Fazil Duygu'nun Venezuella seyahat notları
Yaşayan efsane Carlos, Venezuella'da, Amerikan dolarından daha geçer akçe! Dolarla bile açamayacağınız şeyi, Carlos'la açabilirsiniz!
15 Mart 2012 Perşembe - 11:33
Fazil Duygun / TİMETÜRK
5 Mart 2012, Pazartesi. İstanbul, Roma, Caracas
İstanbul'da Atatürk Havalimanında, daha uçağımızın kalkmasına 5 saat varken, heyecan içindeydim. Zaten Sevgili Gönüldaşım Tufan Ersöz, cep mesaj yoluyla "duygularınızı alalım, faceboook'ta yayınlarız" mesajı çektiğinde, "hayatımda ilk defa bir uçağa biniyorum ve ilk defa yurt dışına çıkıyorum. Bu ilk uçuşum da, kıtalararası bir seyahat olacak, bütün heyecanlarım zirve yaptı" diyorum. Gece saat 4 gibi, pasaport kontrolünden geçtik.
Av. Ali Rıza Yaman Bey'le, İtalyan Havayollarına ait Alitalia uçağına bindik, yerimiz kanatüstü. Neyse, uçak havalanmaya başladı, bende bir heyecan, bir heyecan. Uçağın her santim yükselişini hissediyorum sanki. Terslik bu ya, ben, yola çıkmadan 2 gün önce gribe yakalandım, zaten ağır işitiyorum, bir de grip olunca, işitme cihazım bile süs gibi durmaya başladı, kulağıımda... Herşeyin ilki başkaymış, onun verdiği heyecanı, sonrakiler pek veremiyormuş... Hele hele, aynı ânda 2-3 ilki birden yaşarsanız, tadına doyum olmuyor.
Uçağımız havalandı, herkes uyuyor bense, boynumu sağa kıvırmışım, ha bire, aşağıya bakıyorum. Önce evler ve araçlar küçülmeye başladı, sonra yollar, göller, nehirler... Meğersem, sadece zaman değil, mekân duygusu da ne kadar izafiymiş. Hani biz yerdeyken uçan bir uçağa baktığımızda, kibrit kutusu kadar bir şey görüyorduk ya!, Şimdi, ben çelik bir kuşun içindeyim ve bana, yerdeyken devasa görünen o binalar, o nehirler ve yollar, birer kibrit kutusu, birer çizgi halinde görünmeye başladı. Uçakta hafif bir ikram servisi başladı, Roma aktarmalı İstanbul uçuşumuz 2,5 saat kadar süreceği için, hafif bir ikram veriyorlar. meyve suyu ve bisküvi türünden. Uçağımız, Ege ve Yunanistan üzerinden uçarken, dün atalarımızın buranın sahibi oldukları hissi nasıl da bastırıyor. Sonrasında, Adriyatik üzerinden, İtalya ve Roma. Roma ve çevresi, uçaktan kuşbakışı bakınca, cetvelle çizilmiş gibi, çok düzenli bir manzaraya sahip... tarlalar, köy sandığım mekânlar.
Uçak havadayken hafif bir şekide sallanıyor, ben kuyruğunu dikmiş panter gibi teyakkuzdayım... Aslında, Kumandan Carlos'un memleketi, Venezuella ve Caracas'ta nelerle karşılaşacağımıız düşünmeye çalışıyorum ama, içinde bulunduğum zaman ve mekân hissi veya (seyyar mekân hissi mi desem)buna müsaade etmiyor. İllaki içinde bulunduğum ânı yaşayacağım. Roma Havalimanına indik, aktarmalı yolcular için girdiğimiz kısımdaki güvenlik kontrolü için sıraya girdik. Sıramızı beklerken, Av. Ali Rıza Yaman'la, Roma üzerine kısa sohbetlerimiz oluyor. Bana, Roma'nın önemini anlatırken, "fethedeceğimiz ikinci şehir, biliyorsun." diyorum. Birincisi hangisi? diyor? İstanbul" diyorum. İtalyanlar, batmak üzere ama sanırım, "kan kusarım, kızılcık şerbeti içtim, derim" havasındalar. Havalimanındayken ve hele hele büyük bir koşuşturmacanın içindeyseniz, o şehri, o ülkeyi ve halkını gözlemleme imkanınız pek olmuyor. Küreselleşme bu olsa gerek, sürekli hareketin yaşandığı, her renkten, her cinsten sürüleşmiş, insan kalabalığı! Kim nereye ve niçin giidyor belli değil! Hoş, bunu kendilerine de sorduklarına emin değilim. Sadece hızlı bir hareket, aman uçağımı kaçırmayayım! Mekân ruhu ve duygusunun olmadığı bir yer havalimanları. Aslında, İslâmî açıdan bakınca, dünyaya saplanıp kalmama ve ahirete gideceğimiz hissinin en iyi yaşanabileceği bir mekân olması gerekirken, mekânsızlık duygusu veya seyyar mekân içinde bile, dünyaya kazığı çakıp kalma ve ölümü gözardı etmenin biricik yerleri olmuş, havalimanları. Hani vakti zamanı gelince, göçmen kuşlar gidecekleri kıtalara doğru havalanıp, kanat çırpmaya başlarlar ya biraz ona benziyor diyeceğim ama o kuşların Allah tarafından kendillerine verilmiş bir hedefi ve gayesi var, şuurunda olmasalar bile, ne yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Havalimanında böyle bir şuur yok, aksine şuurların iptali var!
İtalya saatiyle sabah 9:30'da, çift koridorlu ve 330 kişilik büyük bir uçakla havalandık. Tevafuk bu ya, yine kanatlar üzerine düştük, Allah'tan pencere kenarına düştük, orta kısma düşseydik, tam bir seyahat eden "hücre" içinde hisserdim kendimi. Zaten bir müddet sonra, yani 2 saat sonra, Atlas Okyanusu üzerine gelince, uçaktaki bütün pencereler, perdelerle kapatıldı. Çünkü güneş, Atlas Okyanusu üzerinde, doğrudan size yöneliyor ve perdeyi 3 cm. bile yukarı kaldıramıyorsunuz. Kaldırdığınızda, sanki gözünüze fener tutulmuş giib kesif bir ışık huzmesi kamaştırıyor gözlerinizi. Bu vakıa, yaklaşık 7 saat sürüyor.
İtalya'dan ve Akdeniz üzerinden, İspanya'nın meşhur şehri, Barcelona üzerindeyiz. Akdeniz üzerindeyken, o güzelim mavilik bana birden "Barbaros Hayreddîn Paşayı" hatırlatıyor. Katolikliğin kalbi İtalya ve onun kızkardeşi İspanya (diğeri bir zamanlar Fransa idi)ve ille de Akdeniz denince, aklıma gelen tek şey, Barbaros Hayreddin Paşa oluyor!
Barcelona üzerindeyken, o aralar, yanımdaki koltuğunda uyumakta olan Avukatımızı Ali Rıza Beyi uyandırıyorum. Aşağıya birlikte bakıyoruz. Dümdüz ve cetvelle taksim edilmiş gibi, yarı yeşil, yarı toprak rengi bir manzara var aşağıda. Ali Rıza Bey, "Muhiddin-î Arabî hz.lerinin vatanı üzerinden geçiyoruz" dedi. Tabii, o halde, o büyükler büyüğü "Velî"nin ruhuna bir Fatiha okumak şart oldu.Uçağımız daha Akdeniz üzerindeyken, önce soğuk-sıcak içecek servisi, sonrasında ise, sıcak yemek servisi yapıldı. Biz, tedbiren etli yemek yemedik, mâlum domuz eti endişesi!
Ve uçağımız, 2 saat sonra Atlas/Anlantik Okyanusu üzerinde, daha okyanusun rengine alışamadan, perdeler kapatılıyor. Uçağın içerisi, 300 kişilik bir kafese döndü. İlginç olan bir şey daha, siz havada 800 km. hızla uçarken, pencereden dışarı baktığınızda, sanki hiç hareket etmiyormuşsunuz ve havada asılı kalmışsınız gibi görünüyorsunuz. Bir zaman ve mekân izafiliği daha! Uçaktaki herkes uyumaya başladı, ben ve bazı yolcular hariç tabii! Oturmaktan sıkılan, başta hamile kadınlar, yaşlılar ve çocuklar olmak üzere insanlar, bu büyük ve uzun uçak içinde, yürüyüş yapmaya başladılar. Hele çocuklar, saatler geçtikçe, oturmaktan birikmiş enerjilerini, uçağın koridorlarında koşuşturarak atıyorlar. Çocuk, uçak içinde bile çocuk, Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu'nun, büyük veli Muhiddin-î Arabi Hz.lerinden sürekli olarak tedaii ettirdiği gibi, uçak içinde bile sizi teshir altına alıyor, çocuklar. İtalyanları sevmeye başladım çünkü, kafanıza estikçe, açık büfe gibi, gidip mutfaktan, istediğiniz soğuk içeceği kendiniz plastik bardağınıza doldurup, içebiliyorsunuz. Bütün havayolları, uzun mesafeli uçuşlarında böyle rahatlar mı bilmiyorum ama, nizam düşkünü Almanlarla, soğukkanlı İngilizlerin bu kadar rahat olabileceklerini sanmıyorum. Bir de, hosteslerin kıyafet ve davranışlarına gelelim. Bir kere, hiç de bizdeki yavşak Batıcı-çağdaşların iddia ettiği gibi seksî bir giyim ve davranış tarzı yok. Kıyafetler, bedeni göstermeyen bol pantolon ve uzun ceketlerden mürekkep. Hem büyük ve uzun mesafeli uçuşlarda baş hostes, kıdemli bir erkek olabiliyor, 50'li yaşlarda kadın hostesler çalışıyor.
Roma üzerinden kalışımızdan bu yana 9 buçuk saat geçti, tam aşağımızda, bir takım adalar var. Bu arada uçak içindeki tv'lerden sürekli olarak, kaç km.mesafe kaldığı, kaç km. geldiğimiz, kaç m. yükseklikte bulunduğumuz ve rotamız gösteriliyor. İstanbul'dan havalandıktan tam 15 saat sonra (1,5 saat Roma'da bekledik) Güney Amerika kıtasını ve Venezuella kıyılarını görüyoruz. Uçağımız bir kaç kez manevra yaparak, 10 bin metre yükseklikten, 400 metreye kadar alçalıyor. Pek tabii olarak her alçalmayı hissediyorum. Avukatımız Ali Rıza Bey'le, aşağıda nasıl bir manzara ile karşılaşacağımız merakı içindeyiz. Ve, uçağımız tekerleklerini, Caracas Milletlerarası Simon De Bolivar (Veneuella ve Latin Amerika'nın millî kahramanı) havalimanının pistlerine değidiriyor. Artık Caracas'tayız. İlk intibamız, İstanbul ve Roma'ya nisbetle, hem çok küçük ve hem de bakımsız oluşu. Gerçi, havalimanını büyütme çalışmaları yapılıyormuş ve bunu da Türk inşaat şirketlerine vermişler, Gönüldaşımız Kumandan Carlos'un kardeşi ve Venezuella, "enerji, tarım ve sanayi projelerini organize, yürütme dairesinde" üst düzey bir bürokrat olarak çalışan Gönüldaş Validmir Sanchez söyledi bunları.
Geçer Akçe Carlos
Uçaktan indik ve pasaport kuyruğuna girdik. Bir çok sıra var ve hepsi de kalabalık. Özellikle çoğunluğu, Latin Amerika ülkelerinden ve ABD'deki Venezuella vatandaşlarından oluşan çok sayıda yolcu var.Tabii, kimi Türk işçiler, Çin, Hindistan, Lübnan başta olmak üzere kimi Arab ülkelerinden ve Rusya'dan gelen yolcular da var. Pasaport sırası bize geldiğinde, pasaport memuru, genç ve siyahî Venezuellalı memure, bizden dönüş biletlerimiz de istiyoruz, biletleri veriyoruz. Bizim pasaportlarımızı alıp, güvenlik amirine, kendi dili olan İspanyolca bir şeyler söylüyor. Bizim, duvar kenarına geçmemizi istiyorlar. Ben, gazeteci olduğumu, Ali Rıza Bey'in de avukat oldunu söylememize ve hatta kimliklerimiz göstermemize rağmen, dikkate almayıp, eliyle duvar kenarını işaret ediyor. Neyse çaresiz, duvar kenarına geçip, beklemey başladık. Araıda sırada, derdimiz anlatmaya çalışıyoruz ama pek de aldırmıyor, güvenlik amirleri. Yanımızda, buradaki bir Türk şirketinde çalışmak üzere gelmiş olan Türk işçileri var, onlar da sıkıntılı bir bekleyiş içerisinde. Venezuellalıların pek de öyle "turist gelsin" takıntısı yok! Aman canım, cicim hoşgeldin havasında değiller. Yani, seks üzerine bina edilmiş, küresel turizm sömürüsü burada pek işlemiyor. Düşmanca bakmıyorlar ama pek de canım, cicim havasında da değiller. Bizde, lüks gemilerle gelen homoları karşılamak için düzenlediğimiz şaklabanlıkları düşününce, imreniyor insan. 1 saat sıkıntıyla bekledikten sonra, Avukatımız Ali Rıza beyle beraber, çantamda bulunan ve Tahkim yayınevi tarafından yayınlanmış "Söz Çakal Carlos'ta" isimli kitabı elime aldım, ve beraberce, amir ve işlem odasına pata küte girdik. Kapaktaki Carlos fotoğrafını göstererek, kitabın önsözünde, Kumandan Carlos'un benim ve avukatı Ali Rıza Bey için kendi eliyle yazdığı, takdim yazılaırnı gösterdik. Bize karşı davranışları o dakika değişti ve işlemlerimizin bitmesi 5 dakika bile sürmedi. Bizimle fotoğraf çektiren amir, memur pasaport görevlileri, bir tane de benim için çek diyen, genç memure hanım hele hele, elimizde kitab, beraberce Başkan Chavez'in fotoğrafı önünde çektirdiğimiz resimden sonra, bize "çakk!" yapan bu sıcakkanlı insanlarla tekrar kaynaşmaya başladık. Orada şunu bizzat yaşadım: Yaşayan efsane Kumandan Carlos, Venezuella'da, Amerikan dolarından daha geçer akçe! Dolarla bile açamayacağınız şeyi, Carlos'la açabilirsiniz! meselâ, bir internet cafede, klavye dilinin İspanyolca olmasından dolayı, yardımını istediğimiz, cafe sahibi veya yanımızdaki gençler bile, Carlos'un adını duyunca, büyük bir zevkle yardım ediyor. Carlos'un adı geçmeden önce, öylesine davranan insanlar, Carlos'un adı geçince, heyecan ve sevgiyle davranmaya başlıyor.
Pasaport konrolünden geçtikten sonra, geliş bölümünde bizi karşılayan, Gönüldaş Vladimir, hemen oradaki cafelerden birinde bize bir "Venezuella kahvesi "ısmarlıyor. Daha doğrusu bize, cafe içmek istermisiniz? diye sorduğunda, Amerikan kahvesini (nestcafe)sevmediğimizi söylüyoruz, o d abize, Veneuzella kahvesinin çok güzel olduğunu ifade ediyor ve bu daveti kabul ediyoruz. Sayın Valdimir, havalimanı inşaatında kontrol etmesi gereken bir yer olduğunu söyleyerek, bizden yarım saatliğine izin rica ediyor. Biz de, bu arada sıcak Venezuella kahvemizi içip, etraftaki insanları gözlemlemeye çalışıyruz. Veneuzella kahvesi, çok kesif, yani yoğun bir kahve ve bu yoğunlukta bir kahveyi büyük bir fincanda içmek ilk başlarda bize zor geliyor. Malûm damak tadı farklılığı. Hele bu kadar yoğun bir kahveye bir de şeker katılınca, tadı daha da ağırlaşıyor. Benim zannımca, Venezuella halkının bu kadar yoğun bir kahve içmesi, onların biraz da, Endülüs medeniyetinden kalan bir damak tadını devam ettirdiklerini gösteriyor.Çünkü, Avrupla ve Amerikalılarda, bu derece ağır bir damak tadı yok, onlar oldukça hafif, daha doğrusu neredeyse saman gibi damak tadına sahipler ve dünyamızın damak zevkini de samanlaştırıyorlar. Zaten daha sonra da göreceğimiz gibi, İspanyolcayı, Araplar gibi neredeyse gırtlaktan konuşuyorlar.
Vladimir gönüldaş bizi kendisinin ayarladığı ve 20 gün boyunca kalacağımız otele bizi götürüyor. Havalimanı ile, Caracas arası arabayla 40 dakika. Yol boyunca sürekli sohbet ediyoruz. Ülkedeki üniversitelerin, Merkezî Hükümet binalarının ve büyük parkların önünden geçtiğimizde, bize buraları gösteriyor Sayın Vladimir. Üniversiteler şehir merkezlerinde ve halkla içiçe. Caracas'taki ilk gözlemim "ülkenin dünyaya, sadece güzellik yarışmalarını kazanan seksî genç kızlar ülkesi olarak" lanse edilmesine tezat, kadınların çoğu, fizikî olarak, tam bir Türkiye-Orta Doğu karışımı. Tabii olarak, yani bir Batı kültürü ülkesi olması hasebiyle, kadınların giyim-kuşamları daha açık ve serbest. Akşam kalacağımız otele, Cuidad Universitaria yakınındaki, Posada dela Vida geldiğimizde, otelin sahibi ve aslen Cezayirli olan Abdulkdir Bey'le tanıştırılıyoruz. Vladimir gönüldaş bizi, Carlos'un yakın arkadaşları olarak takdim ediyor. Abdulkadir Bey çok seviniyor. Kendisi, Arapça ve İspanyolca dillerinin yanında, Fransızca da biliyor.Bizi ailesi, torunları ve otel personeliyle tanıştırıyor. Otelin lobisindeniçeri girince, bir ân için lobinin bir "Chavez- Carlos" propaganda merkezi olduğu duygusuna kapılıyorsunuz. Lobinin duvarları, Başkan Chavez ve Gönüldaş Kumandan Carlos'a destek veren yayınlar ve duvar ilanlarıyla dolu. Otel personeli de sosyalist ve Chavez taraftarı, pek tabii Kumandan Carlos'u çok seviyorlar. Buradaki Arap Müslümanların durumu acayip. Arapça ve kıyafetleri dışında, çok çabuk asimile oluyorlar. Meselâ, otel sahibi Abdulkâdir. Kendisi Müslüman asıllı, ama kızlarının pek İslâmla alakası yok, kızlarında birinin adı da Nur, üstelik. Sanırım bu biz Türkler için söylenen şu tezi bir kez daha doğruluyor. Bir Türk, İslâmdan ayrılırsa, ne dili, ne de diğer milli özelliklerini koruyabiliyor. Ama bir Arab için bu böyle değil meselâ, Arabçasını gayet rahatlıkla konuşabiliyor, bazı İslâmî gelenekleri, yap-boz gibi de olsa devam ettirebiliyor. Temel Demirer ve Sibel Özbudun'un G.Amerika ziyaretlerini yazdıkları kitaptan okumuştum. Bir Orta Amerika ülkesinin bir şehrinde, kocalar önde, 4 karısı da arkada yürüyorlar, ama hepsi de sarhoş. İlginç olan bir şey ise, erkekler kadınları nikahlamak için mihr vermek zorunda ve mihr de, bir kaç şişe içki!
Abdulkadir ve Vladimir beyler bizi odamıza kadar getiriyorlar, odayı geziyoruz. Güzel ve temiz bir oda. Akşam yemeğe davet ediliyoruz, çünkü Abdulkadir'in doğum günüymüş. Yemekte, tüm aile birarada. Tabi herkeste, Türkiye'den gelen bu misafirler merakı var. Yemekte, Carlos'tan bahsediyoruz, onun, cep telefonumda kayıtlı konuşmasını dinletiyorum, İngilizce, anlamasalar bile, sadece Carlos'un sesini dinlemenin heyecanı yetiyor.
Caracas ve Venezuella ilginç bir yer. Oteldeki odalarda, klimalar 24 saat çalışıyor, ülke Ekvator kuşağında bulunduğu için, tropikal bir ikime sahip ve ısınma derdi diye bir şey yok. Caracas denizden 800 mt. yükseklikte bir rakıma sahip ama, Mart ayında bile klimalar çalışıyor. O zaman soruyoruz ve öğreniyoruz ki, elektrik burada çok ucuz. bunun sebebi de, elektrik santrallerinin yakıt olarak petrol kullanması ve petrolün de bu ülkenin temel zengiliklerinden biri olması. Yine akarsu yönündne çok zengin ve elektriğin bir kısmı da bu sulara kurulan barajlardan sağlanıyor.
6 Mart 20120 Salı, Caracas
Sabah kalkıyoruz, müthiş ve kesif bir nem. Adana ve İstanbul'da yaşamakta olan biri olmama rağmen bu kadar neme alışık değilim, pek tabii Ali Rıza Bey de. Otel lobisinde kahvaltmızı yapıyoruz. Önceleri et ve yağda domuzdan şüpheleniyourz. Bu sebeble, 2 gün sabah kahvaltısında et ve yağ yemedik. Çay kültürü pek yok, onun yerine müthiş bir kahve kültürü var. Çaylar, poşet çay ve bardakla servis ediliyor. Piliç yemek en güvenlisi ancak, daha sonra öğretmen Yasir'den öğreniyoruz ki, domuzun yağı olmadığı gibi, burada balık ve tavuk etlerini güvenle yiyebilirmişiz. Kahvaltıdan sonra şehri gezmeye çıkıyoruz. Hemen yakınımızdaki, Cuidad Universitaria metro durağına gidip, gideceğimiz yer olan Parque Centrala (Central Park)a, sora sora gidiyoruz. metro sisteminin çok gelişmiş olduğunu söylemiştim. Sistemin ana damarı Plaza Venezuella istasyonu. Burada, şehrin her yönüne metro sistemi kurmuşlar.Yeni metro hatları da inşaa ediyorlar. Yüksek tepelere ise, teleferiklerle çıkıyorsunuz, zaten oralara yol yapılmaz, yapılsa bile arabalar çıkamaz! Şehrin tepeleri, bavulinyo denen, teneke veya basit beton evlerden oluşuyor. fakir halk bu evlerde yaşıyor. Burada, ev kiralarının da çok yüksek olduğunu öğrendik. meselâ adam gibi oturacağınız bir evin kirası 1000 dolardan başlıyor. Apartman aidatı ev sahibine ait.
Sabah otel lobisindeki tv'den haberleri ve diğer programları seyrediyoruz. İspanyolca bilmesek bile, haberin içindeki yazı ve görüntülerden, mühtiş bir Chavez propagandası yapıldığını anlıyoruz. kanalın adı Venezuella tv. Avukatımızı Ali Rıza Bey, buradaki programlarında, dünyanın diğer yerlerindeki gibi, benzer formatta olduğunu ifade ediyor. Ben de, "küresel ve tüketici ABD kültürüne karşı koyabilecek bir alternatiflerinin olmadığı anlaşılıyor" diyorum. Yani, küresel Batı kültürel işgaline karşı koyabilecek bir alternatifleri yok, Hoş, Venezuella da nihayetinde, Batılı bir kültür içerisinde yoğrulmuş bir ülke. Karşı çıkarken bile, karşı çıktığı şeyi yaşatmak zorunda. Kıtanın büyük sosyalist düşünür kadını, Şili'den Marta Hernecker'in Başkan Chavez'le gerçekleştirdiği röportajlarında (kitablaştırıldı ve Türkçe olarak yayınlandı) ifade ettiği gibi.: Günümüzde, sosyalizm bile olsa, hiç bir sistemin insanlığın meselelerine çözüm getireceğine inanmıyor insanlar.
Yaşayan efsane Carlos, Venezuella'da, Amerikan dolarından daha geçer akçe! Dolarla bile açamayacağınız şeyi, Carlos'la açabilirsiniz!
15 Mart 2012 Perşembe - 11:33
Fazil Duygun / TİMETÜRK
5 Mart 2012, Pazartesi. İstanbul, Roma, Caracas
İstanbul'da Atatürk Havalimanında, daha uçağımızın kalkmasına 5 saat varken, heyecan içindeydim. Zaten Sevgili Gönüldaşım Tufan Ersöz, cep mesaj yoluyla "duygularınızı alalım, faceboook'ta yayınlarız" mesajı çektiğinde, "hayatımda ilk defa bir uçağa biniyorum ve ilk defa yurt dışına çıkıyorum. Bu ilk uçuşum da, kıtalararası bir seyahat olacak, bütün heyecanlarım zirve yaptı" diyorum. Gece saat 4 gibi, pasaport kontrolünden geçtik.
Av. Ali Rıza Yaman Bey'le, İtalyan Havayollarına ait Alitalia uçağına bindik, yerimiz kanatüstü. Neyse, uçak havalanmaya başladı, bende bir heyecan, bir heyecan. Uçağın her santim yükselişini hissediyorum sanki. Terslik bu ya, ben, yola çıkmadan 2 gün önce gribe yakalandım, zaten ağır işitiyorum, bir de grip olunca, işitme cihazım bile süs gibi durmaya başladı, kulağıımda... Herşeyin ilki başkaymış, onun verdiği heyecanı, sonrakiler pek veremiyormuş... Hele hele, aynı ânda 2-3 ilki birden yaşarsanız, tadına doyum olmuyor.
Uçağımız havalandı, herkes uyuyor bense, boynumu sağa kıvırmışım, ha bire, aşağıya bakıyorum. Önce evler ve araçlar küçülmeye başladı, sonra yollar, göller, nehirler... Meğersem, sadece zaman değil, mekân duygusu da ne kadar izafiymiş. Hani biz yerdeyken uçan bir uçağa baktığımızda, kibrit kutusu kadar bir şey görüyorduk ya!, Şimdi, ben çelik bir kuşun içindeyim ve bana, yerdeyken devasa görünen o binalar, o nehirler ve yollar, birer kibrit kutusu, birer çizgi halinde görünmeye başladı. Uçakta hafif bir ikram servisi başladı, Roma aktarmalı İstanbul uçuşumuz 2,5 saat kadar süreceği için, hafif bir ikram veriyorlar. meyve suyu ve bisküvi türünden. Uçağımız, Ege ve Yunanistan üzerinden uçarken, dün atalarımızın buranın sahibi oldukları hissi nasıl da bastırıyor. Sonrasında, Adriyatik üzerinden, İtalya ve Roma. Roma ve çevresi, uçaktan kuşbakışı bakınca, cetvelle çizilmiş gibi, çok düzenli bir manzaraya sahip... tarlalar, köy sandığım mekânlar.
Uçak havadayken hafif bir şekide sallanıyor, ben kuyruğunu dikmiş panter gibi teyakkuzdayım... Aslında, Kumandan Carlos'un memleketi, Venezuella ve Caracas'ta nelerle karşılaşacağımıız düşünmeye çalışıyorum ama, içinde bulunduğum zaman ve mekân hissi veya (seyyar mekân hissi mi desem)buna müsaade etmiyor. İllaki içinde bulunduğum ânı yaşayacağım. Roma Havalimanına indik, aktarmalı yolcular için girdiğimiz kısımdaki güvenlik kontrolü için sıraya girdik. Sıramızı beklerken, Av. Ali Rıza Yaman'la, Roma üzerine kısa sohbetlerimiz oluyor. Bana, Roma'nın önemini anlatırken, "fethedeceğimiz ikinci şehir, biliyorsun." diyorum. Birincisi hangisi? diyor? İstanbul" diyorum. İtalyanlar, batmak üzere ama sanırım, "kan kusarım, kızılcık şerbeti içtim, derim" havasındalar. Havalimanındayken ve hele hele büyük bir koşuşturmacanın içindeyseniz, o şehri, o ülkeyi ve halkını gözlemleme imkanınız pek olmuyor. Küreselleşme bu olsa gerek, sürekli hareketin yaşandığı, her renkten, her cinsten sürüleşmiş, insan kalabalığı! Kim nereye ve niçin giidyor belli değil! Hoş, bunu kendilerine de sorduklarına emin değilim. Sadece hızlı bir hareket, aman uçağımı kaçırmayayım! Mekân ruhu ve duygusunun olmadığı bir yer havalimanları. Aslında, İslâmî açıdan bakınca, dünyaya saplanıp kalmama ve ahirete gideceğimiz hissinin en iyi yaşanabileceği bir mekân olması gerekirken, mekânsızlık duygusu veya seyyar mekân içinde bile, dünyaya kazığı çakıp kalma ve ölümü gözardı etmenin biricik yerleri olmuş, havalimanları. Hani vakti zamanı gelince, göçmen kuşlar gidecekleri kıtalara doğru havalanıp, kanat çırpmaya başlarlar ya biraz ona benziyor diyeceğim ama o kuşların Allah tarafından kendillerine verilmiş bir hedefi ve gayesi var, şuurunda olmasalar bile, ne yapmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar. Havalimanında böyle bir şuur yok, aksine şuurların iptali var!
İtalya saatiyle sabah 9:30'da, çift koridorlu ve 330 kişilik büyük bir uçakla havalandık. Tevafuk bu ya, yine kanatlar üzerine düştük, Allah'tan pencere kenarına düştük, orta kısma düşseydik, tam bir seyahat eden "hücre" içinde hisserdim kendimi. Zaten bir müddet sonra, yani 2 saat sonra, Atlas Okyanusu üzerine gelince, uçaktaki bütün pencereler, perdelerle kapatıldı. Çünkü güneş, Atlas Okyanusu üzerinde, doğrudan size yöneliyor ve perdeyi 3 cm. bile yukarı kaldıramıyorsunuz. Kaldırdığınızda, sanki gözünüze fener tutulmuş giib kesif bir ışık huzmesi kamaştırıyor gözlerinizi. Bu vakıa, yaklaşık 7 saat sürüyor.
İtalya'dan ve Akdeniz üzerinden, İspanya'nın meşhur şehri, Barcelona üzerindeyiz. Akdeniz üzerindeyken, o güzelim mavilik bana birden "Barbaros Hayreddîn Paşayı" hatırlatıyor. Katolikliğin kalbi İtalya ve onun kızkardeşi İspanya (diğeri bir zamanlar Fransa idi)ve ille de Akdeniz denince, aklıma gelen tek şey, Barbaros Hayreddin Paşa oluyor!
Barcelona üzerindeyken, o aralar, yanımdaki koltuğunda uyumakta olan Avukatımızı Ali Rıza Beyi uyandırıyorum. Aşağıya birlikte bakıyoruz. Dümdüz ve cetvelle taksim edilmiş gibi, yarı yeşil, yarı toprak rengi bir manzara var aşağıda. Ali Rıza Bey, "Muhiddin-î Arabî hz.lerinin vatanı üzerinden geçiyoruz" dedi. Tabii, o halde, o büyükler büyüğü "Velî"nin ruhuna bir Fatiha okumak şart oldu.Uçağımız daha Akdeniz üzerindeyken, önce soğuk-sıcak içecek servisi, sonrasında ise, sıcak yemek servisi yapıldı. Biz, tedbiren etli yemek yemedik, mâlum domuz eti endişesi!
Ve uçağımız, 2 saat sonra Atlas/Anlantik Okyanusu üzerinde, daha okyanusun rengine alışamadan, perdeler kapatılıyor. Uçağın içerisi, 300 kişilik bir kafese döndü. İlginç olan bir şey daha, siz havada 800 km. hızla uçarken, pencereden dışarı baktığınızda, sanki hiç hareket etmiyormuşsunuz ve havada asılı kalmışsınız gibi görünüyorsunuz. Bir zaman ve mekân izafiliği daha! Uçaktaki herkes uyumaya başladı, ben ve bazı yolcular hariç tabii! Oturmaktan sıkılan, başta hamile kadınlar, yaşlılar ve çocuklar olmak üzere insanlar, bu büyük ve uzun uçak içinde, yürüyüş yapmaya başladılar. Hele çocuklar, saatler geçtikçe, oturmaktan birikmiş enerjilerini, uçağın koridorlarında koşuşturarak atıyorlar. Çocuk, uçak içinde bile çocuk, Kumandanımız Salih Mirzabeyoğlu'nun, büyük veli Muhiddin-î Arabi Hz.lerinden sürekli olarak tedaii ettirdiği gibi, uçak içinde bile sizi teshir altına alıyor, çocuklar. İtalyanları sevmeye başladım çünkü, kafanıza estikçe, açık büfe gibi, gidip mutfaktan, istediğiniz soğuk içeceği kendiniz plastik bardağınıza doldurup, içebiliyorsunuz. Bütün havayolları, uzun mesafeli uçuşlarında böyle rahatlar mı bilmiyorum ama, nizam düşkünü Almanlarla, soğukkanlı İngilizlerin bu kadar rahat olabileceklerini sanmıyorum. Bir de, hosteslerin kıyafet ve davranışlarına gelelim. Bir kere, hiç de bizdeki yavşak Batıcı-çağdaşların iddia ettiği gibi seksî bir giyim ve davranış tarzı yok. Kıyafetler, bedeni göstermeyen bol pantolon ve uzun ceketlerden mürekkep. Hem büyük ve uzun mesafeli uçuşlarda baş hostes, kıdemli bir erkek olabiliyor, 50'li yaşlarda kadın hostesler çalışıyor.
Roma üzerinden kalışımızdan bu yana 9 buçuk saat geçti, tam aşağımızda, bir takım adalar var. Bu arada uçak içindeki tv'lerden sürekli olarak, kaç km.mesafe kaldığı, kaç km. geldiğimiz, kaç m. yükseklikte bulunduğumuz ve rotamız gösteriliyor. İstanbul'dan havalandıktan tam 15 saat sonra (1,5 saat Roma'da bekledik) Güney Amerika kıtasını ve Venezuella kıyılarını görüyoruz. Uçağımız bir kaç kez manevra yaparak, 10 bin metre yükseklikten, 400 metreye kadar alçalıyor. Pek tabii olarak her alçalmayı hissediyorum. Avukatımız Ali Rıza Bey'le, aşağıda nasıl bir manzara ile karşılaşacağımız merakı içindeyiz. Ve, uçağımız tekerleklerini, Caracas Milletlerarası Simon De Bolivar (Veneuella ve Latin Amerika'nın millî kahramanı) havalimanının pistlerine değidiriyor. Artık Caracas'tayız. İlk intibamız, İstanbul ve Roma'ya nisbetle, hem çok küçük ve hem de bakımsız oluşu. Gerçi, havalimanını büyütme çalışmaları yapılıyormuş ve bunu da Türk inşaat şirketlerine vermişler, Gönüldaşımız Kumandan Carlos'un kardeşi ve Venezuella, "enerji, tarım ve sanayi projelerini organize, yürütme dairesinde" üst düzey bir bürokrat olarak çalışan Gönüldaş Validmir Sanchez söyledi bunları.
Geçer Akçe Carlos
Uçaktan indik ve pasaport kuyruğuna girdik. Bir çok sıra var ve hepsi de kalabalık. Özellikle çoğunluğu, Latin Amerika ülkelerinden ve ABD'deki Venezuella vatandaşlarından oluşan çok sayıda yolcu var.Tabii, kimi Türk işçiler, Çin, Hindistan, Lübnan başta olmak üzere kimi Arab ülkelerinden ve Rusya'dan gelen yolcular da var. Pasaport sırası bize geldiğinde, pasaport memuru, genç ve siyahî Venezuellalı memure, bizden dönüş biletlerimiz de istiyoruz, biletleri veriyoruz. Bizim pasaportlarımızı alıp, güvenlik amirine, kendi dili olan İspanyolca bir şeyler söylüyor. Bizim, duvar kenarına geçmemizi istiyorlar. Ben, gazeteci olduğumu, Ali Rıza Bey'in de avukat oldunu söylememize ve hatta kimliklerimiz göstermemize rağmen, dikkate almayıp, eliyle duvar kenarını işaret ediyor. Neyse çaresiz, duvar kenarına geçip, beklemey başladık. Araıda sırada, derdimiz anlatmaya çalışıyoruz ama pek de aldırmıyor, güvenlik amirleri. Yanımızda, buradaki bir Türk şirketinde çalışmak üzere gelmiş olan Türk işçileri var, onlar da sıkıntılı bir bekleyiş içerisinde. Venezuellalıların pek de öyle "turist gelsin" takıntısı yok! Aman canım, cicim hoşgeldin havasında değiller. Yani, seks üzerine bina edilmiş, küresel turizm sömürüsü burada pek işlemiyor. Düşmanca bakmıyorlar ama pek de canım, cicim havasında da değiller. Bizde, lüks gemilerle gelen homoları karşılamak için düzenlediğimiz şaklabanlıkları düşününce, imreniyor insan. 1 saat sıkıntıyla bekledikten sonra, Avukatımız Ali Rıza beyle beraber, çantamda bulunan ve Tahkim yayınevi tarafından yayınlanmış "Söz Çakal Carlos'ta" isimli kitabı elime aldım, ve beraberce, amir ve işlem odasına pata küte girdik. Kapaktaki Carlos fotoğrafını göstererek, kitabın önsözünde, Kumandan Carlos'un benim ve avukatı Ali Rıza Bey için kendi eliyle yazdığı, takdim yazılaırnı gösterdik. Bize karşı davranışları o dakika değişti ve işlemlerimizin bitmesi 5 dakika bile sürmedi. Bizimle fotoğraf çektiren amir, memur pasaport görevlileri, bir tane de benim için çek diyen, genç memure hanım hele hele, elimizde kitab, beraberce Başkan Chavez'in fotoğrafı önünde çektirdiğimiz resimden sonra, bize "çakk!" yapan bu sıcakkanlı insanlarla tekrar kaynaşmaya başladık. Orada şunu bizzat yaşadım: Yaşayan efsane Kumandan Carlos, Venezuella'da, Amerikan dolarından daha geçer akçe! Dolarla bile açamayacağınız şeyi, Carlos'la açabilirsiniz! meselâ, bir internet cafede, klavye dilinin İspanyolca olmasından dolayı, yardımını istediğimiz, cafe sahibi veya yanımızdaki gençler bile, Carlos'un adını duyunca, büyük bir zevkle yardım ediyor. Carlos'un adı geçmeden önce, öylesine davranan insanlar, Carlos'un adı geçince, heyecan ve sevgiyle davranmaya başlıyor.
Pasaport konrolünden geçtikten sonra, geliş bölümünde bizi karşılayan, Gönüldaş Vladimir, hemen oradaki cafelerden birinde bize bir "Venezuella kahvesi "ısmarlıyor. Daha doğrusu bize, cafe içmek istermisiniz? diye sorduğunda, Amerikan kahvesini (nestcafe)sevmediğimizi söylüyoruz, o d abize, Veneuzella kahvesinin çok güzel olduğunu ifade ediyor ve bu daveti kabul ediyoruz. Sayın Valdimir, havalimanı inşaatında kontrol etmesi gereken bir yer olduğunu söyleyerek, bizden yarım saatliğine izin rica ediyor. Biz de, bu arada sıcak Venezuella kahvemizi içip, etraftaki insanları gözlemlemeye çalışıyruz. Veneuzella kahvesi, çok kesif, yani yoğun bir kahve ve bu yoğunlukta bir kahveyi büyük bir fincanda içmek ilk başlarda bize zor geliyor. Malûm damak tadı farklılığı. Hele bu kadar yoğun bir kahveye bir de şeker katılınca, tadı daha da ağırlaşıyor. Benim zannımca, Venezuella halkının bu kadar yoğun bir kahve içmesi, onların biraz da, Endülüs medeniyetinden kalan bir damak tadını devam ettirdiklerini gösteriyor.Çünkü, Avrupla ve Amerikalılarda, bu derece ağır bir damak tadı yok, onlar oldukça hafif, daha doğrusu neredeyse saman gibi damak tadına sahipler ve dünyamızın damak zevkini de samanlaştırıyorlar. Zaten daha sonra da göreceğimiz gibi, İspanyolcayı, Araplar gibi neredeyse gırtlaktan konuşuyorlar.
Vladimir gönüldaş bizi kendisinin ayarladığı ve 20 gün boyunca kalacağımız otele bizi götürüyor. Havalimanı ile, Caracas arası arabayla 40 dakika. Yol boyunca sürekli sohbet ediyoruz. Ülkedeki üniversitelerin, Merkezî Hükümet binalarının ve büyük parkların önünden geçtiğimizde, bize buraları gösteriyor Sayın Vladimir. Üniversiteler şehir merkezlerinde ve halkla içiçe. Caracas'taki ilk gözlemim "ülkenin dünyaya, sadece güzellik yarışmalarını kazanan seksî genç kızlar ülkesi olarak" lanse edilmesine tezat, kadınların çoğu, fizikî olarak, tam bir Türkiye-Orta Doğu karışımı. Tabii olarak, yani bir Batı kültürü ülkesi olması hasebiyle, kadınların giyim-kuşamları daha açık ve serbest. Akşam kalacağımız otele, Cuidad Universitaria yakınındaki, Posada dela Vida geldiğimizde, otelin sahibi ve aslen Cezayirli olan Abdulkdir Bey'le tanıştırılıyoruz. Vladimir gönüldaş bizi, Carlos'un yakın arkadaşları olarak takdim ediyor. Abdulkadir Bey çok seviniyor. Kendisi, Arapça ve İspanyolca dillerinin yanında, Fransızca da biliyor.Bizi ailesi, torunları ve otel personeliyle tanıştırıyor. Otelin lobisindeniçeri girince, bir ân için lobinin bir "Chavez- Carlos" propaganda merkezi olduğu duygusuna kapılıyorsunuz. Lobinin duvarları, Başkan Chavez ve Gönüldaş Kumandan Carlos'a destek veren yayınlar ve duvar ilanlarıyla dolu. Otel personeli de sosyalist ve Chavez taraftarı, pek tabii Kumandan Carlos'u çok seviyorlar. Buradaki Arap Müslümanların durumu acayip. Arapça ve kıyafetleri dışında, çok çabuk asimile oluyorlar. Meselâ, otel sahibi Abdulkâdir. Kendisi Müslüman asıllı, ama kızlarının pek İslâmla alakası yok, kızlarında birinin adı da Nur, üstelik. Sanırım bu biz Türkler için söylenen şu tezi bir kez daha doğruluyor. Bir Türk, İslâmdan ayrılırsa, ne dili, ne de diğer milli özelliklerini koruyabiliyor. Ama bir Arab için bu böyle değil meselâ, Arabçasını gayet rahatlıkla konuşabiliyor, bazı İslâmî gelenekleri, yap-boz gibi de olsa devam ettirebiliyor. Temel Demirer ve Sibel Özbudun'un G.Amerika ziyaretlerini yazdıkları kitaptan okumuştum. Bir Orta Amerika ülkesinin bir şehrinde, kocalar önde, 4 karısı da arkada yürüyorlar, ama hepsi de sarhoş. İlginç olan bir şey ise, erkekler kadınları nikahlamak için mihr vermek zorunda ve mihr de, bir kaç şişe içki!
Abdulkadir ve Vladimir beyler bizi odamıza kadar getiriyorlar, odayı geziyoruz. Güzel ve temiz bir oda. Akşam yemeğe davet ediliyoruz, çünkü Abdulkadir'in doğum günüymüş. Yemekte, tüm aile birarada. Tabi herkeste, Türkiye'den gelen bu misafirler merakı var. Yemekte, Carlos'tan bahsediyoruz, onun, cep telefonumda kayıtlı konuşmasını dinletiyorum, İngilizce, anlamasalar bile, sadece Carlos'un sesini dinlemenin heyecanı yetiyor.
Caracas ve Venezuella ilginç bir yer. Oteldeki odalarda, klimalar 24 saat çalışıyor, ülke Ekvator kuşağında bulunduğu için, tropikal bir ikime sahip ve ısınma derdi diye bir şey yok. Caracas denizden 800 mt. yükseklikte bir rakıma sahip ama, Mart ayında bile klimalar çalışıyor. O zaman soruyoruz ve öğreniyoruz ki, elektrik burada çok ucuz. bunun sebebi de, elektrik santrallerinin yakıt olarak petrol kullanması ve petrolün de bu ülkenin temel zengiliklerinden biri olması. Yine akarsu yönündne çok zengin ve elektriğin bir kısmı da bu sulara kurulan barajlardan sağlanıyor.
6 Mart 20120 Salı, Caracas
Sabah kalkıyoruz, müthiş ve kesif bir nem. Adana ve İstanbul'da yaşamakta olan biri olmama rağmen bu kadar neme alışık değilim, pek tabii Ali Rıza Bey de. Otel lobisinde kahvaltmızı yapıyoruz. Önceleri et ve yağda domuzdan şüpheleniyourz. Bu sebeble, 2 gün sabah kahvaltısında et ve yağ yemedik. Çay kültürü pek yok, onun yerine müthiş bir kahve kültürü var. Çaylar, poşet çay ve bardakla servis ediliyor. Piliç yemek en güvenlisi ancak, daha sonra öğretmen Yasir'den öğreniyoruz ki, domuzun yağı olmadığı gibi, burada balık ve tavuk etlerini güvenle yiyebilirmişiz. Kahvaltıdan sonra şehri gezmeye çıkıyoruz. Hemen yakınımızdaki, Cuidad Universitaria metro durağına gidip, gideceğimiz yer olan Parque Centrala (Central Park)a, sora sora gidiyoruz. metro sisteminin çok gelişmiş olduğunu söylemiştim. Sistemin ana damarı Plaza Venezuella istasyonu. Burada, şehrin her yönüne metro sistemi kurmuşlar.Yeni metro hatları da inşaa ediyorlar. Yüksek tepelere ise, teleferiklerle çıkıyorsunuz, zaten oralara yol yapılmaz, yapılsa bile arabalar çıkamaz! Şehrin tepeleri, bavulinyo denen, teneke veya basit beton evlerden oluşuyor. fakir halk bu evlerde yaşıyor. Burada, ev kiralarının da çok yüksek olduğunu öğrendik. meselâ adam gibi oturacağınız bir evin kirası 1000 dolardan başlıyor. Apartman aidatı ev sahibine ait.
Sabah otel lobisindeki tv'den haberleri ve diğer programları seyrediyoruz. İspanyolca bilmesek bile, haberin içindeki yazı ve görüntülerden, mühtiş bir Chavez propagandası yapıldığını anlıyoruz. kanalın adı Venezuella tv. Avukatımızı Ali Rıza Bey, buradaki programlarında, dünyanın diğer yerlerindeki gibi, benzer formatta olduğunu ifade ediyor. Ben de, "küresel ve tüketici ABD kültürüne karşı koyabilecek bir alternatiflerinin olmadığı anlaşılıyor" diyorum. Yani, küresel Batı kültürel işgaline karşı koyabilecek bir alternatifleri yok, Hoş, Venezuella da nihayetinde, Batılı bir kültür içerisinde yoğrulmuş bir ülke. Karşı çıkarken bile, karşı çıktığı şeyi yaşatmak zorunda. Kıtanın büyük sosyalist düşünür kadını, Şili'den Marta Hernecker'in Başkan Chavez'le gerçekleştirdiği röportajlarında (kitablaştırıldı ve Türkçe olarak yayınlandı) ifade ettiği gibi.: Günümüzde, sosyalizm bile olsa, hiç bir sistemin insanlığın meselelerine çözüm getireceğine inanmıyor insanlar.