_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,043
- Puanları
- 113
- Yaş
- 43
İnsanlara Yaklaşım
İnsanlara Yaklaşım
Severek ve sevinerek teslim olduğumuz İslam, tüm insanlığa gönderilen ve dili, rengi, kavmi ne olursa olsun, her insana değer veren bir dindir. İslam'ın insana değer vermesi, hiç kuşkusuz ki insanların desteğini sağlamak ve insanların desteğiyle güç ve izzet kazanmak için değildir. Çünkü yüce İslam dini, herhangi bir müntesibi olsun veya olmasın, zaten aziz bir dindir: İzzet kazanması için insanların katılımına, güç kazanması için insanların desteğine ihtiyacı yoktur. Bu yüce dinin sahibi, izzet ve gücün mutlak sahibi olan Allah, (c.c.)'dır.
Yerleri ve gökleri, bitkileri ve hayvanları boşu boşuna yaratmayan Rabbimiz, hiç Kuşkusuz ki insanları da boşu boşuna yaratmamıştır. İnsanların yaratılış gayeleri, dünyevi olan bütün fani ve geçici hedeflerin ötesinde, ebedi bir hedef için kulluk yapmaları ve böyle bir kulluk ile İlahi rızaya hoşnutluğa kavuşma! andır. Ve her insan, böylesine gör smli bir hedefe, böylesine muhteşem bir fırsata sahip olarak dünyaya gelmektedir.
İşte insana önem, işte insana değer, işte insana anlam kazandıran özellik, her insanın böyle bir hedefe ve böyle bir fırsata namzed olarak dünyaya gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu fırsatın gereğini yaptıkları zaman İlahi nzaya ve ebedi cennet hayatına kavuşabilecek olan insanlar, yaratılış gayelerine sırt çevirdikleri zaman ise hiçbir azabla kıyaslanamayacak olan ebedi cehennem azabiyla karşı karşıya gelmektedirler. Bu nedenledir ki insanı önemseyen, insana değer veren yaklaşımların en yücesi, cennetle cehennem arasındaki tüm insanları, ebedi kurtuluşa, ebedi cennet hayatına davet eden yaklaşımlardır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de bütün bir İnsanlığı muhatap alarak ve onları ebedi kurtuluşa davet ederek insanları önemsemekte ve onlara insan olarak en anlamlı değeri vermektedir.
Tabi ki şanı yüce Rabbimizin insanlara verdiği değer ve insanlara tanıdığı haklar, günümüzdeki İnsan Haklan Kuruluşlarının insanlara verdiği bazı haklarla örtüşse de, bu haklar farklı içeriklere, farklı boyutlara sahiptir. Bu gibi beşeri kuruluşların insanlara daha ziyade teori düzleminde verdikleri haklan dikkate alarak “Bu haklar İslam'da da vardır, İslam dini de insanlara böyle yaklaşıyor” demek, aşağılık kompleksinden kaynaklanan tepkisel bir yanlıştır. Çünkü bu gibi beşeri kuruluşlann insanı tanımlayışı ve insana yaklaşımı ile Rahman olan Rabbimizin insanı tanımlayışı ve insana yaklaşımı, birbirinden farklı boyutlarda ele alınması gereken meselelerdir.
İnsan Haklan Kuruluşları, yeryüzünde hazır buldukları ve Allah'tan müstağni görerek adeta ilahlaştırdıkları insanlara, eşitlik ve özgürlük adına züğürt cömertliği ile haklar dağıtan kuruluşlardır. Bu gibi kuruluşların, asıl itibariyle insanlar üzerinde bir haklan, insanlar üzerinde bir hukuklan yoktur. Rahman olan Rabbimiz ise bu insanlan yaratan, bu insanları yaşatan ve bu insanlar üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz haklan olan bir Rabdir. Tüm insanların sahibi olan ve insanlara “Kul” sıfatı veren Rabbimiz ile bu insanlar üzerinde hiçbir haklan olmayan ve insanlara “Özgür” sıfatı veren böylesi kuruluşların insanlara yaklaşımları ve insanlara tanıdıkları haklar, hiç kuşkusuz ki farklı içeriklere, farklı keyfiyetlere sahip haklar olacaktır.
Bu farklılıkların diğer önemli bir nedeni İse beşeri yaklaşımlar insanların dünyevi maslahatını önemserken, İlahi vahiy insanların öncelikle uhrevi maslahatını önemsemektedir. İnsanların çok kısa olan dünyevi maslahatı ile insanların ebedi olan uhrevi maslahatını önceleyen bu iki yaklaşım arasındaki fark ise, fani olan dünya yaşantısı ile ebedi ahiret yaşantısı arasındaki fark gibidir. Dolayısıyla insanı önemseyen ve insana değer veren yaklaşımların en yücesi, cennetle cehennem arasındaki tüm insanlann uhrevi maslahatını gözeterek, insanlan ebedi kurtuluşa, ebedi cennet hayatına davet eden yaklaşımlardır.
İnsanı 60-70 yıl ömrü olan bir canlı gibi değil, ebedi hayata mazhar bir canlı olarak tanımlayan Rabbani yaklaşım, hiç kuşkusuz ki insanı ve insanlığı gerçek düzlemde tanımlayan, insana ve insanlığa gerçek düzlemde değer veren bir yaklaşımdır.
Kur'an-ı Kerim'in bizlere vazettiği bu Rabbani ve rahmetli yaklaşımına iman eden müslümanlar olarak, İslam'a ve müslümanhğa değer verdiğimiz gibi insana ve insanlığa da değer vermemiz gerekir. Çünkü cennet ve cehennem gibi iki ayrı akibetle karşı karşıya olan insanlan,insani değerlerin yücelerek somutlaştığı müslüman bir kimliğe davet edebilmemiz, önce onlann doğal insani değerlerine sahip çıkmamızla ve bu insani değerleri bir kalkış düzlemi kabul etmemizle mümkündür.
Meseleye yeterince vakıf olamayan bazı kardeşlerimiz, bu yaklaşımı eleştirebilmek için “Toplumdaki müşriklerle ve kafirlerle nasıl sıhhatli ve olumlu ilişkiler kurabiliriz!” diyeceklerdir. Çünkü bu kardeşlerimiz, küfür veya şirk fillerine karşı göstermeleri gereken ve gösterdikleri tepkiyi, aynı şekilde bu fiillerin faillerine karşı da göstermektedirler.
İşte temel yanılgı buradadır!.
Oysa denizde boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için; nasıl ki önce dibe batırıp, sonra yukarıya çekmek gibi bir uygulamada bulunmuyorsak; küfri veya cahili bataklıkta debelenen insanları kurtarmaya çalışırken de, onları aşağı-Uyarak, onları tekfir ederek önce dibe batırmamıza hiç gerek yoktur.
İslam'a göre küfür ya da şirk olan fiilleri, elbetteki hoş görmemekle, elbetteki reddetmekle mükellefiz. Ancak bu fiilleri reddetmekle yükümlü olmamıza rağmen, fiillerle failleri birbirinden ayırmamız ve işledikleri fiillerde bilinçsiz olan faillere karşı biraz daha farklı, biraz daha esnek yaklaşarak, bu insanlarla tekfiri öncelemeyen tebliğ ilişkilerine girmemiz gerekir.
Çünkü İslam'ın öncelediği insan ilişkileri, asıl itibariyle insanı dışlamayı değil, insanı kurtarmayı ve insanı kazanmayı amaçlayan ilişkilerdir. Birçok çalışmamızda belirttiğimiz gibi bu ilişkilerde tasdik veya tekfir değil, tahlil ve tebliğ ön plana çıkarılmıştır. Tahlilin ilk aşamasında fiil ve fail birbirinden ayrılmakta, birçok fiilinde bilinçsiz olan faile, bir insan olarak değer verilmektedir. Tahlilin ikinci aşamasında ise failin fiilleri birbirinden ayrılmakta, doğru ve güzel fiilleri tasdik edilirken, yanlış ve çirkin fiilleri öncelik esası dikkate-alınarak peyderpey eleştirilmekte ve konuyla ilgili doğru ve güzel fiiller tebliğ edilmektedir.
Bilinçli bir mübelliğ için bu tahlil ve tebliğ süreci, tebliğe muhatap alınan insanların eşikte kabul edildiği bir süreçtir. İslami tebliğin apaçık bir hale gelinceye kadar devam ettirildiği bu eşik sürecindeki insanlara, müslim veya kafir sıfatlanni vermemiz gerekmez. Henüz iman ve küfür bilincinde olmayan bu insanları, bütün bir tebliğ sürecinde insan olarak sıfatlandı/mamız ve bunlara insan olarak değer vermemiz gerekmektedir. Nitekim Mekki surelerin birçok yerinde, atalar geleneğine uyarak küfür ya da şirk fiillerine bulaşan kimselerin “Ey müşrikler!” veya “Ey kafirler!” hitaplarıyla değil, “Ey insanlar!.” hitabıyla muhatap alınması, anlatmaya çalıştığımız bu gerçeği beyan etmektedir. Bu Kur'ani yaklaşımın özünde, Allah'a inandıklarını söylemelerine rağmen bilmeyerek Allah'tan başka şeylere ibadet eden kimseler müslüman kabul edilmemekle beraber, onların yine de insan olarak muhatap alınması ve onlara bir insan olarak değer verilmesi sözkonusudur.
Bazı kardeşlerimiz ilk dönemlerde nazil olan Kafirun süresindeki bir emir olan “De ki: Ey kafirler” hitabını örnek göstererek, küfür fiilini işleyen her faile, fiilinde bilinçli olup-olmadığına bakılmaksızın “Kafir” denilmesi gerektiğini söyleyeceklerdir. Oysa bu sureden böyle bir hüküm çıkara bilmek için, hiç olmazsa surenin bütünlüğünü dikkate almamız gerekir. Bu surede yer alan “Ey kafirler” hitabı, sure nazil olduğu zaman kafirlerin zümresinde bulunan ve daha sonra İslam'la müşerref olan herkesi değil, surede de açıklandığı gibi İslam'a gelmeleri, İslam'a girmeleri söz konusu olmayan kafirleri muhatab almaktadır. Efendimiz (s.a.v.) “Ey kafirler” diyerek bu İlahi vahyin gerektirdiği tavn ortaya koymasına ve Mekke'de gerçekten böylesi kafirlerin bulunduğuna iman etmesine rağmen, bu hitaba kimlerin dahil olup-olmadığını bilmiyordu. Bunu bilen yegane merci, bu İlahi hitabın sahibi olan Rabbimizdi. Çünkü Efendimiz (s.a.v.) İslam'a girmeleri söz konusu olmayan bu kafirlerin kim olduğunu bilseydi, cehennemlik olduğu kesinlik kazanan insanları cennete davet etmek için uğraşmazdı. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, şanı yüce Rabbimizin Sünnetullah'inda peygamberlerine yönelik böyle bir sünnet, böyle bir bilgilendirme yoktur. Buna en açık örneklerden birisi, Rahman olan Rabbimizin Hz. Musa ve Harun (a.s.)'a yönelik şu emridir.
“İkiniz Firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür, ya da içi tür erkorkar.”
İnsanlara Yaklaşım
Severek ve sevinerek teslim olduğumuz İslam, tüm insanlığa gönderilen ve dili, rengi, kavmi ne olursa olsun, her insana değer veren bir dindir. İslam'ın insana değer vermesi, hiç kuşkusuz ki insanların desteğini sağlamak ve insanların desteğiyle güç ve izzet kazanmak için değildir. Çünkü yüce İslam dini, herhangi bir müntesibi olsun veya olmasın, zaten aziz bir dindir: İzzet kazanması için insanların katılımına, güç kazanması için insanların desteğine ihtiyacı yoktur. Bu yüce dinin sahibi, izzet ve gücün mutlak sahibi olan Allah, (c.c.)'dır.
Yerleri ve gökleri, bitkileri ve hayvanları boşu boşuna yaratmayan Rabbimiz, hiç Kuşkusuz ki insanları da boşu boşuna yaratmamıştır. İnsanların yaratılış gayeleri, dünyevi olan bütün fani ve geçici hedeflerin ötesinde, ebedi bir hedef için kulluk yapmaları ve böyle bir kulluk ile İlahi rızaya hoşnutluğa kavuşma! andır. Ve her insan, böylesine gör smli bir hedefe, böylesine muhteşem bir fırsata sahip olarak dünyaya gelmektedir.
İşte insana önem, işte insana değer, işte insana anlam kazandıran özellik, her insanın böyle bir hedefe ve böyle bir fırsata namzed olarak dünyaya gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu fırsatın gereğini yaptıkları zaman İlahi nzaya ve ebedi cennet hayatına kavuşabilecek olan insanlar, yaratılış gayelerine sırt çevirdikleri zaman ise hiçbir azabla kıyaslanamayacak olan ebedi cehennem azabiyla karşı karşıya gelmektedirler. Bu nedenledir ki insanı önemseyen, insana değer veren yaklaşımların en yücesi, cennetle cehennem arasındaki tüm insanları, ebedi kurtuluşa, ebedi cennet hayatına davet eden yaklaşımlardır. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de bütün bir İnsanlığı muhatap alarak ve onları ebedi kurtuluşa davet ederek insanları önemsemekte ve onlara insan olarak en anlamlı değeri vermektedir.
Tabi ki şanı yüce Rabbimizin insanlara verdiği değer ve insanlara tanıdığı haklar, günümüzdeki İnsan Haklan Kuruluşlarının insanlara verdiği bazı haklarla örtüşse de, bu haklar farklı içeriklere, farklı boyutlara sahiptir. Bu gibi beşeri kuruluşların insanlara daha ziyade teori düzleminde verdikleri haklan dikkate alarak “Bu haklar İslam'da da vardır, İslam dini de insanlara böyle yaklaşıyor” demek, aşağılık kompleksinden kaynaklanan tepkisel bir yanlıştır. Çünkü bu gibi beşeri kuruluşlann insanı tanımlayışı ve insana yaklaşımı ile Rahman olan Rabbimizin insanı tanımlayışı ve insana yaklaşımı, birbirinden farklı boyutlarda ele alınması gereken meselelerdir.
İnsan Haklan Kuruluşları, yeryüzünde hazır buldukları ve Allah'tan müstağni görerek adeta ilahlaştırdıkları insanlara, eşitlik ve özgürlük adına züğürt cömertliği ile haklar dağıtan kuruluşlardır. Bu gibi kuruluşların, asıl itibariyle insanlar üzerinde bir haklan, insanlar üzerinde bir hukuklan yoktur. Rahman olan Rabbimiz ise bu insanlan yaratan, bu insanları yaşatan ve bu insanlar üzerinde saymakla bitiremeyeceğimiz haklan olan bir Rabdir. Tüm insanların sahibi olan ve insanlara “Kul” sıfatı veren Rabbimiz ile bu insanlar üzerinde hiçbir haklan olmayan ve insanlara “Özgür” sıfatı veren böylesi kuruluşların insanlara yaklaşımları ve insanlara tanıdıkları haklar, hiç kuşkusuz ki farklı içeriklere, farklı keyfiyetlere sahip haklar olacaktır.
Bu farklılıkların diğer önemli bir nedeni İse beşeri yaklaşımlar insanların dünyevi maslahatını önemserken, İlahi vahiy insanların öncelikle uhrevi maslahatını önemsemektedir. İnsanların çok kısa olan dünyevi maslahatı ile insanların ebedi olan uhrevi maslahatını önceleyen bu iki yaklaşım arasındaki fark ise, fani olan dünya yaşantısı ile ebedi ahiret yaşantısı arasındaki fark gibidir. Dolayısıyla insanı önemseyen ve insana değer veren yaklaşımların en yücesi, cennetle cehennem arasındaki tüm insanlann uhrevi maslahatını gözeterek, insanlan ebedi kurtuluşa, ebedi cennet hayatına davet eden yaklaşımlardır.
İnsanı 60-70 yıl ömrü olan bir canlı gibi değil, ebedi hayata mazhar bir canlı olarak tanımlayan Rabbani yaklaşım, hiç kuşkusuz ki insanı ve insanlığı gerçek düzlemde tanımlayan, insana ve insanlığa gerçek düzlemde değer veren bir yaklaşımdır.
Kur'an-ı Kerim'in bizlere vazettiği bu Rabbani ve rahmetli yaklaşımına iman eden müslümanlar olarak, İslam'a ve müslümanhğa değer verdiğimiz gibi insana ve insanlığa da değer vermemiz gerekir. Çünkü cennet ve cehennem gibi iki ayrı akibetle karşı karşıya olan insanlan,insani değerlerin yücelerek somutlaştığı müslüman bir kimliğe davet edebilmemiz, önce onlann doğal insani değerlerine sahip çıkmamızla ve bu insani değerleri bir kalkış düzlemi kabul etmemizle mümkündür.
Meseleye yeterince vakıf olamayan bazı kardeşlerimiz, bu yaklaşımı eleştirebilmek için “Toplumdaki müşriklerle ve kafirlerle nasıl sıhhatli ve olumlu ilişkiler kurabiliriz!” diyeceklerdir. Çünkü bu kardeşlerimiz, küfür veya şirk fillerine karşı göstermeleri gereken ve gösterdikleri tepkiyi, aynı şekilde bu fiillerin faillerine karşı da göstermektedirler.
İşte temel yanılgı buradadır!.
Oysa denizde boğulmakta olan bir insanı kurtarmak için; nasıl ki önce dibe batırıp, sonra yukarıya çekmek gibi bir uygulamada bulunmuyorsak; küfri veya cahili bataklıkta debelenen insanları kurtarmaya çalışırken de, onları aşağı-Uyarak, onları tekfir ederek önce dibe batırmamıza hiç gerek yoktur.
İslam'a göre küfür ya da şirk olan fiilleri, elbetteki hoş görmemekle, elbetteki reddetmekle mükellefiz. Ancak bu fiilleri reddetmekle yükümlü olmamıza rağmen, fiillerle failleri birbirinden ayırmamız ve işledikleri fiillerde bilinçsiz olan faillere karşı biraz daha farklı, biraz daha esnek yaklaşarak, bu insanlarla tekfiri öncelemeyen tebliğ ilişkilerine girmemiz gerekir.
Çünkü İslam'ın öncelediği insan ilişkileri, asıl itibariyle insanı dışlamayı değil, insanı kurtarmayı ve insanı kazanmayı amaçlayan ilişkilerdir. Birçok çalışmamızda belirttiğimiz gibi bu ilişkilerde tasdik veya tekfir değil, tahlil ve tebliğ ön plana çıkarılmıştır. Tahlilin ilk aşamasında fiil ve fail birbirinden ayrılmakta, birçok fiilinde bilinçsiz olan faile, bir insan olarak değer verilmektedir. Tahlilin ikinci aşamasında ise failin fiilleri birbirinden ayrılmakta, doğru ve güzel fiilleri tasdik edilirken, yanlış ve çirkin fiilleri öncelik esası dikkate-alınarak peyderpey eleştirilmekte ve konuyla ilgili doğru ve güzel fiiller tebliğ edilmektedir.
Bilinçli bir mübelliğ için bu tahlil ve tebliğ süreci, tebliğe muhatap alınan insanların eşikte kabul edildiği bir süreçtir. İslami tebliğin apaçık bir hale gelinceye kadar devam ettirildiği bu eşik sürecindeki insanlara, müslim veya kafir sıfatlanni vermemiz gerekmez. Henüz iman ve küfür bilincinde olmayan bu insanları, bütün bir tebliğ sürecinde insan olarak sıfatlandı/mamız ve bunlara insan olarak değer vermemiz gerekmektedir. Nitekim Mekki surelerin birçok yerinde, atalar geleneğine uyarak küfür ya da şirk fiillerine bulaşan kimselerin “Ey müşrikler!” veya “Ey kafirler!” hitaplarıyla değil, “Ey insanlar!.” hitabıyla muhatap alınması, anlatmaya çalıştığımız bu gerçeği beyan etmektedir. Bu Kur'ani yaklaşımın özünde, Allah'a inandıklarını söylemelerine rağmen bilmeyerek Allah'tan başka şeylere ibadet eden kimseler müslüman kabul edilmemekle beraber, onların yine de insan olarak muhatap alınması ve onlara bir insan olarak değer verilmesi sözkonusudur.
Bazı kardeşlerimiz ilk dönemlerde nazil olan Kafirun süresindeki bir emir olan “De ki: Ey kafirler” hitabını örnek göstererek, küfür fiilini işleyen her faile, fiilinde bilinçli olup-olmadığına bakılmaksızın “Kafir” denilmesi gerektiğini söyleyeceklerdir. Oysa bu sureden böyle bir hüküm çıkara bilmek için, hiç olmazsa surenin bütünlüğünü dikkate almamız gerekir. Bu surede yer alan “Ey kafirler” hitabı, sure nazil olduğu zaman kafirlerin zümresinde bulunan ve daha sonra İslam'la müşerref olan herkesi değil, surede de açıklandığı gibi İslam'a gelmeleri, İslam'a girmeleri söz konusu olmayan kafirleri muhatab almaktadır. Efendimiz (s.a.v.) “Ey kafirler” diyerek bu İlahi vahyin gerektirdiği tavn ortaya koymasına ve Mekke'de gerçekten böylesi kafirlerin bulunduğuna iman etmesine rağmen, bu hitaba kimlerin dahil olup-olmadığını bilmiyordu. Bunu bilen yegane merci, bu İlahi hitabın sahibi olan Rabbimizdi. Çünkü Efendimiz (s.a.v.) İslam'a girmeleri söz konusu olmayan bu kafirlerin kim olduğunu bilseydi, cehennemlik olduğu kesinlik kazanan insanları cennete davet etmek için uğraşmazdı. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, şanı yüce Rabbimizin Sünnetullah'inda peygamberlerine yönelik böyle bir sünnet, böyle bir bilgilendirme yoktur. Buna en açık örneklerden birisi, Rahman olan Rabbimizin Hz. Musa ve Harun (a.s.)'a yönelik şu emridir.
“İkiniz Firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür, ya da içi tür erkorkar.”