HAK DOSTLARININ ÖRNEK AHLAKINDAN-50
(AHİRETİ DÜNYAYA TERCİH)
Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar ki:
“Benim dünya ile bir bağım yok. Benim dünyadaki durumum, bir ağacın altında gölgelenen, sonra da yoluna devam eden bir yolcu gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44)
Nebevî terbiye ile yetişen Ashâb-ı Kirâm’ın hayat tarzı da bu hususta bizlere eşsiz bir numûnedir. Onların âhiret yurdunu özleyişleri ve şehîd olma iştiyakları dillere destandır:
Allah Rasûlü’nün İslâm’a dâvet mektubunu, kelle uçurmaya hazır cellâtların arasından geçerek, kralların karşısında îman cesâretiyle okuyan genç sahâbîlerin gözünden dünya arzusu silinmiş, en küçük hücrelerine kadar bütün varlıklarını Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti kaplamıştı. Efendimiz’e öyle yürekten bağlıydılar ki ucunda ölüm bulunan çok tehlikeli bir anda bile:
“Yâ Rasûlallâh! Sen nasıl dilersen o sûrette hareket et, bize emret, biz Sen’inle beraberiz. Sen’i gönderen Allah hakkı için, Sen denize girsen, biz de Sen’inle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız!..” diyorlardı. (İbn-i Hişâm, II, 253-254)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hilâfeti döneminde, ilk müslümanlardan olan Habbâb bin Eret -radıyallâhu anh-’a:
“–Allah yolunda çektiğin işkenceleri biraz anlatır mısın?” demişti.
Bunun üzerine Hazret-i Habbâb:
“–Ey mü’minlerin emîri, sırtıma bak!” dedi.
Hazret-i Ömer onun sırtına bakınca:
“–Ömrümde böylesine harap edilmiş bir insan sırtı hiç görmemiştim.” diyerek hayretler içinde kaldı.
Habbâb -radıyallâhu anh- şöyle devâm etti:
“–Kâfirler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak korların üzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla sönerdi.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 115)
İşte İslâm’ın ilk yıllarında müşrikler mü’minlere böyle işkence ederler, fakat yine de istedikleri küfür sözlerini söyletemezlerdi. Zîrâ îman heyecânı, bütün dünyevî ıztırapları bertarâf ediyordu.
Bugünkü insanlığın dünyada biraz daha rahat ve uzun yaşayabilme arzu ve endişesine mukâbil, sahâbe neslinin en büyük arzusu; yüz akıyla, vicdan huzûruyla ve selîm bir kalp ile âhirete intikâl edebilmekti.
Birgün İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- tâbiînden dostlarına dedi ki:
“–Sizler Rasûlullâh’ın ashâbından daha çok oruç tutuyor, namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz. Ancak onlar sizden daha hayırlıydı.”
Onlar:
“–Bu nasıl olur?” diye sorduklarında:
“–Onlar dünyaya karşı sizden çok daha zâhid, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 4/135)
Sahâbe neslinin büyük bir îman vecdi içinde kendilerini Allâh’a adamalarının bir benzerini de yakın tarihimizin Çanakkale muhârebeleri safhasında, sînesi îmanla dolu Mehmetçik sergilemiştir. Nitekim vatan müdâfaasını mukaddes bir borç bilip bu borcu canlarıyla ödemekten çekinmeyen Mehmetçik, dünyadan geçerek can siperâne harb ediyor; îmanlarının bir îcâbı olarak silaha sarılıyorlardı.
Bizler de tıpkı sahâbe nesli ve mübârek ecdâdımız gibi, gerektiğinde dünyadan geçerek, ümmeti olduğumuz Peygamber’in nurlu izinde yürümeyi her şeyden aziz bilmek durumundayız.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- muhtelif vesîlelerle ve sık sık; “Allâh’ım! Gerçek hayat, sadece âhiret hayâtıdır.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikak, 1)
Bu düstûru, O’nun ümmeti olarak bizler de gönüllerimize nakşetmek mecbûriyetindeyiz. Herhangi bir fânî nîmete ulaştığımızda; “Allâh’ım! Gerçek hayat âhiret hayatıdır!” diyerek, nîmetlerin asıl sahibine şükretmeli; şımarıklık, azgınlık ve gafletten sakınmalıyız. Zîrâ böyle bir hassâsiyetten mahrum olanların hâlini, Rabbimiz şöyle haber vermektedir:
“…Onlar dünya hayatıyla şımardılar. Oysa âhiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.” (er-Ra’d, 26)
Yine mü’minler olarak herhangi bir musîbet veya iptilâ ile karşılaşıp sabrımızın zorlandığı anlarda da; “Allâh’ım! Gerçek hayat âhiret hayatıdır!” diyerek rızâ, teslîmiyet, sabır ve tevekkül ile metânetimizi ve ruh dengemizi korumalıyız. Dâimâ Rabbimize sığınarak:
“…Dünya menfaati önemsizdir, Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır...” (en-Nisâ, 77) şuur ve idrâki içinde huzurlu bir kulluk hayatı yaşamalıyız.
Sanki hiç bitmeyecekmiş zannedilerek hoyratça tüketilen dünya hayatının, aslında ne kadar kısa bir zaman dilimi olduğu, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:
“Kıyâmet gününü gördüklerinde (dünyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-Nâziât, 46)
Bu yüzden şu kısacık ömürde yapılacak en akıllıca iş, Hakk’a güzel bir kulluktur. Fakat bütün nîmetler gibi hayat nîmetinin de kıymeti, o elden çıkmadan lâyıkıyla anlaşılamaz. “Zaman” mefhumu üzerindeki bu umûmî gaflet sisini dağıtabilecek yegâne imkânın, “ölümü tefekkür” olduğunu hatırlatan Necip Fâzıl’ın şu beyti ne kadar mânidardır:
Zaman deli gömleği, onu yırtan da ölüm;
Ölümde yekpâre ân, ne kesiklik ne bölüm...
Bu hakîkate binâendir ki gönülleri îman ve irfân iklîminde yoğrulmuş olan ecdâdımız, dünyanın fânîliğini hatırlatan kabristanlara, yaprağını dökmediği için âhiretin ebedîliğini temsil eden selvi ağaçları dikmişlerdir.
Âhiret şuuru noktasında Lokman Hekim’in şu nasihati çok mühimdir:
“Evlâdım! Âhiretin uğruna dünyanı fedâ et, her ikisini de kazanırsın. Fakat sakın ola ki dünyan uğruna âhiretini fedâ etme, her ikisini de kaybedersin.”
Gerçekten de dünya ve âhiret, bir terâzinin iki kefesine benzer. Birine ağırlık verilince diğeri hafifler. Akl-ı selîm sahibi her mü’minin gönlü, dâimâ âhirete meyletmek mecbûriyetindedir. Zîrâ dünyanın gelgeç sevdâlarına ve içi boş heveslerine râm olup onunla mutlu olanın kalbinden âhiret sevgisi ve düşüncesi çıkar. Âhirete dâvet sesi kalbe yerleşince de, dünyâya dâvet fikri gönle yabancılaşır.
KASVET-İ KALBİN DEVÂSI
Günümüzde yaşanan pek çok huzursuzluğun, rûhî sıkıntının ve kasvet-i kalp iptilâsının temelinde, âhireti unutup dünya derdine düşmek bulunmaktadır. Öyle ki, nice fakir, zengin olmanın; nice zengin de daha çok kazanmanın hırsıyla en başta kendi rûhuna eziyet etmektedir. Nereden ve nasıl kazandıkları düşünülmeden dünyanın geçici süs ve yaldızlarıyla donananların şatafatına heves edilmekte, lâkin en saltanatlı zenginliğin kanaat olduğu unutulmaktadır.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- buyururlar ki:
“Kimin arzusu âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginliğini koyar ve işlerini derli toplu kılar, artık dünya boyun eğerek onun peşinden gelir. Kimin hedefi de dünya olursa, Allah onun iki gözünün arasına fakirliği koyar, işlerini de darmadağınık eder. Netice olarak, dünyadan da eline, kendisine takdir edilmiş olandan fazlası geçmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 30/2465)