BULENT TUNALI
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Ağu 2007
- Mesajlar
- 2,307
- Tepki puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 53
- Konum
- BURSA-m.k.paşa
- Web Sitesi
- www.bilsankimya.com
HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-53
(FANİLİĞİNİ UNUTMAMAK
Hazret-i Mevlânâ, Hak âşıklarının ölümünü ne güzel tasvîr eder:
“Bedenin ölümü sır ehline ilâhî bir armağandır. Hâlis altına makastan bir ziyan gelir mi?”
İşte gâfilâne bir hayatın korku dolu âkıbetinden bir manzara… Diğer taraftan, fânîliğin idrâki içinde ve her an amel-i sâlihlerle ölüme hazır, keder ve telâştan âzâde, huzur dolu bir son nefes demi… İşte ölümü kimisinde bir kâbus, kimisinde ise -Hazret-i Mevlânâ’nın tâbiriyle- mes’ud bir “şeb-i arûs” (düğün gecesi) ve sonsuz bir vuslat kılan gönül kıvâmı…
Bizler de sık sık tefekkür etmeliyiz ki, ölüm meleğiyle mutlak olan randevumuz acabâ hangi manzara içinde gerçekleşecek? Onunla secde hâlinde mi, yoksa yanlış bir hareket ânında mı karşılaşacağız? Dilimizden dökülen son cümle acabâ ne olacak?..
Ölüye Değil, Kendine Ağla...
Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:
“Azrâil -aleyhisselâm- rızkını tüketip ömrünü tamamlayanın canını alır. Ölen kişinin evindekiler feryâd ü figân ederler. Azrâil -aleyhisselâm- hâl lisânı ile:
«Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim, ne de ömründen kestim. Rızkı tükendi, ömrü sona erdi, emr-i Hak vâkî oldu, ilâhî tâlimat geldi, canını aldım. Boşuna ağlamayın, ben devamlı olarak buraya gelip gidecek ve hiçbirinizi bırakmayacağım.» der.”
Hasan-ı Basrî Hazretleri sözlerine şöyle devam eder:
“Eğer ev halkı Azrâil -aleyhisselâm-’ı görseler ve dediklerini duysalardı, ölüyü unutur, kendilerine ağlarlardı!”
Her işinde hikmet sahibi olan Rabbimiz, ölümü hiçbir zaman unutmayalım, ona her an hazırlıklı bulunalım, fakat bununla birlikte dünya hayatının îcaplarından da geri kalmayalım diye, ecel vaktini bir sır perdesiyle gizlemiştir. Bu da O’nun kullarına olan merhametindendir.
Meselâ bir adam öleceği zamanı daha önceden bilseydi, ölmeden evvel işini-gücünü ve hattâ âilesini dahî kederinden dolayı terk ederdi. Hayat; nizam ve âhengini kaybederdi. Yine insanlar olacakları evvelden bilselerdi, bahtiyar olmalarına ve hayatın çeşitli cilveleriyle avunup huzur bulmalarına imkân bulunmazdı. Bir anne, doğurduğu çocuğunun gençlik çağında vefât edeceğini veya ileride çok kötü biri olacağını bilseydi, hayatı huzursuzluk içinde geçerdi. Velhâsıl ölüm ânını kulun bilmemesi, ilâhî bir lutuftur. Çünkü Allah Teâlâ dünya hayatını imtihan hikmetine binâen halk etmiş ve yine bu hikmetle “kader” ve ona dâhil olan “ecel”i meçhul kılmıştır. Bu sebeple ölüme her an hazır bulunmak zarûrîdir.
Âyet-i kerîmede:
“Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57) buyrulmaktadır. Benzeri âyet-i kerîmeler de çoktur. Bunlar, nefsânî arzularımızın girdabında boğulmamamız için Kur’ân’da tekrarlanan ilâhî ikazlardır.
Ecdâdımız, fânîliği unutmamak için kabristanları şehir ortalarında ve cami önlerinde yapmışlardır ki oradan gelip geçen herkes, kendi istikbâlini görerek fânîlik dersi alsın, hâlini ıslâh etsin.
Bizler de hayatımız boyunca görüp duyduğumuz ölümlerin, birgün mutlaka yaşayacağımız bir hakîkat olduğunu idrâk edip bunlardan gereken ibret dersini almak mecbûriyetindeyiz. Ancak bu takdirde gafletten kurtulup âgâh ve huzur dolu bir gönülle Hakk’a yolculuk edebiliriz.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bütün dünyevî zevkleri bıçak gibi keseni (yâni ölümü) çokça hatırlayın!” buyurmuş (Tirmizî, Zühd, 4), diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:
“Namazını, (hayata) veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15) tâlimâtıyla, bu ibâdetin tefekkür-i mevt husûsundaki terbiyevî yönüne işâret etmişlerdir. Yani namaz ibâdeti, geçici olarak bulunduğumuz dünya hayatından esas hayat olan âhirete mânevî bir yolculuktur. Günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’a itaat, teslîmiyet, vefâ, sadâkat ve ubûdiyetini arz etmektir. Kulun bir nevî gurbet diyarı olan dünyada iken ilâhî vuslattan hisse alması kabîlinden bir rûhî disiplindir.
Bu yönüyle namaz, dünyâ ile ukbâ arasında bir mîrac yolculuğudur. Namazını tâdil-i erkân ve huşû içerisinde edâ edip tekrar günlük meşgalelerine dönen bir mü’min, sanki öldükten sonra tekrar hayata avdet ettirilmişçesine bir gönül hassâsiyetiyle yaşar. Böyle bir namaz, insanı münkerden ve fahşâdan korur. Gerçek mânâsıyla edâ edilen namaz, müthiş bir tefekkür-i mevt tâlimidir.
Namazlarını, hayata vedâ eden kimse gibi kılabilen bir mü’min, her gördüğü manzarayı âhiret penceresinden seyreder gibi yaşar. Böyle bir rûhî olgunluğa sahip olanlar, hayat yolculuğunda hiç İblis’le yoldaşlık edebilirler mi? Nefsânî arzularının esareti altına girerler mi? Dünyevî ihtiraslara gönül kaptırabilirler mi?..
(FANİLİĞİNİ UNUTMAMAK
Hazret-i Mevlânâ, Hak âşıklarının ölümünü ne güzel tasvîr eder:
“Bedenin ölümü sır ehline ilâhî bir armağandır. Hâlis altına makastan bir ziyan gelir mi?”
İşte gâfilâne bir hayatın korku dolu âkıbetinden bir manzara… Diğer taraftan, fânîliğin idrâki içinde ve her an amel-i sâlihlerle ölüme hazır, keder ve telâştan âzâde, huzur dolu bir son nefes demi… İşte ölümü kimisinde bir kâbus, kimisinde ise -Hazret-i Mevlânâ’nın tâbiriyle- mes’ud bir “şeb-i arûs” (düğün gecesi) ve sonsuz bir vuslat kılan gönül kıvâmı…
Bizler de sık sık tefekkür etmeliyiz ki, ölüm meleğiyle mutlak olan randevumuz acabâ hangi manzara içinde gerçekleşecek? Onunla secde hâlinde mi, yoksa yanlış bir hareket ânında mı karşılaşacağız? Dilimizden dökülen son cümle acabâ ne olacak?..
Ölüye Değil, Kendine Ağla...
Hasan-ı Basrî Hazretleri buyurur ki:
“Azrâil -aleyhisselâm- rızkını tüketip ömrünü tamamlayanın canını alır. Ölen kişinin evindekiler feryâd ü figân ederler. Azrâil -aleyhisselâm- hâl lisânı ile:
«Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim, ne de ömründen kestim. Rızkı tükendi, ömrü sona erdi, emr-i Hak vâkî oldu, ilâhî tâlimat geldi, canını aldım. Boşuna ağlamayın, ben devamlı olarak buraya gelip gidecek ve hiçbirinizi bırakmayacağım.» der.”
Hasan-ı Basrî Hazretleri sözlerine şöyle devam eder:
“Eğer ev halkı Azrâil -aleyhisselâm-’ı görseler ve dediklerini duysalardı, ölüyü unutur, kendilerine ağlarlardı!”
Her işinde hikmet sahibi olan Rabbimiz, ölümü hiçbir zaman unutmayalım, ona her an hazırlıklı bulunalım, fakat bununla birlikte dünya hayatının îcaplarından da geri kalmayalım diye, ecel vaktini bir sır perdesiyle gizlemiştir. Bu da O’nun kullarına olan merhametindendir.
Meselâ bir adam öleceği zamanı daha önceden bilseydi, ölmeden evvel işini-gücünü ve hattâ âilesini dahî kederinden dolayı terk ederdi. Hayat; nizam ve âhengini kaybederdi. Yine insanlar olacakları evvelden bilselerdi, bahtiyar olmalarına ve hayatın çeşitli cilveleriyle avunup huzur bulmalarına imkân bulunmazdı. Bir anne, doğurduğu çocuğunun gençlik çağında vefât edeceğini veya ileride çok kötü biri olacağını bilseydi, hayatı huzursuzluk içinde geçerdi. Velhâsıl ölüm ânını kulun bilmemesi, ilâhî bir lutuftur. Çünkü Allah Teâlâ dünya hayatını imtihan hikmetine binâen halk etmiş ve yine bu hikmetle “kader” ve ona dâhil olan “ecel”i meçhul kılmıştır. Bu sebeple ölüme her an hazır bulunmak zarûrîdir.
Âyet-i kerîmede:
“Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” (el-Ankebût, 57) buyrulmaktadır. Benzeri âyet-i kerîmeler de çoktur. Bunlar, nefsânî arzularımızın girdabında boğulmamamız için Kur’ân’da tekrarlanan ilâhî ikazlardır.
Ecdâdımız, fânîliği unutmamak için kabristanları şehir ortalarında ve cami önlerinde yapmışlardır ki oradan gelip geçen herkes, kendi istikbâlini görerek fânîlik dersi alsın, hâlini ıslâh etsin.
Bizler de hayatımız boyunca görüp duyduğumuz ölümlerin, birgün mutlaka yaşayacağımız bir hakîkat olduğunu idrâk edip bunlardan gereken ibret dersini almak mecbûriyetindeyiz. Ancak bu takdirde gafletten kurtulup âgâh ve huzur dolu bir gönülle Hakk’a yolculuk edebiliriz.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bütün dünyevî zevkleri bıçak gibi keseni (yâni ölümü) çokça hatırlayın!” buyurmuş (Tirmizî, Zühd, 4), diğer bir hadîs-i şerîflerinde de:
“Namazını, (hayata) veda eden bir kimsenin namazı gibi kıl!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15) tâlimâtıyla, bu ibâdetin tefekkür-i mevt husûsundaki terbiyevî yönüne işâret etmişlerdir. Yani namaz ibâdeti, geçici olarak bulunduğumuz dünya hayatından esas hayat olan âhirete mânevî bir yolculuktur. Günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’a itaat, teslîmiyet, vefâ, sadâkat ve ubûdiyetini arz etmektir. Kulun bir nevî gurbet diyarı olan dünyada iken ilâhî vuslattan hisse alması kabîlinden bir rûhî disiplindir.
Bu yönüyle namaz, dünyâ ile ukbâ arasında bir mîrac yolculuğudur. Namazını tâdil-i erkân ve huşû içerisinde edâ edip tekrar günlük meşgalelerine dönen bir mü’min, sanki öldükten sonra tekrar hayata avdet ettirilmişçesine bir gönül hassâsiyetiyle yaşar. Böyle bir namaz, insanı münkerden ve fahşâdan korur. Gerçek mânâsıyla edâ edilen namaz, müthiş bir tefekkür-i mevt tâlimidir.
Namazlarını, hayata vedâ eden kimse gibi kılabilen bir mü’min, her gördüğü manzarayı âhiret penceresinden seyreder gibi yaşar. Böyle bir rûhî olgunluğa sahip olanlar, hayat yolculuğunda hiç İblis’le yoldaşlık edebilirler mi? Nefsânî arzularının esareti altına girerler mi? Dünyevî ihtiraslara gönül kaptırabilirler mi?..