Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kitap okumayı sevenler buraya-2 (3 Kullanıcı)

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-53
(FANİLİĞİNİ UNUTMAMAK

Hazret-i Mevlânâ, Hak âşıklarının ölümünü ne güzel tasvîr eder:

“Bedenin ölümü sır ehline ilâhî bir armağandır. Hâlis altına makastan bir ziyan gelir mi?”

İşte gâfilâne bir hayatın korku dolu âkıbetinden bir manzara… Diğer taraftan, fânîliğin idrâki içinde ve her an amel-i sâlihlerle ölüme hazır, keder ve telâştan âzâde, huzur dolu bir son nefes demi… İşte ölümü kimisinde bir kâbus, kimisinde ise -Hazret-i Mevlânâ’nın tâbiriyle- mes’ud bir “şeb-i arûs” (düğün gecesi) ve sonsuz bir vuslat kılan gönül kıvâmı…

Bizler de sık sık tefekkür etmeliyiz ki, ölüm meleğiyle mutlak olan randevumuz acabâ hangi manzara içinde gerçekleşecek? Onunla secde hâlinde mi, yoksa yanlış bir hareket ânında mı karşılaşacağız? Dilimizden dökülen son cümle acabâ ne olacak?..

Ölüye Değil, Kendine Ağla...

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:

“Azrâil -aleyhisselâm- rızkını tüketip ömrünü tamamlayanın canını alır. Ölen kişinin evindekiler feryâd ü figân ederler. Azrâil -aleyhisselâm- hâl lisânı ile:

«Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim, ne de ömründen kestim. Rızkı tükendi, ömrü sona erdi, emr-i Hak vâkî oldu, ilâhî tâlimat geldi, canını aldım. Boşuna ağlamayın, ben devamlı olarak buraya gelip gidecek ve hiçbirinizi bırakmayacağım.» der.”

Hasan-ı Basrî Hazretleri sözlerine şöyle devam eder:

“Eğer ev halkı Azrâil -aleyhisselâm-’ı görseler ve dediklerini duysalardı, ölüyü unutur, kendilerine ağlarlardı!”

Her işinde hikmet sahibi olan Rabbimiz, ölümü hiçbir zaman unutmayalım, ona her an hazırlıklı bulunalım, fakat bununla birlikte dünya hayatının îcaplarından da geri kalmayalım diye, ecel vaktini bir sır perdesiyle gizlemiştir. Bu da O’nun kullarına olan merhametindendir.

Meselâ bir adam öleceği zamanı daha önceden bilseydi, ölmeden evvel işini-gücünü ve hattâ âilesini dahî kederinden dolayı terk ederdi. Hayat; nizam ve âhengini kaybederdi. Yine insanlar olacakları evvelden bilselerdi, bahtiyar olmalarına ve hayatın çeşitli cilveleriyle avunup huzur bulmalarına imkân bulunmazdı. Bir anne, doğurduğu çocuğunun gençlik çağında vefât edeceğini veya ileride çok kötü biri olacağını bilseydi, hayatı huzursuzluk içinde geçerdi. Velhâsıl ölüm ânını kulun bilmemesi, ilâhî bir lutuftur. Çünkü Allah Teâlâ dünya hayatını imtihan hikmetine binâen halk etmiş ve yine bu hikmetle “kader” ve ona dâhil olan “ecel”i meçhul kılmıştır. Bu sebeple ölüme her an hazır bulunmak zarûrîdir.

Âyet-i kerîmede:

“Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57) buyrulmaktadır. Benzeri âyet-i kerîmeler de çoktur. Bunlar, nefsânî arzularımızın girdabında boğulmamamız için Kur’ân’da tekrarlanan ilâhî ikazlardır.

Ecdâdımız, fânîliği unutmamak için kabristanları şehir ortalarında ve cami önlerinde yapmışlardır ki oradan gelip geçen herkes, kendi istikbâlini görerek fânîlik dersi alsın, hâlini ıslâh etsin.

Bizler de hayatımız boyunca görüp duyduğumuz ölümlerin, birgün mutlaka yaşayacağımız bir hakîkat olduğunu idrâk edip bunlardan gereken ibret dersini almak mecbûriyetindeyiz. Ancak bu takdirde gafletten kurtulup âgâh ve huzur dolu bir gönülle Hakk’a yolculuk edebiliriz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bütün dünyevî zevkleri bıçak gibi keseni (yâni ölümü) çokça hatırlayın!” buyurmuş (Tirmizî, Zühd, 4), diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:

“Namazını, (hayata) veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15) tâlimâtıyla, bu ibâdetin tefekkür-i mevt husûsundaki terbiyevî yönüne işâret etmişlerdir. Yani namaz ibâdeti, geçici olarak bulunduğumuz dünya hayatından esas hayat olan âhirete mânevî bir yolculuktur. Günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’a itaat, teslîmiyet, vefâ, sadâkat ve ubûdiyetini arz etmektir. Kulun bir nevî gurbet diyarı olan dünyada iken ilâhî vuslattan hisse alması kabîlinden bir rûhî disiplindir.

Bu yönüyle namaz, dünyâ ile ukbâ arasında bir mîrac yolculuğudur. Namazını tâdil-i erkân ve huşû içerisinde edâ edip tekrar günlük meşgalelerine dönen bir mü’min, sanki öldükten sonra tekrar hayata avdet ettirilmişçesine bir gönül hassâsiyetiyle yaşar. Böyle bir namaz, insanı münkerden ve fahşâdan korur. Gerçek mânâsıyla edâ edilen namaz, müthiş bir tefekkür-i mevt tâlimidir.

Namazlarını, hayata vedâ eden kimse gibi kılabilen bir mü’min, her gördüğü manzarayı âhiret penceresinden seyreder gibi yaşar. Böyle bir rûhî olgunluğa sahip olanlar, hayat yolculuğunda hiç İblis’le yoldaşlık edebilirler mi? Nefsânî arzularının esareti altına girerler mi? Dünyevî ihtiraslara gönül kaptırabilirler mi?..


 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
Namazlarını, hayata vedâ eden kimse gibi kılabilen bir mü’min, her gördüğü manzarayı âhiret penceresinden seyreder gibi yaşar. Böyle bir rûhî olgunluğa sahip olanlar, hayat yolculuğunda hiç İblis’le yoldaşlık edebilirler mi? Nefsânî arzularının esareti altına girerler mi? Dünyevî ihtiraslara gönül kaptırabilirler mi?..
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
ölüm meleğiyle mutlak olan randevumuz acabâ hangi manzara içinde gerçekleşecek? Onunla secde hâlinde mi, yoksa yanlış bir hareket ânında mı karşılaşacağız? Dilimizden dökülen son cümle acabâ ne olacak?..

 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-53
(FANİLİĞİNİ UNUTMAMAK


Namazlarını, hayata vedâ eden kimse gibi kılabilen bir mü’min, her gördüğü manzarayı âhiret penceresinden seyreder gibi yaşar. Böyle bir rûhî olgunluğa sahip olanlar, hayat yolculuğunda hiç İblis’le yoldaşlık edebilirler mi? Nefsânî arzularının esareti altına girerler mi? Dünyevî ihtiraslara gönül kaptırabilirler mi?..

İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne sormuşlar:

“–Ettiğimiz duâlar neden kabul olunmuyor?”

Hazret buyurmuş ki:

“–Hakk’ı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız! Peygamber’i bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz! Kur’ân okursunuz, fakat onunla amel etmezsiniz! Hak Teâlâ’nın nîmetlerini yersiniz, şükrünü edâ etmezsiniz! Cenneti bilirsiniz, onu kazanmak için gayret etmezsiniz! Cehennemi bilirsiniz, endişe duymazsınız! Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız! Atanız-ananız ve ölülerinizi kendi ellerinizle kabre koyarsınız, lâkin ibret almazsınız. Böyle olunca bu kadar gaflette olan bir kimsenin duâsı nasıl müstecâb ola!” (Tezkiretü’l-Evliyâ)

İşte ölümün ibret dersi lâyıkıyla okunmayınca, ona gereği gibi hazırlanmak da dehşetli bir ihmalkârlık mevzuu olmaktadır.

En Mühim Meçhul: Son Nefes

Ârif bir gönülle yaşayan Hak dostlarının ömürleri, ölümü tefekkürün rûhî olgunluğu ve son nefes meçhûlünün kaygısı içerisinde geçer. Zîrâ onlar çok iyi bilirler ki ömrü boyunca insanın ayağını kaydırmak için uğraşıp duran şeytan, kişinin son nefesinde çok daha büyük bir hırsla insanın îmânına musallat olur. Kalbinde şüphe bulunanları yoldan çıkarır, küfre dûçâr eder. Ardından da aldattığı insanı bedbahtlığıyla baş başa bırakıp gider. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Şeytan insana; «İnkâr et.» der. İnsan inkâr edince de: «Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.» der.” (el-Haşr, 16)

Bu sebeple Cenâb-ı Hak’tan bilhassa son nefesimizde ihlâsımızı muhâfaza etmesini niyâz ederiz. Hayat yolculuğundaki ecel geçidinin son virajı çok keskin ve tehlikelidir. Dolayısıyla en mühim meselemiz, derdimiz ve kaygımız; o virajı selâmetle geride bırakabilmek olmalıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Allâh’ın azametine göre bir takvâ sahibi olun. Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Sahâbenin meşhur zâhid ve âbidlerinden biri olan Osman bin Maz’ûn -radıyallâhu anh-, Medîne’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:

“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah Teâlâ sana ikrâm etmektedir.” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müdâhale ederek:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın:

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Allah Rasûlü

-sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Bakın, Osman vefât etmiştir. Ben şahsen onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben peygamber olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını (yâni başımızdan ne gibi hâller geçeceğini) bilmiyorum.”


 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Hayat yolculuğundaki ecel geçidinin son virajı çok keskin ve tehlikelidir. Dolayısıyla en mühim meselemiz, derdimiz ve kaygımız; o virajı selâmetle geride bırakabilmek olmalıdır.


En Mühim Meçhul: Son Nefes...
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“–Hakk’ı bilirsiniz, buyruğunu tutmazsınız! Peygamber’i bilirsiniz, sünnetlerini yerine getirmezsiniz! Kur’ân okursunuz, fakat onunla amel etmezsiniz! Hak Teâlâ’nın nîmetlerini yersiniz, şükrünü edâ etmezsiniz! Cenneti bilirsiniz, onu kazanmak için gayret etmezsiniz! Cehennemi bilirsiniz, endişe duymazsınız! Ölüm vardır dersiniz, hazırlanmazsınız! Atanız-ananız ve ölülerinizi kendi ellerinizle kabre koyarsınız, lâkin ibret almazsınız. Böyle olunca bu kadar gaflette olan bir kimsenin duâsı nasıl müstecâb ola!” (Tezkiretü’l-Evliyâ)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-54
(FANİLİĞİNİ UNUTMAMAK


Ümmü’l-Alâ der ki:

“Vallâhi, bu hâdiseden sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim.” (Buhârî, Tâbîr, 27)

Dolayısıyla kimin ne hâl üzere öldüğü meçhuldür. Geride kalanlar, ölen kimse hakkında kat’î bir hüküm vermekten sakınmalı, ancak onun için hayır-hasenât yapıp duâ ve güzel temennîlerde bulunmalıdırlar.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)

Ekseriyetle böyledir. Fakat peygamberler ve onların müjdelediklerinin dışında hiç kimsenin son nefes husûsunda bir teminâtı yoktur. Yani kişi, o âna kadarki yaşantısının düzgünlüğüne ve işlediği hayır-hasenâta güvenmemelidir. Yegâne güvenilecek ve sığınılacak merciin Cenâb-ı Hak olduğunu bilmeli, O’nu râzı edecek hâl ve amellerle O’na ilticâ etmelidir.

Duâlarımız gibi ibâdet ve amel-i sâlihlerimizin de kabûle muhtaç olduğunu unutmamalıyız. Zîrâ kulun en mühim meçhûlü olan son nefes hakkında diğer bir

hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Bir kimse uzun zaman cennetliklerin amelini işler, sonra ameli cehennemliklerin ameliyle sona erdirilir. Bir kimse de uzun zaman cehennemliklerin amelini işler, sonra ameli cennetliklerin ameliyle hitâma erdirilir.” (Müslim, Kader, 11)

Hak dostlarından Ali Bekkâ Hazretleri’ne “Bekkâ” yâni “çok ağlayan” lâkabının verilme sebebi şöyle anlatılır:

Sâlih ve kendisi gibi velî bir arkadaşı vardı. Hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Bir defâsında birlikte yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer, yürümekle bir senelik yol idi. Onlar kerâmetleriyle bu yolu bir saatte almışlardı. Bu arkadaşı ona; “Ben falan vakitte, falan memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun.” diye vasiyet etmişti. Fakat bu arkadaşı, son nefesinde îmansız öldü. Bu hâdise karşısında Ali Bekkâ Hazretleri, Allah Teâlâ’nın rızâsına kavuşamamak ve son nefesinde îmânını kurtaramamak endişesi ile çok ağlardı.

Dolayısıyla son nefes husûsunda mü’minin gönlü, korku ve ümit duygularının denge noktasında bulunmalıdır. Ahmed bin Âsım Antâkî -rahmetullâhi aleyh- kendisinden nasihat isteyenlere şöyle buyurmuştur:

“En faydalı korku, insanı günahlardan, Allah Teâlâ’nın beğenmediği şeylerden alıkoyan, âhiret işlerinin elden çıkması ile üzüntüye gark eden; kalan ömrü ve son nefesindeki durumu hakkında düşünmeye sevk eden korkudur.”

Muhammed Mâsûm Fârukî Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“Son nefes korkusu bir nîmettir ki, Hakk’ın dostları bu derde giriftâr olmuşlardır.”

İşte dünya hayatını îman vecdi, ibadet huzuru ve güzel ahlâka ilâveten son nefes korku ve endişesi ile yaşayanların, kıyâmet günü korku ve hüzünden korunacakları, ilâhî bir vaaddir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Şüphesiz, Rabbimiz Allah’tır deyip (hayatının her safhasını Allah rızâsının muhtevası içinde geçirip), sonra dosdoğru yolda (Kitâb ve Sünnet-i Seniyye istikâmetinde) yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara; «Korkmayın, üzülmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Âkıbetin Ne Olacak?..

Şeyh Ahmed Harb’in, Behram adında yaşlı bir komşusu vardı ki mecûsî idi, yâni ateşe tapardı. Ahmed Harb Hazretleri birgün Behram’a îman telkîninde bulundu. Yaşlı mecûsî dedi ki:

“–Ey müslümanlar ulusu! Sana üç şey sorayım. Cevap verebilirsen senin dînine îman edeceğim.”

Şeyh Ahmed “sor” deyince Behram:

“–Allah bu halkı niçin yarattı? Ve dahî rızkını da verdi, fakat niye bunları öldürür? Mâdem ki öldürür, neden diriltir?” diye sordu.

Şeyh Ahmed, bu suallere şu cevâbı verdi:

“–Halkı yarattı ki, O’nun varlığını ve birliğini bileler, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinin idrâki içinde olalar; rızkını verdi ki, O’nun rezzâklığını ve merhametini bileler; öldürür ki, O’nun kahhârlığını bileler; geri diriltir ki, O’nun bâkîliğini bileler. Velhâsıl hayatın her safhasındaki hâdisat ve vukuâtta O’nun kâdir-i mutlak olduğunu idrâk edeler.”

Behram bunları duyunca îmân etti. Fakat Şeyh Ahmed Harb o an dehşete kapılarak bayıldı. Ayıldığında:

“–Yâ Şeyh, ne oldu?” diye sordular. Dedi ki:

“–O an bana bir hitap geldi ki; Behram yetmiş yıllık ateşe tapan bir kâfir idi, şimdi müslüman oldu. Sen yetmiş yıllık müslümansın, son nefesinde ne olacağını bilir misin?!.” (Tezkiretü’l-Evliyâ)

Dolayısıyla her nefesimizi, dünya hayatımızın son ânını hayırdan ibâret kılacak bir kıvamda geçirmeye gayret etmeliyiz. Buna ilâveten ebedî kurtuluşumuz için dâimâ Hakk’ın rahmet ve mağfiretine sığınmalıyız.

Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sirruh-, Yemen çöllerinde gezerken bir av köpeği görmüş. Bakmış ki dişleri dökülmüş, arslanlara saldıran pençesinde kuvvet kalmamış, miskinleşmiş, kocamış tilkiye dönmüş. Vaktiyle yaban öküzlerine, geyiklere atılır, onları tutarken, şimdi ev koyunlarından tos yemeye başlamış.

Cüneyd, o köpeği öyle zavallı, bitkin ve hâlsiz görünce kendi azığından ona bir parça vermiş. Ve bu köpeğe karşı hüzünle şu sözleri söylemiş:

“Ey köpek! Bilmem ki yarına ikimizden hangimiz daha iyi çıkacak. Zâhire bakılırsa bugün insan olduğum için ben senden iyiyim. Fakat bilmem ki, kazâ ve kader başıma ne getirecek! Eğer îmânımın ayağı kaymazsa, başıma Cenâb-ı Hakk’ın affı tâcını giyeceğim. Eğer üzerimdeki mârifet kisvesi soyulacak olursa, senden çok aşağı olacağım. Zîrâ köpek ne kadar kötü huylu olursa olsun, onu cehenneme götürmezler.”

İşte bu hissiyâtı kalbinde taşıyan bir mü’min, dünya hayatını bir mayın tarlasında yürürcesine müstesnâ bir hassâsiyet ile yaşar. Dünyada varacağı son konağın, cennet bahçelerinden biri olması için kabristanların sessiz irşâdına cân u gönülden râm olur. Ölüme hazırlığın, kendine kabir hazırlamak değil, kabre kendini hazırlamaktan ibâret olduğunun hikmetine erer.

 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
“En faydalı korku, insanı günahlardan, Allah Teâlâ’nın beğenmediği şeylerden alıkoyan, âhiret işlerinin elden çıkması ile üzüntüye gark eden; kalan ömrü ve son nefesindeki durumu hakkında düşünmeye sevk eden korkudur.”
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-55
(FANİLİĞİNİ UNUTMAMAK)


Vefâtından sonra sevenlerinden biri Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ni rüyâsında görmüş ve sormuş:

“–Ne amel işleyelim ki kurtuluşa erelim?”

Hazret buyurmuş ki:

“–Son nefeste ne ile meşgûl olmak gerekirse, onunla meşgûl olunuz.”

Ecel gelip çattığında en mahâretli eller bile artık tutmaz olur. Bundan sonra insan için ne ter dökme, ne yorulma, ne üşüme, ne de üşenme vardır. Yani Allah yolunda ibâdet, hizmet ve gayrete mânî olan bütün beşerî mâzeretler son bulur. Lâkin artık ibâdet ve gayret vakti değil, ilâhî hesâba çekilme zamanıdır. Allah için sâlih amel işleme zamanı, dünya hayatıdır. O fırsat elden kaçtı mı bir daha geri dönüşü yoktur. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri der ki:

“Dünyanın bir günü, âhiretin bin senesinden hayırlıdır. Çünkü dünyanın bir gününde rızâ-yı ilâhîyi tahsil etme imkânı vardır. Âhirette ise dünyadaki gibi amel-i sâlihler yapıp da kazanma imkânı yoktur. Orada sadece ömrün hesâbı vardır.”

Bu itibarla kâmil mü’minler, dünyâyı âhiretin tarlası bilip ömürlerini hayırlı ameller işlemek için ilâhî bir mühlet kılındığının farkında olarak yaşarlar.

Rivâyete göre İlyas -aleyhisselâm-, ölüm meleği ile karşılaşınca biraz ürperir. Bunun üzerine Azrâil

-aleyhisselâm-:

“–Sen bir peygambersin yâ İlyas, ölümden mi korktun?” der.

Hazret-i İlyas şöyle cevap verir:

“–Hayır, ölümden ürkmedim. Ben hayatımın bittiğine üzüldüm. Çünkü hayatımı ibâdetle, tebliğle geçiriyordum. Kulluktan lezzet alıyordum. Fakat şimdi kabirde kıyâmete kadar rehin kalacağım. Onun için mahzun oldum.”

Şâir, mü’minin nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini ne güzel hulâsa eder:

Seni annen doğurup attığı gün dünyâya,

Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda.

Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin;

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda…

İşte mühim olan, sâlih ameller ve hayır-hasenât ile gök kubbede hoş bir sadâ bırakarak ömür defterini kapatabilmektir. Hakk’ın dîvânına bu hâlet-i rûhiye ile, böylesine müsterih bir vicdan, selîm bir kalp ve yüz akıyla varabilmek, en büyük saâdettir.

Güzel Türkçemizde; “Son gülen iyi güler.” diye hikmetli bir söz vardır. Bunun mânâsı, kişiye son nefesinde perdeler kaldırılıp gideceği makam gösterildiğindeki tebessümden daha güzel bir tebessümün olmadığıdır. Kulun bu cihandaki en güzel, en mânâlı, en mes’ûd tebessümü, o andakidir.

Cenâb-ı Hak lutf u keremiyle cümlemizi son nefesinde yüzünü güldürdüklerinden eylesin. Rabbimiz, bu hikmet ve ibretlerle nefislerimizi muhâsebe edip hâlimize çeki-düzen verebilmemizi, son nefesimizde ebedî vuslatı tadarak kıyâmet gününe bir bayram sabahının huzur ve saâdetiyle, korku ve hüzünden âzâde bir şekilde varabilmemizi nasip ve müyesser eylesin!

Âmîn!..
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-55
(Kur’ân’ın Telkîn Ettiği Konuşma Üslûbu )


Îman; Allâh’a samîmî bir muhabbetle bağlılıktır. Mü’minin Allâh’a vuslat yolunda en büyük sermâyesi, muhabbetidir. Fakat davranışlara intikal etmeyip sözde kalan bir muhabbet, tek başına kâfî değildir. Muhabbetin kâmil neticesi, edebe riâyetle elde edilebilir. Edep ise, rûha ferahlık veren bir gül kokusu gibidir. O kokunun, mü’minin gönül dokusuna güzelce nüfûz etmesi ve hayatının her safhasında hissedilmesi îcâb eder. Ne zaman ki davranışların hâkim vasfı edep, nezâket ve zarâfet hâline gelir, bu aynı zamanda îmânın kemâlinin de tescîli demektir. Zîrâ Hak dostu Mevlânâ’nın ifâdesiyle: “Aklım, kalbime; «Îmân nedir?» diye sordu. Kalbim ise aklımın kulağına eğilerek dedi ki: «Îmân, edepten ibârettir!»” Dolayısıyla Hak dostu kâmil mü’minlerin her hâl ve davranışı, bir edep ve nezâket tâlimidir. Rabbimiz de Kur’ân-ı Kerîm’de bildirdiği ölçülerle bizleri kulluk edebine dâvet etmektedir. Edep kâidelerine tâbî kılınması gereken beşerî davranışlarımızın başında “konuşma” gelir. Konuşma, kişinin aklî ve kalbî seviyesini, îmânî ve ahlâkî durumunu gösteren mücellâ bir ayna gibidir. Nitekim büyükler; “İnsan, dilinin altında gizlidir.” demişlerdir. Dolayısıyla, ince ruhlu ve zarif bir mü’minin konuşması da nâzik ve edepli olur. Şu hâdise, buna ne güzel bir misaldir: Kubâs bin Üşeym -radıyallâhu anh-: “–Ben ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Fil Senesi’nde doğduk.” der. Osman bin Affân -radıyallâhu anh- ona: “–Sen mi daha büyüksün, yoksa Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi?” diye sorar. O mübârek sahâbî, şu edep numûnesi karşılığı verir: “–Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, benden çok çok ve târife sığmaz derecede büyüktür. Doğumda ise ben O’ndan daha eskiyim…” (Tirmizî, Menâkıb, 2/3619) İşte örnek nesildeki rûh inceliğinin lisâna aksetmiş hâli… Düşünmek îcâb eder ki, bu kadar nâzik, zarif ve ince bir lisan kullanmayı telkin eden gönül hassâsiyeti; hangi terbiyenin, hangi eğitimin mahsûlüdür?.. Kâinâtta bütün varlıklar kendi dillerince Hakk’ı zikir ve tesbîh ile meşgul olurlar. Mahlûkât içinde lisânın en gelişmiş şekli ise, insan nesline lutfedilmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı, ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4) buyrulur. Rabb’imizin biz kullarına Kur’ân’ı öğrettiğini ve hemen akabinden de beyan kâbiliyeti, yâni konuşma, îzah ve ifâde istîdâdı bahşettiğini bildirmesinde, üzerinde düşünülmesi gereken nice hikmetler vardır. En başta Rabbimiz, biz kullarından, insanlar arası münâsebetlerde Kur’ân ölçüleriyle terbiye edilerek şekillendirilmiş bir konuşma üslûbu istemektedir. Öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’in en mühim vasıflarından biri de, fesâhat ve belâgati, yâni eşsiz edebî kıymetidir. Her fânî eser birkaç kez okununca bıkkınlık verir. Kur’ân ise, okundukça lezzeti artar. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi...” (ez-Zümer, 23) Nitekim edebiyat fuarlarında birinci gelen söz üstâdı Arap şâirler, Kur’ân âyetlerinin eşsiz fesâhat ve belâgat kudretini gördüklerinde, Kâbe’nin duvarlarına asılmış olan şiirlerini indirmek mecbûriyetinde kalmışlardır. Dolayısıyla kelâmî bir mûcize olan Kur’ân’a muhâtap kılınan mü’minlerin, onun ahlâkıyla ahlâklanması ve onun kelâmî güzelliklerine de yaklaşmaya gayret etmesi lâzımdır. Yâni en mükemmel ifâde kudretine mâkes olan Kur’ân-ı Kerîm, bizden de pırlanta ifâdeler ister. Maksadı güzel ve tesirli bir şekilde ifâde edebilmek için, berrak bir su gibi akıcı ve rûha huzur veren, düzgün bir lisan şarttır
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-56
(Kur’ân’ın Telkîn Ettiği Konuşma Üslûbu )


Zîrâ İslâm’ın güzellik, nezâket ve zarâfeti, lisan güzelliği ile de sergilenmelidir. Kur’ân’ın Rahmet Lisânına Âşinâ Olmak... Kur’ân’ın hikmet ve sırları, bir okyanus gibi derindir. Lâkin herkes kendi kalbî derinliği nisbetinde ondan istifâde eder. Kişinin kalbî istiâbı bir terzi yüksüğü kadar küçükse, o uçsuz bucaksız deryâdan alabileceği nasip de o nisbette olacaktır. Avâm-havâs bütün mü’minler aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okurlar, fakat herkes kendi kalbî seviyesi kadar hisse alır. Kur’ân’ın mânâları, kulun Hakk’a yakınlığı derecesinde açılır. O hâlde kendimize sormalıyız: Bütün âlemleri yoktan var eden Yaratıcımız’ın bizlere gönderdiği mektup olan Kur’ân-ı Kerîm’e karşı merak ve alâkamız, fânîlerden gelen mektuplarla kıyaslanamayacak derecede yüksek bir seviyede mi? Onu ne kadar okuyup anlama ve hikmetine erebilme gayretindeyiz? Anlayamadıklarımızı bilenlere soruyor, onun muhtevâsıyla yeterince meşgûl oluyor muyuz? İşte bu nevî suallere tatminkâr cevaplar verebildiğimiz zaman, Kur’ân’ın rahmet lisânına âşinâ olabiliriz. Dünyevî maîşet ve apolet derdiyle bir beşer lisânını öğrenmek için gösterilen gayretleri düşünelim: Bilhassa günümüzde global bir dünyada yaşar olduk. Bu yüzden yabancı bir lisan öğrenmek için kurslara gidilip çok ciddî emekler veriliyor, büyük masraflar ediliyor. Hattâ ömrün bir kısmı, o lisanın konuşulduğu ülkelerde tüketiliyor. Hattâ bu iş, büyük bir ticârî sektör hâline de geldi. Tabiî ki lisan öğrenmek güzel bir şeydir. Fakat bütün dillerin yaratıcısı ve sahibi Cenâb-ı Hakk’ın biz kullarından, insanlık şeref ve haysiyetini muhâfaza ederek yaşamamız için ilk başta öğrenmemizi murâd ettiği lisan, “Kur’ân Lisânı”dır. Bu ise kuru kuruya bir Arapça öğrenmek değil, Kur’ân’ın rahmet lisânıyla konuşabilmeyi öğrenmektir. Bunun da yolu; önce Kur’ânî îkazlara göre dilimizi düzeltip terbiye etmek, sonra da ilâhî telkinlerle onu güzelleştirmekten geçer. Günümüzde insanî münâsebetlerde yaşanan pek çok sıkıntı, lisânın yanlış kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Zîrâ dil, hayrın anahtarı olabileceği gibi, doğru kullanılmadığında şerre de anahtar olabilir. Bunun için dilimizin kalplere batan bir diken olmamasına çok dikkat etmemiz îcâb eder. Nitekim ecdâdımız; “Kılıç yarası onulur, dil yarası onulmaz.” demişlerdir. Dolayısıyla konuşmadan önce düşünmek, sözün varacağı noktayı iyi hesab etmek gerekir. Konuşmak, eline bir taş alıp atmak gibidir. O taşın nereye düşeceğine dikkat etmelidir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bu hakîkate işâretle: “…Özür dilemeni gerektiren bir sözü konuşma!..” buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Zühd, 15) Söylenmiş bir söz, yaydan çıkmış bir ok gibidir; bir daha geri dönmesi mümkün değildir. İnsan, söylemeden önce sözünün hâkimi iken, söyledikten sonra onun mahkûmu olur. Söylenmemiş bir sözü her zaman söyleme imkânı vardır. Fakat söylenen bir sözü de dâimâ müdâfaa etmek veya hesâbını vermek gerekir. Kâmil mü’minler, evvelâ söyleyecekleri sözün fayda verip vermeyeceğine dikkat eder, kendilerine veya muhâtaplarına zarar verecekse sükûtu tercih ederler. Ayrıca, hangi sözü hangi seviyede ve nasıl söyleyeceklerine de îtinâ gösterirler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ne güzel söyler: “Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!” Mü’min, firâset sahibi olmalı, muhâtabına göre konuşma üslûbunu ayarlamalıdır. Zîrâ bir kimseyi sevindiren bir davranış, bir başkasını üzebilir. Dolayısıyla muhâtabının psikolojik durumunu tespit edebilmek ve iki üç merhale sonrasını düşünerek söz söylemek gerekir. Yâni en sonda söylenecek bir sözü en başta söylememek îcâb eder. İnsanlar da dâimâ böyle firâset sâhibi kimselerin nasihat ve beyanlarına hayrân olur ve îtimâd ederler. Bunun içindir ki Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlara ilgi duyacakları konulardan yaklaşır ve muhâtabının idrak seviyesine göre konuşma üslûbunu ayarlardı. Bir bedevîye onun anlayabileceği temel esasları tebliğ eder, yüksek istîdatlı sahâbîlerine ise havâs seviyesindeki sır ve hikmetleri de naklederdi. Nitekim Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Ebû Bekir ile husûsî bir sohbetine şâhid olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-büyük ilim ve irfânına rağmen: “–Ben onların yanında sanki Arapça bilmeyen biri gibi kaldım. Sözlerinden bir şey anlayamadım.” buyurmuştur. İşte böyle yüksek hakîkatlerin sığ idrakler tarafından yanlış anlaşılmasına mahal vermemek içindir ki Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “Ey İbn-i Abbâs! İnsanlara akıllarının almayacağı bir söz söyleme. Zîrâ böyle yapman, fitneye düşmelerine sebep olur.” buyurmuştur. (Deylemî, V, 359)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-57
(Kur’ân’ın Telkîn Ettiği Konuşma Üslûbu )


Hazret-i Mevlânâ da âdeta bu hadîs-i şerîfin şerhi mâhiyetinde: “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma!” diye nasihat etmiştir. Birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devesinin üzerinde, arkadaşları da O’nun önünde gidiyorlardı. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-: “–Ey Allâh’ın Elçisi! Siz’i rahatsız etmeyeceksem, yanınıza yaklaşmama izin verir misiniz?” diye sordu. Peygamber Efendimiz izin verince Hazret-i Muâz: “–Canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim emânetimizi Sen’den önce almasıdır. Allah göstermesin ama, Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibâdetleri yapalım?” diye sordu. Hazret-i Peygamber bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz: “–Allah yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Peygamber Efendimiz: “–Allah yolunda cihâd güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurdu. “–Yâni oruç tutmak, zekât vermek mi?” “–Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.” Muâz -radıyallâhu anh-, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her defâsında: “–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyuruyordu. Hazret-i Muâz: “–Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sorunca Peygamber Efendimiz ağzını gösterdi ve: “–Hayır konuşmayacaksa susmak.” buyurdu. Muâz -radıyallâhu anh-: “–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muâz’ın dizine hafifçe vurarak ona şunları söyledi: “–Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşunuz.” (Hâkim, IV, 319/7774) Dolayısıyla mü’min, söylemiş olduğu sözlerin ilâhî kameralar tarafından kaydedildiğini aslâ unutmamalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur: “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 18) Bu dünyada her sözümüzden dolayı hesaba çekilmesek bile, âhirette mutlaka hesaba çekileceğiz. Bu yüzden ağzımıza giren lokmalar kadar ağzımızdan çıkan sözlere de ciddiyetle dikkat etmemiz şarttır. Yine bu hikmete binâendir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de, söz söyleme âdâbına, yâni nasıl konuşulup nasıl konuşulmayacağı husûsuna büyük ehemmiyet verilmektedir. Kur’ân, Bizden Nasıl Bir Konuşma Üslûbu İstiyor? Kur’ân-ı Kerîm, bizleri evvelâ güzel ve düzgün ifâdeler kullanmaya dâvet ediyor. İnsanlara “kavl-i hasen”1, yâni en güzel sözü söylemeyi emrediyor. Anne-babaya karşı “öf” bile deme, onlara; • (kavlen kerîmâ)2, yâni ikramkâr ve iltifatkâr söz söyle, buyuruyor. Fakir-fukarâya, muhtaç ve mahrumlara verecek bir şey bulamıyorsan, hiç olmazsa onlara karşı, • (kavlen meysûrâ)3, yâni gönül alıcı, rûhu dinlendirici, tesellî edici bir söz söyle, buyuruyor. Başa kakmak ve gönül incitmek sûretiyle ecri zâyi edilen bir sadakadansa • (kavlün ma’rûfun)4, yâni tatlı bir söz daha hayırlıdır, buyuruyor. Kanadı kırık bir kuş gibi himâyeye muhtaç yetimlere, yakın akrabâya, yoksullara karşı yine • (kavlen ma’rûfâ)5, yâni güzel söz ve tatlı dille konuş, buyuruyor. Kalbinde mânevî hastalık bulunan kimselere karşı herhangi bir töhmete, fitneye veya yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için yine • (kavlen ma’rûfâ)6, yâni yerinde ve uygun bir söz söyleyin, buyuruyor. Zâlimlerin kalbini yumuşatmak için • (kavlen leyyinâ)7, yâni yumuşak söz söyleyin, buyuruyor. Tebliğde sert ve haşin hitapların, menfî bir tesir hâsıl edeceğini telkîn ediyor. Bu yüzden tatlı dille, güler yüzle, nefret ettirmeden, bilâkis müjdeleyen ve muhabbeti artıran bir üslûb ile konuşmayı öğütlüyor. Yine tebliğ esnâsında • (kavlen belîgâ)8, yâni gönüllere işleyecek tesirli ve belîğ bir söz söyleyin, buyuruyor. Böylece sözümüzün tesirli olabilmesi ve gönüllere ulaşabilmesi için kalpten gelmesi gerektiğini, aksi hâlde sırf dilden çıkan ifâdelerin bir kulaktan girip diğerinden çıkacağını telkîn ediyor. Tıpkı kaldırım kenarlarında açan çiçekler gibi, gönülden gelmeyen sözlerin de tesir bakımından gayet kısa ömürlü olacağını ihtâr ediyor. Ayrıca tebliğ veya irşâdın sıradan sözlerle değil; belîğ, yâni rûha tesir edecek, güzel, hikmetli, edebî ve titizlikle seçilmiş özlü ifâdelerle yapılması da ilâhî emirler cümlesindendir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et!..” (en-Nahl, 125) Ruhlar hikmete meclûbdur. Hikmetli söz, rûhun gıdâsıdır. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur ki: “Nükteli ve hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zîrâ bedenlerin yorulduğu gibi ruhlar da yorulur.” Yâni mü’minin dili, ilâhî hakikatlerin bediî ve rûhânî güzelliklerini sergileyen bir hikmet pınarı olmalıdır. Yine Kur’ân-ı Kerîm, kendimiz için doğruluk, adâlet ve hakkâniyetle muâmele görmek istiyorsak, işlerimizin ve hâllerimizin düzelip Allâh’ın bizi affetmesini diliyorsak, bizim de her hususta doğru, samîmî, âdil ve hak-şinas olmamızı emrederek • (kavlen sedîdâ)9,
 

gülsengül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eyl 2008
Mesajlar
5,816
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
selamünaleyküm değerli kardeşim

Allah razı olsun ,emeğinize sağlık...bir süre ayrı kalmıştım siteden o zamandan buyana okuyamadığımın hepsini bir günde okudum...gerçekten çok güzel ve faydalı bilgiler...Rabbim faydalanmayı, okuyup idrak etmeyi ve hayatımızda uygulamayı nasip etsin inşaALLAH...
Allaha emanet olun ...selam ve dua ile ...
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Son nefes husûsunda mü’minin gönlü, korku ve ümit duygularının denge noktasında bulunmalıdır.

***

Seni annen doğurup attığı gün dünyâya,

Ağlıyordun; bütün âlem gülüyordu bir yanda.

Şimdi öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin;

Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân arkanda…

***
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Kubâs bin Üşeym -radıyallâhu anh-: “–Ben ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Fil Senesi’nde doğduk.” der. Osman bin Affân -radıyallâhu anh- ona: “–Sen mi daha büyüksün, yoksa Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mi?” diye sorar. O mübârek sahâbî, şu edep numûnesi karşılığı verir: “–Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, benden çok çok ve târife sığmaz derecede büyüktür. Doğumda ise ben O’ndan daha eskiyim…” (Tirmizî, Menâkıb, 2/3619)
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Dil, hayrın anahtarı olabileceği gibi, doğru kullanılmadığında şerre de anahtar olabilir. Bunun için dilimizin kalplere batan bir diken olmamasına çok dikkat etmemiz îcâb eder.

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bu hakîkate işâretle: “…Özür dilemeni gerektiren bir sözü konuşma!..” buyurmuşlardır.

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ne güzel söyler: “Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!”
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Mü’min, söylemiş olduğu sözlerin ilâhî kameralar tarafından kaydedildiğini aslâ unutmamalıdır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 18)
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
“Rasûlüm!
Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et!..”

( Nahl - 125)
 

BULENT TUNALI

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
2,307
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
Konum
BURSA-m.k.paşa
Web Sitesi
www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-58
(Kur’ân’ın Telkîn Ettiği Konuşma Üslûbu )


yâni doğru söz söyleyin, buyuruyor. Nitekim doğru sözlü olmak ve hiç kimseyi aslâ aldatmamak, müslümanlığımızın olmazsa olmaz bir şartıdır. Müslüman, acı da olsa, kendi aleyhine bile olsa doğruyu söyler. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şakalarında bile hakîkat dışı bir ifâde kullanmamışlardır. Zîrâ O’nun doğruluk şuuru öyle bir kalbî rikkat hâline gelmişti ki, bir kadının çocuğunu çağırırken: “-Gel bak sana ne vereceğim!” demesi üzerine hemen kadına, ona ne vereceğini sormuş, kadın da birkaç hurma vereceğini söyleyince: “-Şâyet ona bir şey vermeyecek olsaydın, sana bir yalan günâhı yazılırdı.” buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Edeb, 80/4991; Ahmed, III, 447) İşte hidâyet rehberimiz Kur’ân-ı Kerîm nice âyetiyle biz mü’minleri doğru, düzgün, münâsip, yumuşak ve tatlı ifâdelerle konuşmaya dâvet etmekte, bunların zıddı olan konuşmalardan da sakındırmaktadır. Kur’ân’ın Men Ettiği Konuşmalar Kur’ân-ı Kerîm, şirk ve küfür ehlinin hakîkat dışı ifâdelerinin, “vebâli çok büyük söz”10, “boş söz”11 ve “tenâkuz dolu söz”12 olduğunu bildirir. Başta şirk, nifak ve küfür gibi Allâh’a karşı irtikâb edilenler olmak üzere her türlü “yalan söz”ü13 de şiddetle yasaklar. Bu cümleden olarak yalancı şâhitlik yapanlara Kur’ân’ın tehdîdi gerçekten pek büyüktür. Cenâb-ı Hak, kötü sözlerin14 ve bununla birlikte çirkin davranışların -mazlumun hâkim önünde ifâde etmesi gibi istisnâlar hâriç- ulu-orta söylenip alâkalı-alâkasız herkese ifşâ edilmesini yasaklar. Zîrâ bâzı çirkinliklerin anlatılıp duyurulması, onların öğrenilip yaygınlaşmasına sebebiyet verir. Edepsizlik ve hayâsızlık türünden konuşmalar da böyledir. Hadîs-i şerîfte buyrulur: “Müstehcen konuşmak, münâfıklıktan bir bölümdür.” (Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, 80) Bir de kötü ifâdelerin dile yerleşmesinden sakınmak lâzımdır. Şu kıssa bunu ne güzel îzah eder: Îsâ -aleyhisselâm- yolda bir domuza rastlar. Ona; “Selâmetle yoldan çekil!” der. Yanında bulunanlar: “–Bunu şu domuz için mi söylüyorsun?” diye sorarlar. (O ise, domuz kelimesini telâffuz etmekten ve o hayvana hitapta bile kaba bir ifâde kullanmaktan sakındığını belirtmek üzere): “–Ben, dilimi çirkin sözler söylemeye alıştırmaktan korkuyorum!” cevâbını verir. (Muvatta, Kelâm, 4) Lisanda gerekli gereksiz çokça tekrar olunan kelimelere “pelesenk” denir ki, bu bir konuşma zaafıdır. Hele böyle bir kelime yakışıksız veya kaba ifâdeli ise, bunun mahzûru çok daha büyüktür. Sâlih insanları incitip uzaklaştıracak bu kötü huy, mü’minlere yakışmaz. Nitekim bir hadîs-i şerîfte: “Allah katında en kötü kimse, ağzının bozukluğundan dolayı insanların kendisiyle buluşmayı ve görüşmeyi terk ettiği kimsedir.” buyrulur. (Buhârî, Edeb, 48) Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- konuşma esnâsında kaba ve çirkin kelimelerin kullanılmasını istemez, aynı mânâyı ifâde eden farklı kelimeler varsa, edep ve nezâkete en uygun olanının kullanılmasını tavsiye ederdi. İnsanları aldatmak için sözü allayıp pullamak, bir şeyi olduğundan farklı göstermek maksadıyla mübâlağalı ve yaldızlı lâflar15 kullanmak da Kur’ân’ın men ettiği bir konuşma tarzıdır. Mü’min, sözlerinin kolay anlaşılır olmasına dikkat etmelidir. Konuşmaktan maksadın, merâmını net bir şekilde ifâde etmek olduğunu unutmamalıdır. Tasannûya kaçmak, yâni gayr-i tabiî bir sûrette süslü sözlerle edebiyat yapmaya kalkışmak ve bilgiçlik taslamak, muhâtaplar nazarındaki îtimat ve îtibârı zedeler. Sadece konuşmuş olmak için böyle davranıldığı düşüncesini doğurur. Nitekim Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu tip konuşmaların ilâhî gadabı celbettiğini haber vermiş ve bir defâsında da şöyle buyurmuştur: “Kim, insanların kalbini çelmek (kendine çekmek) için kelâmın (şatafatlı) kullanılışını öğrenir, (insanları bıktırırcasına) sözü gereğinden fazla uzatırsa, Allah kıyâmet günü ondan ne farz ne nâfile hiçbir ibâdetini kabûl etmez!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 86/5006
 

Hasıl ı Kelam

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Ağu 2008
Mesajlar
2,034
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
Bâzı çirkinliklerin anlatılıp duyurulması, onların öğrenilip yaygınlaşmasına sebebiyet verir. Edepsizlik ve hayâsızlık türünden konuşmalar da böyledir.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Müstehcen konuşmak, münâfıklıktan bir bölümdür.” (Tirmizî, Kitâbu’l-Birr ve’s-Sıla, 80)
Bir de kötü ifâdelerin dile yerleşmesinden sakınmak lâzımdır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt