aliye_aliye
Altın Üye
- Katılım
- 25 Eki 2006
- Mesajlar
- 16,828
- Tepki puanı
- 4
- Puanları
- 38
- Konum
- ~* پایتخت آن بهشت *~
- Web Sitesi
- www.fizikist.com
Hayat ve hâdiseler karşısında bu nebevî üslûbu benimseyenlerin şiârı olan “zühd” ve “takvâ” bâzen yanlış anlaşılmaktadır. Bunların, dünya nîmetleri ve zenginlikten tamamen el-etek çekmek olduğu zannedilmektedir. Hâlbuki ancak varlıkla îfâ edilebilen mâlî ibâdetler de Hak katında çok kıymetlidir. Kur’ân-ı Kerîm’de 200 yerde infak kelimesi geçmektedir. İslâm’ın beş temel esâsından ikisi olan hac ve zekâtın îfâsı, dînen zenginliğin asgarî ölçüsü sayılan nisâb miktarı dünyalığa sahip olmakla mümkündür. Ayrıca “veren el”in “alan el”den üstün olduğu yolundaki İslâmî kâide24 de bu ibâdetlerin nisâbına sahip olmayı teşvîk eden diğer bir keyfiyettir. O hâlde zühd, dînin teşvîk ettiği bir husûsa aykırı olamaz.
Günah ve gaflete düşmek korkusuyla dünya nîmetlerine müstağnî davranmanın, zühd ve takvâ îcâbı olduğu bir gerçektir. Lâkin, bu istiğnâ kalbîdir; fiilî ve zâhirî değildir. Yâni zühd ve istiğnâ, dünya nîmetleri ile meşgûl olmakla birlikte onları kalbe sokmamaktır. Bu itibarla zühd, fakirlik değil; zengin-fakir her mü’mine gereken kalbî bir tavırdır.
İlâhî takdîr netîcesinde zâhiren fakr u zarûret içinde yaşayan bir kimse, kalben dünyevî arzular peşinde sürüklenmekteyse, zühd ve istiğnâ ehli sayılamaz. Zîrâ zühd ve istiğnâ, kaderin sevkiyle mecbûren aza kanaat değil; irâdî olarak kalbi dünyaya esîr olmaktan muhâfaza etmektir.
Nitekim şu kıssa, bu düstûru ne güzel îzâh etmektedir:
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür. İçinden:
“Yazık! Bu delikanlı Hakk’a kulluk edeceğine mâsivâ ile meşgûliyete dalmış!..” der. Fakat gencin kalbine nazar edince hayretle görür ki, âzâlar dünyevî meşgûliyette, kalb ise Rabb’iyle berâber ve zâkir durumda…
Bu sefer:
“Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” buyurarak genci takdîr eder.
Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce adamın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:
“Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder.
Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakîk kalbi, mahzun olur.
Kıssadan da anlaşılacağı gibi mühim olan; dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devâm ettirebilmektir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da, dünya hayâtında insanı, varlık deryâsında yüzen bir gemiye teşbîh ederek şöyle der:
“Şâyet deryâ, geminin altında bulunursa, ona istinadgâh olur. Fakat dalgalar geminin içine girmeye başlarsa onu helâke götürür.”
Gerçekten dünya nîmetlerinin, kalbi Allâh’tan alıkoyup kendine bendetmek husûsundaki mânevî tehlikesi, inkâr edilemez. Esâsen, her mü’min Kur’ân-ı Kerîm’de bu tehlikeden “mal” ve “evlâd” için buyrulan “fitne” tâbiriyle îkaz edilmiştir. Buna göre dünya ile meşgûl olurken kalbi gafletten korumalıdır. Kalb, dünya muhabbetinden korunamadığı takdirde dünyanın zerresi bile merduddur.
... OSMAN NURİ TOPBAŞ / Son Nefes ...
Günah ve gaflete düşmek korkusuyla dünya nîmetlerine müstağnî davranmanın, zühd ve takvâ îcâbı olduğu bir gerçektir. Lâkin, bu istiğnâ kalbîdir; fiilî ve zâhirî değildir. Yâni zühd ve istiğnâ, dünya nîmetleri ile meşgûl olmakla birlikte onları kalbe sokmamaktır. Bu itibarla zühd, fakirlik değil; zengin-fakir her mü’mine gereken kalbî bir tavırdır.
İlâhî takdîr netîcesinde zâhiren fakr u zarûret içinde yaşayan bir kimse, kalben dünyevî arzular peşinde sürüklenmekteyse, zühd ve istiğnâ ehli sayılamaz. Zîrâ zühd ve istiğnâ, kaderin sevkiyle mecbûren aza kanaat değil; irâdî olarak kalbi dünyaya esîr olmaktan muhâfaza etmektir.
Nitekim şu kıssa, bu düstûru ne güzel îzâh etmektedir:
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği büyük velîlerden Muhammed Pârisâ Hazretleri, hacca giderken yolu üzerinde uğradığı Bağdad şehrinde genç bir sarrafa rastlar. Gencin birçok müşteriyle durmadan alışveriş hâlinde olup zamanını aşırı dünyevî meşgûliyetlerle geçirdiğini zannederek üzülür. İçinden:
“Yazık! Bu delikanlı Hakk’a kulluk edeceğine mâsivâ ile meşgûliyete dalmış!..” der. Fakat gencin kalbine nazar edince hayretle görür ki, âzâlar dünyevî meşgûliyette, kalb ise Rabb’iyle berâber ve zâkir durumda…
Bu sefer:
“Mâşâallâh! El kârda, gönül yarda!..” buyurarak genci takdîr eder.
Hicaz’a vardığında da Kâbe’nin örtüsüne sarılmış içli içli ağlayan ak sakallı bir ihtiyarla karşılaşır. Önce adamın yana yakıla Cenâb-ı Hakk’a yalvarmasına ve dış görünüşüne bakarak:
“Keşke ben de böyle ağlayarak Hakk’a ilticâ edebilsem.” der ve adamın hâline gıpta eder.
Sonra onun da kalbine nazar edince görür ki, bütün duâ ve ağlamaları, fânî bir dünyalık talebi içindir. Bunun üzerine rakîk kalbi, mahzun olur.
Kıssadan da anlaşılacağı gibi mühim olan; dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devâm ettirebilmektir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da, dünya hayâtında insanı, varlık deryâsında yüzen bir gemiye teşbîh ederek şöyle der:
“Şâyet deryâ, geminin altında bulunursa, ona istinadgâh olur. Fakat dalgalar geminin içine girmeye başlarsa onu helâke götürür.”
Gerçekten dünya nîmetlerinin, kalbi Allâh’tan alıkoyup kendine bendetmek husûsundaki mânevî tehlikesi, inkâr edilemez. Esâsen, her mü’min Kur’ân-ı Kerîm’de bu tehlikeden “mal” ve “evlâd” için buyrulan “fitne” tâbiriyle îkaz edilmiştir. Buna göre dünya ile meşgûl olurken kalbi gafletten korumalıdır. Kalb, dünya muhabbetinden korunamadığı takdirde dünyanın zerresi bile merduddur.
... OSMAN NURİ TOPBAŞ / Son Nefes ...