HELÂL VE HARAMDA TAKVA DERECELERİ
Ey aziz kişi, bil ki, helâl ve naramın birçok derecelen vardır. Hepsi bir türlü değildir. Birbirine benzemez. Sebebi de şudur: Kimisi helâldir, kimisi helâl değildir. Ki*misi de çok temiz helâldir. Haram da böyledir. Kimisi çok kötü haramdır. Tıpkı hastaya hararetin ziyan verdiği gibidir. Çok sıcak olan her şey ateşli hastaya daha çok zarar verir. Sıcaklığın derecesi her şeyde ayrı ayrıdır. Nitekim, bal tatlılıkta şeker gibi değildir. Har*am da böyledir. Müslümanların haramdan kaçınmaları da beş derece üzerine olur.
Birinci Derece: Allah'a ve Ahiret gününe inanan bütün Müslümanların takva derecesidir ki, şeriatın haramdır dediği şeylerden kaçınmaktır. Buna eskiler "verâ-i udûl" demişlerdir. Adaleti gözeten, adalet ehli olan kimselerin sakınması demektir.
Bu derece haramdan sakınmak bütün derecelerin en umumisi, ilkidir. Bir kimse bu türlü haramdan kaçınmaktan el çekerse onun adaleti, yâni doğruluğu bâtıl olur. Bu gi*bi kimseye fâsık, âsi denir.
Haramdan kaçınmanın daha nice dereceleri vardır. Çünkü bir kimse başkasının malını rızası ile, ama fasit bir akitle alsa, o alış haram olur. Fakat zorla alınırsa daha haramdır. Eğer bir fakirden veya bir ana-baba öksüzünden zorla alınsa, daha da çok har*am olur. Eğer faiz sebebiyle fasit bir akit yapılırsa bu haramın haramıdır. Her ne kadar bunların hepsine haram denirse de, bir şey ne kadar ziyâde haram olursa onun ahirette azabı o kadar ziyade olur. Bağışlanma, affedilme umudu da çok müşkül ve zordur. Nite*kim şeker hastası bal yese onun tehlikesi ziyadeleşir. Haddinden fazla şeker yiyen kişinin tehlikesi az yiyenden daha çok olur. "Helâl hangisidir? Haram hangisidir?"
Bunların tafsilâtını ancak fıkhı baştan başa okuyup anlamış olanlar bilir. O fıkhı baştan başa okumak da her kişiye gerekli değildir. Şundan ötürü ki, yiyeceği ganimet malından ve cizye parasından bir alacağı olmayan kişinin ganimet ve cizye bilgilerini okumasının lüzumu yoktur. Bir kimseye ancak muhtaç olduğu kitabı okumak vaciptir. Meselâ, eğer bir kimsenin geçimi alış-verişten geliyorsa, ona alış-veriş ilmini öğrenmek vacip olur. Eğer kira (icare)den geliri varsa, icâre bilgisini öğrenmek ona vaciptir
Her sanatın bir ilmi vardır. Ve her sanatın ilmi, ehli olan kişiye vacip olur.
İkinci Derece: Salihlerin haramdan el çekişleridir. Bu derecede olan bir şey hakkında alimler:
"Haram değildir, fakat şüpheden de uzak değildir" dese, o türlü şeylerden el çekerler. Şüphe üç kısımdır: Bazı şüphelilerden sakınmak vaciptir. Bazısında müstahaptır. Vacipten sakınmak birinci derece, müstahaptan sakınmak ikinci derecedir. Üçüncüsü ise vesvese ve kuruntudur ki, bu faydasızdır. Meselâ bir kişinin avladığı avın eti için: "Belki bu av bir kişinin malıdır, ihtimal ki, bu av onun elinden kaçmıştır, diyerek onu yememesi bir kuruntudur. Yahut bir ariyet evde otururken: "Belki bu evin sahibi öldü ve ev onun mirasçısına geçmiştir. Ben o mirasçının rızası olmadan bu evin içinde bulunamam" diyerek evden dışarı çıkmak istemesi, vesveseden başka bir şey değildir. İşe yarar bir şey değildir. Bundan ötürü haram olmayan bir şeyi. haram olur korkusu İle terkedenler hakkında Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Eğer sana şüphe veri*yorsa, o şeyi bırak, şüphe vermeyeni yap" Ama bu gibi şüpheli haramlar hakkında
Üçüncü Derece: Muttakilerin takvâsıdır ki, haramdan ve şüpheli olandan başka helâl olup da kendisinde haram korkusu olan şeyden sakınmaktır. Bunlar haramdan ve kuşkulu şeylerden korkanlardır. Yâni bir şey ki, haram olmasa, hattâ şüpheli de olmasa, mutlak helâl bile olsa, yine de kuşkuya ve harama düşmek korkusu ile ondan el çekmektir.
Vaktiyle bir kişinin bir başka kişide yüz akçe alacağı vardı. Doksan dokuz akçeden fazlasını almadı. "Tamam alırsam belki fazla almış olurum!" dedi.
Ali bin Muid der ki: "Bir evi kiralamıştım. Bir gün bir mektup yazdım. Yazının mürekkebini bu evin toprağı ile kurutmak diledim. Önce "Bu ev benim evim, benim mülküm değildir. Bu toprağı mektubun üzerine saçmak caiz değildir!" dedim Sonra da: "Bu kadar toprağın ne kıymeti vardır diyerek önceki düşüncemi değiştirdim. Mektubumun üstüne bir miktar toprak serptim. Ve rüyamda bir kişi gördüm. Geldi, bana: "Kimi kişiler duvardaki toprağın ne değeri vardır!" derler. Yarın Kıyamet gününde halin gerçeğini anlayacaklardır!" dedi.
İşte bu derecede olan kişiler takva yolunda böyle olurlar, en küçük şeyden sakınırlar. Bir şey az olursa ondan kıymetli şey yoktur. Onlar: "Belki de az şeyin yolu açılmakla, fazlaya gidilir" Muttakiler derecesinden düşeriz." Derler, şüpheli şeylerde ihtiyatlı olurlar.
Hazret-i Ali'nin oğlu Hüseyin (Allah onlardan razı olsun) henüz çocuk iken sadaka malından bir hurmayı ağzına almıştı. Resulullah ona: "Ey Hüseyin! At onu ağzından! Kötüdür o, bırak!" diye buyurdu.
Halife Abdül Aziz oğlu Ömer'in hazinesine ganimet malından misk getirmişlerdi. Burnunu örterek: "Miskin yararlılığı, kokusundadır. Bu fayda da bütün Müslümanların hakkıdır" dedi.
İkinci Halife Hazret-i Ömer için de rivayet edilen şöyle bir misk hikâyesi vardır:
"Bir gün Bahreyn'den Hazret-i Ömer'e (Allah ondan razı olsun) bir parça misk gelmişti. Onları kadınlara dağıtmak için evine göndermişti. Akşam evine gelince karısının başörtüsünde misk kokularını duydu, "bu kokular nedir?" diye sordu. Karısı: "Misk tutarken elimde kokusu kaldı" diye cevap verdi. Ve ilâve etti: "Elimi başörtüme silmiştim.'' Hazret-i Ömer (Allah ondan razı olsun) hemen başörtüsünü çıkartıp eline aldı. Bir testi su getirdi. Onu, su ve toprakla yıkadı. Misk'in kokusu hiç kalmayıncaya kadar oğdu. Ondan sonra baş örtüsünü karısına geri verdi. Bu kadarı hoş görülüp Hazret-i Ömer, karısına bir şey dememesi gerekirken: "Bu hal, başka şeylere de yol açar" diyerek bu yolun kapısını kapamış oldu. Hem de bir haram işlediği korkusu ile helâlden el çekmiş, muttakiler sevabını da kazanmak işlemişti.
Ahmed bin Hanbel'den (Allah ondan razı ol*sun) sordular:"Bir kimse mescitte olduğu zaman padişahın malından o mescitle buhur yaksalar, ne yapmak gerekir?" Ahmed bin Hanbel: "Mescitten dışarı çıkmak gerekir!" diye cevap verdi. Çünkü o buhur haramdır. O buhur kokusunun koklanmaması lâzımdır. Çünkü koklamak da harama yakındır. Çünkü, o kokunun o kişiye erişip elbiseye tesir ed*ip ona sinmesi düşünülebilir. Haram da hasıl olur. Çünkü o koku belki de müsamaha ol*unan şeylerden değildir. Yine
Ahmed bin Hanbel'e şöyle sordular: "Bir kimsenin hadis ilminden yazılı bir kâğıt eline geçse, sahibinin izni olmadan o hadisi yazabilir mi?" O da şu cevabı verdi: "Hayır, Bu caiz değildir,"
Hazret-i Ömer'in (Allah ondan razı otsun) bir hatunu vardı. Bu karısını çok severdi. Fakat halife seçilince kadıncağızı boşadı. Bu, bir iş yaptığı sırada bu kadının şefaatte bulunacağı şüphesinden ileri gelmişti. Kadını çok sevdiği için onu kırmak istemeyebilir ve böylece adaletine gölge düşürebilirdi.
Ey aziz, bil ki, dünya niyeti olan bir şeyle uğraşmak, onunla uğraşan kişiyi başka nice işlere düşürebilir. Hatta bir kişi doyuncaya kadar helâlden yese, o kişi müttakilik derecesinden mahrum kalır. Çünkü çok helâl, şehveti tahrik eyler, bundan da akıl almaz fikirler doğar. Hem de nefis, dinçlenir, kötü huylar edinme korkusu başlar.
Meselâ dünya ehlinin malına, köşküne, bağ ve bahçesine tamah duyulur. Çünkü, helâli çok yemek dünya tamahını depreştirir. Dünya isteği artar. Kişi bu isteğe düşünce, harama koşar. Bu sebeplendir ki, Resul aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: "Dünyayı sevmek bütün günahların başıdır!"
Dünyadan murad, mubah olan şeylerdir ki, mubah olan şeyler dünyayı sevdirir, bu sevgi de dünyayı çok talep etmeğe sebep olur. Dünyayı çok dilemek günah işlemeden olamaz. Günah da Allah'u Teâlâ'yı unutmakla başlar.
Dördüncü Derece: Bu, sıddıklar derecesidir. Bu gibi kişiler, harama girmese dahi içlerinde günah ve zulüm korkusu bulunan helâlden bile kaçınır, uzak bulunurlardı. Ona da misal şudur:
Bişr-i Hafî (Allah rahmet eylesin) sultanların yolunu açmış olduğu çeşmelerden su içmezdi. Yine, bunun gibi bir kısım halk, hac yolunda su içmezlerdi. O su havuzlarını sultanların kazdırdığını sanırlardı.
Ahmed bin Hanbel, mescidde terzilik yapmayı çirkin bulurdu. Ve o türlü terzilikten kazanılan akçeyi iyi görmezdi. Ona: "Mezarlıkta eğrilen iplik nasıldır? diye sordular. O da: "Ben kabristanlarda eğrilen işleri kerih görürüm. Çünkü kabristan ahiret evidir!" dedi.
Bu yolda açıkladığımız zühd ve takva örnekleri, sıddıkların ne ulu derecede olduklarını gösterir. Her kimse bu anlattığımız zühdün hakikatine erişemez. Vesveseye düşer. Onlar, hiçbir fâsığın (günahkarın) elinden bir şey yemezler. Ama gerçek bu değildir. Çünkü, haram yemek ve haramdan kuvvet almak fasığa değil, zâlime mahsustur. Kuvveti de haramdan meydana gelir.
Beşinci Derece: Allah'a yakın kişilerin, mukarreplerin ve tevhid ehlinin takvâsıdır.Bu gruptaki kimseler Hak Teâlâ'dan gayri için olan şeyleri kendilerine haram etmişlerdir. Meselâ yemek yemek, giyinmek, uyumak, konuşmak gibi şeylerin hepsini Allah'tan başka bir maksad için olduğu takdirde haram saymışlardır. Bunlar şu toplulukturlar ki, himmetleri ve sıfatları bir olmuştur. En üstün şekilde muvahhit olan bunlardır.
İSMAİLAGA.WEB