mürmüdük
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 7 Tem 2009
- Mesajlar
- 6,952
- Tepki puanı
- 1
- Puanları
- 0
- Yaş
- 54
- Web Sitesi
- anadoluhaber.blogcu.com
"Yeni İslâmcılık" numarası: Pergelini şaşırmak ya da garpzedelerden sonra şimdi de şarkzedeler!
Yusuf Kaplan
Ali Bulaç ve ekibinin çıkardığı Bilgi ve Düşünce dergisinde başlattığı, Zaman gazetesindeki sütununda birkaç hafta işlediği "Yeni-İslâmcılık" tartışması, internetteki e-gruplardan sonra (dostum Kemal Ersözlü'nün moderatörlüğünü yaptığı Varoluşbilinci e-grubu bunlardan biri), şimdi de kartel medyasına taşınmaya başlandı. Ve dünkü Hürriyet'in Pazar ekinde (Metin Yüksel'in hazırladığı bir dosya ile) "Siyasal İslâm'ın Sonu, Yaşasın Yeni-İslâmcılık" başlığıyla kitlelerin gündemine girmiş oldu.
Bilgi ve Düşünce'de bu konu işlenince ben bu meselenin kısa bir süre içinde Türkiye gündemine taşınabileceğini düşünmemiştim. Yeni-İslâmcılık tartışmasının "mimarı" gibi gözüken Ali Bulaç'ın Hürriyet'teki açıklamalarını görünce biraz irkildim açıkçası. Şöyle diyor Bulaç: "Bu tartışma genişletilmeli. Bu bir dönüşüm tartışması... Başka aktörlerin de bu tartışmaya katılması lazım. Laik, liberal hatta Kemalist aydınların da bu tartışmaya katkıda bulunmaları gerekiyor." (!?)
Peki, dönüştürülmek istenen şey ne? Elbette ki, İslâmcılık. Neden böyle bir şeye ihtiyaç hissediliyor? Bu sorunun cevabını Bulaç, ve ekibinden Yalçın Akdoğan ile Kadir Canatan şöyle veriyorlar (onların ifadeleriyle ama özetle aktarıyorum): Yeni dünya şartlarında eski söylemler anlamsızlaşmıştır. Çatışmacı ve kutuplaştırıcı değil uzlaşmacı temele dayanan kalıcı ve hatta nihâî bir modele ihtiyaç var (!) Bunlar bence son derece yanlış ve de sonuç itibariyle tehlikeli şeyler. Dün Batıcılar'ın söylediklerinin, bugünün neo-liberal postmodern söylemlerle beyinleri tarumar olan pergelini şaşırmış İslâmcıları tarafından tekrar edilmesi.
Burada can alıcı sorun şu: Müslümanlar'ın bu dünyaya kendileri olarak söyleyebilecekleri özgün, esaslı bir şey yok mu? Müslümanlar da dün Batıcılar'ın yaptıkları gibi Batı'da üretilen söylemleri burada ikinci kez ve de son derece berbat bir şekilde tekrarlamaktan başka bir şey yapamayacak durumdalar mı sahiden? “Ne”yle çatışmaya veya kutuplaşmaya girme(me)miz ve uzlaşmamız isteniyor? Elbette ki küresel neo-liberal söylemlerle ve bu söylemleri üreten neo-pagan/seküler Batı hegemonyasının kodlarını, kavramlarını ve kurumlarını otoriter bir şekilde algılayan ulusal statüko ile uzlaşmamız isteniyor bizden! Peki tüm bunlar ne anlam ifade ediyor, neyi gösteriyor bize? Elbette ki, bizi son derece ürkütücü şekillerde ayartan, pergelimizi şaşırtan, zihnimizi körelten, bakışımızı sakatlatan, her şeyi şaşı görmemize yol açan yakıcı ve yıkıcı bir özgüvensizlik sorunu yaşadığımızı ve iflah olmaz bir yenilgi psikolojisinin pençesinde traji-komik bir şekilde kıvrandığımızı gösteriyor.
Nasıl Batıcılık, yenilgi psikolojisinin bir ürünü idiyse, bu Yeni-İslâmcılık numarası da aynı şekilde yenilgi psikolojisinin bir üründür.
Peki, Yeni-İslâmcılık numarası nereden çıktı? Neyin "ses"i, neyin "fes"i?
Hatırlarsanız Ali Bulaç, bir zamanlar "İslâmcılık bitti" demişti. Daha sonraları bu söyleminden vazgeçer gibi olmuştu. Ama öyle anlaşılıyor ki, "İslâmcılık bitti" lafı laf olsun diye söylenmemiş. Yeni-İslâmcılık tartışmasını ortaya atabilmek için gerek duyulan bir adımmış bu!
Burada bir komplo teorisinden filan sözetmiyorum. Bizzat yaşanan bir süreçten sözediyorum. Yaşanan süreç ne peki? Neo-liberal postmodern söylemlerin etkisi ve itkisiyle "zihinsel bir savrulma", bir kayma, bir "kabızlık hâli" yaşanması süreci. İşte bu travmatik süreç, bazı insanları -bilerek veya bilmeyerek- küresel konjonktürleri meşrulaştıracak ve muhkemleştirecek yeni projeler icat etme gayretkeşliği içine girmeye sürüklüyor.
Peki, ne bu? Traji-komik bir özgüvensizlik sorunu yaşayan ve sonra da her yapıp ettiği şeyi yenilgi psikolojisi üzerine kurmaya çalışan insanların içine düştükleri tıkanmışlık, kıstırılmışlık; zenci veya azınlık psikolojisi hâl-i pür melâli. Yani hiçbir zaman Özne (kendisi üreten, kendisi tanımlayan, kendisi belirleyen, kendisi konuşan, kendisi söyleyen, söz ve iddia, asâlet ve şahsiyet sahibi) olamayan, Özne olma çabası gösteremeyen, sürekli olarak Nesne (tüketen, tanımlanan, belirlenen, Batı'da konuşulanı konuşan, Batı'da söyleneni söyleyen ve papağan gibi tekrarlayan, söz ve iddia sahibi olamayan, söz ve iddialarını terkeden ve "asalak") olmaya (ve donakalmaya) mahkûm olan acınası bir hâlet-i ruhiye.
Oysa bu arkadaşların kavrayamadıkları can alıcı nokta şu: Biten ve dönüştürülmesi gereken şey İslâmcılık değil; neo-pagan/seküler, uygar barbar Batılı paradigmadır. (Biz ne kadar "İslâmcılık bitti" gibi lâflar edersek edelim; Batılılar ve yerli laikçiler vesaire, biten şeyi İslâm olarak algılıyorlar. Bunu da bir kenara not edelim).
Dün, Batı veya Avrupa-merkezciliği İslâmcı söylemler çökertmişti. Yine, sömürgeciliğe karşı en esaslı ve de destansı direniş ve varoluş mücadelesini İslâmcı hareketlerin başını çektiği Müslüman toplumlar vermişti. Bugün bir taraftan demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi ayartıcı sloganlar atıp, öte taraftan da dünyayı "babalarının çiftliği" hâline getiren, orman kanunlarını hâkim kılmaya çalışan; haksızlığı, hukuksuzluğu, açgözlülüğü meşrulaştıran; doğa, insan, kozmik dünya ve Tanrı arasındaki ilişkileri tarumar eden neo-pagan ve seküler Batılı modern veya postmodern paradigma (her ne zıkkımsa artık!) iflâs etmiştir.
Neo-pagan ve seküler Batılı kodlara, hegomanya ve yeni-sömürü biçimlerine direnebilecek, üstüne üstlük de insanlığın sorunlarına evrensel ve küresel cevaplar üretebilecek tek esaslı medeniyet tasavvurunu İslâm'ın sunacağı artık anlaşılmıştır.
Böyle bir ortamda İslam'ın dünyanın sorunlarını anlamlandırma ve cevap üretme dinamizmini, imkânlarını ve potansiyelini berhava edecek, tuzla buz edecek Yeni-İslâmcılık gibi Müslümanlar'ı Nesneleştiren projelerle uğraşmak, Batılılar'ın İslâm'ı protestanlaştırma projelerine çanak tutmaktan ve su taşımaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Ali Bulaç ve ekibinin izledikleri yol, "çıkar yol" değil; çıkarcıların küresel çıkarlarını azamî düzeye çıkarmalarına yarayacak bir çıkmaz yoldur!
Yaklaşık yarım asırdan bu yana İslâmî söylemlerin temellerini atan, teorik çerçevelerini belirleyen ve hatta bunları ekol düzeyine çıkaran, "üstad"lar birbirleriyle "konuşmadılar"; birbirlerinin ortaya koydukları çabaları, çalışmaları, söylemleri kendi aralarında ve birlikte tartışma, geliştirme, açımlama yoluna gitmediler. Hep kendi fildişi kulelerine çekildiler; kendileri konuşup kendileri dinlediler! Yani hep monoloji yaptılar, hiç diyalojik bir konuşma, tartışma, musahabe (sahiplenme, dostluk, sohbet), muhasebe (sorgulama/eleştiri) çabası içine girmediler.
Dolayısıyla her türlü tartışmaya, müdahaleye, geliştirilmeye, üzerine yeni şeyler bina edilmeye müsait ufuk ve çığır açıcı, ortak bir düşünce geleneği icat edilemedi. Ali Bulaç'la son örneğini yaşadığımız bu "üstad"lar, birbirlerinin geliştirdikleri teorik bulgular, keşifler, yolculuklar üstüne yeni şeyler ilâve etme kaygısı ile hareket edebilmiş olsalardı, bugün İslâmî söylem, çok güçlü, dinamik, diyalojik, açık uçlu ve yaratıcı bir düşünce geleneği icat edebilir ve bu gelenek hem Türkiye'nin en güçlü düşünce geleneği olabilir, hem de İslâm dünyasının ve hatta dünyanın ilgisiz kalamayacağı bir düşünce geleneği katına yükselebilirdi.
Ben burada "üstad"lar anlayışını yıkmak gibi, öncekilerin (örneğin Yaşar Kaplan'ların) yaptıkları "çocuksu" bir çağrıda bulunmuyorum; çünkü böylesi bir şeyi acziyet ve zafiyet olarak görüyorum. Aksine ben, tam tersi bir öneride bulunuyorum: Artık sadece son elli yıldan bu yana değil, yaklaşık 150 yıldan bu yana ortaya konan İslâmî düşünce birikimiyle ve 1500 yıllık İslâmî düşünce geleneğiyle diyalojik bir konuşma, tartışma, eleştiri, analiz, musahebe ve muhasebe çabası içine girmemiz gerekiyor.
Eğer son 50 yıldan bu yana Necip Fâzıl'la başlayan, Sezai Karakoç'la, Nurettin Topçu'yla devam eden, Cemil Meriç, Nuri Pakdil, İsmet Özel, Rasim Özdenören ve Ali Bulaç'la gelişmesi gereken ama tıkanan İslâmî bir dil ve söylem icat etme çabalarını diyalojik, analojik ve eleştirel bir dille tartışabilme ve bu insanların birbirlerinin söyledikleri şeyler üzerine bir şeyler söyleme cesareti, basireti, feraseti gösterebilseydik, bugün burada olmaz ve "öksüz" kalmazdık; çok daha farklı, güçlü, gönendirici, ufuk ve zihin açıcı bir yerde olurduk.
Eğer vahyin merkezinde yer aldığı gelenekle yaratıcı ilişkiler kurabilseydik, bugün büyük bir özgüvensizlik sorunu yaşayan ve yapıp ettiği her şeyi yenilgi, azınlık veya zenci psikolojisi üzerine kuran, kurgulayan, yapmaya kalkışan ve sonuç olarak hep Batı'dan esen rüzgârlara, söylemlere, konjonktürlere göre (aksiyoner ve kurucu yani Özne'leştirici değil, reaksiyoner ve savunmacı yani Nesne'leştirici tavırlar, tutumlar ve söylemler geliştirerek) vaziyeti idare ederek vaziyeti kurtarma acziyetleri ve zafiyetleri sergilemezdik.
Kendi fildişi kulelerimize çekilip, kendi bağımsızlığımızı kurma ve koruma acziyeti ve zafiyeti sergilemek ve birbirimize gözlerimizi, kulaklarımızı, zihinlerimizi kapamak; sevgilerimizi, saygılarımızı; takdir, teşvik ve eleştirilerimizi esirgemek, çok görmek, saklamak yerine, hem 50 yıllık birikimle, hem 150 yıllık birikimle, hem de 1500 yıllık İslâmî düşünce geleneğiyle yaratıcı ilişkiler kurma çabası içinde olsaydık, bugün İslâmî referans sistemini (=vahyi) eksene alarak; bir yandan İslâm düşüncesi, kültürü, sanatı, ilim ve siyaset geleneği ve medeniyeti ile, öte yandan da hem hâkim kültürle, hem de tüm diğer kültürlerle ve medeniyetlerle sinerji yaratacak imajinatif ilişkiler kurmayı başarabilirdik.
İşte bundan sonradır ki, bizim Müslümanlar olarak, dünyanın yaşadığı can alıcı, köklü, sarsıcı, travmatik düşünsel, kültürel, toplumsal, siyasi sorunları anlamlandırarak bu sorunlara küresel ve evrensel cevaplar üretebilecek yepyeni bir medeniyet tasavvuru geliştirebilme imkânına kavuşabilmemiz mümkün olabilirdi.
Ancak bu imkânı yitirmiş değiliz. Aksine böylesi bir imkâna hâlâ yalnızca Müslümanlar'ın sahip olduğunu görmek gerekiyor. Batı kültürünün sadece fizik gerçekliği (insanın dış dünyasını/sekülerliği), Doğu kültürlerinin sadece fizikötesi gerçekliği (insanın iç dünyasını /J. Milbank'ın deyişiyle "tersinden sekülerlik"i) eksene aldığı; İslâm'ın ise hem fizik, hem de fizikötesi gerçekliği aynı anda mezcettiği gerçeği bile, İslâm'ın Kitap, Mizan ve Hadîd dinamikleri ekseninde böylesi bir medeniyet tasavvurunu geliştirebilecek köklü, esaslı ve çığır açıcı kök-paradigmalara ve anlam haritalarına sahip olan tek dünya tasavvuru olduğu gerçeğini yeteri kadar gösteriyor bize.
Ali Bulaç ve Yeni-İslâmcılık meselesi dolayısıyla şunu söylemem gerekiyor: Ali Bulaç, benim ağabeyimdir; üstelik oldukça alçakgönüllü ve bu yüzden takdîr ettiğim, saygı duyduğum bir insandır. Benim içinde bulunduğum kuşağın yetişmesinde çok büyük katkıları olmuş bir teorisyendir.
Ancak Ali Bulaç'ın da içinde yeraldığı bazı "aydınlar", geleneğe (=vahye) yaslanmak yerine yenilgi psikolojisi ile hareket ettikleri için bugüne kadar hep vaziyetleri idare ederek vaziyeti kurtaracak projeler geliştirdiler.
Oysa yapılması gereken şey tam tersiydi. Pergelin bir ayağını / sabitemizi vahye kilitleyip, aksiyoner ve kurucu / yaratıcı bir ruhla donanarak idareye vaziyet edecek iradeler, yani güçlü, sahih, muhkem, gürül gürül akan; esen konjonktürel rüzgârları püskürtebilecek bir dinamizme ve yaratıcılığa sahip ortak bir düşünce geleneği icat etmenin yollarını araştırmaktı.
Unutmayalım: Geleneği olmayanın geleceği de yoktur. Geleneği gürül gürül akan ve her bir tarafı sulayabilen pırıl pırıl bir nehre dönüştürme çabası göstermek yerine, kendi fildişi kulelerini tercih edenlerin, birbirlerini yok sayanların, görmeyenlerin elenmekten başka kaderleri olamaz. Bu da sonuçta bozuk plak gibi hep aynı şeyleri tekrarlatmaktan, bizi tarihte tatile çıkartmaktan, zamanın dışına itmekten, dolayısıyla esen küresel konjonktürel rüzgârların önünde savrulmaktan, bizi bîtap düşürüp bîtaraf kılmaktan, taraf olamadığımız, iki arada bir derede kaldığımız için de sonunda bizi her dâim oraya buraya savurup bertaraf etmekten başka hiçbir şeyle sonuçlanmaz. O yüzden ne yapıp edip güçlü bir düşünce geleneği sarayı icat etmemiz gerekiyor.
Yeni-İslâmcılık söylemi ve -ilerde hız kazanacak- eylemlerinin, en az yaklaşmakta olan savaş kadar önemsenmesi, ciddiye alınması, tartışılması ve yapılacak yanlışlıkların, atılacak "tehlikeli adımlar"ın şimdiden önlenmeye çalışılması gerektiğini düşünüyorum.
Yeni-İslâmcılık tartışması, aslında, temelde, İslâm'ın Müslüman toplumlarda nasıl bir konuma sahip olduğuna ve olacağına ilişkin geliştirilen tartışmaların bir parçasıdır ve bu söylem -bunların aktörleri pek öyle olmadığını düşünseler de- İslâm'ın hem Müslüman toplumlardaki hem de dünya genelindeki belirleyici konumunu sarsacak bir niteliğe bürünme tehlikesi taşıyor.
Bu tartışmanın aktörlerinin, böyle bir şeye soyunduklarını söylemiyorum; bunu söylemem mümkün değil; ama Yeni-İslâmcılık söyleminin teorik temellerine, esin ve besin kaynaklarına, dolayısıyla vaadlerine bakınca, meselenin, zamanla kontrolden çıkacağını, İslâm'ın Müslüman toplumlar üzerindeki sürgit artan belirleyici etkisini ve konumunu sarsmakla sonuçlanacağını görebileceğimizi düşünüyorum. Bunun zamanla siyâsî bir projeye dönüştürüleceğini ve İslâm'ı Protestanlaştırma ("laikleştirme") Projesi'ni uygulamaya çalışan Amerika'nın başını çektiği küresel aktörler tarafından da -elbette ki önce akademik, sonra da stratejik, siyasî, toplumsal ve kültürel bir proje olarak- benimseneceğini ve destekleneceğini görmek için kâhin olmak gerekmiyor. Son bir yıldan bu yana "Türk laikliği"nin İslâm dünyasına model olarak "pazarlanması" meselenin nereye doğru evriltilebileceğinin apaçık göstergesidir.
Burada atlanan yakıcı nokta şu: "Türk laikliği"nin İslâm dünyasına model olarak "pazarlanma"sına karar veren -çoğu Yahudi- Amerikalı Bernard Lewis, Daniel Pipes, Olivier Roy gibi akademisyenlerin çok değil birkaç yıl öncesine kadar yazdıkları yazılarda "Türk laikliğinin iflâs ettiğini, Türkiye'deki laiklerin beceriksizliklerini" açık açık ilân ettiklerini ve kısa bir süre içinde de Amerika'daki yine çoğunluğunu Yahudiler'in oluşturduğu stratejistler ve -örneğin Henry Kissenger, Richard Perle, Paul Wolfowitz, Dick Cheney gibi- siyasetçiler tarafından da benimsendiğini ve Türkiye'deki laik elitlerin bunu "Türkiye'nin ne kadar önemli bir ülke olduğunu artık Amerikalılar bile kabul ediyorlar" şeklinde algıladıklarını ve dolayısıyla yapılmak istenen şeyleri aslâ kavrayamadıklarını görüyorum.
Dün Türk laikliğini eleştirenlerin bugün Türk laikliğini İslâm dünyasına model olarak pazarlamalarının, bizim gerçekten zihinsel, analitik ve eleştirel melekeleri körleşen laik elitlerimiz tarafından coşkuyla karşılanması oldukça anlamlı ve düşündürücüdür. Düşündürücüdür diyorum çünkü bizim laik etlilerimiz Batılılar'ın dün iflas ettiğini söyledikleri Türk laikliğini neden birdenbire sahiplenmeye ve hangi nedenlerle ve kaygılarla İslâm dünyasına model olarak pazarlamaya kalkıştıklarını anlamadıklarını ve bunu anlayabilecek zihinsel donanıma da, tarihsel ve siyâsî derinliğe de sahip olmadıklarını görüyoruz ve biliyoruz.
Avrupalılar, Amerikan hegemonyasının sınır tanımayacak kadar kontrolden çıkmasından ve AB'yi Balkanlar'ın gerisine hapsedecek kadar kuşatmasından ürktükleri için Irak savaşına karşı çıkıyorlar ama Türk laikliğinin İslâm dünyasına model olarak sunulması konusunda Amerikalılar'la ortaklaşa hareket ediyorlar. Örneğin, 1997 yılında Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel'in "Türkiye'nin önünde Atatürkçülük'ten başka bir seçenek bırakmamalıyız" dediğini anımsatırım. Yakın zamanlarda da Almanya Şansölyesi Schröder'in oldukça diplomatik bir dil kullanarak "Türkiye'deki laik elitleri desteklemeli ve radikal İslâm'ın güçlenmesini önlemeliyiz" dediğini de. Almanya Başbakanı elbette ki "İslâm'ın güçlenmesini önlemeliyiz" diyemez; ama diplomasinin dilinden anlayan herkes Schröder'in burada "İslâm'ın güçlenmesini önlemeliyiz" demek istediğini bilir.
Burada "İslâm'ı Protestanlaştırma Projesi" olarak adlandırdığım küresel bir proje var: Bu proje, kentleşme sürecinin hızlanmasıyla birlikte 1970'li ve 1980'li yıllardan itibaren Müslüman toplumları laikleştirme ve dolayısıyla Müslüman toplumların İslâm'la ilişkilerini asgarî düzeye indirme projelerinin büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığını, aksine, kentleşme sürecinin Müslüman toplumların İslâm'la -primitif düzeylerde de olsa- daha sıkı ilişkiler kurmalarına yol açtığını, İslâmîleşme'de kitlesel bir patlamanın yaşanmasına tanık olunduğu farkedilince İslâm'ın kamusal hayattan uzaklaştırılması, siyasî, toplumsal, kültürel ve ekonomik taleplerinin iptal edilmesi için hayata geçirilen, İslâm'ı sadece bireyle Allah arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine indirgemeyi amaçlayan son derece tehlikeli bir projedir.
Yusuf Kaplan
Ali Bulaç ve ekibinin çıkardığı Bilgi ve Düşünce dergisinde başlattığı, Zaman gazetesindeki sütununda birkaç hafta işlediği "Yeni-İslâmcılık" tartışması, internetteki e-gruplardan sonra (dostum Kemal Ersözlü'nün moderatörlüğünü yaptığı Varoluşbilinci e-grubu bunlardan biri), şimdi de kartel medyasına taşınmaya başlandı. Ve dünkü Hürriyet'in Pazar ekinde (Metin Yüksel'in hazırladığı bir dosya ile) "Siyasal İslâm'ın Sonu, Yaşasın Yeni-İslâmcılık" başlığıyla kitlelerin gündemine girmiş oldu.
Bilgi ve Düşünce'de bu konu işlenince ben bu meselenin kısa bir süre içinde Türkiye gündemine taşınabileceğini düşünmemiştim. Yeni-İslâmcılık tartışmasının "mimarı" gibi gözüken Ali Bulaç'ın Hürriyet'teki açıklamalarını görünce biraz irkildim açıkçası. Şöyle diyor Bulaç: "Bu tartışma genişletilmeli. Bu bir dönüşüm tartışması... Başka aktörlerin de bu tartışmaya katılması lazım. Laik, liberal hatta Kemalist aydınların da bu tartışmaya katkıda bulunmaları gerekiyor." (!?)
Peki, dönüştürülmek istenen şey ne? Elbette ki, İslâmcılık. Neden böyle bir şeye ihtiyaç hissediliyor? Bu sorunun cevabını Bulaç, ve ekibinden Yalçın Akdoğan ile Kadir Canatan şöyle veriyorlar (onların ifadeleriyle ama özetle aktarıyorum): Yeni dünya şartlarında eski söylemler anlamsızlaşmıştır. Çatışmacı ve kutuplaştırıcı değil uzlaşmacı temele dayanan kalıcı ve hatta nihâî bir modele ihtiyaç var (!) Bunlar bence son derece yanlış ve de sonuç itibariyle tehlikeli şeyler. Dün Batıcılar'ın söylediklerinin, bugünün neo-liberal postmodern söylemlerle beyinleri tarumar olan pergelini şaşırmış İslâmcıları tarafından tekrar edilmesi.
Burada can alıcı sorun şu: Müslümanlar'ın bu dünyaya kendileri olarak söyleyebilecekleri özgün, esaslı bir şey yok mu? Müslümanlar da dün Batıcılar'ın yaptıkları gibi Batı'da üretilen söylemleri burada ikinci kez ve de son derece berbat bir şekilde tekrarlamaktan başka bir şey yapamayacak durumdalar mı sahiden? “Ne”yle çatışmaya veya kutuplaşmaya girme(me)miz ve uzlaşmamız isteniyor? Elbette ki küresel neo-liberal söylemlerle ve bu söylemleri üreten neo-pagan/seküler Batı hegemonyasının kodlarını, kavramlarını ve kurumlarını otoriter bir şekilde algılayan ulusal statüko ile uzlaşmamız isteniyor bizden! Peki tüm bunlar ne anlam ifade ediyor, neyi gösteriyor bize? Elbette ki, bizi son derece ürkütücü şekillerde ayartan, pergelimizi şaşırtan, zihnimizi körelten, bakışımızı sakatlatan, her şeyi şaşı görmemize yol açan yakıcı ve yıkıcı bir özgüvensizlik sorunu yaşadığımızı ve iflah olmaz bir yenilgi psikolojisinin pençesinde traji-komik bir şekilde kıvrandığımızı gösteriyor.
Nasıl Batıcılık, yenilgi psikolojisinin bir ürünü idiyse, bu Yeni-İslâmcılık numarası da aynı şekilde yenilgi psikolojisinin bir üründür.
Peki, Yeni-İslâmcılık numarası nereden çıktı? Neyin "ses"i, neyin "fes"i?
Hatırlarsanız Ali Bulaç, bir zamanlar "İslâmcılık bitti" demişti. Daha sonraları bu söyleminden vazgeçer gibi olmuştu. Ama öyle anlaşılıyor ki, "İslâmcılık bitti" lafı laf olsun diye söylenmemiş. Yeni-İslâmcılık tartışmasını ortaya atabilmek için gerek duyulan bir adımmış bu!
Burada bir komplo teorisinden filan sözetmiyorum. Bizzat yaşanan bir süreçten sözediyorum. Yaşanan süreç ne peki? Neo-liberal postmodern söylemlerin etkisi ve itkisiyle "zihinsel bir savrulma", bir kayma, bir "kabızlık hâli" yaşanması süreci. İşte bu travmatik süreç, bazı insanları -bilerek veya bilmeyerek- küresel konjonktürleri meşrulaştıracak ve muhkemleştirecek yeni projeler icat etme gayretkeşliği içine girmeye sürüklüyor.
Peki, ne bu? Traji-komik bir özgüvensizlik sorunu yaşayan ve sonra da her yapıp ettiği şeyi yenilgi psikolojisi üzerine kurmaya çalışan insanların içine düştükleri tıkanmışlık, kıstırılmışlık; zenci veya azınlık psikolojisi hâl-i pür melâli. Yani hiçbir zaman Özne (kendisi üreten, kendisi tanımlayan, kendisi belirleyen, kendisi konuşan, kendisi söyleyen, söz ve iddia, asâlet ve şahsiyet sahibi) olamayan, Özne olma çabası gösteremeyen, sürekli olarak Nesne (tüketen, tanımlanan, belirlenen, Batı'da konuşulanı konuşan, Batı'da söyleneni söyleyen ve papağan gibi tekrarlayan, söz ve iddia sahibi olamayan, söz ve iddialarını terkeden ve "asalak") olmaya (ve donakalmaya) mahkûm olan acınası bir hâlet-i ruhiye.
Oysa bu arkadaşların kavrayamadıkları can alıcı nokta şu: Biten ve dönüştürülmesi gereken şey İslâmcılık değil; neo-pagan/seküler, uygar barbar Batılı paradigmadır. (Biz ne kadar "İslâmcılık bitti" gibi lâflar edersek edelim; Batılılar ve yerli laikçiler vesaire, biten şeyi İslâm olarak algılıyorlar. Bunu da bir kenara not edelim).
Dün, Batı veya Avrupa-merkezciliği İslâmcı söylemler çökertmişti. Yine, sömürgeciliğe karşı en esaslı ve de destansı direniş ve varoluş mücadelesini İslâmcı hareketlerin başını çektiği Müslüman toplumlar vermişti. Bugün bir taraftan demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi ayartıcı sloganlar atıp, öte taraftan da dünyayı "babalarının çiftliği" hâline getiren, orman kanunlarını hâkim kılmaya çalışan; haksızlığı, hukuksuzluğu, açgözlülüğü meşrulaştıran; doğa, insan, kozmik dünya ve Tanrı arasındaki ilişkileri tarumar eden neo-pagan ve seküler Batılı modern veya postmodern paradigma (her ne zıkkımsa artık!) iflâs etmiştir.
Neo-pagan ve seküler Batılı kodlara, hegomanya ve yeni-sömürü biçimlerine direnebilecek, üstüne üstlük de insanlığın sorunlarına evrensel ve küresel cevaplar üretebilecek tek esaslı medeniyet tasavvurunu İslâm'ın sunacağı artık anlaşılmıştır.
Böyle bir ortamda İslam'ın dünyanın sorunlarını anlamlandırma ve cevap üretme dinamizmini, imkânlarını ve potansiyelini berhava edecek, tuzla buz edecek Yeni-İslâmcılık gibi Müslümanlar'ı Nesneleştiren projelerle uğraşmak, Batılılar'ın İslâm'ı protestanlaştırma projelerine çanak tutmaktan ve su taşımaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Ali Bulaç ve ekibinin izledikleri yol, "çıkar yol" değil; çıkarcıların küresel çıkarlarını azamî düzeye çıkarmalarına yarayacak bir çıkmaz yoldur!
Yaklaşık yarım asırdan bu yana İslâmî söylemlerin temellerini atan, teorik çerçevelerini belirleyen ve hatta bunları ekol düzeyine çıkaran, "üstad"lar birbirleriyle "konuşmadılar"; birbirlerinin ortaya koydukları çabaları, çalışmaları, söylemleri kendi aralarında ve birlikte tartışma, geliştirme, açımlama yoluna gitmediler. Hep kendi fildişi kulelerine çekildiler; kendileri konuşup kendileri dinlediler! Yani hep monoloji yaptılar, hiç diyalojik bir konuşma, tartışma, musahabe (sahiplenme, dostluk, sohbet), muhasebe (sorgulama/eleştiri) çabası içine girmediler.
Dolayısıyla her türlü tartışmaya, müdahaleye, geliştirilmeye, üzerine yeni şeyler bina edilmeye müsait ufuk ve çığır açıcı, ortak bir düşünce geleneği icat edilemedi. Ali Bulaç'la son örneğini yaşadığımız bu "üstad"lar, birbirlerinin geliştirdikleri teorik bulgular, keşifler, yolculuklar üstüne yeni şeyler ilâve etme kaygısı ile hareket edebilmiş olsalardı, bugün İslâmî söylem, çok güçlü, dinamik, diyalojik, açık uçlu ve yaratıcı bir düşünce geleneği icat edebilir ve bu gelenek hem Türkiye'nin en güçlü düşünce geleneği olabilir, hem de İslâm dünyasının ve hatta dünyanın ilgisiz kalamayacağı bir düşünce geleneği katına yükselebilirdi.
Ben burada "üstad"lar anlayışını yıkmak gibi, öncekilerin (örneğin Yaşar Kaplan'ların) yaptıkları "çocuksu" bir çağrıda bulunmuyorum; çünkü böylesi bir şeyi acziyet ve zafiyet olarak görüyorum. Aksine ben, tam tersi bir öneride bulunuyorum: Artık sadece son elli yıldan bu yana değil, yaklaşık 150 yıldan bu yana ortaya konan İslâmî düşünce birikimiyle ve 1500 yıllık İslâmî düşünce geleneğiyle diyalojik bir konuşma, tartışma, eleştiri, analiz, musahebe ve muhasebe çabası içine girmemiz gerekiyor.
Eğer son 50 yıldan bu yana Necip Fâzıl'la başlayan, Sezai Karakoç'la, Nurettin Topçu'yla devam eden, Cemil Meriç, Nuri Pakdil, İsmet Özel, Rasim Özdenören ve Ali Bulaç'la gelişmesi gereken ama tıkanan İslâmî bir dil ve söylem icat etme çabalarını diyalojik, analojik ve eleştirel bir dille tartışabilme ve bu insanların birbirlerinin söyledikleri şeyler üzerine bir şeyler söyleme cesareti, basireti, feraseti gösterebilseydik, bugün burada olmaz ve "öksüz" kalmazdık; çok daha farklı, güçlü, gönendirici, ufuk ve zihin açıcı bir yerde olurduk.
Eğer vahyin merkezinde yer aldığı gelenekle yaratıcı ilişkiler kurabilseydik, bugün büyük bir özgüvensizlik sorunu yaşayan ve yapıp ettiği her şeyi yenilgi, azınlık veya zenci psikolojisi üzerine kuran, kurgulayan, yapmaya kalkışan ve sonuç olarak hep Batı'dan esen rüzgârlara, söylemlere, konjonktürlere göre (aksiyoner ve kurucu yani Özne'leştirici değil, reaksiyoner ve savunmacı yani Nesne'leştirici tavırlar, tutumlar ve söylemler geliştirerek) vaziyeti idare ederek vaziyeti kurtarma acziyetleri ve zafiyetleri sergilemezdik.
Kendi fildişi kulelerimize çekilip, kendi bağımsızlığımızı kurma ve koruma acziyeti ve zafiyeti sergilemek ve birbirimize gözlerimizi, kulaklarımızı, zihinlerimizi kapamak; sevgilerimizi, saygılarımızı; takdir, teşvik ve eleştirilerimizi esirgemek, çok görmek, saklamak yerine, hem 50 yıllık birikimle, hem 150 yıllık birikimle, hem de 1500 yıllık İslâmî düşünce geleneğiyle yaratıcı ilişkiler kurma çabası içinde olsaydık, bugün İslâmî referans sistemini (=vahyi) eksene alarak; bir yandan İslâm düşüncesi, kültürü, sanatı, ilim ve siyaset geleneği ve medeniyeti ile, öte yandan da hem hâkim kültürle, hem de tüm diğer kültürlerle ve medeniyetlerle sinerji yaratacak imajinatif ilişkiler kurmayı başarabilirdik.
İşte bundan sonradır ki, bizim Müslümanlar olarak, dünyanın yaşadığı can alıcı, köklü, sarsıcı, travmatik düşünsel, kültürel, toplumsal, siyasi sorunları anlamlandırarak bu sorunlara küresel ve evrensel cevaplar üretebilecek yepyeni bir medeniyet tasavvuru geliştirebilme imkânına kavuşabilmemiz mümkün olabilirdi.
Ancak bu imkânı yitirmiş değiliz. Aksine böylesi bir imkâna hâlâ yalnızca Müslümanlar'ın sahip olduğunu görmek gerekiyor. Batı kültürünün sadece fizik gerçekliği (insanın dış dünyasını/sekülerliği), Doğu kültürlerinin sadece fizikötesi gerçekliği (insanın iç dünyasını /J. Milbank'ın deyişiyle "tersinden sekülerlik"i) eksene aldığı; İslâm'ın ise hem fizik, hem de fizikötesi gerçekliği aynı anda mezcettiği gerçeği bile, İslâm'ın Kitap, Mizan ve Hadîd dinamikleri ekseninde böylesi bir medeniyet tasavvurunu geliştirebilecek köklü, esaslı ve çığır açıcı kök-paradigmalara ve anlam haritalarına sahip olan tek dünya tasavvuru olduğu gerçeğini yeteri kadar gösteriyor bize.
Ali Bulaç ve Yeni-İslâmcılık meselesi dolayısıyla şunu söylemem gerekiyor: Ali Bulaç, benim ağabeyimdir; üstelik oldukça alçakgönüllü ve bu yüzden takdîr ettiğim, saygı duyduğum bir insandır. Benim içinde bulunduğum kuşağın yetişmesinde çok büyük katkıları olmuş bir teorisyendir.
Ancak Ali Bulaç'ın da içinde yeraldığı bazı "aydınlar", geleneğe (=vahye) yaslanmak yerine yenilgi psikolojisi ile hareket ettikleri için bugüne kadar hep vaziyetleri idare ederek vaziyeti kurtaracak projeler geliştirdiler.
Oysa yapılması gereken şey tam tersiydi. Pergelin bir ayağını / sabitemizi vahye kilitleyip, aksiyoner ve kurucu / yaratıcı bir ruhla donanarak idareye vaziyet edecek iradeler, yani güçlü, sahih, muhkem, gürül gürül akan; esen konjonktürel rüzgârları püskürtebilecek bir dinamizme ve yaratıcılığa sahip ortak bir düşünce geleneği icat etmenin yollarını araştırmaktı.
Unutmayalım: Geleneği olmayanın geleceği de yoktur. Geleneği gürül gürül akan ve her bir tarafı sulayabilen pırıl pırıl bir nehre dönüştürme çabası göstermek yerine, kendi fildişi kulelerini tercih edenlerin, birbirlerini yok sayanların, görmeyenlerin elenmekten başka kaderleri olamaz. Bu da sonuçta bozuk plak gibi hep aynı şeyleri tekrarlatmaktan, bizi tarihte tatile çıkartmaktan, zamanın dışına itmekten, dolayısıyla esen küresel konjonktürel rüzgârların önünde savrulmaktan, bizi bîtap düşürüp bîtaraf kılmaktan, taraf olamadığımız, iki arada bir derede kaldığımız için de sonunda bizi her dâim oraya buraya savurup bertaraf etmekten başka hiçbir şeyle sonuçlanmaz. O yüzden ne yapıp edip güçlü bir düşünce geleneği sarayı icat etmemiz gerekiyor.
Yeni-İslâmcılık söylemi ve -ilerde hız kazanacak- eylemlerinin, en az yaklaşmakta olan savaş kadar önemsenmesi, ciddiye alınması, tartışılması ve yapılacak yanlışlıkların, atılacak "tehlikeli adımlar"ın şimdiden önlenmeye çalışılması gerektiğini düşünüyorum.
Yeni-İslâmcılık tartışması, aslında, temelde, İslâm'ın Müslüman toplumlarda nasıl bir konuma sahip olduğuna ve olacağına ilişkin geliştirilen tartışmaların bir parçasıdır ve bu söylem -bunların aktörleri pek öyle olmadığını düşünseler de- İslâm'ın hem Müslüman toplumlardaki hem de dünya genelindeki belirleyici konumunu sarsacak bir niteliğe bürünme tehlikesi taşıyor.
Bu tartışmanın aktörlerinin, böyle bir şeye soyunduklarını söylemiyorum; bunu söylemem mümkün değil; ama Yeni-İslâmcılık söyleminin teorik temellerine, esin ve besin kaynaklarına, dolayısıyla vaadlerine bakınca, meselenin, zamanla kontrolden çıkacağını, İslâm'ın Müslüman toplumlar üzerindeki sürgit artan belirleyici etkisini ve konumunu sarsmakla sonuçlanacağını görebileceğimizi düşünüyorum. Bunun zamanla siyâsî bir projeye dönüştürüleceğini ve İslâm'ı Protestanlaştırma ("laikleştirme") Projesi'ni uygulamaya çalışan Amerika'nın başını çektiği küresel aktörler tarafından da -elbette ki önce akademik, sonra da stratejik, siyasî, toplumsal ve kültürel bir proje olarak- benimseneceğini ve destekleneceğini görmek için kâhin olmak gerekmiyor. Son bir yıldan bu yana "Türk laikliği"nin İslâm dünyasına model olarak "pazarlanması" meselenin nereye doğru evriltilebileceğinin apaçık göstergesidir.
Burada atlanan yakıcı nokta şu: "Türk laikliği"nin İslâm dünyasına model olarak "pazarlanma"sına karar veren -çoğu Yahudi- Amerikalı Bernard Lewis, Daniel Pipes, Olivier Roy gibi akademisyenlerin çok değil birkaç yıl öncesine kadar yazdıkları yazılarda "Türk laikliğinin iflâs ettiğini, Türkiye'deki laiklerin beceriksizliklerini" açık açık ilân ettiklerini ve kısa bir süre içinde de Amerika'daki yine çoğunluğunu Yahudiler'in oluşturduğu stratejistler ve -örneğin Henry Kissenger, Richard Perle, Paul Wolfowitz, Dick Cheney gibi- siyasetçiler tarafından da benimsendiğini ve Türkiye'deki laik elitlerin bunu "Türkiye'nin ne kadar önemli bir ülke olduğunu artık Amerikalılar bile kabul ediyorlar" şeklinde algıladıklarını ve dolayısıyla yapılmak istenen şeyleri aslâ kavrayamadıklarını görüyorum.
Dün Türk laikliğini eleştirenlerin bugün Türk laikliğini İslâm dünyasına model olarak pazarlamalarının, bizim gerçekten zihinsel, analitik ve eleştirel melekeleri körleşen laik elitlerimiz tarafından coşkuyla karşılanması oldukça anlamlı ve düşündürücüdür. Düşündürücüdür diyorum çünkü bizim laik etlilerimiz Batılılar'ın dün iflas ettiğini söyledikleri Türk laikliğini neden birdenbire sahiplenmeye ve hangi nedenlerle ve kaygılarla İslâm dünyasına model olarak pazarlamaya kalkıştıklarını anlamadıklarını ve bunu anlayabilecek zihinsel donanıma da, tarihsel ve siyâsî derinliğe de sahip olmadıklarını görüyoruz ve biliyoruz.
Avrupalılar, Amerikan hegemonyasının sınır tanımayacak kadar kontrolden çıkmasından ve AB'yi Balkanlar'ın gerisine hapsedecek kadar kuşatmasından ürktükleri için Irak savaşına karşı çıkıyorlar ama Türk laikliğinin İslâm dünyasına model olarak sunulması konusunda Amerikalılar'la ortaklaşa hareket ediyorlar. Örneğin, 1997 yılında Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel'in "Türkiye'nin önünde Atatürkçülük'ten başka bir seçenek bırakmamalıyız" dediğini anımsatırım. Yakın zamanlarda da Almanya Şansölyesi Schröder'in oldukça diplomatik bir dil kullanarak "Türkiye'deki laik elitleri desteklemeli ve radikal İslâm'ın güçlenmesini önlemeliyiz" dediğini de. Almanya Başbakanı elbette ki "İslâm'ın güçlenmesini önlemeliyiz" diyemez; ama diplomasinin dilinden anlayan herkes Schröder'in burada "İslâm'ın güçlenmesini önlemeliyiz" demek istediğini bilir.
Burada "İslâm'ı Protestanlaştırma Projesi" olarak adlandırdığım küresel bir proje var: Bu proje, kentleşme sürecinin hızlanmasıyla birlikte 1970'li ve 1980'li yıllardan itibaren Müslüman toplumları laikleştirme ve dolayısıyla Müslüman toplumların İslâm'la ilişkilerini asgarî düzeye indirme projelerinin büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandığını, aksine, kentleşme sürecinin Müslüman toplumların İslâm'la -primitif düzeylerde de olsa- daha sıkı ilişkiler kurmalarına yol açtığını, İslâmîleşme'de kitlesel bir patlamanın yaşanmasına tanık olunduğu farkedilince İslâm'ın kamusal hayattan uzaklaştırılması, siyasî, toplumsal, kültürel ve ekonomik taleplerinin iptal edilmesi için hayata geçirilen, İslâm'ı sadece bireyle Allah arasında olup biten bireysel bir inanç meselesine indirgemeyi amaçlayan son derece tehlikeli bir projedir.