Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

üstadımız Süleyman Hilmi Tunahan (k.s) H.znin Hayatı Kendisi Hakkında Birçok Konu (1 Kullanıcı)

fazıl14

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 May 2008
Mesajlar
117
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
40
Mübarek Altun Silsile ve hayatları

Mübarek Altun Silsile ve hayatları

13-)Muhammed Baba Simasî (k.s.)
HİLYE-İ MUHAMMED BÂBÂ SİMASÎ

Simasî; ortaboylu, gökçek yüzlü ve esmer tenliydi. Nurlara mazhar olduğu yüzünden lemean eden ziyadan belliydi. Nâfiz bir nazar, keskin bir görüşe ve derin bir hissedişe malikti.

"Azizan" lâkabıyla meşhur Ali Râmîtenî'den sonra silsile Muhammed Bâbâ Simasî ile devam etmektedir. Hoca Muhammed, Râmîten'e bir, Buhârâ'ya üç fersah mesafede bulunan Simas köyünden. Burada doğdu, burada yaşadı ve burada vefat etti (755/1354).

Simasî bir süre memleketinde dînî ilimler tahsili ile meşgul oldu. Zâhir ilimlerinde belli bir derinlik kazandıktan sonra, mânevi ilimlere yöneldi. Devrin ünlü şeyhi, altın silsilenin çağındaki halkası Ali Râmîtenî'nin dergâhına kapılandı. Buhârâ ve Harezm taraflarında şeyhiyle beraber bulundu. Riyâzat ve mücâhedede, edeb ve ifadede akranına tefevvuk ederek şeyhinin yerine irşad makamına geçti. Şeyhi Ali Râmîtenî vefatı sırasında müridlerine: "Buna bağlanın, emrini tutun, sağ olduğu sürece onun yanından ve yolundan ayrılmayın" diye vasiyette bulundu.

Muhammed Bâbâ Simasî, şeyhinin yerine irşad makamına geçtiğinde, müridlerini bizzat kendisi bulurdu. Halkın arasında dolaşır, müridlik ve dervişliğe kabiliyetli insanları nerede bulursa hemen yanına cezbederdi. Nitekim daha sonra kendi yerine halife olarak bırakacağı Emir Külâl'i ve hatta ondan sonraki Bahaeddin Nakşiben'di hep o bulup keşfetmişti. Emir Külâl'i er meydanında güreşirken buldu. Onun gürbüz vücudunda, en az bedeni kadar güçlü mâneviyat istidadı keşfederek onu tutup er meydanından gönül erleri meydanına çekti. Sırtındaki kısbeti çıkartıp dervişlik kisvesi giydirdi ve gönül sultanları makamına erdirdi. "Bu er, zâhirin değil, bâtının pehlivanıdır. Nice insan onun elinden kemâle erecektir" dedi.

BİR YİĞİT KOKUSU

Emir Külâl'den sonra emaneti alacak ve bu yolda "Pir" ünvanıyla anılacak olan Şah-ı Nakşbend hazretlerinin de ortaya çıkaran O'dur. Nitekim müridleriyle Şah-ı Nakşbend'in ailesinin oturduğu Kasr-ı Hinduvan'dan geçerken: "Burada benim burnuma bir yiğit kokusu geliyor. Yakında bu yiğit sayesinde Kasr-ı Hinduvan, Kasr-ı ârifân olsa gerektir" der. Bir kaç zaman sonra köye tekrar gelen Muhammed Bâbâ bu sefer: "Koku artmış, bu yiğit dünyaya gelmiş olmalı." der. Meğer bu sırada Bahaeddin doğalı henüz üç gün olmuş imiş. Emir Külâl'in hane-sinde misafir olan Muhammed Simasî'ye, dedesi, Şah-ı Nakşben'di kucağına alıp getirir ve takdim eder. Muhammed Bâbâ, Bahaeddin'i görür görmez: "Bu bizim oğlumuzdur, biz onu evladlığa kabul ettik" der. Sonra ihvanına dönerek şöyle konuşur: "Dünyaya gelmeden kokusunu aldığımız yiğit işte budur. Zamanının en büyük imam ve mürşidi olacaktır." Bilahare Emir Külâl'e dönüp şu ifadelerle Bahaeddin'i ona ısmarlar: "Bu benim oğlumdur. Onu sana emanet ediyorum. O'nun eğitimi konusunda ihmal ve kusur göstermeyesin. Eğer bu konuda kusur ve fütur gösterecek olursan sana hakkımı helâl etmem." Bu sözler üzerine Emir Külâl de gayrete gelip der ki: "Bu konudaki emirleriniz başım üzre. Emirlerinizi yerine getirme konusunda ihmâl gösterir, gevşek davranırsam merd değilim." Bu şahidli isbatlı mukavele ile Bahaeddin'in irşad hizmeti Emir Külâl'in uhdesine tevdi edilmiş oldu.

Muhammed Bâbâ Simasî, aşklı, cezbeli ve coşkulu bir şeyhti. Kendisinin bir üzüm bağı vardı. Çoğu kerre üzümleri kendi elleriyle budardı. Ancak budama sırasında bazan kendinden geçer, aklı başından gider, bıçak elinden düşer, kendisi de yere yığılırdı. Birkaç saat sonra ancak kendine gelebilirdi. Bu hal belki, nebatâtın tesbihini duyması ve kesilen dalların tesbihden fariğ olduğunu hissetmesi sonucu meydana gelen üzüntünün eseriydi.

ŞAH-I NAKŞBEND'LE

Muhammed Bahaeddin Nakşbend şöyle anlatıyor: "Evlenmeye karar verdiğimde dedem beni, uğurlu ayağıyla hanemizi bereketlendirsin ve bize yardımcı olsun diye şeyhi Muhammed Simasî'ye gönderdi.

O gece gönlümde dua, niyaz ve tazarru arzusu peyda oldu. Şeyhin mescidine gittim, iki rekat namaz kıldım ve duaya başladım. Dua sırasında dilimden şu lafızlar döküldü: "İlâhî, bana belâ yükünü çekmeye ve muhabbet sıkıntısına dayanmaya kuvvet ihsan eyle!" Sabah olunca Muhammed Simâsî' nin huzuruna vardım. Bana şunları söyledi: "Oğlum bundan sonra şöyle dua et; İlâhî, rızan hangi noktada ise bu kulunu orada bulundur. Eğer Allah dostuna belâ verecek olursa, inayetiyle o belâya sabır ve tahammül gücü de ihsan eder. Fakat Allah'tan ne ge-leceğini bilmeden belâ ister gibi dua, küstahlıktır."

Bu görüşmeden sonra sofra hazır oldu. Birlikte sofraya oturup karnımızı doyurduk. Sofradan çekildikten sonra bana bir ekmek parçası uzattı ve bunu yanımda saklamamı emretti. Bir an gönlümden geçti ki, "Karnımızı daha yeni doyurduk. Ben bu ekmeği ne yapacağım acaba?" Şeyh benim şaşkınlığımı anlamış olmalı ki, hemen uyardı: "Kalbi faydasız ve lüzumsuz duygu ve havatırdan korumak lâzımdır." Ben mahcubiyetle boynumu eğip teslimiyyet gösterdim. Birlikte bizim köye gitmek üzere yola çıktık. Yolda bir tanıdığın evinde abdest tazelemek üzere konakladık. Ancak hane sahibinin yüzü biraz sıkıntılı görünüyordu. Sebebini sorduğumuzda şu karşılığı verdi: "Biraz kaymağım var, fakat ekmeğim yok. Ona üzülüyorum." Muhammed Bâbâ Simâsî bana döndü ve: "Acaba niye yarayacak diye düşündüğün ekmek işte burası içindi. Hadi ver bakalım da yesin." dedi. Meydana gelen bu güzel haller, benim ona karşı olan hayranlık ve bağlılığımı daha da artırdı."

Şah-ı Nakşbend hazretlerinin bizzat anlattığı gibi, onun ilk mürşidi böylece Muhammed Bâbâ Simâsî olmuş oldu.

-rahmetullahi aleyh-

 

fazıl14

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 May 2008
Mesajlar
117
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
40
Mübarek Altun Silsile ve hayatları

Mübarek Altun Silsile ve hayatları

14-)Emir Külâl (k.s.)
HİLYE-İ EMİR KÜLÂL

Boyu uzun, kolları geniş ve uzunca idi. Kaşları çatık, gözleri keskindi. Esmer tenliydi. Sakalının beyazı azdı. Tevazu ehli ve yumuşak başlı idi. İtiraz ve inad nedir bilmezdi. Gençliğinde pehlivanlık yapardı. Güçlü kuvvetli ve iri yapılı idi. Şeriat, tarikat ve marifeti cem etmiş bir veliyy-i kâmildi.

Emir Külâl, seyyid-nesebdir. Babasının adı Hamza. Buhara'ya iki fersah mesafedeki Suhar köyünden. Orada doğdu, orada yaşadı ve orada öldü. Vefat tarihi: 8 Cemaziyelevvel 772 / 29 Kasım 1370. Doğum tarihi hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ailesinin ve kendisinin çömlekçilikle hayatını kazandığı ve bu yüzden "Külâl" adı ile tanındığı bilinmektedir. Osmanlı sultanlarından Yıldırım Bayezid'e damad olan Bursalıların sevgilisi Emir Sultan hazretleri Emir Külâl ile akrabadır.

Bizim Pehlivanlığımız

Gürbüz bir yapıya sahip bulunan Emir Külâl'in gençlik yıllarında güreş sporuyla meşgul olduğu rivayet edilir. Hatta onun gibi seyyid-nesep birine güreş gibi bir sporla meşgul olmayı yakıştıramayan bir zata aid şöyle bir menkıbe nakledilir: Büyük bir kalabalık arasında güreş tutan Emir Külâl'ı seyredenlerden biri, "Peygamber soyundan gelen biri nasıl olup da, böyle bid'at sayılabilecek bir işle meşgul olabiliyor?" diye gönlünden geçirmiş. Hatırına bu düşünce gelince kendisini bir uyku halı bastırmış. Uykuya dalınca rüyasında "kıyametin koptuğunu ve kendisinin bir bataklık içinde batmamak için çırpındığını görmüş." Öyle bir bataklık ve öyle bir çırpınış ki, çırpındıkça batıyor, battıkça çırpınıyor. Kendisinden ve hayatından ümid kestiği bir anda Emir Külâl hazretleri karşısında zahir olmuş ve kuvvetli pazusuyla onu belinden kavradığı gibi çekip çıkarmış. Adam uyanmış ki, güreşini tamamlayan Emir Külâl kendisine dönmüş ve şunları söylemektedir: "Bizim pehlivanlığımız, çamura düşenleri bataktan çıkarmak içindir."

Gerçekten de mutasavvıflardan büyük bir kısmı, halkı Hakk'a götürmek için zaman zaman onlara yakınlaşmayı sağlayacak muhtelif mesleklere intisab etmişler ve bu mesleklerini de tebliğ aracı olarak kullanmışlardır. Nitekim Osmanlılar döneminde Pehlivanlar tekkeleri ile Okçular tekkeleri bu maksatla kurulmuş müesseselerdi. Gürbüz ve sportmen yapılı gençlerin hem bedenlerini, hem de ruh dünyalarını eğitmek amaçlarıydı. Bugün de konuya bu şekilde yaklaşmak suretiyle gençlerle iletişim kurmak gerekmektedir. Bunun için tabii Emir Külâl'lere ihtiyaç vardır.

Emir Külâl, belki de seyyid-neseb ve asil bir ailenin evladı olması sebebiyle manevi bir atmosferde yetişti. Hatta bazı menkıbelerde onun daha ana karnında iken şüpheli yiyecekler konusunda annesini uyardığı nakledilir. Annesinden gelen menkıbeye göre dermiş ki: "Ne zaman şüpheli bir şey yiyecek olsam, karnımı sancı tutardı. Hatta bu sancı üç defa peş-peşe tekrarlardı. Böylece ben yediğimin şüpheli olduğunu anlar ve yediğimi çıkarırdım. Bütün bunlar karnımda taşıdığım çocuğun nuraniliği sebebiyle idi. Bu yüzden yiyeceklerime çok dikkat ederdim"

Simâsi'ye İntisab:

Emir Külâl hazretlerinin şeyhi Hoca Muhammed Baba Sîmâsî ile tanışması da yine er meydanında olmuştur. Emir Külâl'in asaletini ve maneviyata yatkınlığını bilen Sîmasî ona ulaşmak için er meydanına gidiyor. Yanında bir kaç müridi vardır. Hatta müritleri işin aslını bilmedikleri için, şeyhlerinin böyle bir meydana gelip güreş seyretmesini de yadırgamışlar; fakat şeyhe birşey söylemeye cesaret edememişlerdi. Ancak Sîmasî onların şaşkınlıklarını ve hali yadırgadıklarını fark edince: "Bu meydanda bir er var ki nice erler o yiğidin nazarıyla istikamet bulacaklar" demişti.

Güreş seyri sırasında çarpıcı bir nazarla Emir Külâl'e bakan Simasi bir ara onunda göz göze geldi. Gözlerin gizlice konuştuğu ve kalplerin sessizce anlaştığı bu nazar alış verişinden sonra Simasi, er meydanından müritlerini alarak uzaklaştı. Emir Külâl ise bu bakışın tesirine kendini kaptırarak şeyhinin peşinden koştu ve dergahına varıp kapılandı. Halvet hanesinde kendisiyle tenhaca görüşen Simasi ona, ilk telkinini yaptı ve onu irşad halkasına kattı. Şeyhinin dergahında seyr u sülûke başlayan Emir Külâl, burada aradığını bulmuştu. Yirmi yıl süreyle şeyhine hizmet etti. Haftada iki gün Simas ile Suhar arasında beş fersahlık mesafeyi yaya olarak kat edip şeyhinden istifade etmeye çalışıyordu. Artık güreş ve diğer dünyevi meşguliyetler onun gözünden silinmiş, gönlü yepyeni bir dünyaya dirilmişti.

Altın silsilede kolbaşı olan ve tarikata adını verecek olan Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhârî, Emir'in talebesidir. Emir Külâl hazretleri onu yetiştirdikten sonra irşada mezun kılarken şunları söylemiştir: "Oğlum Bahaeddin, göğsümde ne varsa sana aktardım. İstidadın yüksektir. Var, ulu kişi ara!.."

Oğulları ve Halifeleri

Emir Külâl'in dört oğlu olduğu ve bu dört oğlunun eğitimini de yetiştirdiği dört halifesine havale ettiği rivayet edilir. Bunlar da Burhaneddin, Hamza, Emirşah ve Ömer'di. Bunlardan Burhaneddin'in eğitimini halifelerinden Şah-ı Nakşbend, Hamza'nın eğitimini halifelerinden Arif Dikkeranî, Emirşah'ın eğitimini Mevlana Yadigar, Ömer'in eğitimini de Cemaleddin Dehistanî üstlenmişti.

Emir Külâl, oğlu Burhaneddin'i halifesi Şah-ı Nakşbend'e ısmarlarken şunları söyledi: "Üstad, çırağını eğitip kemale erdirince kendi eserini çırağında görmek ister. Bu suretle hata ve eksikleri varsa düzeltsin, arzu eder. Bu yüzden ben de oğlum Burhaneddin'i sana havale ediyorum. Kendisi herhangi bir eğitim almamıştır. Siz onu istediğiniz gibi yetiştirin, ben de sizin eserinizi görerek itminan sağlıyayım."

Şeyhinden aldığı emir gereği, onun eğitimiyle meşgul olan Şah-ı Nakşbend, kısa zamanda dereceler kat'etmesine vesile oldu. Ruhi yapışı gereği halveti ve yalnızlığı seven Burhaneddin'i yetiştirdi. Halkın arasına girmesini sağladı ve şeyhinin takdirini kazandı. Oğlunun manevi terakkisini gören Emir Külâl, "Burhaneddin, bizim burhanımızdır" diyerek hem oğluna, hem de oğlunu yetiştiren halifesi Şah-ı Nakşbend hazretlerine iltifatta bulunurlardı.

Emir Külâl'in oğulları ve halifeleri vasıtasıyla gelişen tarikatı, Şah-ı Nakşbend ile devam etmiştir.

-rahmetullahi aleyhimâ-
 

fazıl14

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 May 2008
Mesajlar
117
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
40
Mübarek Altun Silsile ve hayatları

Mübarek Altun Silsile ve hayatları

15-)Şah Nakşbend Muhammed Bahâüddin Buhârî (k.s.)
HİLYE PÂK-İ ŞÂH-I NAKŞİBEND

Uzunca boylu, buğday tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı büyükçe boynu uzuncaydı. Boynu nur gibi parlardı. Mehabetliydi. Tatlı dilli ve güzel sözlüydü. Halk içinde bulunduğu sırada bile gönlü Hakk ile meşguldü. Türk illerinin saygın mürşidiydi.

ŞÂH-I NAKŞBEND VE NAKŞİLİK:

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar "Hâcegân Yolu" olarak anılan tarikatı "Nakşbendî" yapan kolbaşı. Veliler serdârı bir ulu. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân'dan. Burasının eski adı Kasr-ı Hinduvân. Kendilerine nisbetle "Arifler köşkü" anlamına Kasr-ı ârifân denildi. "Nakşbend" lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın "hafi zikir" ve "rabıta"yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü "Nakşbend" "Nakışçı, nakışbağı" anlamlarına gelmektedir. Başındaki "Şâh" kelimeside "Gönül Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.

Şâh-ı Nakşbend, 718 Muharrem'inde (1318 Nisan'ında) Kasr-ı Hinduvân'da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti'nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend'in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahaûddin Buhârî'nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.

Şâh-ı Nakşbend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî'dir. Kendisinin doğumunu "Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor" diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl'e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

DÎNÎ İLİMLERLE MEŞGULİYETİ

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, maneviyat yoluna girmeden önce bir süre dînî ilimler tahsili için Semerkand'a gitti. Onsekiz yaşında Semerkant'taki tahsilini tamamlayarak memleketine döndü ve evlendi. Evlenmesinden bir süre sonra ilk şeyhi Simâsî vefat etti. Bu arada Kasr-ı Hinduvân'a gelen Emir Külâl, Bahâeddin'e şeyhinin vasiyetini hatırlatarak, onun manevi eğitimiyle meşgul olmaya başladı. Şeyhiyle birlikte Nesef'e giden Bahâeddin Buhârî yedi yıl kadar orada kaldı.

Abdülhâlik Gucdüvânî zamanında gizli zikre önem veren "Hacegân yolu"nda Mahmud İncir Fağnevî ile cehri zikir, hafi ile birleştirildi. Şâh-ı Nakşbend hazretleri gizli zikre olan meyilleri sebebiyle bir bakıma Abdülhâlik Gucdüvâni'nin üveysi müridi oldu. O'nun vaz' ettiği esaslar çerçevesinde ve ondan aldığı ruhani üveysi terbiye dairesinde yetişti. Müridinin halindeki farklılığı sezen ve onun cehri zikre katılmayışı dolayısıyla müridlerinin tepkisini bilen Emir Külâl, bir müddet sonra ona: "Şeyhim Muhammed Baba Simâsî'nin senin yetişmen konusundaki emirlerini yerine getirdim. Göğsümde ne varsa sana aktardım. Ama senin himmet kuşun beni geçti. Artık kemâl semasında dilediğiniz gibi uçmağa tarafımdan mezunsun" diyerek icazet verdi. Suhâr'da bir mescid inşası sırasında beşyüz müridin huzurunda gerçekleşen bu icazetten sonra Şâh-ı Nakşbend, oradan ayrıldı. Emir Külâl'in halifesi Arif Dikgirâni'nin dergahında yedi yıl sohbetine katıldı. Bunun ardından on iki yıl kadar Yesevî şeyhlerinden Kusem Şeyh ile Halil Atâ'nın sohbetlerinde bulundu. Bir ara hükümdar olan Şeyh Halil Atâ'nın bertaraf edilmesinden sonra çok üzülen Bahâeddin Nakşbend, dünya işlerinden büsbütün soğuyarak Buhârâ köylerinden Ziverton'a yerleşti. Mevlânâ Bahâeddin Kışlâkî'den hadis okuyan Bahâeddin Nakşbend'in Herat, Merv, Nişabur beldelerine muhtelif seyahatleri oldu. Daha şeyhinin sağlığında irşada mezun olduğu için etrafında geniş bir mürid ve muhib kitlesi oluşmuştu.

Şeyhi Emir Külâl vefatı sırasında (771/1370) müridlerine Muhammed Bahâeddin'e bağlanmalarını vasiyet etmişti. Üç defa hac maksadiyla Hicaz'a gitti. Son haccında halifelerinden Muhammed Pârsâ'yı müridleriyle Nişabur'a gönderdi. Kendisi Herat'a giderek orada bulunan Zeyneddin Ebû Bekir Tâyibâdî ile üç gün süreyle sohbetlerde bulundu ve Nişabur'da bulunan Muhammed Pârsâ ve diğer ihvanına yetişti. Hac dönüşü Bağdad ve Merv'e uğrayan Şah-ı Nakşbend, daha sonra Buhârâ'ya geldi ve vefatına kadar irşad hizmetini orada sürdürdü. Bir ara Herat hükümdarı Müizzüddin Hüseyn tarafından hediyyeler gönderdilerek Herat'a davet edildi. Bu görüşme sırasında Sultan'a pek iltifat etmemesi, onun halk nezdindeki "Şâhlığını" yani gönüller sultanı olma özelliğini daha da artırdı. Buhârâ'nın ilim ve irfan çevrelerinde gördüğü hüsn-i kabul ve saygı, ilmini ve tasavvufî kişiliğini göstermektedir. 791/ 1389 yılında doğdukları Kasr-ı ârifan'da 73 yaşında hastalandı ve bir süre sonra Hakk'a yürüdü.

Hakkında yazılan eserlerden Enîsu't-tâlibin'in verdiği bilgilere göre Hakim Tirmizi'nin eserlerini okumuş ve fikri olgunluğa o eserler sayesinde ermiştir. Hatta yirmi iki yıldan beri onun tarikında olduğunu söylediği kaydedilmektedir. Bu ifadeler, O'nun tasavvufun amelî ve âhlakî tarafından başka, fikri tarafıylada ilgili bulunduğunun delilidir.

Şah-ı Nakşbend hazretleri çok mütevazi bir hayat yaşadı. Haramlardan titizlikle sakınır, ruhsat yolundan çok, azimet tarikini ihtiyar ederdi. Misafirlerine ikramdan hoşlanır, hediyeye hediye ile mukabele etmeye çalışırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat nazarıyla bakardı.

ÜVEYSÎ ÜSTADI GUCDÜVÂNÎ

Çağına yetişmeden, yüzyüze görüşmeden feyz aldığı "üveysî" mürşidi Abdülhâlik Gucdüvânî ona âlem-i mânâda şu nasihatta bulunmuştu: "Oğlum Bahâeddin, zikr-i ilâhi'den fariğ olma! Mahlûkata hâlisâne hizmet et. Çünkü Hakk'a giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat seccadesine koy, emir ve nehyde istikamet üzre ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittibâ et, ruhsatları bırak, bid'atlerden kaç insanlar, hayvanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafi zikre sarıl. Allah yâr ve yardımcın olsun."

Bu vasiyetin tesiri ve fıtratındaki merhametin muktezasınca, onun yaralı hayvanlara baktığı; yaralarını tedavi ettiği hattâ, sokakların temizliğiyle bile meşgul olarak halka hizmet ettiği rivayet edilir.

Sordular:

- Sizin dervişliğiniz mevrûs mudur, yoksa mükteseb midir

Şâh-ı Naşkbend buyurdu:

- Bizim dervişliğimiz Hak cânibinden bir cezbedir. Hakk'ın ikrâmıdır.

- Peki sizin tarikınızda cehrî zikir, halvet ve semâ var mıdır?

- Hayır, yoktur.

- Öyleyse sizin tarikatınızın esası nedir?

- Bizim tarikatımızın esası "halvet der-encümen"dir. Yani zâhir halk ile, bâtın Hakk ile bulunmaktır. "El kârda, gönül yârda" olmaktır. Nitekim Kur'an'daki: "Ne ticaret ve ne de alış-verişin Allah'ın zikrinden alıkoymadığı erler vardır" (en-Nûr. 24/37) âyetinde bunlara işaret vardır.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, ileri ufuklara bakmayı daima yükselmeyi öğütleyen bir mânâ sultanıydı. Müridlerine: "Eğer himmetimizi yüksek tutmaz, oyununuzu büyük oynamazsanız, size hakkımı helâl etmem. Üstün himmette öyle olmalısınız ki, ayaklarınızla başıma basmalısınız." Yani sizin mânevi dereceniz benden daha yukarılara ulaşmalı.

ASIL KERAMET, KERAMETİ GİZLEMEKTİR:

O'nun tâlim ettiği Nakşilik yolunda en büyük keramet, kerametin gizlenmesiydi, setredilmesiydi. Çünkü Hak Teâlâ bazan veli kulunu kerametle taltif ederek kendisi ile keramet arasında muhayyer bırakarak imtihan eder. Kul, gayenin keramet değil, istikamet ve Hakk rızası olduğunu anlarsa kurtulur; değilse ayağı sürçer ve tökezler. Mâneviyat yolunun en tehlikeli geçidi burasıdır. Şâh-ı Nakşbend'e göre en büyük keramet kerameti örtmek ve gizlemektir. Bu yüzden kendisinden: "Sizden niçin bu kadar az keramet zuhur ediyor?" diye soranlara şu cevabı veriyor: "Omuzlarımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta durabilmekten daha büyük keramet mi arıyorsunuz?"

Cezbe ve taşkınlıktan, meclisinde sayha ve nârâ atılmasından hoşlanmazdı. Nitekim birisi bulunduğu mecliste: "Allaaaah!" diye haykırdı. O şunları söyledi: "Bu haykırış, gaflet işaretidir. Bizim meclisimizde gafillere yer yok."

NEFS KONUSUNDA

Nefs konusunda şöyle konuşurdu: "Nefislerinizi kınayın. Çünkü nefsini kınamasını bilen onun hile ve mekrini bilir."

"Nefsin bineğindir, ona şefkatle davran" hadisindeki nefs, "mutmeinne" derecesine ermiş nefstir. Yoksa emmare olan nefs değildir. Nitekim Kur'an'daki: "Nefs, kötülüğü çokca tahrik edicidir, ancak Rabbımın merhamet ettiği nefs müstesnâ" (Yusuf, 12/53) âyetinde istisnâ tutulan nefs de budur.

Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde "Eziyet veren şeyi yoldan uzaklaştırmayı" imândan saymışlardır. Şâh-ı Nakşbend hazretleri, bu hadisteki ezayı "nefs", yolu da Hak yolu ve tarikat olarak yorumlardı ve bu duruma göre hadisin anlamı Bâyezid Bistamî'nin buyurduğu gibi, "Nefsini bırak da gel" şeklindedir. Hak ehli kimselere muhabbete bile mani olan nefsten geçmek nefsin sıfatları, esaretinden kurtulmak gerekir.

Buhara ulemasından biri, Şâh-ı Nakşbend hazretlerine sordu:

- Bir kul namazda huzura nasıl erebilir? Cevap verdi:

- Dört şeyle:

1. Helâl lokma

2. Namaz dışında da Hakk'ı asla unutmamak,

3. Abdest sırasında da gafletten uzak durmak; Hakk ile olmak.

4. İlk tekbiri alırken kendini Hakk'ın huzurunda bilmek.

MÂRİFET NESEPTE Mİ İKTİSÂBDA MI?

Kemâl ve mârifetin haseb ve neseble değil, iktisâbla olduğuna inanırdı. Bu yüzden kendisine "Sizin silsileniz nereye ulaşır, ve kime dayanır?" diye soran birine: "Silsile ile kimse bir yere ulaşamaz." diye karşılık verdi.

Kur'an'daki "Ey müminler Allah'a inanın" (en-Nisâ, 4/136) âyetini her göz açıp kapamada bu fânî vücûdu nefyedip mabûd-i hakiki'yi isbat etmektir" diye yorumlamıştır. Mâsivâya aldanıp bağlanmayı bu yolda en büyük perde olarak görmüş, kelime -i tevhiddeki "Lâ ilahe" tabiat putunu nefydir. "İllallah" gerçek mabûdû isbâttır. "Muhammedun Rasûlullah" Hazret-i Rasûle ittibâdır. Bu yüzden zikirden maksad, bu sırra ermektir. Zikir sırasında mâsivâ bilkülliye nefy olmalıdır, sayısının çok olması şart değildir.

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, yolunun esasını "sohbet" olarak tanımlamıştır. "Yolumuz sohbetledir. Halvette şöhret vardır. Şöhrette de âfet. Hayr ve felah cem'iyette, halk arasına karışmaktadır. Sohbete devam, iman-ı hakikiye imkân sağlar. Bizim tarikımızda az amel ile çok fütûh olur. Çünkü sünnete ittiba zor iştir ve bizim yolumuz sünnet yoludur."

HACEGÂN YOLU VE NAKŞİLİK

Bilindiği gibi, Şâh-ı Nakşbend hazretleri, Hâcegân yolunun Hace Abdulhâlik Gucdüvânî tarafından tesbit edilen "on bir" esasını ihyâ etti. Nakşbendiyye yolunu daha sağlığında Buhârâ, Semerkand ve Maveraünnehir bölgesine yaydı. Güçlü ve müteşerri halifeleri sayesinde yıllar yılı İslâm ülkelerinde tesir ve nüfuzunu devam ettirdi. Şâh-ı Nakşbend, Hanefî mezhebindeydi. Kendisinin tasnîf

buyurdukları "Evrâd-ı Bahâiyye" sinden başka eseri yoktur. Ancak müridi ve halifesi Muhammed Pârsâ ve diğer halifeleri, bazı sözlerini tespit etmişlerdir. Osmanlıların kuruluş yıllarında teessüs eden tarikatı, XIV. Asırdan itibaren Osmanlı ülkesinin muhtelif yerlerine yayılma imkânı bulmuştur.

Buhârâ'da bulunan kabri, yetmiş yıllık komünist rejim sırasında halkın manevi himaye odağı gibi hizmet görmüş, gizli zikri esas olan tarikatı vicdanlarda mahpus imanları korumuştur.

-kaddesallahu sirrahu'l-Aziz-
 

ismailbasarir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Eyl 2008
Mesajlar
218
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
30
üstazımızın üniversite talebelerine öğütleri

Adapazarılıbir zât olan Osman Eslek, Ziraat Fakültesine devam ettiği yıllarda,Süleyman Efendi (K.S.) Hazretlerinin yanında ve himâyesindebulunuyordu. Süleyman Efendinin, akrabalarından olan bu genç talebeye,beş maddelik bir nasihatı vardır ki, bütün üniversite talebelerinindikkatle öğrenmesi ve uyması gereken düsturları ihtivâ etmektedir.
Süleyman Efendi Hazretleri (K.S.), nasihatları sıralamadan önce deEvlâdım, bu beş hususa riâyet edersen, hem cemiyette îtibarın hem deâhirette yerin iyi olur buyurmuşlardır. Bu nasihatlere muhatap olanOsman Eslek tarafından Hasan Arıkan Hoca efendiye ve ondan da bizeintikal etmiştir. Beş maddede toplanan bu güzel nasihatlar, şöyledir:
1) Allah yolunda ol, dosdoğru ol,verdiğin sözün eri ol. Evlâdım, ağzın laf ediyorsa dilinle doğru ol,sözünle doğru ol. Sana inanan kişilere karşı sözünden cayma. Eğersözünü tutarsan söz olur ve seni Cennete götürür, tutmazsan közolur. Elinle doğru ol. Kolunu, muzırda değil yardım işinde kullan.Tartıyla iş yapıyorsan terazinde, ölçüyle iş yapıyorsan metrende velitrende doğru ol. Doğrunun doğruluğu bütün sülâlesine akseder, hepsinihayra götürür.
2) İnsanları sev ve kimseyi kendindenalçak görme. Tevâzu sahibi ol, zîra en hâlis ziynet alçakgönüllülüktür. Mütevâzi olan kimse, en güzel ziyneti takınmıştır.Kimseyi kendinden aşağı görme. Hayatta haset etmeden say, kıskanmadansev. Bazı insanlar, başkasındakini istemez. Öyle olma. Gıpta et, fakathaset etme. Zira Allahın huzuruna fesatla çıkılmaz.Memur olduğunzaman, sana gelen vatandaşlara sakın yüksekten bakma, yanına geleniayakta bekletme. Yanında, daimâ bir sandalye bulundur ve oturtuver.Biraz dinlendirdikten sonra hâlini sor, işini hallet. Sakın ha, bugüngit yarın gel deme! İşini, o gün bitir. Eğer öyle yapmazsan onparmağım yakanda olacaktır.Eğer memursan ve başında müdürün varsa,haset etmeden say, kıskanmadan sev.İnsanlar muhteliftir. Bazısı dahakabiliyetli, bazısı daha yakışıklıdır. Ben niye onun yerindeolmayayım deme, elindekinden de olursun. Allah bana bir verirse,arkadaşıma, komşuma iki versin diye düşünürsen, seninki üç olur. Eğerarkadaşın veya komşun böyle düşünmüyorsa, onunki ikide kalır.Sendendaha iyi hizmet edecek olan varsa, makâmını ona ver. İştevatanperverlik budur.
3) Çalışkan ol, üretici ol. ZîraPeygamber Efendimiz çalışmak ibâ dettir buyuruyor. Evlâdım, alınteriolmadan hiçbirşeyin kıymeti bilinmez. Tarlanı ek, mahsülünü al, komşunaver, ağaç dik... Sadaka-i câriye, iyi evlat yetiştirmek, ilmi eserbırakmak ve ağaç dikmektir ki, ağaç dikmek en efdalidir. Bunun içinbiz, heykel dikmeyeceğiz, yeşil ağaç, yeşil âbide dikeceğiz.Bir dutağacı 400 sene, ceviz ağacı 700 sene, kestane ağacı 900 sene, çınarağacı 1500 sene yaşar. Ihlamur ağacı dik, çiçeği şifalıdır. BursadaOsman Gazinin ve Orhan Gazinin diktiği bin senelik çınarlar var. Benbekarken, her sene bir ağaç dikerdim. Şimdi evliyim ve yengen için deher sene bir ağaç dikiyorum. Ben reklam sevmiyorum, kendini methetmekgibi oluyor. Bu yüzden herkese söylemedim, fakat sen bil. Benim Fatihve Beyazıt Camii yanında birer tane çınar ağacım var.
4) Bildiğini öğret, temiz ol vetemizliğinle örnek ol. Münevver kişi, münevvir kişi demektir. Öylelerivar ki, üç fakülte bitirir de, hasedinden, kıskançlığından (dolayı)hiçbir şey öğretmez. Gerçek münevver, bildiğini yapan ve öğretenkişidir. Temizlik, ibadettir ve imanın yarısıdır. Eğer sokakta birisihata yapmışsa (yola pislik atmışsa) sen, onu ayağının ucu ileörtüver...
5) Günde en az bir kişiye iyilik et,gönlünü al. Çünkü cennetin yolu, gönül almaktan geçer. Gönül almak,Cennetin Firdevs kapısını açmaktır. Bu beş maddenin en kolayı, fakat eniçten geleni de budur. Bir gönül kazanmak, 40 vakit namaza bedeldir.Bir gönül kırmak ise, 40 vakit namazın sevabını kaybettirir. Bensabahları kalkarken, Ey Allahım, bana, bugün bir kişiye iyilik yapmaknasip eyle diye dua ederim. Evden çıktığında veya eve dönerkenkarşından gelen ilk kişiye selam ver. Onun vermesini beklersen olmaz,evvela sen ver. İşte o zaman, o da sana karşılığını verecektir. Verenel, alan elden, sunan gönül, alan gönülden azizdir...
 

*talebe-

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Ocak 2009
Mesajlar
27
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
Allah cümlenizden razi olsun.

Kalbinize göre gani gani versin Yüce Allah'ım.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt