Tasavvufun engin târif ve mevzuuna bakıldığında onun, insanoğlu için pek mühim ve yüce bir gâyeyi düstûr edindiği görülür. Bu gâye, tâ ilk peygamberden itibâren bütün enbiyâ ve evliyânın gönül semâlarında bir güneş gibi mevcûd olan; "Allâh'a en güzel ve feyizli bir şekilde kulluk"tur. Bu yönüyle gâyelerin gâyesidir. Yâni Hakk'ın rızâsını kâmil mânâda kazanabilmek için mânevî hastalıklardan kurtularak Allâh ve Rasûlü'nün ahlâkından nasîb almaktır. Yâni nefsi dînin hükmüne râm etmek, ibâdetleri otomat hâllerden kurtarıp ihsan duygusuna kavuşmak, kalbi mânevî yücelikler istikâmetine yönlendirip netîcede selîm bir kalb ile rızâ-yı ilâhîye nâil olmaktır.
Beşer târihinin defâlarca sergilediği bir hakîkattir ki insan, aslî cevheri itibâriyle "ahsen-i takvîm" (varlıkların en şereflisi) yüceliğinde iken, yaradılış gâyesine yabancılaşıp istikâmetten ayrıldığında " بَلْ هُمْ اَضَلُّ" yâni "hayvandan daha aşağı" sıfatına bile mâruz kalabilecek bir varlıktır. Ondaki şeref ve kıymeti tâyin eden yegâne müessir îmândır. Îmândan sonra ise ahlâk gelir. Peygamberlerin tezkiye vazîfesi de insanları bu meziyetlerle tezyîn edebilmektir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in vârislerinden olan evliyâullâh ve onların o feyizli nebevî menbâdan telakkî ettikleri bâtın (kalb) ilmi de, Rasûlullâh'ın bu vazîfesine verâset ve vekâlet mevkiindedir.
Tasavvuf yolunda yürüyenler, her hâl ve hareketlerinde zâhirî ve bâtınî fazîletlerin merkezi olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e tam bir bağlılık gayreti içinde bulunurlar. Onları bu yola yönlendiren "ricâl-i mâneviyye" (Hak dostları) da böylece Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-'ın bu âlemde îfâ etmiş olduğu bir hizmeti deruhte etmiş olurlar ve:
"Gerçek âlimler, peygamberlerin vârisleridir." (Ebû Dâvud, İlim, 1) hükmü içerisinde yer alırlar.
Dolayısıyla tasavvufun maksadı olan mânevî olgunluğun, bir bakıma Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-'ın insanlarda gerçekleştirmek istediği gâyenin tezâhürü olduğu söylenebilir. Mâlum olduğu üzere bu gâye de, insanları îmân zemîninde nefsânî ve kötü huylardan kurtarıp, ahlâk-ı hamîdeye yâni mânevî olgunluğa ve güzel huylara yükseltebilmektir.
Bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Bu, benim zâtım için râzı olduğum bir dindir. Bu dîne yakışan da ancak cömertlik ve güzel ahlâktır. Bu dîne tâbî olma nîmeti size lutfedildiği müddetçe, onu bu iki hasletle yüceltiniz." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 20)
Bu itibarla da tasavvuf güzel ahlâkı; yâni merhamet, şefkat, cömertlik, affedebilme, şükür gibi ulvî hasletleri müminde bir lezzet hâline getirebilmektir.
Yine tasavvufta gâye, istîdâdı olanları zühd ve takvâ yolunda istîdâdları nisbetinde tekâmül ettirerek insan-ı kâmil, mükerrem insan, kendini ve Rabbini hakkıyla bilen, Hakk'a yakınlık neşvesini tadan, nefsin düşmanlıklarına mukâvemetle Rabb'e dost olan insan olma yolunda merhaleler kat etmeye teşvik etmektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (mes'ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim ve çok câhildir." (el-Ahzâb, 72) âyetinde buyurulduğu üzere fısk içinde bocalayan insanı "zulm" ve "cehâlet" sıfatından kurtarıp kâmil insan hüviyetine kavuşturmaktır. "Zulm"ün zıddı "adl"dir. Yâni kulun amelinin sâlih olmasıdır. "Cehl"in zıddı ise "ilim"dir. Gerçek âlim olabilmek için zâhirî ilme olduğu kadar, bâtınî ilme de sâhib olmak gerekir.
İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-:
"Veresetü'l-enbiyâ, zâhir ve bâtın (kalbî) ilme sâhip olanlardır." buyurmuştur.
İnsanın kurtuluşa ermesi, nefsindeki kötü sıfatlardan arınmasına, böylece amellerinin "amel-i sâlih"e, ilminin de şahsiyet kazanmasına, yâni "irfan"a dönüşmesine bağlıdır. İşte tasavvuf, bunu temin edebilecek âdâb ve erkânın kavranıp yaşanmasını gâye edinir.
Bu gâyeyi gerçekleştiren evliyâ, yani Cenâb-ı Hakk'ın kendisine dost edindiği velîleri, îmân ve takvâda kemâli yaşayan müstesnâ insanlardır. Cenâb-ı Hak onlardan şöyle bahseder:
"Bilesiniz ki, Allâh'ın dostlarına korku yoktur. Onlar, mahzun da olmayacaklardır. Onlar îmân edip de takvâya ermiş olanlardır." (Yûnus, 62-63)
Kalbde tezâhür eden îmân, kulu bütün bâtıl inançlardan kurtarıp Hakk'a yaklaştırırken, takvâ da kalbi mâsivâdan arındırır. Böyle bir kulun kalbi artık bir nazargâh-ı ilâhî vasfını kazanır. İlâhî hikmet ve esrârın tecellî mekânı olur.
Beşer târihinin defâlarca sergilediği bir hakîkattir ki insan, aslî cevheri itibâriyle "ahsen-i takvîm" (varlıkların en şereflisi) yüceliğinde iken, yaradılış gâyesine yabancılaşıp istikâmetten ayrıldığında " بَلْ هُمْ اَضَلُّ" yâni "hayvandan daha aşağı" sıfatına bile mâruz kalabilecek bir varlıktır. Ondaki şeref ve kıymeti tâyin eden yegâne müessir îmândır. Îmândan sonra ise ahlâk gelir. Peygamberlerin tezkiye vazîfesi de insanları bu meziyetlerle tezyîn edebilmektir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in vârislerinden olan evliyâullâh ve onların o feyizli nebevî menbâdan telakkî ettikleri bâtın (kalb) ilmi de, Rasûlullâh'ın bu vazîfesine verâset ve vekâlet mevkiindedir.
Tasavvuf yolunda yürüyenler, her hâl ve hareketlerinde zâhirî ve bâtınî fazîletlerin merkezi olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e tam bir bağlılık gayreti içinde bulunurlar. Onları bu yola yönlendiren "ricâl-i mâneviyye" (Hak dostları) da böylece Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-'ın bu âlemde îfâ etmiş olduğu bir hizmeti deruhte etmiş olurlar ve:
"Gerçek âlimler, peygamberlerin vârisleridir." (Ebû Dâvud, İlim, 1) hükmü içerisinde yer alırlar.
Dolayısıyla tasavvufun maksadı olan mânevî olgunluğun, bir bakıma Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-'ın insanlarda gerçekleştirmek istediği gâyenin tezâhürü olduğu söylenebilir. Mâlum olduğu üzere bu gâye de, insanları îmân zemîninde nefsânî ve kötü huylardan kurtarıp, ahlâk-ı hamîdeye yâni mânevî olgunluğa ve güzel huylara yükseltebilmektir.
Bir hadîs-i kudsîde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
"Bu, benim zâtım için râzı olduğum bir dindir. Bu dîne yakışan da ancak cömertlik ve güzel ahlâktır. Bu dîne tâbî olma nîmeti size lutfedildiği müddetçe, onu bu iki hasletle yüceltiniz." (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VIII, 20)
Bu itibarla da tasavvuf güzel ahlâkı; yâni merhamet, şefkat, cömertlik, affedebilme, şükür gibi ulvî hasletleri müminde bir lezzet hâline getirebilmektir.
Yine tasavvufta gâye, istîdâdı olanları zühd ve takvâ yolunda istîdâdları nisbetinde tekâmül ettirerek insan-ı kâmil, mükerrem insan, kendini ve Rabbini hakkıyla bilen, Hakk'a yakınlık neşvesini tadan, nefsin düşmanlıklarına mukâvemetle Rabb'e dost olan insan olma yolunda merhaleler kat etmeye teşvik etmektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (mes'ûliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o, çok zâlim ve çok câhildir." (el-Ahzâb, 72) âyetinde buyurulduğu üzere fısk içinde bocalayan insanı "zulm" ve "cehâlet" sıfatından kurtarıp kâmil insan hüviyetine kavuşturmaktır. "Zulm"ün zıddı "adl"dir. Yâni kulun amelinin sâlih olmasıdır. "Cehl"in zıddı ise "ilim"dir. Gerçek âlim olabilmek için zâhirî ilme olduğu kadar, bâtınî ilme de sâhib olmak gerekir.
İmam Gazâlî -rahmetullâhi aleyh-:
"Veresetü'l-enbiyâ, zâhir ve bâtın (kalbî) ilme sâhip olanlardır." buyurmuştur.
İnsanın kurtuluşa ermesi, nefsindeki kötü sıfatlardan arınmasına, böylece amellerinin "amel-i sâlih"e, ilminin de şahsiyet kazanmasına, yâni "irfan"a dönüşmesine bağlıdır. İşte tasavvuf, bunu temin edebilecek âdâb ve erkânın kavranıp yaşanmasını gâye edinir.
Bu gâyeyi gerçekleştiren evliyâ, yani Cenâb-ı Hakk'ın kendisine dost edindiği velîleri, îmân ve takvâda kemâli yaşayan müstesnâ insanlardır. Cenâb-ı Hak onlardan şöyle bahseder:
أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ
"Bilesiniz ki, Allâh'ın dostlarına korku yoktur. Onlar, mahzun da olmayacaklardır. Onlar îmân edip de takvâya ermiş olanlardır." (Yûnus, 62-63)
Kalbde tezâhür eden îmân, kulu bütün bâtıl inançlardan kurtarıp Hakk'a yaklaştırırken, takvâ da kalbi mâsivâdan arındırır. Böyle bir kulun kalbi artık bir nazargâh-ı ilâhî vasfını kazanır. İlâhî hikmet ve esrârın tecellî mekânı olur.