imported_katre_
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 5 Tem 2009
- Mesajlar
- 43
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 35
ve bihi nesteinu
Sırr-ı ihlâs Fenâ-fil-İhvân'sız olmaz. İhlâs var,sırr-ı ihlâs var..
Söz herkese söylenir, sır ehline verilir. İhlâs herkesde olabilir fakat onun sırrına ermek fena manasını zaruri kılar.(123) Bir adam hizmet ediyor,Risale okuyor mücahede ediyor, hatta namaz kılıyor, oruç tutuyor, Hacca gidiyor, yani bunları kendisinin; kendi hesabına yaptığının farkında. Bu adam hoştur, güzeldir. Fakat bu zat bu BEŞİNCİ maddenin yani: "Sırr-ı ihlâs ile Fenâ-fi-1- ihvan" mazharı olmaktan mahrumdur. Zira kabiliyetleri var. Zühre çiçeği gibi renkleri var, hizmetleri var.Var... Var... Var.... Halbuki bu madde icab ediyorki, mertebesi olmayan bir yokluğa düşe. Yani mutlak bir yokluğa. Ne sorsan, ne araşan karşına hep koskocaman bir yok çıka. İşte bu, fena manasının hakikatidir. Yokluk, ama bir vara karşı yokluk. Bir var olanda yok olmak. KENDİSİNİ KENDİ HESABINA HAREKET ETMENİN MADDİ VE MANEVİ HER ÇEŞİDİNDEN AZL ETMEK. Aksi takdirde kendi hesabına heraket ettiğinin şuurunda olan bir adam "Acizane Fakirane-Estağfirullah"gibi tabiratı ne kadar ustalıkla kullanabilirse, bilsin ki; enaniyeti o nisbette kat'iyyet ve kuvvet kesbetmiştir. Rabb'imizden mağfiret dileriz..
Burada bir ayrı husus da şudur ki; mektupta geçen bu sıralama gelişi güzel bir sıralama değildir. Bir evvel ki husus vücuda gelip kat'iyet kesbetmedikçe ondan sonrakinin olması mümkün değildir. Meselâ; Sırr-ı ihlâs ile Fenâ-fi-l-İhvân hakikatinin yaşanabilmesi için; (şayet istidadı müsaitse) kendinden evvelki dört hasletin de o kimsede içtima etmiş olması lâzımdır. Meselâ: Risale-i Nuru kemaliyle okumayan, bilmeyen, elbette onun meşrebini de bilemez ve ona göre hareket edemez ve hakeza....
"Zaten Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz"Haliliye" olduğu için, meşrebimiz "Hıllet"dir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktizâ eder. "(124)
"Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir."Yani dairemizde diğerlerine ders verebilecek bir duruma gelmiş olanın, ders verdiği kimselere karşı takınacağı tavır; uhuvvetle kardeşlik tavrıdır. Ne babanın; (sarhoş da olsa, ayyaş da olsa, her türlü ahlaksızlığı da irtikâb etmiş olsa) bir evlâdına karşı, şefkatinin iktizası olarak onunla afûvkârâne muamele etmesi şeklinde olacak ve nede şeyhin müridine karşı olan âmirane ve hakimane tavrına benzeyecek. Zira kardeş kardeşin kusuruna da, yanlışına da, yaramaz işlerine de bir dereceye kadar müsamaha edebilir. Ya terbiye eder,ya alâkayı lüzumlu seviyeye kadar düşürür. O'nun ahlaksızlığında berdevam olmakla beraber ailenin huzurunu kaçırmasına müsaade edemez. Küçük kardeşi de bunu böyle bildiği için, ana ve babasına karşı gayet sorumsuz olan tavır ve hareketlerini ağabeysine karşı düzeltmek mecburiyetini hisseder. Yoksa zannedildiği gibi, otuz senelik bir nur talebesinin, otuz günlük bir gencin ayakkabısını çevirmek, onun içecek suyunu getirmek bu düsturun iktizası değildir.
Bir gün Hacı Hulusi Efendi'nin sohbetindeyiz. ikindi namazına takriben bir saat kadar var. Ders okunuyor. O sırada ders salonuna 17-18 yaşlarında bir genç girdi. Mevsim yaz. O genç de gayet dar bir pantolon giymiş, kısa kollu bir gömlek, başında külah falan bir şey yok, ayakları da çıplak olarak geldi oturdu. Pantolonu da öyle bir desendeki; dikkatli bakmayan onu pijama zanneder. Hacı Hulusi Efendi şöyle sıkıca bir baktı, kim olduğunu sordu. O genç de yanılmıyorsam İstanbul'dan bilmem kimin dersanesinden geldiğini ve kendisini ziyaret etmek istediğini söyledi. Hacı Hulusi Efendi de (K.S): "Kardaşım git elbiseni giy de öyle derse gel" dedi. O genç ders salonunudan çıkarken Hacı efendi dersane ilgililerine ikinci bir emirle; "Gidin o zata bir elbise bulun giydirin" diyordu. Evet bu zamanın genci babasının yanına o kıyafetle gayet rahatlıkla çıkabilir. Eskiden bir şeyhin müridi ise değil o kıyafetle şeyhinin huzuruna gelmek, belki yatakta dahi o halde bulunmaktan haya ederdi.
İşte Üstadımızın ihlâs kahramanı dediği Hulusi'nin (K.S.) o gence karşı hakiki kardeşlik vasıtasıyla verdiği ders. Ne pederâne, lüzumsuz bir şefkatle onu hoş görmüş, ve ne de şeyh gibi ziyade Tecziye tarafına gitmiştir. Uhuvvetkârane, kardeş gibi onun ıslahına çalışmıştır.
"Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer..." Bir üstadlık üstada mahsustur.''(125) Geriye ondan ders alanlar kalır. Onların içerisinde de elbette; ilk-son,büyük-küçük, alim-ami v.s. gibi hususlardan dolayı farklılıklar olacaktır. İlk gelen son gelene, büyük olan küçüğe, alim olan amiye HOCALIK ve MÜRŞİDLİK yapacaktır. Herkes bulunduğu yerde halen kendinden aşağı olanların hocası, kendinden yukarı olanların talebesidir..
"Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir..." kıyas edildiği şeylerden anlaşılıyor ki; Hz.Üstad'ın buradaki "uhuvvet'ten muradı ilk gelenin son gelene, yaşlının (yaşı Risale-i Nurda geçmiş) gence; Alimin (Risale-i Nur'un alimi) amiye karşı takınacağı tavrını anlatmaktır. Yoksa bu tabiriyle yeni terbiye dersleri almağa gelmiş bir Nur talebesine; dairede MÜRŞİD durmuna gelmiş zatları tanımamak selâhiyetini vermemiştir..
Şimdi bir hususun kesin hatlarıyla tesbit edilmesi zaruri hale gelmiştir. Bu Risale-i Nur mesleğinin kuruluşundaki terbiye esasları nelerdir? Bu hareket bir irşad hareketi midir, yoksa felsefî ve aklî bir meslek midir?.
Eğer Risale-i Nur hareketinin bir terbiye hareketi olduğu kabul edilirse, bu terbiye hareketinde terbiyecilerin olması zaruri olur. Muallimsiz bir eser, hatta Allah'ın kelâmı olan Kur'an-ı Azimü-ş-Şân dahi olsa, manasız bir sözden ibaret kalır.(126) Onun için âlemde nübüvvet hakikati zaruri olmuştur. Eğer Risale-i Nur hareketi, bir irşad hareketi ise mürşid elbette zaruridir. Mürdişsiz irşad elbette mümkün değildir. İsterse bu zat, Hz. Bediüzzaman gibi bir harika-i fıtrat ve 14. asır denilen fitne-i ahirzamanın ıslah edici vazifelisi olsun. Onun da bir mürşide ihtiyacı olmak zarurîdir..
"... Zaten ÜVEYSÎ bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi "Gavs-ı Âzam'dan (K.S) ve Zeynelâbidîn (R.A) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den" (R.A.) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire onların dair esidir."(127) Üveysiyet bir meşrebtir.(128).
Senin benim gibi adamların uyanık iken birbirimizle konuştuğumuz gibi, bu zatlar böylece yakazaten kendinden 1400 sene evvelki bir zattan irşad dersini alabilirler ve almışlar.(129).Yani Risale-i Nurun muhterem müellifi (R.A) bir mürşidden ders almıştır. Kendisi de etrafındaki ilk halkayı oluşturan, (Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüştü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühtü, Lütfi, Husrev, Re'fet) oniki mübarek zatlara ve daha sonra 1944 senesinin sonlarına kadar sayıları otuza baliğ olan mübarek zatlara hakiki bir mürşid olmuşlardır.(130)
Peki kuruluşunda hayatiyet derecesinde zarurî olan bir mürşid hakikati, sonradan nasıl oldu da hiç lüzumu olmayan bir iş haline geldi? Acaba hakikaten lüzum kalmadığından mı, yoksa İslâm düşmanlarının muvaffak olmuş bir plânı neticesinde mi bu zaruret ortadan kaldırılmıştır?
Mürşid zaruretinin ortadan kalkmadığını, Risale-i Nur dairesindeki hâzin manzara, semavatı çatlatacak derecede bağırarak ilân ediyor. Bir dostumuz Anadolu'nun ortasındaki büyük bir vilayetten bir mektup alıyor. Mektubu yazan, bir bacımız. Mektubunda bir çok sualler var. Suallerden birisi de şu: "Buranın ileri gelen nurcularının hemen hemen tamamı televizyon müptelası olmuşlar. Eve gelir-gelmez televizyonlarının başına geçiyorlar. Bu yüzden hanımlarıyla bir çok anlaşmazlıklar sudur ediyor. Hatta ben kendi babama ne söyleyeceğimi şaşırdım. İlâahir..."
Şimdi ey mürşide ihtiyacımız yok diyen muhterem Nurcular! Acaba bahsedilen o nurcular bu mel'un aletin zebunu olup evlerini bir meyhane köşesine çevirmelerindeki esas sebep; Risale-i Nurları bilmedikleri midir? Veya okumadıklarından mıdır? Veya Risale-i Nur davasından vazgeçtiklerinden midir? Hayır hayır bunların hiçbirisi değil.Bunlar ve bunlar gibi olan bütün nurcular, bir hakikatten gaflet etmişlerdir. O da her insanın olduğu gibi onların da Risale-i Nur dairesi içerisindeki bir mürşide olan ihtiyaçlarıdır. 1960'dan sonra Risale-i Nur dairesinde kasırgalar esti, seller gitti, zelzeleler oldu, bizi biz yapan bütün değerler alt üst oldu. Sözlerinde değer olanlar ve Kastamonu'da bulunduğu sırada Üstad Hz. tarafından bir müracaata verilen cevapla kendilerine Risale-i Nur derslerini talim etmek için icazet verilenler,bir çırpıda safdışı bırakıldılar. Söz ayağa düştü.Mürşidsiz bir topluluk ne olabilirse, bizler de o kadar olabildik..
"Risale-i Nur'un santralı olan Sabri'nin mektubunda iki nokta nazar-ı dikkati celbetti. Birincisi: Risale-i Nur'un yüksek talebelerine ve erkânlarına izin ve İCAZET noktasıdır. Madem Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi onları çok zaman dairesinde muhafaza edip çalıştırmıştır. Elbette o sebatkâr halislere İCAZET vermiş, izni onlarla beraberdir... "(131)
Demek ki Risale-i Nur dairesi de bir irşad dairesidir. MÜR'ŞİDİ VARDIR. İcazet alıp ders verecek mertebeye gelen talebeleri vardır. Onlara icazet veren Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi denilen bir zat vardır..
Bu edebi nereye attık Ya Rabb. Sabri (K.S.) ilk on iki zattan birisi, âlim ve hafız-ı Kelâm bir zat.Yine de Risale-i Nurlarla ders vermek için hocasının iznini talep ediyor. Hem de bu meziyetleriyle beraber 14-15 senelik Nur talebesiyken... Hal-i pürmelalimizi var kıyas eyle. Darbeyi nereden yemişiz iyice anla..
"Kur'an-ı Hakîm'in bu zamanda bir mu'cize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur hesabına, ben de onun bir şakirdi olmak haysiyetiyle ona karşı tasdikkârane teslimi ve irtibatı, şâkirane kabul ediyorum. "(132).
Her bir Nur talebesinin Hz. Üstad (R.A.) gibi üç şahsiyeti vardır.(133) Birisi nefsine, enaniyetine nazır olan pencere. İkincisi ma'buduna karşı yaptığı ibadetlerindeki şahsiyyeti. Üçüncüsü ise Kuran hizmetindeki şahsiyeti. İşte bu üçüncü şahsiyyet itibariyle vazifelidir.Kendisinin o şahsiyetinde,tevazu gibi, şahsî kemâlât peşinde koşmak gibi arızalarla tasarruf etmeğe hakkı yoktur.O şahsiyyeti itibariyle Kuran ve Risale-i Nur hesabına bir makamı vardır. Kendinden aşağıdakine kardeşâne bir muallim, kendinden yukarıdakilerine ise Sabri (K.S.) misâl edebli bir talebedir..
Yukarıdaki ibareden elbette gayet zahir olarak görülüyor ki: Risale-i Nur dariresinde de MERCİİYET vardır. Anarşi bahse konu değildir. Madem merciiyet işin başında, kuruluşunda, esasında mevcuttur, sonunda ve semeresinde de olmak zarurîdir. Yoksa akim kalır, matlup eseri gösteremez. "Bir şey "mâ vudia leh" inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez. "(134)kuruluşu böyle, muvaffakiyeti böyle olmuş..
Risale-i Nur'da TEVECCÜH MERCİİ daima bir tane olmuştur. Kalbler bu sayede parçalanmaktan kurtulmuş, istişarelerin müsbet neticeleri görülmüştür. Neyi istişare edeceğine karar veren ve kimlerle hangi meselede istişare edeceğini bilen, istişarenin neticesini kendi insiyatifiyle yönlendiren birisi olmadıkça, istişare denilen şey,kahve sohbetinden ileri bir değer taşımaz. İTTİBA ŞARTTIR. Bu ittiba' ise berberlerin dernek başkanına olan ittiba'ları cinsinden olmamak gerekir.İstişarenin ilk şartı işin başında mes'ul bir zatın bulunmasıdır. O zat gerekli istişareleri yapar, ondan sonra kararını verir ve tatbik safhasına koyar.Ondan sonra ki işlerin müsbet veya menfî ne olursa olsun mesulü o zat olur. Siz söylediniz ben de yaptım diyemez. Her neyse esas meselemiz bu değil. Risale-i Nur'un kuruluşunda da merci'-i umumî Hz. Üstad (R.A.) olmuştur. O umumi mercie fena manasında merbut olan her beldenin de hizmette merciiyet kazanmış bir zatı bulunmuştur. Onun için Hz. Üstad (R.A.) Hüsrev (K.S.) Efendi'nin hizmet tezgâhına Gül fabrikası, Hafız Ali Efendi'nin (K.S.) dershanesine de Nur fabrikası ismini vermişlerdi. Hulusi Efendi'nin (K.S.) beyanlarına göre şarktan Hz. Ustad'ı ziyarete gidenlere "Buraya kadar neden geldiniz. Hulusi orada değil mi?" diye söylediğini dinlemiştik. Yani her belde hizmetinin başında bulunan zatı orada merci' durumuna getiriyor. Bu tesbitimize dair misaller pek çok olduğu için ziyade izaha lüzum görmüyoruz..
Aslında burada büyük bir lütf-u irşad hakikati yatmaktadır. Şöyle ki: "Sabıkan geçmişti; Derecât-ı takdir, derecât-ı fehim gibi mütefavit ve müteaddiddir. Herkes derece-i fehmine göre takdir edebilir."(135) Hz. Üstad (R.A.) aslında gelenlere bulundukları beldelerin ERKÂNLARINI tavsiye buyururken bu hususunda rolü büyük olmuştur kanaatindeyiz. Yani gelen bir adam bir defa görmekle Hz. Üstad'ı ve davasını ne kadar anlayabilir. Halbuki her zaman görüşmesi mümkün olan ve Hz.Üstad'ı elbetteki o yeni gidenden daha iyi tanımış olan birisinden dinlese, elbette çok daha iyi anlayacaktır.
Her beldedeki ERKÂNLARIN ise sabıkan geçtiği gibi Hz. Üstada (R.A.) hasr-ı nazar ede ede bir çok zamanlar aynen O olmak derecesinde umumî merkeze teveccüh etmeleri ve herkesi o noktaya irtıbatlandırmaya çalışmaları ise aslında kendilerinin (bulundukları yerde) var oluş sebebleridir. Sözlerindeki te'sirin menşeini teşkil etmektedir.Nazarları, kendilerinin teşkil ettikleri hicabın fevkine çıkararak, ellerindeki eseri ve dillerindeki nasihati tesirli bir hale getirmişlerdir..
"Yahut Cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur'ân'ı gösterip, Kur'an'ın halis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va'zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va'zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neş'et eder."Tarikat şeyhi insanların nazarlarını daima kendinden evvelkilere çevirir. Onlardan bahseder,KENDİ NAMINA SÖZ SÖYLEMEZ. Onlardan gördüğünü veya okuduğunu nakleder. Onun için onu dinleyen onun sözünü kabul eder, itiraza kalbinde bir meyil kalmaz. İnsan hatadan salim olamaz. Hele bu zamanda. Kur'ân nurlarına talip olan bir zatın nazarını kendinde hapsetmek,kendisinden daha ilerisini göstermemek, aslında kendisine ve davasına zarar vermek demektir. Hasan Feyzinin (K.S.) kelâmmdaki kuvvet,kendi ayinesinden Hz. Ustad'ı ve Risale-i Nurları gösterdiği ve nazarları kendinden yukarısına çevirdiği içindir. Yoksa Hasan Feyzi (K.S.) kadar şiirde maharetli çok insan vardır..
Kastamonulu sultan Feyzi Hazretleri (K.S.)Üstad ve Risale-i Nurlar için şöyle diyor:
"
Sırr-ı ihlâs Fenâ-fil-İhvân'sız olmaz. İhlâs var,sırr-ı ihlâs var..
Söz herkese söylenir, sır ehline verilir. İhlâs herkesde olabilir fakat onun sırrına ermek fena manasını zaruri kılar.(123) Bir adam hizmet ediyor,Risale okuyor mücahede ediyor, hatta namaz kılıyor, oruç tutuyor, Hacca gidiyor, yani bunları kendisinin; kendi hesabına yaptığının farkında. Bu adam hoştur, güzeldir. Fakat bu zat bu BEŞİNCİ maddenin yani: "Sırr-ı ihlâs ile Fenâ-fi-1- ihvan" mazharı olmaktan mahrumdur. Zira kabiliyetleri var. Zühre çiçeği gibi renkleri var, hizmetleri var.Var... Var... Var.... Halbuki bu madde icab ediyorki, mertebesi olmayan bir yokluğa düşe. Yani mutlak bir yokluğa. Ne sorsan, ne araşan karşına hep koskocaman bir yok çıka. İşte bu, fena manasının hakikatidir. Yokluk, ama bir vara karşı yokluk. Bir var olanda yok olmak. KENDİSİNİ KENDİ HESABINA HAREKET ETMENİN MADDİ VE MANEVİ HER ÇEŞİDİNDEN AZL ETMEK. Aksi takdirde kendi hesabına heraket ettiğinin şuurunda olan bir adam "Acizane Fakirane-Estağfirullah"gibi tabiratı ne kadar ustalıkla kullanabilirse, bilsin ki; enaniyeti o nisbette kat'iyyet ve kuvvet kesbetmiştir. Rabb'imizden mağfiret dileriz..
Burada bir ayrı husus da şudur ki; mektupta geçen bu sıralama gelişi güzel bir sıralama değildir. Bir evvel ki husus vücuda gelip kat'iyet kesbetmedikçe ondan sonrakinin olması mümkün değildir. Meselâ; Sırr-ı ihlâs ile Fenâ-fi-l-İhvân hakikatinin yaşanabilmesi için; (şayet istidadı müsaitse) kendinden evvelki dört hasletin de o kimsede içtima etmiş olması lâzımdır. Meselâ: Risale-i Nuru kemaliyle okumayan, bilmeyen, elbette onun meşrebini de bilemez ve ona göre hareket edemez ve hakeza....
"Zaten Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz"Haliliye" olduğu için, meşrebimiz "Hıllet"dir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktizâ eder. "(124)
"Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir."Yani dairemizde diğerlerine ders verebilecek bir duruma gelmiş olanın, ders verdiği kimselere karşı takınacağı tavır; uhuvvetle kardeşlik tavrıdır. Ne babanın; (sarhoş da olsa, ayyaş da olsa, her türlü ahlaksızlığı da irtikâb etmiş olsa) bir evlâdına karşı, şefkatinin iktizası olarak onunla afûvkârâne muamele etmesi şeklinde olacak ve nede şeyhin müridine karşı olan âmirane ve hakimane tavrına benzeyecek. Zira kardeş kardeşin kusuruna da, yanlışına da, yaramaz işlerine de bir dereceye kadar müsamaha edebilir. Ya terbiye eder,ya alâkayı lüzumlu seviyeye kadar düşürür. O'nun ahlaksızlığında berdevam olmakla beraber ailenin huzurunu kaçırmasına müsaade edemez. Küçük kardeşi de bunu böyle bildiği için, ana ve babasına karşı gayet sorumsuz olan tavır ve hareketlerini ağabeysine karşı düzeltmek mecburiyetini hisseder. Yoksa zannedildiği gibi, otuz senelik bir nur talebesinin, otuz günlük bir gencin ayakkabısını çevirmek, onun içecek suyunu getirmek bu düsturun iktizası değildir.
Bir gün Hacı Hulusi Efendi'nin sohbetindeyiz. ikindi namazına takriben bir saat kadar var. Ders okunuyor. O sırada ders salonuna 17-18 yaşlarında bir genç girdi. Mevsim yaz. O genç de gayet dar bir pantolon giymiş, kısa kollu bir gömlek, başında külah falan bir şey yok, ayakları da çıplak olarak geldi oturdu. Pantolonu da öyle bir desendeki; dikkatli bakmayan onu pijama zanneder. Hacı Hulusi Efendi şöyle sıkıca bir baktı, kim olduğunu sordu. O genç de yanılmıyorsam İstanbul'dan bilmem kimin dersanesinden geldiğini ve kendisini ziyaret etmek istediğini söyledi. Hacı Hulusi Efendi de (K.S): "Kardaşım git elbiseni giy de öyle derse gel" dedi. O genç ders salonunudan çıkarken Hacı efendi dersane ilgililerine ikinci bir emirle; "Gidin o zata bir elbise bulun giydirin" diyordu. Evet bu zamanın genci babasının yanına o kıyafetle gayet rahatlıkla çıkabilir. Eskiden bir şeyhin müridi ise değil o kıyafetle şeyhinin huzuruna gelmek, belki yatakta dahi o halde bulunmaktan haya ederdi.
İşte Üstadımızın ihlâs kahramanı dediği Hulusi'nin (K.S.) o gence karşı hakiki kardeşlik vasıtasıyla verdiği ders. Ne pederâne, lüzumsuz bir şefkatle onu hoş görmüş, ve ne de şeyh gibi ziyade Tecziye tarafına gitmiştir. Uhuvvetkârane, kardeş gibi onun ıslahına çalışmıştır.
"Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer..." Bir üstadlık üstada mahsustur.''(125) Geriye ondan ders alanlar kalır. Onların içerisinde de elbette; ilk-son,büyük-küçük, alim-ami v.s. gibi hususlardan dolayı farklılıklar olacaktır. İlk gelen son gelene, büyük olan küçüğe, alim olan amiye HOCALIK ve MÜRŞİDLİK yapacaktır. Herkes bulunduğu yerde halen kendinden aşağı olanların hocası, kendinden yukarı olanların talebesidir..
"Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir..." kıyas edildiği şeylerden anlaşılıyor ki; Hz.Üstad'ın buradaki "uhuvvet'ten muradı ilk gelenin son gelene, yaşlının (yaşı Risale-i Nurda geçmiş) gence; Alimin (Risale-i Nur'un alimi) amiye karşı takınacağı tavrını anlatmaktır. Yoksa bu tabiriyle yeni terbiye dersleri almağa gelmiş bir Nur talebesine; dairede MÜRŞİD durmuna gelmiş zatları tanımamak selâhiyetini vermemiştir..
Şimdi bir hususun kesin hatlarıyla tesbit edilmesi zaruri hale gelmiştir. Bu Risale-i Nur mesleğinin kuruluşundaki terbiye esasları nelerdir? Bu hareket bir irşad hareketi midir, yoksa felsefî ve aklî bir meslek midir?.
Eğer Risale-i Nur hareketinin bir terbiye hareketi olduğu kabul edilirse, bu terbiye hareketinde terbiyecilerin olması zaruri olur. Muallimsiz bir eser, hatta Allah'ın kelâmı olan Kur'an-ı Azimü-ş-Şân dahi olsa, manasız bir sözden ibaret kalır.(126) Onun için âlemde nübüvvet hakikati zaruri olmuştur. Eğer Risale-i Nur hareketi, bir irşad hareketi ise mürşid elbette zaruridir. Mürdişsiz irşad elbette mümkün değildir. İsterse bu zat, Hz. Bediüzzaman gibi bir harika-i fıtrat ve 14. asır denilen fitne-i ahirzamanın ıslah edici vazifelisi olsun. Onun da bir mürşide ihtiyacı olmak zarurîdir..
"... Zaten ÜVEYSÎ bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi "Gavs-ı Âzam'dan (K.S) ve Zeynelâbidîn (R.A) ve Hasan Hüseyin (R.A.) vasıtasıyla İmam-ı Ali'den" (R.A.) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire onların dair esidir."(127) Üveysiyet bir meşrebtir.(128).
Senin benim gibi adamların uyanık iken birbirimizle konuştuğumuz gibi, bu zatlar böylece yakazaten kendinden 1400 sene evvelki bir zattan irşad dersini alabilirler ve almışlar.(129).Yani Risale-i Nurun muhterem müellifi (R.A) bir mürşidden ders almıştır. Kendisi de etrafındaki ilk halkayı oluşturan, (Hakkı, Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüştü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühtü, Lütfi, Husrev, Re'fet) oniki mübarek zatlara ve daha sonra 1944 senesinin sonlarına kadar sayıları otuza baliğ olan mübarek zatlara hakiki bir mürşid olmuşlardır.(130)
Peki kuruluşunda hayatiyet derecesinde zarurî olan bir mürşid hakikati, sonradan nasıl oldu da hiç lüzumu olmayan bir iş haline geldi? Acaba hakikaten lüzum kalmadığından mı, yoksa İslâm düşmanlarının muvaffak olmuş bir plânı neticesinde mi bu zaruret ortadan kaldırılmıştır?
Mürşid zaruretinin ortadan kalkmadığını, Risale-i Nur dairesindeki hâzin manzara, semavatı çatlatacak derecede bağırarak ilân ediyor. Bir dostumuz Anadolu'nun ortasındaki büyük bir vilayetten bir mektup alıyor. Mektubu yazan, bir bacımız. Mektubunda bir çok sualler var. Suallerden birisi de şu: "Buranın ileri gelen nurcularının hemen hemen tamamı televizyon müptelası olmuşlar. Eve gelir-gelmez televizyonlarının başına geçiyorlar. Bu yüzden hanımlarıyla bir çok anlaşmazlıklar sudur ediyor. Hatta ben kendi babama ne söyleyeceğimi şaşırdım. İlâahir..."
Şimdi ey mürşide ihtiyacımız yok diyen muhterem Nurcular! Acaba bahsedilen o nurcular bu mel'un aletin zebunu olup evlerini bir meyhane köşesine çevirmelerindeki esas sebep; Risale-i Nurları bilmedikleri midir? Veya okumadıklarından mıdır? Veya Risale-i Nur davasından vazgeçtiklerinden midir? Hayır hayır bunların hiçbirisi değil.Bunlar ve bunlar gibi olan bütün nurcular, bir hakikatten gaflet etmişlerdir. O da her insanın olduğu gibi onların da Risale-i Nur dairesi içerisindeki bir mürşide olan ihtiyaçlarıdır. 1960'dan sonra Risale-i Nur dairesinde kasırgalar esti, seller gitti, zelzeleler oldu, bizi biz yapan bütün değerler alt üst oldu. Sözlerinde değer olanlar ve Kastamonu'da bulunduğu sırada Üstad Hz. tarafından bir müracaata verilen cevapla kendilerine Risale-i Nur derslerini talim etmek için icazet verilenler,bir çırpıda safdışı bırakıldılar. Söz ayağa düştü.Mürşidsiz bir topluluk ne olabilirse, bizler de o kadar olabildik..
"Risale-i Nur'un santralı olan Sabri'nin mektubunda iki nokta nazar-ı dikkati celbetti. Birincisi: Risale-i Nur'un yüksek talebelerine ve erkânlarına izin ve İCAZET noktasıdır. Madem Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi onları çok zaman dairesinde muhafaza edip çalıştırmıştır. Elbette o sebatkâr halislere İCAZET vermiş, izni onlarla beraberdir... "(131)
Demek ki Risale-i Nur dairesi de bir irşad dairesidir. MÜR'ŞİDİ VARDIR. İcazet alıp ders verecek mertebeye gelen talebeleri vardır. Onlara icazet veren Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsi denilen bir zat vardır..
Bu edebi nereye attık Ya Rabb. Sabri (K.S.) ilk on iki zattan birisi, âlim ve hafız-ı Kelâm bir zat.Yine de Risale-i Nurlarla ders vermek için hocasının iznini talep ediyor. Hem de bu meziyetleriyle beraber 14-15 senelik Nur talebesiyken... Hal-i pürmelalimizi var kıyas eyle. Darbeyi nereden yemişiz iyice anla..
"Kur'an-ı Hakîm'in bu zamanda bir mu'cize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur hesabına, ben de onun bir şakirdi olmak haysiyetiyle ona karşı tasdikkârane teslimi ve irtibatı, şâkirane kabul ediyorum. "(132).
Her bir Nur talebesinin Hz. Üstad (R.A.) gibi üç şahsiyeti vardır.(133) Birisi nefsine, enaniyetine nazır olan pencere. İkincisi ma'buduna karşı yaptığı ibadetlerindeki şahsiyyeti. Üçüncüsü ise Kuran hizmetindeki şahsiyeti. İşte bu üçüncü şahsiyyet itibariyle vazifelidir.Kendisinin o şahsiyetinde,tevazu gibi, şahsî kemâlât peşinde koşmak gibi arızalarla tasarruf etmeğe hakkı yoktur.O şahsiyyeti itibariyle Kuran ve Risale-i Nur hesabına bir makamı vardır. Kendinden aşağıdakine kardeşâne bir muallim, kendinden yukarıdakilerine ise Sabri (K.S.) misâl edebli bir talebedir..
Yukarıdaki ibareden elbette gayet zahir olarak görülüyor ki: Risale-i Nur dariresinde de MERCİİYET vardır. Anarşi bahse konu değildir. Madem merciiyet işin başında, kuruluşunda, esasında mevcuttur, sonunda ve semeresinde de olmak zarurîdir. Yoksa akim kalır, matlup eseri gösteremez. "Bir şey "mâ vudia leh" inde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlup eseri göstermez. "(134)kuruluşu böyle, muvaffakiyeti böyle olmuş..
Risale-i Nur'da TEVECCÜH MERCİİ daima bir tane olmuştur. Kalbler bu sayede parçalanmaktan kurtulmuş, istişarelerin müsbet neticeleri görülmüştür. Neyi istişare edeceğine karar veren ve kimlerle hangi meselede istişare edeceğini bilen, istişarenin neticesini kendi insiyatifiyle yönlendiren birisi olmadıkça, istişare denilen şey,kahve sohbetinden ileri bir değer taşımaz. İTTİBA ŞARTTIR. Bu ittiba' ise berberlerin dernek başkanına olan ittiba'ları cinsinden olmamak gerekir.İstişarenin ilk şartı işin başında mes'ul bir zatın bulunmasıdır. O zat gerekli istişareleri yapar, ondan sonra kararını verir ve tatbik safhasına koyar.Ondan sonra ki işlerin müsbet veya menfî ne olursa olsun mesulü o zat olur. Siz söylediniz ben de yaptım diyemez. Her neyse esas meselemiz bu değil. Risale-i Nur'un kuruluşunda da merci'-i umumî Hz. Üstad (R.A.) olmuştur. O umumi mercie fena manasında merbut olan her beldenin de hizmette merciiyet kazanmış bir zatı bulunmuştur. Onun için Hz. Üstad (R.A.) Hüsrev (K.S.) Efendi'nin hizmet tezgâhına Gül fabrikası, Hafız Ali Efendi'nin (K.S.) dershanesine de Nur fabrikası ismini vermişlerdi. Hulusi Efendi'nin (K.S.) beyanlarına göre şarktan Hz. Ustad'ı ziyarete gidenlere "Buraya kadar neden geldiniz. Hulusi orada değil mi?" diye söylediğini dinlemiştik. Yani her belde hizmetinin başında bulunan zatı orada merci' durumuna getiriyor. Bu tesbitimize dair misaller pek çok olduğu için ziyade izaha lüzum görmüyoruz..
Aslında burada büyük bir lütf-u irşad hakikati yatmaktadır. Şöyle ki: "Sabıkan geçmişti; Derecât-ı takdir, derecât-ı fehim gibi mütefavit ve müteaddiddir. Herkes derece-i fehmine göre takdir edebilir."(135) Hz. Üstad (R.A.) aslında gelenlere bulundukları beldelerin ERKÂNLARINI tavsiye buyururken bu hususunda rolü büyük olmuştur kanaatindeyiz. Yani gelen bir adam bir defa görmekle Hz. Üstad'ı ve davasını ne kadar anlayabilir. Halbuki her zaman görüşmesi mümkün olan ve Hz.Üstad'ı elbetteki o yeni gidenden daha iyi tanımış olan birisinden dinlese, elbette çok daha iyi anlayacaktır.
Her beldedeki ERKÂNLARIN ise sabıkan geçtiği gibi Hz. Üstada (R.A.) hasr-ı nazar ede ede bir çok zamanlar aynen O olmak derecesinde umumî merkeze teveccüh etmeleri ve herkesi o noktaya irtıbatlandırmaya çalışmaları ise aslında kendilerinin (bulundukları yerde) var oluş sebebleridir. Sözlerindeki te'sirin menşeini teşkil etmektedir.Nazarları, kendilerinin teşkil ettikleri hicabın fevkine çıkararak, ellerindeki eseri ve dillerindeki nasihati tesirli bir hale getirmişlerdir..
"Yahut Cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur'ân'ı gösterip, Kur'an'ın halis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va'zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va'zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neş'et eder."Tarikat şeyhi insanların nazarlarını daima kendinden evvelkilere çevirir. Onlardan bahseder,KENDİ NAMINA SÖZ SÖYLEMEZ. Onlardan gördüğünü veya okuduğunu nakleder. Onun için onu dinleyen onun sözünü kabul eder, itiraza kalbinde bir meyil kalmaz. İnsan hatadan salim olamaz. Hele bu zamanda. Kur'ân nurlarına talip olan bir zatın nazarını kendinde hapsetmek,kendisinden daha ilerisini göstermemek, aslında kendisine ve davasına zarar vermek demektir. Hasan Feyzinin (K.S.) kelâmmdaki kuvvet,kendi ayinesinden Hz. Ustad'ı ve Risale-i Nurları gösterdiği ve nazarları kendinden yukarısına çevirdiği içindir. Yoksa Hasan Feyzi (K.S.) kadar şiirde maharetli çok insan vardır..
Kastamonulu sultan Feyzi Hazretleri (K.S.)Üstad ve Risale-i Nurlar için şöyle diyor:
"