ana kadar Meleklerin bir görev alanları vardı. O da sadece Allah’ı tesbih ve takdis. Ama sanki insanın ya*ratılmasından sonra Rab-bimiz Meleklere ikinci bir görev mahalli daha belirliyor ki o da Adem’e, insana doğru oluş, insanın hizme*tine giriştir tabiri caizse.

Bakıyoruz Cebrâil’in işi Adem’e doğru, yâni vahiy getir*mek. Azrail’in işi de insana yönelik, bizim canlarımızı almaya yöne*lik. Mîkâ-il’in işi de bizim karımızı, boramızı, rüzgarımızı ayarlamaya görevli. İs*râfil bizim surumuzu üfürmekle vazifeli. Sağımızdaki, so*lumuzdaki Melekler bizim hesabımızı tutmakla görevli. Hafaza me*lekleri bizi ko*rumakla görevli. Sanki Kur’an’da bize tanıtılan bütün meleklerin görevi Adem’e, insana doğru yöneliktir. Hattâ kıyametin kopmasıyla ilgili âyetlerde deniliyor ki:

"Sura üfürülecek gökyüzü ve yeryüzündeki bütün canlılar ölecek, ama Allah’ın dilediği müstesna."
(Zümer 68)

Deniyor. Âyetten anlıyoruz ki; demek ölmeyen de olacak*mış, yâni kıyametin dışında kalan da varmış. Elbette eğer kıyamet insan için idiyse, yâni kıyamet bu âlem için idiyse bu da mümkün*dür. Me*selâ arşı taşıyan meleklerin ölmeyeceklerine dair bu mâ*nâda rivâyet*ler vardır.

4- Bu secdenin tıpkı şu bizim toprağa secde etmemiz gibi ol*ması da mümkündür. Yâni biz şu anda toprağa secde ediyoruz; ama hiçbir zaman toprağa tapınmıyoruz. Allah toprağa secde edin dediği için secde ediyoruz. İşte tıpkı bunun gibi Allah secde edin dediği için secde ettiler diyoruz..

İblis onun şeytanlıktan önceki adıdır. Gerçi "İblis" karıştır*mak*tan gelir biraz da. Karıştıran demektir. Şeytan ise iblisin yap*tığı işi yapmaktır. Yâni secde etmeme işine, secdeden kaçınma eylemine de şeytanlık denir.

"İşte böylece Biz, her bir peygambere insan ve cin şeytanları düşman kıldık"
(En’âm 112)

Deniyor ya. Öyleyse insanlardan her kim ki; Allah’tan kendi*sine intikal eden her bir emir karşısında boyun bükmez, tamam ya Rabbi! Anladım ya Rabbi! İnandım ya Rabbi! Kabullendim ya Rabbi! hemen uygulamaya koyuyorum, söz ya Rabbi! Bak bunun ameline başladım ya Rabbi! demiyorsa, emri savsaklıyorsa, geciktiriyorsa, te*hir ediyorsa, duymazdan geliyorsa, o kişi şeytanlık yapıyor demektir. Giyim kuşam konusu, yeme içme konusu, sosyal konular, ekonomik kaygılar, ya da siyasal yapılanma konusu, hangi konu olursa ol*sun; kim ki Allah’ın isteğinin ötesinde hareket ediyor, yâni Allah’a boyun eğmiyor, secde etmiyorsa, işte bu adam şeytanlık yapıyor demektir.

Yan çizdi ve müstekbir davrandı, (ihtiyacım yok tav*rına girdi) ve kâfirlerden oldu."

Müstekbir davrandı şeytan. Burada istikbar kavramıyla alâkalı biraz bilgi vermemiz gerekiyor.

Allah'a istiğna ve isyan, Allah’ı kale almama, hayatını, hayat programını Allah’a sorma gereği duymama, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı aldırış etmeme gibi anlamları ihtiva eden büyüklenme. Bu niteliklere sahip olan kişiye de müstekbir denir. Kelime olarak istikbar, büyük olma anlamındaki "ke-bü-ra" kökünden gelir ve büyüklenme anlamını dile getirir. Aynı kökten gelen tüm kelimeler de büyüklük ve büyüklenmeyle ilgili anlamlar taşır. Meselâ kebir, büyük; kebire, büyük şey; ekber, daha büyük, en büyük; kibriya, büyüklük, yücelik, ululuk; ikbar, büyük görme; tekbir, büyükleme, yüceltme, ululama; tekebbür, büyüklenme; mütekebbir, büyüklenen demektir.

Büyüklük Allah'a özgü bir niteliktir. Bu nedenle "ke-bü-ra" kökünün tüm türevleri genellikle Allah'ı nitelemek, adlandırmak, yüceltmek için kullanılır. Sözgelimi büyüklük anlamındaki Kibriya, Allah'ın sıfatlarındandır. Mütekebbir de Allah'ın güzel adlarından (esmau'l-hüsna) birisidir. Bu nedenle müslümanlar her fırsatta Allah'ın büyüklüğünü, yüceliğini dile getirmekle yükümlüdürler.

Meselâ, kulluğun en büyük işareti olan namaza, "Allahu ekber" denilip (tekbir) Allah'ın ismi yüceltilerek başlanır. Namaz sonunda Allah Tealâ, yine "Allahu ekber" (Allah en büyüktür) denilerek tesbih edilir. Kurban ve Hac ibadetleri sırasında, Şeytan taslanırken, Kâbe tavaf edilirken, büyüklüğün Allah'a özgü olduğu "Allahu ekber" denilerek, tekbirle ilan edilir. Şaşırtıcı her durumda da tekbirle, "Allahu ekber" denilerek Allah'ın ismi yüceltilir, yaratılmışlara özgü niteliklerden soyutlanır, tenzih edilir.

Ke-bü-ra kökünden gelen kibir, tekebbür ve mütekebbir kelimeleri gibi, istikbâr ve müstekbir kelimeleri de insan için ancak olumsuz bir durumu belirtmek ya da adlandırmak için kullanılır. Bu bağlamda istikbar kelimesi büyüklenme, büyüklük isteğinde olma, bu istekle yeryüzünde bozgunculuk çıkarma, başkaları üzerinde rableşme ve kendinde kibir içinde bir büyüklük vehmetme anlamlarını dile getirir. Bütün bu nitelikler müslüman tanımının dışına, kâfir insan tipine özgü niteliklerdir. Çünkü müslüman olan, tevazu ile Allah'a teslimiyet demektir. Dolayısıyla müslümanın temel nitelikleri tevazu (alçak gönüllülük) ve hilm (yumuşak başlılık) dir. İstikbar ise, hepsi de küfürle eşanlamlı ya küfrün nedeni veya sonucu olan isyan, zulüm, azgınlık ve sapkınlık gibi niteliklerle ilişkilidir.

Kur'an'a göre istikbar, insanlara tepeden bakma, onları küçük görme gibi kâfirin en tipik özelliklerinden birisini temsil eder. Bunu kelimenin kullanıldığı çok sayıdaki ayette açıklıkla görmek mümkündür. Semud kavminin istikbarı ve bunun neden olduğu küfür şöyle dile getirilir: "Sonra (Salih'in) kavminin kibirli (istikbâru) önde gelenleri, hakir görülen insanlara dediler ki; "Siz Salih'in Rabbi tarafından gönderilen biri olduğunu kesin olarak biliyor musunuz?" Onlar da;"Biz onunla gelene iman ediyoruz" dediler. Ama kibirlenenler (istikbâru) dediler ki: "Biz ise sizin iman ettiğiniz şeye iman etmiyoruz"
(A'raf,75-76).
Aşağıdaki örnekler de kâfirlerin istikbârını ve bunun sonuçlarını ortaya koymaktadır: "Ayetlerimizi yalanlayıp onların karşısında istikbâra kapılanlar, işte onlar ateş halkıdır"
(A'raf,36);
"Firavun'a ve adamlarına; onlar istikbarda bulundular ve böbürlenen bir topluluk oldular"
(Mü'minun, 46);
"Sana ayetlerim vasıl oldu da sen onlara iftira ettin ve istikbarda bulundun, iman etmeyenlerden biri oldun"
(Zümer,59).

"Teğa" ve türevi olan "tuğyan" da İstikbarın başka bir yönüne ışık tutar. "Tuğyan", engellere bakmaksızın ve özellikle de ahlâkî ve dini kuralları çiğneyerek yola devam etme, kendi gücüne sınırsız biçimde güvenme, yaratıcıyı hiçe sayma ve inkâr etme anlamlarını dile getirir. "Sana indirilenin onların birçoğundaki tuğyan ve küfrü artıracağı muhakkaktır" (Mâide,64) ayeti, istikbarın küfürle özdeş azgınlığını dile getirir. İstikbârla anlam ilişkisi içindeki kelimelerden biri de "istiğna"dır. "İstiğna", insanın kendini zengin, Allah'tan ve başkalarından müstağni sayması ve sonuç olarak kendi gücüne sınırsız bir güven duymasıdır: "Yo, doğrusu insan küstahlığını ortaya koydu. Kendini ihtiyaçsız görüyor
(Alak,6-7).

Örnek olarak ayetlerde görüldüğü gibi istikbar İblis, Firavun ve Karun gibi tipik kâfirlerin; peygamberlerin davetine karşı çıkarak Allah'ın ayetlerini yalanlayan, peygamber ve mü'minleri aşağı gören, büyük bir şımarıklık ve küstahlıkla yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, insanlar üzerinde egemenlik kurarak onlara zulmeden, sömüren küfür toplumunun ileri gelenlerinin değişmez niteliğidir. Bu yönüyle istikbâr küfrün en temelli ve evrensel öğelerinden birini temsil eder. İstikbar içindeki müstekbirler, her peygamberin tebliği sırasında yaptıkları gibi Hz. Muhammed'in tebliği sırasında da onun karşısına dikilmiş; Allah'ın ayetlerini yalanlamış, mü'minleri küçük ve aşağı görmüş, zulüm ve sömürü üzerine kurulu düzenlerini, saltanatlarını korumak için her türlü işkence ve cinayete başvurmuşlardır. İstikbârın bu evrensel niteliği, günümüzde de kâfir düzenlerin müslümanlara karşı tutum ve davranışlarında açık bir biçimde kendini göstermektedir.
 

gurbette

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Eki 2008
Mesajlar
2,850
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
49
Selamun aleykum hocam
yazilarinizdan cok faydalaniyoruz emeginize saglik..
size bi sorum olacakti; ben yurtdisinda calisiyorum calistigim isyerinde musluman olmayan biri söyle bi soru sordu
hatirladigim kadariyla yaziyorum Adem as ilk önceleri cennetteydi bi gunah isledi Allahu teala onlari dunyaya gönderdi dunyaya gelisleri nasi olmustur ( soyle dusunuyolar atfosmerden gecmek cok zor yani bi takim ozel elbiseler olmasi gerkiyor bugünkü astronotlarin kullandigi gibi) o zaman böyle elbiseler olmadigi halde nasil dunyaya indiler? bunun cevabini ben tam olarak veremedim yardimci olursunuz insALLAH..
selam ve dua ile
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
gurbette,
Değerli kardeşim sorunuza cevap vermeye çalışacağım ama sizden şunu rica edeceğim bu konu ile alakalı ayetleri bitirelim sonra bu konuya dönelim konu bölünmesin
Ama bir ip ucu ile yetinelim Allahın gücü sınırsızdır değilmi?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 35
Ve dedik ki: "Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleş. İkiniz de ondan, neresinden dilerseniz, bol bol yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."

Burada hemen Adem’e bir eşten söz edilir. Adem’e bir Havva’dan söz edilir. Yâni yaratılan bu Adem’in yanı başında bir de Havva var. Bir kadın var. Çünkü Adem için Havva’sız bir hayat, hayat değildir. Havva Adem’i, Adem de Havva’yı tamamlar. Ne Ademsiz Havva, ne de Havva’sız Adem düşünülemez. Bunun içindir ki, kesinlikle İslâm, kadınla erkeği karşı karşıya getirmez.
İslâm kadınla erkeği böyle karşı karşıya getirmediği gibi asla kadın erkek eşitliği, kadın erkek eşitsizliği gibi zırvaları da gündeme getirmez. Hiçbir zaman konu etmez bunu. İslâm’a göre böyle bir problem yoktur. Yâni kadın erkeğe eşit midir? Değil midir? Nasıl eşit olur? Nasıl olmaz? Zerre kadar bunu problem etmez İslâm. Zira bu iki varlığı ayrı düşünmez İslâm.
Bu ikisi bir varlıktır. Bu iki varlığı ayrı ayrı düşündüğünüz zaman ayrı ayrı hiçbirisi bir değer ifade etmez yâni. Meselâ yüz tane Adem insan değildir Havva’sız. Veya yüz tane Havva da insan değildir Ademsiz. Bu ikisini karşı karşıya getirmek yerine bu ikisini birlikte düşünmek zorundayız.

Hadîselere Kitap ve sünnetin gözlüğüyle bakmak zorunda olan bizler, kesinlikle küfrün kendi içinde yaşadığı çelişkilerini İslâm’a taşımamalıyız. Bu konuyla alâkalı kâfir dünyanın çıkmazlarını, İslâm-ın meselesiymiş gibi İslâm’a sokmamalıyız. İslâm’a göre kadın ve erkek ayrı ayrı varlıklardır, ama ikisi birden insandır. Yalnız başına ne erkek insandır, ne de kadın insandır. İkisi birlikte insandır. İşte problemi böylece çözümlemek zorundayız. Erkek ve kadını karşı karşıya getirmek, İslâm’ın ve müslümanların problemi değildir.

Meselâ bakın bir şehre yüz bin tane erkek yerleştirin, eğer orada kadın yoksa onlar öldükten sonra hayat bitecektir. Öyleyse orada insan yoktur, demek zorunda kalacağız. Aksi de böyledir tabii. Yâni sanki kadınla erkek bir bütünün parçaları gibidir. Bir bütünün ikiye parçalanmış ve sonra da fonksiyonel olarak birleşmesi gibidir. Allah’ın da zaten erkeğin yanı başında hemen kadını da yaratmasının hikmeti de buradadır. Başka bir âyetinde Rabbimiz:

"Onda sükûnete eresiniz diye içinizden eşler yaratması da onun âyetlerindendir."
(Rum: 21)

Onunla hayat bulasınız diye buyururken bu iki parçanın birbirinin tamamlayıcısı olduğunu anlatır. Hayat bulmak. Yâni bin erkekten bir insan dünyaya getirebilir misiniz? Veya bin kadından bir canlı çıkarabilir misiniz? İşte meseleye böyle bakmak zorundayız ve küfür dünyasının, şirk dünyasının, Allah’ı tanımadan, vahye müracaat etmeden problemlere çözüm getirmeye kalkışan kâfirlerin ürettiklerini İslâm’a taşımanın hiç mi hiç anlamı yoktur, bunu böylece bilelim inşallah.

Hz. Adem’in o gün girdirildiği cennetle, inşallah yarın bizim gir-dirileceğimiz cennet farklıdır. O cennetle bizim girdirileceğimiz cennetin üç farkı var:

1- Hz. Adem’in o günkü girdirildiği cennette yasak var. Biraz sonra söyleyeceğiz inşallah. Şu ağaca dokunmayın! dedi Allah. Bir yasak var. Ama bizim girdirileceğimiz cennette yasak yok. Her şey serbesttir.

2- Hz. Adem girdirildiği cennette ebedî kalmadı. O ağaçtan yedikten sonra oradan çıkarıldı. Ama bizim girdirileceğimiz cen*nette ebedîlik vardır. Ebedîyen o cennette kalacak ve bir daha çıkarılmayacağız inşallah.

3- Hz. Adem o gün girdirildiği cennete bir imtihan sonucu girdirilmedi. Yâni dışarıda imtihana çekildi de bu imtihanı kazanarak girdirilmedi Hz. Adem. Meccanen, lütfen o cennete girdirildi. Ama biz dışarıda, dünyada imtihan ediliyoruz. Kazandığımız takdirde o cennete girme imkânımız olacaktır.

Evet bir cennete konuldu Hz. Adem ve karısı anamız Havva. Âyetin ifadesinden anlıyoruz ki kadın, mesken konusunda kocasına bağımlıdır. Allah diyor ki: "Ey Adem sen o cennette otur, zevcen de." Demek ki mesken konusunda, ev konusunda kadın kocasına bağımlıdır. Kocası nasıl bir ev kurma imkânına sahipse kadın buna razı olmak zorundadır. Ben bu evde oturamam! Ben bu mahallede oturamam! Böyle bir evde oturmak benim kılasımı sarsar! Benim şanıma yakışmaz! deme hakkına sahip değildir kadın. Ama yine âyetin ifade tarzından öğreniyoruz ki, yeme içme konusunda kadın kocasına bağımlı değildir. Allah diyor ki: "İkiniz de dilediğinizden yiyin için!" Öyleyse bu konuda kadın illa da kocasına uymak zorunda değildir. Meselâ koca patlıcan seviyor diye illa da patlıcan pişirmek zorunda değildir, bazen de patates pişirebilecektir. Ama kadın, olmayan bir şeyi, ya da kocasının gücünün yetmeyeceği bir yiyeceği isteyerek kocasına ve kendisine zulmetmemelidir tabii.

Bunları anlatırken, bir ara koca karısını dövebilir mi diye sordular. Dedim ki eşşekle evli olanlar dövebilirler tabii dedim. Çünkü eşşek yâni, başka yolu yoktur bunun. Laf anlamaz, söz dinlemez. Ya da içinizden kim bir eşşekle evli olduğunu kabul ediyorsa hadi döverse dövsün dedim. Bir kadınlara vurduk bir erkeklere vurduk. Ama insandır da yine de dövmek gerekiyorsa, Kur’an çok nezih bir örnek veriyor, biliyor musunuz dedim? Efendim işte nâşizeye, itaat etmeyen kadına filan dediler ve yine öncekine gittiler. Yok dedim öyle değildir iş. Ya ne? Hani Eyyub’a Aleyhisselâm deniyordu ya, üç tane sap al, çöp al onunla karına vur da yeminin yerine gelsin! deniyordu ya işte o kadar olur bu iş.

Hani dostlar başına, evlendiği gece adam soruyormuş hanımına: Hanımım adın ne? Bilmem diyormuş, sen ne istersen, sen ne seversen o olsun! Tamam kadından bunu bekliyoruz güzel ama, çevir bandı bize, ya bizler öyle miyiz? Hanımlarımızın efendileri konumunda olan bizlere karşı böyle davranmalarını isteyen bizler kendi efendimize karşı aynı tavrı gösterebiliyor muyuz? Ya Rabbi sen ne istersen! Ya Rabbi sen ne dersen! diyebiliyor muyuz? Hani kadın bize itaat edecek, biz de Allah’a itaat edecektik ya. Biz Allah’a öyle değilken, tutmuşuz bize itaat etmesi gerekenden böyle bir itaat bekliyoruz, olmaz bu! Biraz dengeli gitsek güzel olacak yâni.

Meselâ adam bir saymaya başlıyor evleneceği kızda aradığı vasıfları, sanki yeryüzünde bulmak mümkün değil. Sanki henüz fabrikası yapılmamış, temeli atılmamış, henüz yok yeryüzünde öyle birileri. Gençlerden birini dinledim, mümkün değil arkadaş bu dedim, şu vasıflar bunda bulunmaz, bu vasıflar da onda bulunmaz. Yâni şu vasıfları bu yapmaz, bu vasıfları da o yapmaz. Ömründe arama böyle bir kızı, kesinlikle bulamazsın! dedim. Delikanlı öyle bir kızcağız arıyor ki hem tahsilli olacak, hem de saçının bir telini kimseye göstermemiş olacak diyor. Bu mümkün değil arkadaş dedim. Hem o, hem bu. Mümkün değil. Ama sayıyor delikanlı kendi kendine.

Bir de şöyle düşünsene arkadaş dedim ona: Sen kimsin? Nesin sen? Yâni sen nesin ya? Halbuki sen aradığını kendine göre arayacaktın. Bana öyle geliyor ki dedim galiba sen bu aradığını kendine değil de bir sahâbeye arıyorsun! İyi yâni aradığın kızda bu kadar şart sayıyorsun da sen sahâbe değilsin ki! Ya da bu şartlardan hangisi var sende? Bir de onu düşünsene! Yoo sanki kendisi sahâbe de sahabeye lâyık birini arıyor beyefendi.

Adamın biri, işte hısım akrabaları dünürlüğe gidiyorlarmış, onları kapıda durdurmuş, durun bir dakika! demiş ve oğlunu çağırmış ve demiş ki onlara: Bakın siz buna arayacaksınız demiş, işte oğlan bu! Yâni sakın dünyada eşi, benzeri bulunmaz birine kız istemeye gidiyormuşsunuz gibi pazarlığa tutuşmayın! İşte oğlan bu! demiş. Eh akıllı adammış yâni değil mi? Hoş demiş..

"Oturun beraber cennette!."

Ama şimdi durum değişti galiba, kadınlar nerede oturuyorsa erkekler de orada oturur. Ev olarak demedim bunu. Bakıyorum adam evleniyor, evlendikten sonra hep hanım irtibatlı yaşıyor. Kimlerle arkadaşsa, kimlerle beraberse, kimlerle oturup kalkıyorsa onlarla dost olmaya, onlarla akraba ve arkadaş olmaya çalışıyor. Hele, hele Allah korusun yabancı olur da Konya’dan evlenmeye filan kalkarsa hepten Konya’lı olmuştur o artık.

"Ve sakın ha! Bir de şu ağaca yaklaşmayın zâlimlerden olursunuz!"

Bir ağaca yaklaşılmayacak. Bu yasak Adem ile Havva’nın iradeleridir. Bu yasak iradeyi anlatır. Yâni Adem ile Havva’nın seçebilme özellikleri vardır. İyi, ya da kötü, haram, ya da helâl, hayır ya da şerden, iman, ya da küfürden birini seçebilme, tercih edebilme özellik-lerinin varlığını anlatır bu yasak. Esasen irade yasakla yeşerebilir. Eğer varlıkların hayatında yasak yoksa, onların şahsiyetlerinin gelişmesi de mümkün değildir. Şahsiyetlerin gelişmesi için yasak lâzımdır. Meselâ her istediğini yapabilen bir çocuk düşünün, şahsiyeti gelişmez bu çocuğun. Bunların da şahsiyetlerinin gelişip yeşermesi için bir yasak var hayatlarında. Allah buyurdu ki bir ağaca yaklaşmayacaksınız.

Peki neydi bu ağaç? Ne’liğini bilmiyoruz, ama tadılan bir şey olduğunu, bir ağaç, yenen bir ağaç olduğunu biliyoruz. Ağaç yenmez de meyvesi yenir tabii. Mihnet ağacı demişler, buğday ağacı demişler, buğdaydan ağaç olur mu? Efendim işte cennette böyle büyük filan, dert ağacı demişler, yiyenler dert bulur filan. Mârifet ağacıdır denmiş, yerseniz kendinizi anlarsınız filan mârifetçiler var ya. Anlamış zaten Adem kendini yahu! Yâni Adem’e eşyanın ne anlama geldiğini anlatarak onu bilgilendirdi dedi ya Allah. Öyleyse Adem zaten anladı bu işi. Bir de ayrıca bundan yemesine gerek yok. Yâni sanki vahiy yetmiyormuş gibi bir de şu şu yollarla kişinin mârifete ulaşabileceğini iddia edenlerin uydurmasından başka değildir bu.

Evet cennetteler ve bir yasak var hayatlarında. Her şeyden dilediğiniz kadar yiyin için, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlim-lerden olursunuz. Şimdi de öyle değil mi? Bütün meşrubatlar serbest ama içki yasak gibi. Bütün hayvanlar serbest ama domuz yasak gibi.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 37
Derken Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

Bundan sonra İslâm’ın hata ve tevbe mefkûresi geliyor. Ata*mız Adem Al*lah’a karşı nasıl tevbe edecek? Hatasını nasıl affettire*cek? Bu ko*nuda Rabbimizden birtakım kelimeler aldı. Adem Aley-isselâm Rabbinden birtakım kelimeler belleyerek aldı da: "Beni, seni, af ya Rabbi! Ba*ğışla Allah’ım!" Gibi birtakım kelimeler öğretti Allah ona da, o da bunu söyledi ve Rabbi onu bağışladı. Şüphesiz tevbeleri kabul eden ve bağışlayan O’dur. Bu âyet Adem’in başına gelenlerin terbiye ve eğitim amacı taşıdığını çok güzel göstermekte*dir. Allah, böylece Hz. Adem’in yanlıştan nasıl döneceğini, nasıl tevbe ede*ceğini ve hatada ısrarlı olmaması gerektiğini ona öğretmiştir. Onun Rab-binden aldığı bu kelimeler Allahu âlem A’râf sûresindeki şu âyetin be-an buyurduğu kelimelerdi:

"Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer bizi ba*ğışlamaz ve merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz!"
(A’râf: 23)

Şeklindeki dua ettikleri kelimelerdir.

Adem hatasını anladı ve hemen pişman oldu, Allah da onu af*fetti. Demek ki tevbe, kişinin Allah’la ilişkisini düzeltmenin adıdır. Bir insan için Allah’la yakın ilgiden mahrum oluştan daha bü*yük bir hüs*ran olamaz. Günah psikozu içinde yaşayıp, Allah’la diyalogunun ke*silmesi kadar insanı kahreden başka bir şey dü*şünmek mümkün de*ğildir. Bir de hemen şunu söyleyelim ki hata ferdîdir, tevbe de ferdî*dir. hıristiyanların iddia ettikleri gibi insan doğmadan önce günahkâr değildir yâni. Hıristiyan yazarlar burada diyorlar ki efendim atamız Adem’le anamız Havva bir suç işlediler. Cennette yenmemesi gere*ken meyveden yiyip Allah’a isyan ettiler. Böylece onların sulbünden dünyaya gelen her çocuk doğuştan günahkârdır. Her doğan kişi ba*bamız Adem’le anamız Havva’nın günah lekele*riyle dünyaya gel*mektedir. Eh ne olacak? İşte Kilisedeki mukaddes suyla yıkanacak ve böylece temizlenecektir. Tabi kiliseye gelir sağlama cambazlığından başka bir şey değildir bu. Çünkü Rabbimiz buyurur ki:

"Herkesin kazandığı ancak kendi boynunadır. Hiç kimse kendi vebalinden başkasını yüklenemez."
(En’âm: 164)

Allah herkesi kendi günahından sorumlu tutmaktadır. Kimse kimsenin günahını yüklenemez. Hiç kimse kimsenin güna*hından do*layı sorumlu tutulamaz. Kimse kimsenin günah lekesini taşıyamaz. Kaldı ki az evvel okudum âyeti; Allah Hz. Adem’i de Havva’yı da af*fetmiştir. Onlar bu günahla malul değil ki çocukları günahla dünyaya gelsinler. Bu düpedüz kilisede vaftiz yaparak para sızdırmadan başka bir şey değildir.

Hz. İsa hadîsesi de böyledir. Diyorlar ki; efendim bizim pey-gamberimiz İsa burada çarmıha gerilerek, kendini fedâ ederek tüm hıristiyanların günahlarına kefaret olmuştur. Bundan böyle istediğiniz kadar günah işleseniz de korkmayın! Çünkü tüm gü*nahlarınızı Pey*gamberiniz sırtında alıp götürmüştür. İnsanları fer*diyetçi anlayıştan uzaklaştırıp günaha teşvik etme tuzaklarından biri. Hoş bizde de ki*mileri kimilerinin günahlarını yüklenmekten sırt*ları kamburlaşmıştır. Yok efendi hazretleri sizin vazifelerinizi yaparken uykusuz ka*lıyorlar*mış, yok kabir suallerinize bile onlar cevap vereceklermiş, falan filan. Bunların hepsi zırvadan başka bir şey değildir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ali imran suresi ayet 33
Gerçek şu ki, Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti;

Yüce Allah´ın: "Muhakkak Allah Âdem´i Nuh´u., üstün kıldı" buyruğunda geçen "istafâ" seçti demektir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi´nde (2/130. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Yine orada (2/31. âyet) "Âdem" kelimesinin türeyişi ve künyesi ile ilgili açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır.
Bu buyruğun takdiri şu şekildedir: Şüphesiz Allah, onların da dini olan İs*lâm dinini seçmiştir.
ez-Zeccâc der ki:
Anlamı onları çağdaşları olanlar arasından peygamberlik için seçmiştir, şeklindedir.
"Nûh" kelimesinin dan türemiş olduğu söylenmektedir. Bu Arapça olmayan (Acemî) bir isim olmakla birlikte munsarıftır. Çünkü üç harflidir. Hz. Nûh, rasûllerin piridir. Yüce Allah´ın Âdem (as)´dan sonra yeryüzü halkına gönderdiği ilk rasûl odur. Kız çocukların kızkardeşlerin, halaların, teyzelerin ve diğer yakın akrabaların nikâhlanmalannın haram kılınması onun risaletindeki hükümler arasındadır. İdris´in ondan önce olduğunu söyleyen tarihçiler yanılmışlardır. Nitekim ileride yüce Allah´ın izniyle A´râf Sûresi´nde (7/59. âyette) buna dair açıklamalar gelecektir.
"İbrahim ailesini, İmrân ailesini âlemlere üstün kıldı" buyruğuna dair açıklamalara gelince; Bakara Sûresi´nde (2/49- âyet 2. başlıkta) "âl: aile"-nin anlamı ile bunun kullanıldığı manalara dair yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Buhârî´de İbn Abbas´tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: İbrahim ailesi ve İmrân ailesinden kasıt İbrahim, İmrân, Yâsîn ve Muhammed ailelerinden mü´min olan kimselerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Doğrusu İbrahim´e en yakın olanlar elbette ki ona uyanlar, bu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah da mü´minlerin velisidir" (Âl-i İmrân, 3/68) diye buyurulmaktadır.
İbrahim´in ailesinin İsmail, İshak, Yakub ve onun oğullan (Esbât) olduğu, Muhammed (sav)´ın da İbrahim ailesinden (âlinden) olduğu da söylen*miştir. İbrahim âlinden kastın, bizzat kendisi olduğu, İmrân âlinden kastın da yine İmrân´ın kendisi olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah´ın: "Ve Mû-sâ ile Hârûn aile halkının terikesinden arta kalanlar vardır." (el-Bakara, 2/248) buyruğu da bu kabildendir. Hadis-i şerifte de: "Gerçekten ona Davud ailesinin mizmarlarından bir mizmar verilmiştir" denilmektedir
İmrân ailesinin İbrahim ailesi (âli) olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah (bir sonraki âyette): "Birbirinin soyundan olarak" diye buyurmakta*dır.
Kastın Hz. İsa olduğu da söylenmiştir. Çünkü annesi İmrân´ın kızıdır. Ön*ceden de açıkladığımız gibi kendisinin kastedildiği de söylenmiştir.
Mukatil der ki: İmrân, Hz. Mûsâ ile Hz. Harun´un babasıdır. Nesebi (geriye doğru) şöyledir: İmrân b. Yeshur b. Fâhâs b. Lâvi b. Yakub.
el-Kelbî de der ki: Buradaki İmrân, Meryem´in babası olan İmrân´dır. O da Hz. Süleyman´ın soyundandır. es-Süheylî´nin naklettiğine göre adı İmrân b. Mâtân´dır. Hanımının adı ise Hanne´dir. Bütün peygamberler arasında özellikle bunların sözkonusu edilmesi ise, peygamberlerin ve rasûllerin tümüyle onların soyundan gelmiş olmalarıdır. "İmrân" kelimesi sonu zaid olan "elif ve "nûn" ile bittiğinden dolayı munsarıf değildir.
"Âlemlere" buyruğundan kasıt ise tefsir âlimlerinin görüşüne göre çağ*daşları olan âlemlerdir. Tirmizî el-Hakîm Ebu Abdullah Muhammed b. Ali der ki: Kasıt, bütün insanlardır. Bir diğer görüşe göre "âlemlere" buyruğu Sûr´a üfleneceği güne kadar bütün âlemlere üstün kılındıkları anlamındadır. Şöyle ki; bunlar: Rasûl ve peygamberdirler. O bakımdan bütün insanların en hayırlıları, seçkinleridir. Muhammed (sav)´a gelince; onun mertebesi ıstıfâ (seçkinlik) mertebesini de aşmıştır. Çünkü o hem habîbdir hem de rahmettir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (el-Enbiyâ, 21/107) Buna göre rasûller, rahmet olmak üzere yaratılmışlardır. Muhammed (sav)´ın kendisi ise bizatihi rahmet olarak yaratılmıştır. İşte bundan dolayı o, diğer bütün insanlar için bir eman olmuştur, Yüce Allah onu peygamber olarak gönderince, insanlar Sûr´a üfürülece-ği vakte kadar dünya(da helak olmak) azabından yana güvenlik altına girmiş oldular. Sair peygamberler ise böyle bir makamı işgal edememişlerdir. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber: "Ben hediye olarak ihsan edilen bir rahmetim" diye buyurmuştur. Böylelikle bizzat kendisi, Allah´tan insanlara rahmet olduğunu haber vermektedir. "Hediye olarak" buyruğunun anlamı ise Allah´tan insanlara gönderilmiş bir hediye demektir.
Denildiğine göre; Hz. Âdem beş şey dolayısıyla seçilmiştir: Bunların ilki, yüce Allah´ın kendi eliyle, kudretiyle en güzel şekilde Hz. Âdem´i yaratma*sı, ikincisi ona bütün isimleri öğretmiş olması, üçüncüsü meleklere Hz. Âdem´e secde etmelerini emretmiş olması, dördüncüsü onu cennete yerleştirmiş olması, beşincisi de onu insanlığın atası kılmış olmasıdır.

Nûh (as)´ı da beş şey ile üstün kılıp seçmiştir: Onu insanların (ikinci) ata*sı kılmış olması. Çünkü bütün insanlar suda boğuldular ve geriye onun so*yundan olanlar kaldı. İkincisi Allah´ın ona uzun ömür vermiş olması. "Ömrü uzayıp da ameli güzel olana ne mutlu!" denilmiştir. Üçüncüsü onun kâfirler hakkındaki bedduasını da mü´minler hakkındaki duasını da yüce Allah´ın kabul etmiş olması. Dördüncüsü onu gemide taşımış olması, beşincisi ise önceki şeriatleri nesneden ilk rasûl olmasıdır. Onun risaletinden önce ise teyzelerle ve halalarla evlenmek haram değildi.
Hz. İbrahim´i de şu beş özelliği ile seçmiştir: Onu peygamberlerin atası kıl*dı. Çünkü rivayet edildiğine göre onun sulbünden Peygamber (sav)´ın dönemine kadar bin peygamber gelmiştir. İkinci özelliği Allah´ın onu Halil edinmesi, üçüncüsü Allah´ın onu ateşten kurtarması, dördüncüsü Allah´ın onu insanlara imam kılması, beşincisi ise Allah´ın onu birtakım kelimelerle sınayıp onları tamamlama başarısını ihsan etmiş olması.
Daha sonra yüce Allah: "İmrân ailesini" diye buyurmaktadır. Eğer buradaki İmran´dan kasıt Hz. Mûsâ ile Hz. Harun´un babası ise bunun açıklaması şöyle olur: Yüce Allah Hz. Mûsâ ile Hz. Harun´u âlemlere üstün kılmış ve seçmiştir. Çünkü Allah İmrân´ın kavmine men ve selvayı göndermiştir. Bu ise dünyada hiçbir peygambere verilmiş değildir. Şayet kasıt Hz. Meryem´in babası ise, yüce Allah ona babasız olarak Hz. İsa´yı doğuran Meryem´i ihsan etmiş olmakla onu seçmiş demektir. Nitekim dünyada bu özellik kimseye verilmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah´tır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ali imran suresi ayet 34
Onlar birbirlerinden (türeme tek) bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir.

Burada "zürriyet" kelimesi hal olmak üzere nasbedilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş´e aittir. Yani Allah bunları biri diğerinin soyundan olmak üzere seçmiştir. Yani onların kimisi kimisinin soyundan gelmektedir.
Kûfeliler ise bunun önceki buyrukla (i´rab bakımından) alakalı olmadığım söylerken, ez-Zeccâc bedel olduğunu söylemektedir. Yani yüce Allah bi*ri diğerinden olan bir zürriyeti seçmiştir. Birinin diğerinden olması ise, din hususunda birbirlerine yardımcı olmaları demektir. Yüce Allah´ın:
"Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendirler"
(et-Tevbe, 9/67)
buyruğunda olduğu gibi. Yani sapıklık üzere birbirlerine yardımcı olurlar. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katade yapmıştır.
Bunun, seçilmek, üstün kılınmak ve peygamberlik hususlarında olduğu da söylenmiştir. Kastın soy bakımından birbirlerinden olmaları olduğu da söy*lenmiş ise de, konu ile ilgili görüşlerin en zayıfı budur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ali imran suresi ayet 59
Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da hemen oluverdi.

Yaratılış bakımından İsa, Âdeme benzemektedir. İsanın babasız olarak yaratılması, Âdemin hem annesiz hem de babasız olarak yaratılmasından daha garip değildir. Allah, Âdemi kudretiyle annesiz ve babasız olarak topraktan yarattı. Sonra ona "0l" dedi. O da oluverdi. İsanın yaratılışı da böyledir. Allah onu Cebrail vasıtasıyla Meryeme ilka etti ve ona "0l" dedi. O da hemen oluverdi.

Hristiyanlar, Hz. İsa sadece babasız olarak yaratıldığı için ona "Allanın oğlu" demişlerdir.
Fakat hem annesiz hem de babasız olarak yaratılan Âdem için acaba ne derler? Ve onun yaratılışını nasıl izah ederler?

Âmir eş-Şa'bi, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, İkrime, Muhammed b. Cafer ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerimenin, Resulullah ile, Hz. İsa hakkında tartışmaya giren Necran Hristiyanları heyetine bir cevap olarak Resulullaha indirildiğini söylemişlerdir.

Bu âyet hakkında, Abdullah b. Abbasın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
Necran halkından bir heyet, Muhammed (s.a.v.) e geldi. İçlerinde "Seyyid" ve "Âkıb" diye vasıflandırdıkları iki kişi de bulunuyordu.
Onlar, Muhammed (s.a.v.) e "Sen niçin bizim arkadaşımızı sana yakışmayacak şekilde anıyorun?" dediler.
Resulullah "Arkadaşınız kimdir?" diye sordu.
Onlar da "O, İsadır, sen onun, Allahm kulu olduğunu iddia ediyorsun." dediler.
Resulullah da: "Evet, o Allanın kuludur." diye cevap verdi. Onlar da "Sen, hiç babasız doğan İsanın bir benzerini gördün mü? Veya böyle birisi sana bildirildi mi?" diye sorup sonra Resulullahm yanından çıktılar.
Bunun üzerine Cebrail Resulullaha, her şeyi işiten ve bilen Allahın emrini getirdi ve Resulullaha dedi ki:
"Onlar sana geldikleri zaman onlara de ki: "Allah katında İsanın durumu da Âdemin durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona "Ol" dedi ve o da oluverdi."

Süddi ise bu âyetin nüzul sebebinin Resulullaha gelen Hristiyan Necran heyeti olduğunu, özetle şu şekilde izah etmiştir.
"Gelen heyet Resulullaha "Sen İsa hakkında ne dersin?" diye sordu.
Resulullah da onlara "O, Allahm kulu, ruhu ve sözüdür." dedi.
Onlar da "Hayır, o böyle değildir. O, Allahtır, Mülkünün başından inip gelmiş ve Meryemin içine girmiş sonra da ondan çıkmıştır. Böylece bizlere kudretini ve durumunu göstemıiştir. Sen, babasız olarak yaratılmış olan herhangi bir insan gördün mü?" dediler. İşte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, bu âyeti indirdi.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Maide suresi ayet 27
Onlara Adem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti ki: "Seni mutlaka öldüreceğim." (Öbürü de: "Allah, ancak korkup-sakınanlardan kabul eder."

Ey peygamberim, onlara, o hasetçi yahudilere, kendileri için Rableri tarafından açılmış senin gibi bir rahmet kapısına karşı ilgisiz kalmış insanlara Adem’in iki oğlunun, Habil ile Kabil’in kıssasını hak olarak anlat. Bu kıssa ile onlara öğüt ver, onlara hakkı göster. İki Adem oğlu arasında geçen bu kıssayı onlara anlat ki şu anda sen kardeşlerine karşı Kabil rolünü oynayan, Rabbinin seni seçip, sana verdiği lütuflarını kıskanan, Rabbinin takdirine isyan eden bu insanlar ne yaptıklarını iyice anlasınlar. Senin karşında kendi konumlarını iyi bir değerlendirsinler. Çünkü bu kıssa onlara bu gerçeği anlatacak gerçek bir kıssadır.

Ademin oğulları Rablerine bir kurban takdim etmişler, birinin sunduğu kurban kabul edilmiş, ötekisininki hüsnü kabul görmemişti. Çünkü birisi ihsan ehliydi. O Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluk şuuru içindeydi. Malının en güzelini, Allah’a lâyık olanını kurban etmiş, ötekisi de en değersizini kurban etmişti. Habil mülkün sahibinin bilincinde olarak kurbanda bulunmuş, en iyisini sunmuştu. Verdiğinin daha güzeliyle kendisine mukâbelede bulunulacağının güvencesi içinde kurban sunmuştu. Kabil ise mülkü kendisinin zannederek, mülkün sahibine karşı bir güvensizlik duygusu içinde kurban takdim etmişti. Onun içindir ki zâhiren birbirine benzeyen ama niyet olarak birbirinden çok farklı olan bu amelden birisini kabul eden Rabbimiz, ötekisini kabul etmemişti. Doğal olarak kurbanının kabul edilmeyişini gören Kabil’in hemen hatasını anlayıp tevbe etmesi, durumunu düzeltmesi gerekirken öyle yapmıyor da kardeşini kıskanıp haset ediyor. Yâni Allah’ın takdirine karşı geliyor. Allah’a hikmetsizlik izafe ediyor. Kabul edip etmeyen Allah iken o kardeşini suçluyor. Tıpkı Allah’ın takdirine kafa tutan, Adem’e secde etmesini emreden Rabbini hikmetsizlikle itham eden şeytan gibi. Evet bildiğimiz kadarıyla tarihte ilk hasit şeytandır, ikincisi de Kabil’dir. Kardeşini kıskanarak onu öldürmeye teşebbüs ediyor. Andolsun ki seni öldüreceğim der. Kardeşi sorar ona: Beni niye öldüreceksin? O der ki senin kurbanın kabul edildi, benimki kabul edilmedi. Bunun üzerine Habil der ki, Allah ancak muttakilerin, kendisi karşı kulluğunun bilincinde olanların kurbanını kabul eder. Yâni bu konuda be*nim bir suçum yoktur, yetkim de yoktur. Sen bunu kendin istedin, kendin hak ettin. Binaenaleyh bu konuda beni suçlaman yerine durumunu bir gözden geçir de muttakilerden olmaya çalış.
 

Zeki.42

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
447
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Alllah razı olsun elinize sağlık çok güzel olmuş yazı .
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Araf suresi ayet 11
Andolsun, biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da İblis'in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı.

Karşılaştırmak için, Bakara Suresi'nin 30 ile 36 arasındaki ayetlerine bakınız.
Bakara 34'deki ifade, Adem'in önünde eğilmeleri için meleklere verilen emir, bizzat Hz. Adem'in şahsına bunu yapmaları emrediliyormuş gibi yanlış bir kanaat uyandırmış olabilir. Fakat onu takip eden ayetin anlatım şekli bunu açıklamaktadır.
Emirden önce geçen kelimeler, meleklerin Hz. Adem'e, tüm insanlığın temsilcisi olarak secde etmeleri gerektiğini gösterir.
İnsanın yaradılışına gelince, herşeyden önce, Allah, o işi takdir etti ve bu maksat için gerekli olan maddeleri hazırladı, bilâhere ona insan şeklini verdikten sonra Adem, canlı bir varlık olarak vücud bulduğunda ona, bütün insanlığın temsilcisi olarak secde edilmesi gerektiğini meleklere emretti.
Ayetin yukarıda geçen açıklaması, Kur'an'ın diğer bazı bölümlerine dayanmaktadır. Meselâ, Sa'd suresinin 71-72. ayetlerine baktığımızda "Hani Rabbin meleklere: Gerçekten ben çamurdan bir beşer yaratacağım, ona biçimini verip ruhumdan da üflediğim zaman, siz ona hemen secde edin demişti" emrini görmekteyiz.
Bu ayette de, aynı üç merhale (yaradılış, mükemmelleştiriş ve hayata getiriş) , değişik yolla ifadelendirilmiştir. İlk önce, çamurdan bir adam yaratıldı, sonra ona bir biçim ile mütenasib uzuv ve yetenekler verildi. Ve daha sonra Onun ruhu üflenip Adem olarak hayata getirildi.
Hicr suresi, 28 ve 29. ayetlere bir bakalım şimdi de:
"Hani Rabbin meleklere: Ben, kuru çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona bir biçim verip ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ediciler olarak kapanın."
Bizim için ilk insanın yaradılışını, tam olarak anlamak çok zor. Çünkü insanın yeryüzü materyallerinden nasıl yapıldığını, ona nasıl şekil verilip mükemmelleştirildiğini ve ruhun ona nasıl üflenildiğini kavrayabilmekten aciziz. Ayrıca, Kur'an'da anlatıldığı şekliyle insanın yaratılış anlatımı, Darwincilikten tümüyle farklıdır. Bu doktrine göre insanın evrimi, insan olmayan ve yarım-insan bir varlığın sürekli değişme, ayıklanma ve uyarlanma süreciyle olmuştur ki bu durumda, insanın "İnsan cinsi" olarak arzı endam edişi ile insanın insan olmadığı zaman döneminin sonu arasında bir ayırım sınırı da yoktur. Bunun aksine Kur'an insanoğlunun hayata "insan" olarak başladığını ve bütün tarih boyunca insanın, insanlık öncesi veya dışı bir hâl ile hiçbir ilişkisi olmadığını söylemektedir. Allah onu yerküre üstündeki hayatının daha ilk gününde bir insan olarak yaratmış ve hayatının henüz daha başlangıcında onu idrak ve şuur ile techiz etmiştir.
Yukarıdaki insanlık hikâyesinin iki ayrı anlatımı, insan ile ilgili olarak birbirine zıt iki ayrı telâkki doğurmakta. Darwinci telâkkinin uygulanması halinde insan, hayvan türlerinden birine indirgenir, yani insan yaşantısının tüm prensipleri (buna ahlâkî prensipler de dahil) hayvanlar alemine hakim olan prensipler çıkışlı olacak ve onun hayvan benzeri bir davranışı da doğal karşılanacaktır. Bu durumda, insan ile hayvan arasındaki biricik fark, ihtiyaçları ve refahı sağlamak için birincisinin alet edevat vs. kullanabilme yeteneğinin olmasıdır. Aksine, ilahî telâkkiyi kabul etmesi halinde insan, hayvanî düşüklükten insanî olan yüceliğe, eşrefî mahlukat derecesine çıkarılır. Artık o salt bir "konuşan hayvan" ya da "toplumsal hayvan" değil, aynı zamanda Allah'ın yeryüzündeki halifesidir de.
Böylece, onu diğer yaratıklardan ayıran şey, yalnız konuşma yeteneği ve toplumsal oluşu değil, bununla birlikte ahlâkî sorumlulukları, Allah'ın kendisine verdiği irade, iktidar ve bunlardan Allah'a karşı hesaba çekilmesi olacaktır. Bu, insanın bu dünyadaki hayatı konusundaki görüşünü tüm olarak değiştirecek, netice olarak insan, farklı bir hayat anlayışına, ahlâk sistemine, hukuk ve medeniyete talib olacaktır. O zaman insan, kendisi için hayatını bayağılaştıran sefil faktörler yerine, hayatına anlam verecek olan yüce prensipleri arayacaktır.
Şimdi bir an, her ne kadar ulvî ve yüce gözüküyorsa da bu "İnsanın İlâhî telâkkisi"nin salt ahlâkî ve psikolojik olduğunu varsayarak, "Nasıl olur da bu konudaki "Bilimsel" Darwinci telakkiyi reddebiliriz diye bir soru sorulsa, cevaben biz de bir karşıt soru sorarız: "Peki, Darwin'in 'Türlerin Kökeni' hakkındaki teorisi bilimsel olarak ispatlanmış mıdır?" Yalnızca, bilim hakkında yüzeysel bilgilere sahip olanlar, bu teorinin bilimsel olarak ispatlandığını ileri sürerler. Fakat bilim adamlarının çoğunluğu, her ne kadar şa'şaalı bazı teknik terimlere sahipse de bunun yalnızca bir "teori" olduğunu, hakkındaki tartışmaların daha henüz neticelenmediğini ve bir "varsayımdan" ibaret olduğunu bilirler. Bu bağlamda ileri gidilebilecek en son nokta, türlerin yaratılışı konusunda her iki tezin de, eşit şekilde mümkün olabilirliğidir. Yani, türlerin yaratılışı, Darwinci evrim teorisine göre meydana gelmiş olabileceği gibi her tür varlık alemine ayrı ayrı da getirilmiş olabilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Araf suresi ayet 12
(Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" (İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

Ey İblis! sana secdeyle emrettiğim halde seni secdeden, seni bu benim emrime inkıyattan alıkoyan nedir? Sana ne mâni oldu ki secde etmedin? Ne mâzeretin vardı ki benim emrime karşı geldin? Söyle bakalım neyin vardı senin? Duymadın mı sözümü? Yoksa bir dalgınlık sonucu, bir gaflet sonucu anlayamadın mı benim emrimi? Niye secde etmedin? Neden benim emrimin dışında hareket ettin?

Evet bakın Rabbimiz İblisin bir mâzeretinin olup olmadığını soruyordu. Peki bilmiyor muydu Rabbimiz onun bir mâzeretinin olup olmadığını? Elbette biliyordu ama işte rahmet bu. Rabbimizin rahmeti bu. Rabbimizin rahmeti böyle tecelli ediyordu. Merhameti bol olan Rabbimiz ona imkân tanıyordu, fırsat tanıyordu, onu özür dileme yolunu açıyordu.

Bizim için de böyledir Rabbimizin rahmeti. İşlediğimiz bir isyan karşısında hemen bizim defterimizi dürüvermiyor Rabbimiz. Eğer öyle yapsaydı şu anda yeryüzünde bir tek insan kalmazdı. Bize imkân tanıyor, bize tevbe fırsatları veriyor, bize hatalarımızdan dönüş yolları açıyor.

Meselâ bakın zina konusunda da bu böyledir. Allah’ın Resulü:

“Şüpheli şeylerde haddi uygulamayın”

Buyurur. Yâni şüphelerle hadleri kaldırın buyurur. Şüpheli durumlarda hadleri uygulamadan kaldırın buyurur. Hâkim de bunu uygulamak zorundadır. Meselâ ben zina ettim. Hadd-i şer’iyi uygulayıp beni temizleyin! diyerek huzuruna gelen bir adama hâkim: Hayır! sen böyle bir şeyi yapmış olamazsın! dön git tevbe et! Allah’ın affetmeyeceği bir günah yoktur! diyerek onu huzurundan kovar. Sonra adam ikinci defa aynı itirafla gelirse onu bir daha çıkarır huzurundan. Sonra üçüncü, dördüncü defa gelip adam aynı itiraflarda bulununca kendisi recm edilir. İşte burada da aynı rahmetin tecellisini görüyoruz.

Allah, İblise rahmeti gereği imkân tanıyordu. Tevbe ve geriye dönüş imkânı veriyordu. Aslında Allah onun herhangi bir mâzeretinin olup olmadığını biliyordu. Ama yine de ona bir imkân tanıyordu. Peki böyle bir durumda İblisin ne yapması gerekiyordu? Aslında Allah’ı da onun gücünü kudretini de bilen bir varlık olarak İblisin hemen bu fırsatı değerlendirip yaptığımdan dolayı Rabbinden özür dilemesi, tevbe etmesi gerekirdi değil mi? Aman ya Rabbi! Ben bir hata ettim! Ben sana karşı kusur işledim! Yapmamam gerekeni yaptım! Yapmam gerekeni yapmadım! Rabbim olarak sana karşı takınmamam gereken bir tavır takındım! Olmamam gereken bir konumda bolundum! Ama ben ettim sen etme ya Rabbi! Kusuruma bakma ya Rabbi! Densizliğimi, cüretimi, isyanımı görme ya Rabbi! Beni affet ya Rabbi! diye yalvarıp yakarması gerekirken bakın İblis ne diyor:

“Dedi ki, "Beni ateşten onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm" cevabını verdi.”

Beni ateşten yarattın onu topraktan o halde ben ondan hayırlıyım. İblis mantığıdır işte bu. Bu mantığı çok iyi anlamak zorundayız. Çünkü çevremizde pek çok insanın aynı mantığı kullandıklarını göreceğiz. Çevremizde anamız, babamız, karımız, kocamız, kardeşimiz, kavmimiz, kabilemiz, amirimiz, memurumuz olarak insanların bu mantıkla, şeytan mantığıyla karşımıza çıktıklarını göreceğiz.


Dedi ki İblis ben ondan hayırlıyım. Halbuki Allah’tan kendisine bir emir intikal etmişti, Rabbimiz kendisine Âdem'e secde et buyurmuştu. Kendisine düşen Allah’ın emrine uymak ve onun emri gereği hemen Âdem’in önünde eğilmekti. Değilse onun görevi yorum yapmak değildi. Hâşâ Allah’a akıl vermeye çalışmak değildi. Ama bakın dedi ki ben ondan hayırlıyım, çünkü beni ateşten onu topraktan yarattın.

Bir kere bu bâtıl bir iddiaydı. Çünkü bir şey hayırlımıydı yoksa hayırsız mıydı bunu Allah diyecekti. Halbuki bu Allah’tan her hangi bir şey ulaşmamıştı kendisine. Çünkü henüz Âdem yeni yaratılıyordu. Yeni yaratılan ve henüz ne olduğu belli olmayan, henüz denenmemiş bir varlık mı hayırlıydı, yoksa kendisi mi hayırlıydı bu belli değildi. Onun mu, yoksa berikisinin mi hayırlı olduğunu Allah diyecekti. Ama İblis bu konudaki Allah’ın hükmünü beklemeden kendi kendine hüküm koyarak ilk bâtılını işlemiş oldu.

İblis Allah’ın bir emri karşısında kıyas ederek aklı işin içine karıştırarak sanki Rabbimizin emrine yorum getirmeye çalışarak Allah’a akıl vermeye kalkışıyordu. Halbuki kulluğun gereği bu değildi. Kulluk teslimiyeti gerektirir. Kulluğun mantığı teslimiyettir. Kulluk, kulun Rabbine ve onun emirlerine karşı itirazsız, yorumsuz, aklı işin içine karıştırmadan mutlak teslimiyetidir.

Buna Rabbimizin kitabında örnek olarak anlattığı, kulluğun zirve noktasında bulunan kutlu bir elçisinin hayatından bir örnek verelim. Bu kutlu elçi Hz. Mûsâ (a.s). Toplumu çölde kendisinden su ister. Allah’ın elçisi bu konuda ilk vuracağı kapıyı bilmektedir. Onların bu isteklerini tüm isteklerin is’af edicisine duyurur. Onlar namına tüm nimetlerin sahibinden su ister. Bakara sûresinde uzunca anlatıldığı veçhile Rabbimiz buyurur ki ey Mûsâ asanı taşa vur. Hakikaten bu emir Mûsâ (a.s)’a öyle bir yerde veriliyordu ki aklın bunu alması mümkün değildi. Sina çölünde, ıssız bir çölün ortasında, yıllardır belki yağmur yüzü görmemiş bir çölün ortasında Allah tarafından peygambere böyle bir emir veriliyordu. Asanı o kupkuru taşa vur. Olacak şey miydi bu? Suyla bunun ne ilgisi vardı?

Acaba peygamber yerinde biz olsaydık ve Rabbimiz bu emrini bize verseydi ne yapardık? Aklı işin içine karıştırmadan, fiziği devreye sokmadan, Rabbimizin emrini yorumlamaya çalışmadan hemen uygular mıydık? bir düşünün. Ne kadar da mantıksız görünürse görünsün, ne kadar da bizim aklımıza ve fizik kanunlarına ters düşerse düşsün emri veren Allah’sa bu doğrudur deyip hemen uygulamaya koyabilir miydik? bir düşünün.

Ama Hz. Mûsâ öyle demedi. O aklı işin içine karıştırmadı. Al-lah’ın emrine yorum getirmedi. Allah diyorsa doğrudur dedi ve asasını taşa vurdu da Allah’ın izniyle o kayadan sular fışkırıverdi.

Taş, asa ve su. E peki ne ilgisi var bunların suyla? deseydi Hz. Mûsâ bizim gibi. Yâni Hz. Mûsâ akıl yürütseydi, problemi fizikle fizik kanunlarıyla değerlendirseydi kesinlikle su çıkmazdı, çıkmayacaktı. Ama Allah demişse tamam ilgisi vardır. Mûsâ (a.s)'ın vahiy kar-şısındaki tavrı kesin teslimiyetti. Vahiy ne emrediyorsa hemen kabul edip teslim olmak zorundayız. Hemen onu uygulamaya koymayarak akıl süzgecinden geçirip yoruma tâbi tuttuğumuz zaman da kaybedeceğimizi hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. İşte bu âyetle kıyâmete kadar bu mesajı veriyordu Hz. Mûsâ bize. Kıyâmete kadar Rab’ ten gelen emirlerin hikmeti konusunda kesin bir bilgi sahibi olamayabiliriz. Ama unutmayalım ki bizler hikmetini anlayamasak da Al-lah’ın emrettiği şeyler serapa hikmettir hikmetlidir.


Ve şunu asla unutmayalım ki hikmetini anlayamasak da merhametli olan Allah kulunun faydasına olmayan hiç bir şey emretmez. Bize düşen sadece Allah’ın emrine boyun eğmektir. İşte o zaman Rab’ ten gelen nimet bize ulaşacaktır. Nitekim melekler de öyle yaptılar.

Öyleyse biz de Allah’ın melekleri gibi, Allah’ın kutlu elçisi Mûsâ (a.s) gibi Rabbimizden bize intikal eden emirlerden hiç birisine yorum getirmeden, acaba yapsak mı yapmasak mı? Acaba bunlar bizim hayrımıza mı değil mi gibi bir muhasebeye girmeden mutlak teslimiyet göstermek zorundayız. Bunu bana emreden Rabbimdir deyip hemen emre uymak zorundayız. Rabbimizin emirleri karşısında şeytanî bir tavır sergilemeyeceğiz.

Eğer böyle davranır, hiç bir tereddüt ve şüphe geçirmeden Rabbimizin emirlerini uygulamaya koyarsak bilelim ki Rabbimiz bizim de hayatımızda nice olmazları olduracak, nice umutsuzluklarımızı giderecek, nice dertlerimize derman verecek, nice kuru taşlardan su-lar akıtacak, nice ıssız çöllerde bizi bıldırcın eti ve kudret helvalarıyla besleyecektir. Bundan hiç mi hiç şüphemiz olmasın. Ama öyle değil de Rabbimizin emirleri karşısında şeytanca bir tavır takınacak olursak ona yapıldığı gibi Rabbimiz bizi de rahmette kovacak, küçültecek, alçaltacak rezil ve rüsva bir hayatın adamı yapacaktır.

Evet ben ondan hayırlıyım diyen şeytan bir mantık yürütüyordu. Bir doğruya istinad ettirerek bir bâtılı kabul ettirmeye, bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı empoze etmeye çalışıyordu. Bâtılı, bir doğrunun, bir hakkın içine koyarak yutturmaya çalışıyordu. Dikkat ederseniz burada biri doğru ötekisi bâtıl iki cümleden oluşan bir önerme var. Beni ateşten yarattın onu topraktan öyleyse ben ondan hayırlıyım. Bunlardan doğru olan, hak olan “beni ateşten yarattın onu topraktan cümlesidir” Bu doğrudur. Gerçekten Rabbimiz onu ateşten, Âdem’i de topraktan yaratmıştı. Bâtıl olan cümle de “öyleyse ben on-dan hayırlıyım” cümlesiydi. Bir doğruya istinad ettirerek bir bâtılı kabul ettirmeye çalışıyordu.

Bugün de bakıyoruz insanların aynı mantığı kullandıklarını görüyoruz. Bir doğrunun gölgesi altında bir bâtılı yutturmaya, bir doğruya istinad ettirerek bir yanlışı empoze etmeye çalışıyorlar. Efendim Amerika’yla münâsebetlerimizi keselim de Rusya’nın kucağına mı atalım kendimizi? Rusya Amerika’dan daha mı iyi sanki? Aynen şeytan mantığı. Bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı hoş gösterme çabaları. Burada doğru olan, evet Rusya daha iyi değildir. Bu cümle doğrudur. Ama bu doğruya dayandırılarak bir bâtılı empoze etmeye çalışıyorlar. Amerikan bâtılını empoze etmeye çalışıyorlar.

Ne yâni şimdi kızlarımız bu okullara gitmesin de evde mi kalsınlar? Okullara gitmeyip evde oturanlar daha mı iyi sanki? Bir doğrunun hatırına bir bâtılı sineye çekmeye çalışıyor adamlar. Tamam evde boş, boş oturanlar iyi değiller de bu doğrudan hareketle niye bir bâtılı güzel göstermeye çalışıyorsunuz? Bir pislikten başka bir pisliğe çağırmanın şeytan mantığı olduğunu bilmiyor musunuz?

Öyle diyeceğinize evde oturanlara eğitim imkânı hazırlayın. Bunların hepsi şeytan mantığıdır. Ne yâni paralarımızı bankaya yatırmayalım da evde hırsızların kucağına mı teslim edelim? Ne yâni şu partiyi desteklemeyelim de filanlar mı gelsinler iktidara? Ne yâni biz oturmayalım bu makamlara da şunlar şunlar mı otursunlar? Bunların hepsi şeytan mantığıdır. Bir doğrunun gölgesinde bir bâtılı empoze çabalarıdır.

Veya çevrelerindeki zulümleri göstererek birileri demokrasiyi empoze etmeye çalışıyor. Ne yapalım yâni demokrasiyi bırakalım da şunlar şunlar gibi mi olalım? Tamam onlar da iyi değildir ama sizin savunduğunuz da iyi değildir. Kendi yasalarınızı, kendi fikirlerinizi Allah yasalarına tercih edip kendi tanrılığınızı iddia etmekten vazgeçin Allah yasalarına teslim olun bakın iyi nasılmış o zaman göreceksiniz. Değilse bir pislikten diğer pisliğe çağırmanın anlamı yoktur. Bunların hepsi bâtıldır.

Ama maalesef bâtıllar hakkın desteğinde olunca da onun yıkılması zor oluyor. Fenerin içinde yanan bir mum düşünün. Farz edin ki onun içindeki ateş bâtıldır, onu çevreleyen cam fanus da haktır. Bu ateş bu hakkın desteğinde olduğu sürece onun söndürülmesi zordur. Dışardan üfleme onu söndüremeyecektir. Ama ne zaman ki bu ateş hakkın desteğinden, hakkın muhafazasından, doğrunun istinadından yâni onu muhafaza eden cam fanustan ayırabilirsek ondan sonra onun söndürülmesi çok kolay olacaktır. İşte bâtılların hayatta kalışlarının hikmeti buradadır. Maalesef tüm bâtıllar hakkın desteğindedir.

Burada Şeytanın işlediği bir başka bâtıl daha var ki o da bizim yaşamımızın temelini oluşturan bir bâtıldır. O da şudur: Şeytan diyor ki; ne? Ben Âdem’e secde edeceğim ha? Ne dedin ne dedin? Âdem’e secde mi dedin? Niye secde edecekmişim ben ona? Kim o? Sanki onun maddesi benim maddemden üstün mü ki ona secde edeceğim?

İbadet ve emirler konusunda, varlıklar arası ilişkiler konusunda maddeyi temel kabul edip materyalistçe bir düşünce mantığı. Meseleye materyalistçe bir yaklaşım. İnsanların pek çoğu böyle değil mi? Adam her şeyi parayla ölçüyor bugün. İffeti, namusu, dostluğu, arkadaşlığı, sevgiyi hep parayla ölçüyor. O kaç paralık adammış da onunla arkadaşlık edecekmişim! diyor. Kaç paralık adam da onun dâvetine icâbet edecekmişim! O kim ki onun elini öpecekmişim! Hattâ benim karnımı yarsalar onun karnından daha fazla kazurat çıkar diyor adam. Her şeyi maddeyle ölçmeye çalışıyor. İşte şeytan da aynı şeyi yapmaya çalışıyordu.

Evet şeytan Allah karşısında bilgi iddiasında, güç iddiasında bulunuyordu. Allah bilgisi, Allah mesajı, Allah yasaları karşısında ilk defa kendi bilgisini, kendi fikirlerini, kendi yasasını savunan bir tip olarak ortaya çıkıyordu şeytan. Ve kıyâmete kadar onun yolunu takip edenler için bir selef oluyordu. İnsanlardan da Allah bilgisini, Allah mesajını, Allah yasalarını beğenmeyerek kendi yasalarını onun yasalarına tercih edenler, Allah yasalarını ilga ederek kendi yasalarını onun yerine ikâme etmeye çalışan insan şeytanları da hep var olagelmiştir yeryüzünde. İşte Allah’la çatışan, Allah’la ve Allah yasalarıyla savaşa tutuşan bu tâğutların başlangıcı da o döneme dayanmaktadır. Şeytanî güçler, şeytanî fikirler, şeytanî sistemlerle Rahmânî güçlerin kavgası da o zamandan beri devam edip gelmektedir. Ve kıyâmete kadar da yeryüzünde bu mücâdele devam edecektir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Araf suresi ayet 19
Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.

Şeytanın kovulmasından ve rahmetten tart edilmesinden sonra anladığımız o ki arzda yaratılan Âdem’e arzda secde edilmiş, melekler ona yerde secde ederek imtihanı kazananlardan olurken, şeytan secde etmeyerek imtihanı kaybedenlerden olmuş ve hemen bundan sonra da Rabbimiz Âdem’i arzdan alıp cennete yükseltmiş. Ve bakın buraya kadar anlattıklarına Rabbimiz bir örnek verecek. Şey-tan dedi, şeytanın saptırmalarına dikkat dedi, aman düşmanınıza karşı âgâh olun, uyanık olun dedi, şimdi de bakın bu şeytan, insanları iş-te şöylece saptırır diyerek atamızın ve anamızın hayatından bize bir örnek sunacak. Bu melun düşmanın atamız ve anamıza nasıl yaklaşma imkânı bulduğunu, onları nasıl kandırdığını anlatarak bize bu konuda bir ibret levhası arz edecek, bir miras sunacak.

Rabbimiz; ey Âdem sen ve zevcen cennette oturun. Evet sadece sen değil, zevcen de cennette olsun. Arkadaşlar, bizler sadece kendimiz cennete gitme kavgası vermeyeceğiz, zevcelerimizi de cennete götürme kavgası vereceğiz. Vah o müslümanlara ki hanımlarını eğitip, onları kitap ve sünnetle tanıştırıp cennete götürme derdinde değiller. Vah o kadınlara ki kocalarının koştuğu cennete gitme arzusu içinde değiller.

Evet sen ve hanımın cennette oturun ve dilediğinizden yiyip için, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz bu-yuruyor. Evet her şeyden yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın. Her şey serbest, ama hayatlarında bir yasak var.

Bir ağaca yaklaşılmayacak. Bu yasak, Âdem ile Havva’nın iradeleridir. Bu yasak iradeyi anlatır. Yâni Âdem ile Havva’nın seçebilme özellikleri vardır. İyi ya da kötü, haram ya da helâl, hayır ya da şerden, iman ya da küfürden birini seçebilme, tercih edebilme özelliklerinin varlığını anlatır bu yasak.

Esasen irade yasakla yeşerebilir. Eğer varlıkların hayatında yasak yoksa onların şahsiyetlerinin gelişmesi de mümkün değildir. Şahsiyetlerin gelişmesi için yasak lâzımdır. Meselâ her istediğini yapabilen bir çocuk düşünün, şahsiyeti gelişmez bu çocuğun. Bunların da şahsiyetlerinin gelişip yeşermesi için bir yasak var hayatlarında. Allah buyurdu ki; bir ağaca yaklaşmayacaksınız.

Peki neydi bu ağaç? Ne bilmiyoruz, ama tadılan bir şey olduğunu, bir ağaç, yenen bir ağaç olduğunu biliyoruz. Ağaç yenmez de meyvesi yenir tabii. Mihnet ağacı demişler, buğday ağacı demişler, buğdaydan ağaç olur mu? Orasını bilmem, ama demişler işte. Zırvanın te’vili olmayacağından bunları geçiyorum. Bir ağaç var ve o yasak ediliyor, o kadar.
Evet Âdem ve Havva cennetteler ve bir yasak var hayatlarında. Her şeyden dilediğiniz kadar yeyin için, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olursunuz. Şimdi de öyle değil mi? Bütün meşrubatlar serbest, ama içki yasak. Bir çok hayvan serbest, ama domuz yasak.

Evet Âdem ve Havva cennete ve hayatlarında bir yasak var. Burada bir soru hatırımıza geliyor. Arzda yaratılan, yeryüzünde yaratılan ve Bakara’da anlatıldığı gibi yeryüzünün halîfesi olarak yaratılan Âdem ve Havva acaba neden bir cennete konuluyor? Hz. Âdem ilk andan itibaren zaten dünyada yaşamak üzere yaratılmıştı:

Âyeti bunu gösteriyordu. Peki neden direk yeryüzünde değil de başka bir yerde imtihan ediliyordu Hz. Âdem (a.s)? Veya neden böyle bir ağaçla imtihan ediliyordu? Bir de onun o imtihanı başarıp başarmayacağını, o ağaçtan yiyip yemeyeceğini ezelî ve ebedî ilmiyle zaten bilmiyor muydu Allah? Bunu bildiği halde Allah neden böyle bir imtihana konu kıldı?

a: Bunun bilebildiğimiz kadarıyla birinci sebebi: Hz. Âdem’i yetiştirmek içindi. Yeryüzünde ileride halîfe olacak varlığın içinde giz-lenmiş olan kuvvetleri uyarmak, onu şeytanla savaşa hazırlamak, acıları tattırmak, pişmanlığı yudumlatmak, düşmanını tanıtmak ve düşman karşısında sığınağını bildirmek içindi.



Böylece Hz. Âdem deneyim sahibi oluyordu. Benliğindeki zayıflıkların farkına varıyor, düşmanının aldatma yöntemlerini tanıyor ve öğreniyordu ki bundan sonra onunla daha etkili bir mücâdele verebilsin.

b: İkinci olarak yanlıştan, hatadan dönmesi gerektiğini, hatadan nasıl dönmesi, nasıl tevbe etmesi gerektiğini öğretiyordu ona.

c: Üçüncü olarak da, aynı zamanda nesli için de bir örneklik söz konusuydu. Kıyâmete kadar Âdem neslinden gelecek insanlara bu konuda ders veriyordu, düşmanlarını tanıtıyordu Rabbimiz.

d: Dördüncü olarak da, Rabbimiz böylece atamız Âdem’e ve tüm soyuna bir hedef göstermiş oldu. Ey Âdem! İşte cennet budur. Dünyadaki tüm uğraşınızda hedefiniz burası olsun! Burasını kazanmak için çalışıp çırpının dercesine onlara cennetini gösteriverdi diyoruz.

Allah sonucun böyle olacağını, onun o ağaçtan yiyeceğini bildiği halde niye böyle bir emirle karşı karşıya bıraktı onu?

Emir veren:
1- Ya o emrin bizzat yapılmasını ister. Emri vermesindeki sebep bizzat o işin yapılmasıdır.

2- Ya da mesele o işin yapılması değil de emredilen varlığın samimiyet ve itaatini sınamak için böyle bir emir verilmiştir. O konudaki samimiyet ve imanının gücünü ortaya çıkarmak için emir vermiştir.

Nitekim Cenâb-ı Hakkın Hz. İbrâhim’e "Oğlunu kurban et!" Emri bu türden bir emirdi. Bu sebeple de eylem gerçekleşmeden de Cenâb-ı Hak bu emri geri aldı. Baba ile oğulun teslimiyetlerini ortaya çıkarmak istiyordu. Veya bu konuda onların bu teslimiyetlerini insanlığa örnek sunmak istiyordu. Veya onları böylece eğitmek istiyordu Rabbimiz. Evet her ikisi de cennette ve karşılarında duran bir yasak var.

Araf suresi ayet 20
Şeytan, kendilerinden 'örtülüp gizlenen çirkin yerlerini' açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir."
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt