Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

ŞERİAT ve TASAVVUF... (1 Kullanıcı)

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Ehl-i Sünnet Olabilmenin Şartları Nelerdir?

1) Kur’ân-ı kerimin kelâm-ı ilâhi olduğuna inanmak.
2) Kendi îmânından şüphe etmemek.
3) Eshâb-ı kirâmın tamamını sevmek, hiç birine dil uzatmamak.
4) Cennette mü’minlerin Allahü teâlâyı göreceğine inanmak.
5) Fıskı bilinmeyen her îmâmın arkasında namaz kılmak.
6) Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek. (Dinde bilinmesi zaruri lâzım olan şeylere inanmıyanlar mü’min değildir.)
7) Ameli îmândan parça bilmemek. (Günah işleyen kimseye kâfir dememek.)
8) Mest üzerine meshin dinden olduğunu kabul etmek.
9) İyilik ve kötülüğün, hayır ve şerrin Allahü teâlânın takdiri ile olduğuna inanmak
10) Mir’acın ruh ve beden ile olduğuna inanmak, Şefa’ate inanmak, Kabr azabının ruh ve bedene olacağına inanmak.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Bu konular Akaid ilmi mevzusuna giriyor aslında.
Elbette ilim bir bütündür ancak bu başlık altında tasavvufi yazılar okumayı beklerken akaidle ilgili bilgilerla karşılaşınca Kalbimiz akli mevzulara dalmaya çalışıyor. Halbuki beklenilen gıdanın kalbi takviye olması gerkemez mi?

Sadece bir tavsiye ve hatırlatma niteliğindedir.
Yanlış anlamayınız.
Saygılarımla..

es Selamünaleyküm gönüldaş..Allahcc razı olsun..Hassasiyetimin şiddetinden kaynaklandı...Allahcc e emanet ol...BESMELE...SELAM...DUA...
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
VE ZİKİR

Rabıta ile beraber, onun ayrılmaz yakını halinde “zikir” geliyor. Ağaçla yemişi, istiridyeyle incisi gemiyle pusulası; ve peşinden derya… Fakat bu, zikrin, âlet değil, râbıtayla kemal bulmuş tesir ve keyfiyet cephesi…
Bu türlü zikrin açtığı deryayı, kalemlerinden çıkma bir mektubun bazı satırlarından süzmeye çalışalım:
“-Zikir ve zikrin tesiri bir denizdir. Bir deniz ki, kimse dibine varamamıştır. Dalgalı bir derya ki, dünya onun tek dalgasını görmüyor… Dünyayı kavrayan bir okyanus ki onu kuşatmaya kâinatın gücü yetmez. Nihayetine kimsenin erişemiyeceği bir âlem… Her zerreye nüfuz etmiş, sızmış sahilsiz bir ummân… Zikir zikredenlerin kalblerinde doğan bir hâl ki, söylemesi, yazması, bildirmesi imkânsız… Allah’ı bilen kimsenin, dili söylemez olur; kelime bulamaz ki
Anlatabilsin… Şaşırır kalır; dünyadan ve insanlardan haberi olmaz. Zikredilen Allah olduğu gibi, zikreden de ancak odur. Kendini yine ancak kendisi zikredebilir… Mahlukların, onu zikredebilmek haddine mi düşmüş?... Ancak İlâhi sıfatlarıyla sıfatlanması için yarattığı insana kendisini zikretmesini emretmiştir ki herkes, yaradılışındaki kabiliyeti derecesinde o nihayetsiz, dalgalı denizden bir şeyler, bir teselli bulsun, rahata kavuşsun… Veysel Kârani, o deryanın bir damlasıyla teselli buldu. Cüneyd o denizden bir avuç suyla doymuş kanmıştır. Abdülkâdir (Geylâni), o denizin ancak kenarına varabilmiştir. Muhiddin (Arabi) ise diplerden çıkarılmış bir cevherle övünür.İmam-ı Rabbâni o denizden büyük pay almıştır.”

Buraya kadar en büyük velilerin dereceleriyle bir arada ve kelâmın son haddiyle anlatılan zikir keyfiyeti, daha sonra, zikrin akıl perdesinde nihai hakikatine kadar yükseliyor ve şöyle çerçeveleniyor:

“- Allah kelimesini teşkile hizmet eden (elif), (lâm) ve (he) harfleri, bu muazzam kelimenin işaret ettiği hiçbirşeye benzemeyen Zâtı anlatmaya alet ve vasıtalardır. Bunları söylemek zikir değildir, zikir bu kelimenin neticesi, semeresi olan bir hal ve keyfiyet…
Bu kelimeye zikr denilmesi mecaz yoliyledir, hakiki mânâ ile değil… Bunun gibi, Tevhid kelimesi de zikrin kendisi değildir. Ancak telâffuzu ve mânası bakımından zikre âlettir. Zikir,
Kelimenin ve bu ibarenin kalb ile tekrarından doğan bir haldir ki doğması bu kelime ve bu ibareye bağlı…”

Büyük Kapının râbıta denizi içindeki inci zikri, kapalı dudakladır. Gizli zikir…Çarşıda, pazarda, evde, işde, herkes sizi şunu veya bunu yapar görürken; zikir…
Zaten herkes ve her şey, bilmeden zikirde…




Üstad Necip Fazıl Kısakürek; “O ve ben” eseri 161-162 s.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

http://g.imageshack.us/g.php?h=375&i=ebrkarmaciceklimh7.jpg

ALLAH DİYENE

Her şey, her şey şu tek müjdede;
Yoktur ölüm, Allah diyene!
Canım kurban, başı secdede,
İki büklüm, Allah diyene!

Akıl, kırık kanadı hiçin;
Derdi gücü 'nasıl' ve 'niçin'...
Bağlı, perçin üstüne perçin,
Benim gönlüm Allah diyene...


Necip FAZIL kISAKÜREK​
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
"SEFİNE” EKSENİNDE İBDA KÜLLİYATINA TOPLU BİR BAKIŞ DENEMESİ
Burak Çileli
Giriş
İbda külliyatında da geçtiği üzere bir mevzu hakkında bahis açarken nereden başlayacağını kestirememenin iki türlü izâhı var: Ya sermaye çokluğundan kaynaklanan “zenginliğin kararsızlığı”, yahut cebindekiyle hiçbir gediğini kapatamayanın düştüğü “züğürt çaresizliği”! Öte yandan: İbda’nın iştikak mânâlarından biri (İbda ile mânâ yakınlığı bulunan “ihtira” kelimesinin edebiyattaki anlamı): “Hiç kimse tarafından kullanılmamış tâbirler ve mazmunlar kullanma”. (Hakikat-i Ferdiyye sh. 75) Bu iki izâh tutukluk, kopukluk ve muhtemel sürç-i lisanlarımızın mazeret payını gösteriyor sanırız.
İBDA Mimarı Mirzabeyoğlu’nun Bolu F Tipi Cezaevinde kaleme aldığı Sefine vesilesiyle, İbda külliyatının da, her bir bahis - eser diğerinin içinde, biri diğerinde toplu ve mufassal, tekrarlardan da anlaşılacağı üzere hepsi iç içe yapısıyla “holografik” bir mahiyet arzettiğine dikkat çekmek istiyoruz. Bunun yanında, “sözü söyleyene - şahsiyetine bakarak öğrenme” esasına göre, “bir yazarın eserlerini anlamak için onun şahsiyetini de anlamak” gerekiyor. İbda Mimarı’nın KİM’liği, bütün bir İbda kütüphanesince izi sürülecek bir genişlik arzetmekte; yani Sefine’nin anlaşılması, bildiğimizi zannettiğimiz diğer eserlerinin anlaşılmasına bağlı.
"İbda” fikir sistemi, iştikaklarındaki “yeni” mânâsına nazaran, gerek söylenenler, üslûp, ve form, gerekse kavram niteleyişleri itibarıyla yepyeni bir ekoldür. Klasik İslâm kaynaklarının ezberciliği ve nakilciliğiyle allâme kesilen şabloncu kafaların bu “yeni” ekolden tad almaları beklenemez.
Sefine niçin ve hangi vesileyle yazılmış olabilir? “Vaktin icabı” ve “kader sırrı” meseleleriyle birlikte tasavvufun “Ebû’l Vakt-Vaktin babası” bahisleriyle ilgili olarak, İbda Mimarı’nın eser verme faaliyetinin “kendini empoze eden meselelere” cevap teşkil ettiğini söyleyebiliriz. İbdâ’: “Sorulan şeye göre güzel cevap vermek. Kandırmak (doyurmak). (H.F. sh.75). Üzerinde duralım: “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı” buyuruyor Hazret-i Ali. Nokta: “Ben”. Mevzuumuzla alâkası içinde mânâlandırırsak “ben”, İbda Mimarı’nın “ben - mâlûm”unun temsili İbda fikriyatına çıkar ki, bu da “vaktin icabı” hâlinde kendini empoze eden meselelere cevap vesilesiyle “İbda havuzu”nun her dem yeni açılışlara imkân tanıyan yapısıyla “tamamlanmakta” olduğunu ispatlar. Başka bir ifadeyle her yeni açılım, daha önceki eserlerde kuvvet ve istidat halinde toplu bulunan fikir tomurcuklarının, vesilelerle ve mevzu ile alâkalandırılmış biçimde dallanarak bilfiil - aktüellik kazanması, zahire çıkması demektir. İbda’nın vesilelerle o mevzuya hasredilmiş hükümlerinin görünüşü. İbda Mimarı’nın KÖKLER adlı eserinden bir menkıbe:
- "Elkasip, iki âlem arasındaki münasebet ve İlâhî münasebet ilminde ileri idi. Bu imam vücut bulmayan bir eseri göstermek istediği vakit, kendi nefsine tesir eden müessirleri düşünerek, kendi nefsine o ânda beliren bir tartı ile baktığında, o eser ve iz derhal ve hilesiz olarak meydana çıkardı. Âlemde bir şey yoktur ki, onda insanın izi veya eseri bulunmasın. (Tasavvufta insanın -kâmil insanın- “küçük âlem - mikrokozmos”, kâinatın ise “büyük âlem - makrokozmos” şeklinde nitelenmesinin yanında Üstad Necip Fazıl’ın “insanın âlemin nüshası - özeti” olduğu yönündeki sözünü hatırlatalım. “Eser” ve “iz”in, “âyet” mânâsını da tabiî! B.Ç) Ondan sonra onun makamına, Camiulhikem (hikmet toplayan - hikmet toplayıcısı) isimli biri vâris oldu. Bu zâtın, Ebdal hakkında ve “hoca ile talebesi arasındaki münasebet” ile bitkilerdeki esrar bahsinde geniş ve derin bilgileri vardı.”
İbda Mimarı’na Kartal Özel Tip Cezaevi’nde uygulanan “zihin yönlendirme operasyonu”nu Sefine’nin yazılışında müessir olarak görebiliriz öyleyse. Bu mânâda SEFİNE, İbda’nın “zehir yese şifaya tahvil eden” fikir bünyesini delillendirmektedir. Ancak gerek Sefine, gerekse devamı -aslında bütün İbda kitaplığı- için yaptığımız bu tesbit, birçok filozof, yazar ve yazar müsveddesinin dışyüzden benzeyen eser verme faaliyetiyle karıştırılmamalı. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu, vârisi olduğu Allah Resûlü’nün Şeriatına nisbetle “cevâmi’ül kelim - kelâm ve mânâ toplayıcılığı” vasfıyla, ilm-i ledün sahibi oluşuyla, “küfrün bâtınını selâmlayan” üslûbuyla, “zehir yese şifaya tahvil eden” tarzıyla, birbirinden farklı veya zıt olanların arasında “biri diğerine karışmaksızın ikisini de ait olduğu yere koyan veya birinin hakikatini diğerindeki aslî yerine irca eden berzah” sırrıyla “benzersiz” bir örnektir. Bu ve benzer kavram ve mevzulara İslâm kaynaklarından âşina olanlar, söylediklerimizi “biz bunları zaten biliyoruz” baygınlığıyla karşılarlarsa eğer, “yeni”liğin, o bahis ve kavramların toplu ve iç içe nitelenişinde, yorumunda ve yeni irtibatlarla farklı bir muhteva elde edilişinde bulunduğunu tekrar hatırlatırız. Yani İBDA Mimarı’nın “câmi üslûbu”… Örneğin birçok tasavvuf kaynağında sıkça rastlanabilen “iki denizin birleştiği yer” veya “berzah” mevzuu “kâmil insan” misyonuna tatbik edilebilirken, sözkonusu “hüviyet”in İbda Mimarı’nda nitelenişi, farklı ve yeni bir renge bürünmektedir. “İki deniz”i, meselâ “Batı tefekkürü ve İslâm tasavvufu” olarak nitelersek; “birinciyi ikincinin önünde hesaba çeken”, birincide mevcut “hakikati olmayan mahiyet - küfür” nev’inden tesbitleri “arınma kurnasında yıkayarak”, tâbir yerindeyse sapı samanından ayıklayarak hakikate - aslına irca etmesiyle, yani “meshetme” metodunu konuşturmasıyla İbda külliyatı, İslâm tarihinde tek ve benzersiz bir örnektir. İkinci bir “örnek” olma iddiası olan varsa, fikir ve aksiyonda “tezahürleriyle gözükerek” ispatlamak şartıyla hodri meydan deriz! Eğer yoksa, İbda fikriyatını kendi mevzuu içinde açmak, temellendirmek ve tatbik etmek gibi bir misyon dairesinde birikimini konuşturmak üzere soylu fikir arayışı içindeki haysiyet sahibi aydın namzetlerini bağlılığa davet ederiz. Çünkü, “bir şeyi ortaya koymak kadar, onu davranış hâlinde kendine mâletmek ve onu kafalarda billurlaştırma mânâsına tahkim etmek de “birşey” yapmaktır.” (1)
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
"Son çocuk"a mahsus "camî üslûbu" ve mizacının “faruk” vasfı
İbda Mimarı’nın “câmi üslûbu”na, kimi eserlerinde velî kelâmında tasarruf etme yönüyle -meselâ KÖKLER’de- rastlanmasının yanında, aynı tasarruf yeteneğine yukarıda belirttiğimiz gibi “Batı’nın irfan yemişlerine el atma” biçiminde rastlamak da mümkün. İbda külliyatını takip edenler, eserlerde sık sık “çocuk hikmeti”ne atıfta bulunulduğunu fark etmişlerdir. Tasavvuf alanına giren “musevî velayet”in hususiyetlerine girişte ısınma turları yaparken Hazret-i Musa ile ilgili şu hikmeti, İbda Mimarı’nın YAĞMURCU isimli eserinden gösterelim:
-"Musâ Aleyhisselâm, faal kuvvetleri nefsinde toplamış olmakla çok ve çeşitli ruhların toplamı olduğu hâlde doğdu. (….) Çocuğu görmez misin ki, büyükte tasarruf eder. (….) İşte bu hareketlerin hepsi küçüğün büyüğe karşı yaptığı şeylerdir ve çocukluk makamının kuvvetinden ileri gelmektedir. Çünkü çocuğun Rabb’ına ilgisi daha yakındır. Halbuki büyük, Rabb’ından daha uzaktır. Böyle olunca Allah’a en yakın olan kimse ondan en uzak olanı teshir eder.”
Hakîm Tirmizî ile ortaya atılan ve tasavvuf tarihinde tartışmalara yol açan “Hâtem-i Evliyâ - Son Veli” görüşü Muhyiddin-î Arabî Hazretleri’nce de ele alınmıştır. Bazı araştırmacılar Muhyiddin-Arabî Hazretleri’nin eserlerinden çıkardıkları anlamlar itibarıyla, Hatm-i Velâyet’in üç tane temsilcisi olduğu neticesine varmışlardır. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, “Mühür sahibi” veliler de denilen bu misyon dairesine, Hazret-i Mehdî ve Hazret-i İsa’nın girdiğini belirtilmektedir. İBDA Mimarı’nın “hüviyet” topoğrafyası olan Tilki Günlüğü romanından hatırladığımız başlık: “Kusto Mühür Sahibi”. Ve NECİP FAZIL’LA BAŞBAŞA’dan şu iktibas:
(….)
-"Efendim, bana şeyi hatırlatıyor… Hayat, Adem Peygamberle başladı, fertle başladı; ve doğan son fertle bitecek!..”
-"Son fert… Şit Aleyhisselâmda tecelli eden sırrın izini taşıyıcı son fert… (Sır: Hisse B.Ç.) Büyük İslâm velisi, o son çocuktan sonra kadın ve erkek cinsinde kısırlık başlayacağını söyler… (….) (sh. 327)
Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin Füsus’ül-Hikem’ine göre Şit Aleyhisselâm’da “ledünnî ilim” sırrı tecelli etmiştir! Ayrıca yine aynı eserde, doğan “son çocuk”un “çin dilinde konuşacağı” belirtilmektedir. Çin: Sin… Sin: Ledünnî ilim… “Son ve tek kıvılcım”… Kıvılcım: Çocuk. İbda Mimarı, kendisine “verilen” ilim çerçevesinde eserleri boyunca, bu ilmin tecrübî verilere dayalı ilim kategorisine zıt karakterinden dolayı, yani “dünya işlerinde bâtından haber vermenin olmayışı” hakikatine binâen, Allah Resûlü’nün bir vesileyle sahabîlerine söylediği “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadîsi çerçevesinde Batı’nın gerek tefekkür gerekse laboratuar tecrübelerine ait verimleri üzerindeki “tasarruf hakkı”nı misâllendirmektedir. Öyleyse İbda Mimarı’nın eserlerinde rastladığımız fikir verimini iç içe iki kategoride toplayabiliriz: İlhâm ve mâl etme - meshetme.
Bahsi İbda külliyatındaki sembolizme de ipucu olabilecek şekilde “zan”larımız çerçevesinde açalım; Üstad Necip Fazıl’ın vefat edeceği, yani perde arkasına çekilerek misyonunu “arkadan gelen” İbda Mimarı’na devredeceği günün gecesinde (24 Mayıs 1983) İbda Mimarı’nın rüyasında okuduğu bir yazı: “Kuş gagasının bir ân yoğunluğunda dudağa benzerliği, cem-topluluktan işarettir!” Kuş gagası: Son, en son… “Kuş gagası” ve “dudak” benzerliği bize Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin nefes-i rahmanî tablosundaki harf tertibini hatırlatıyor. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri 28 harften oluşan İslâm alfabesindeki harfleri kalbten başlayıp “dudak”ta sona eren mahreç yerlerine göre sıralar. Tablo, İbda külliyatını tanıyanların pek zengin tedailerle yüklü olduğunu bildikleri, mahreci “dudak” olan zahir’in temsilcisi “vav” harfi ile biter. Son harf “vav”ın “zahir”i temsil etmesine nazaran, “son çocuk”un “bâtın hissesiyle zahirde görünme” misyonu!.. Buna, yazımızın Tilki Günlüğü’ne ayırdığımız kısmında Vahdet-i Vücud görüşü temelinde “İnsan-ı Kâmil” ve “Hüviyet” kavramları vesilesiyle tekrar değineceğiz. Sadreddin Konevî Hazretleri’nden:
"Allah, ihtisasa mazhâr olmuş vâris kullarından kâmilleri ise, cem’ül-cem mertebesinin mâzharı olan kuluyla bitirmiştir; o kul gibi câmi’/kuşatıcı bir kimse yoktur ve kendisinden sonra hiç kimse, onun vâris olduğu şeyleri elde edemeyecektir. Bütün hükümleri içeren “ahirlik / sonluk” kemâli ona aittir, bu nedenle de, Efendisinden / Mevla başkası onu bilemez” (2)
Cem’ül-cem, "halk ile hakkı bir arada müşahade”, tasavvufta “fark” ve “cem”den sonra ikisini de toplayan ve ikisiyle de yerince hükmedildiği mertebedir ki İbda Mimarı’nın KÖKLER’inde bu mertebedekinin hâli “su kuşu”na benzetilir: “Dilerse dalar, dilerse çıkar.” “İki deniz” sembolü üzerinden tarif edersek, “fark” ve “cem” denizlerinin arasında ikisinin de hükmüne boyanmış “berzah hüviyeti” diyebiliriz.
İBDA Mimarı Mirzabeyoğlu’nun “Faruk - ayırdedici” vasfı üzerinde de duralım. Tilki Günlüğü’nde 3 Kasım 1985 tarihine ait rüyalarından biri:
"Hazret-i Ömer bahsinde gayet net düşünüyorum.”
Rüyanın geçtiği bölüm “METİN HALİFE FARUK” başlığını taşıyor. İştikak tablolarından biri ise “faruk”; “bir şeyin aynı, aynı olduğu şeyden başkadır” hükmünü başa alarak “rüyada gördüğün nefsinin aynı... veya onun vasfıdır” hikmetince bu bölümde Hazret-i Ömer, “faruk” lâkabı itibarıyla mânâlandırılıyor. Tablo’dan seçtiklerimiz: Hak ile bâtılı birbirinden ayıran… Fark… Tefrik eden, fark eden… Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden…
Tasavvuf kaynaklarında rastladığımız veçhile, dört büyük peygamber ile dört büyük sahabî arasında “mizaç” denkliği bulunmaktadır ki, bahsimizle ilgili olarak mevzu ettiğimiz Hazret-i Musa Hazret-i Ömer’e tekabül etmektedir. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin velâyet derecelendirmesine göre “Musevî Velâyet” makâmı “tenzih”in ağır bastığı bir makam. (Bütün velâyet mertebeleri ise “her birinde her biri” hissesiyle “Muhammedî Velâyet” adını verdiği “Hakikat-i Ferdiyye” mertebesinde toplu bulunmaktadır) Bunun yanında Hazret-i Ömer’in mizacındaki “bâtın incelikleriyle zahire nüfuz”la beraber Hazret-i Musa’da da görülen “celâdet” sıfatı. İbda Mimarı’na ait ve bütün eserlerine şamil bir genişlikteki bu hususiyetleri, biraz daha vurgulu olarak misâllendirdiği, bizim de SEFİNE’ye yakınlığı bakımından üzerinde durduğumuz YAĞMURCU adlı eserinde daha iyi görebiliriz. Eseri okuyanlar “Bir kâbus: Mahzunum” başlığı altındaki bölümü hatırlarlar. Üstad’ı anma vesilesiyle davet edildiği bir açık oturumda “kümes sakinleri” diye nitelediği tiplerle arasında cereyan edenleri anlattığı bu bölüm, eserin muhtevasıyla kıyaslandığında ilk bakışta sanki orada yeri yokmuş gibi görünmektedir. Ancak konuşmanın devamında “kümes sakinleri”nin terbiyesiz tavırlarına karşı gösterdiği “celâdet” tavrı ve konuştukları da ispatlıyor ki, neredeyse bütün eserlerinin ve şahsiyetinin çözümünde anahtar niteliğindedir bu bölüm. Uzun olduğu için hepsini iktibas edemeyeceğimizden sadece bahsimizle ilgili olan kısımlarını verelim:
"Hayal melekesi tasavvurla müteessir olur; bu bahsi "Velâyet-i Musevîyye" davası içinde takip ederseniz, Üstadım’ın şiirindeki “korku” motifini “kendinde korku” olarak anlar, onu nereye bağlayacağınızı bilirsiniz…” (“Eserde müessirin tecellisini ve azametini idrakten gelen korku.” “Korku” ve “anlayış - idrak” arasındaki iştikak ilgisini de hatırlatalım. B.Ç.)
(…)
"Tavşan kakası ve sahtekâr” diye vasıflandırdığı bir tanesinin, “herkesi bohçalayıp bohçalayıp bırakıyorsun” lâfına mukabelesi: “Benim işim bu: Hakikiyi sahteden, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden tefrik etmek! Beni sevebilmek için gerekli vasıflar burada: Hakikîlik, doğruluk, iyilik, güzellik istidâdı!”
(…)
"BEN MİZAÇ OLARAK SÖZÜ SÖYLENDİĞİ YERDE BIRAKAN BİR KİŞİLİĞE SAHİP DEĞİLİM…” (Tilki Günlüğü’nün “METİN HALİFE FARUK” başlığı altındaki bölümünde “Metin” kelimesinin tablo’sunda geçen mânâlardan birkaçı: Sağlam… Kendine güvenilir olan… Emin… Sözünden ve kararından dönmezlik…)
Kaba materyalizmin yıkılışıyla dünyada ve Türkiye’de mistisizme ve metafiziğe ilginin daha da arttığını görmekteyiz. Bunun sinyallerini yıllar öncesinden alıp,1983 yılında yayınladığı İSTİKBAL İSLAMINDIR adlı eseriyle verime dönüştüren İbda Mimarı, daha o günlerden yaklaşan tehlikeye de dikkat çekmişti. “Nefsin Şeriatın tekliflerinden hoşlanmayan” mizacından dolayı bugün metafiziğe duyulan bu ilgi ve ihtiyaç bilhassa Yahudi ve mason çevrelerce “İslam olmasın da ne olursa olsun” niyetiyle Hint kaynaklı mistik düşüncelere kanalize edilmeye çalışılmakta. Meselâ Türkiye’de de tercüme edilen ve filmi seri olarak çekilmeye devam edilen, cin, peri, hayalet, büyü ve bilumum göz kamaştırıcı olağanüstülüklerin çorbası hâlinde hiçbir edebî değeri bulunmayan Harry Potter romanının “Allahsız mistisizm” şeklinde özetlenebilecek mesajları promosyon ürünlerin de desteğinde çocuklara empoze edilmektedir. Benzer şekilde Matrix filmine gösterilen konjonktürel ilgi; aslıyla İslâm tasavvufuna ait hikmetler, Hint mistisizminin, neticesi “hiç”e çıkan dünya görüşündeki sathî karşılıklarıyla bu filmde, Batı entelektüelizmine mahsus, her şeyi objeleştirme-kuşatılabilir seviyeye indirgeme alışkanlığıyla eşyalaştırılarak verilmekte, İslâm dünyasına sinsi bir politika ile imâna mevzu bütün hakikatleri bu şartlanmışlıkla düşünme tarzı telkin edilmektedir. Türkiye özelinde Laik - Kemalist çevrelerin bu tür çerezlere itibar etmesi, yamyam kabilesinin, uçaktan düşen coca-cola şişesine, ilk kez görüp “olağanüstülüğü”ne hayran oldukları için secde etmeleri kabilindendir. İşte İBDA Mimarı Mirzabeyoğlu’nun YAĞMURCU’sunda, İslâm’a olan ilgiyi perdeleme niyetiyle sözkonusu çevrelerin Batı’dan boca edilen tercümelerle ikame etmeye çalıştıkları olağanüstülüklerin, Hazret-i Musa’nın, Firavunun sihirbazlarına ait yılanların sahte sûretlerini yutan asası misâli “kelâm” plânında ipliği pazara çıkarılmakta, aslının İslâmda oluşu gösterilerek “aslına irca” edilmekte ve gayenin bu tür göz bağcılıklar değil “istikâmet” olduğu belirtilmektedir. İbda Mimarı bu davanın kelâm planıyla iktifa etmeyerek aksiyon sahasında da takipçisi olunması gerektiğini, mevzuu ihtilal - inkılap bahsine nişanlayarak tesbit etmektedir. Yukarıda “açık oturum”dan bazı pasajlar sunduğumuz veçhile, “kurtuluş yolu” İbda, bu sahteliklerin “İslâmcı” piyasada da takipçisidir!
(1) KÜLTÜR DAVAMIZ, S. Mirzabeyoğlu. İBDA Yay. s. 43
(2) FÂTİHA SURESİ TEFSİRİ, S. Konevî. İz Yay. s. 483-484
Beklenen Nizam Dergisi 6. Sayı'dan Alınmıştır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
“Doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağı gibi, yeni bir şuur terkibi ifâde eden “Mutlak Fikir”’e muhatab “vasıta sistem” olmadan ve bu kuşanılmadan, “şuur”un kendisini belirleyen “nizam, akıl ve ahlâk” unsurlarını eleştirmesiyle, o şuurun bakış açısı dışına çıkılamaz. Kısacası; şuurun kendini eleştirmesi de eleştirdiği süzgeçten geçmektedir.”
Salih Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız –Süzgeç ve Şekil-, İBDA Yayınları, s. 35
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Risale-i Kudsiyye Şerhi'nden -I-
«Şeyh İsmetullah Müceddidî Hazretleri’nin 1271’de Nakşibendî’nin usûlüne dair yazmış olduğu Risâlet-ul Kudsiyye adlı Türkçe manzum eserini, özellikle kardeşlerime tavsiye ederim. Hakîkaten çok güzeldir.» (İsmail bin Mahfûz, Özleşme Yolu, s. 103)
İnsan, “eûzü” diyerek günah kapılarını kapatır; “besmele” çekerek tâat kapılarını açar. Hakikî istiâze sırf söz ile olmaz; onda kâlb huzûru ve sözün hâle ve fiile uygun olması lâzımdır. Lisan “eûzü billah” derken, hâl ve fiil “şeytana sığındım” dememelidir.

Kul Mevlâ’ya sığınmakla, sanki Mevlâ’nın kucağına sığınıyor. Bu fadeler mecazîdir; akla yaklaştırmak içindir. Eğer Mevlâ’ya sığınırsan, seni şeytan bulamaz; yoksa câmide de, Mekke’de de olsan bulur.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
Râbıta, biiznillah cinleri def eder. Onun için, kimse râbıtadan şüphe etmesin; râbıta en büyük kaledir, içine giren kurtulur.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

Her belâ, her günah zikirsizlikten ileri geliyor. İmam-ı Gazâlî Kuddise Sırruhû Hazretleri, “Bir lâhza dahî zikirden boş kalanı, yumurtanın beyazının sarısını kaplaması gibi şeytan kaplar ve o zaman şeytan ona ne olsa yaptırır.” buyuruyor.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

Her kim Allah katındaki mertebesini bilmek isterse, Allah-u Teâlâ’nın kendisi yanındaki yerine baksın. Çünkü kişi Allah’a ne kadar değer verirse, Allah da ona o kadar değer verir.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

Eğer şeriat ve tarikat ehli olursanız, size toz konmadan yaşarsınız; sonunda da imanla ölürsünüz. Ama kendimize güvenmek de yok; hepsi Allah’ın Celle Celâluhû izni ile olacaktır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

“Sevdiklerinizden infak etmedikçe aslâ Birr’e (takvâya ve iyiliğe) ulaşamazsınız.” (Âl-i İmran Sûresi: 92) İnsanın en sevdiği şey kendi nefsidir. Sevdiklerinden vermedikçe takvâ makâmına ulaşamıyorsa, kendi varlığından geçmeden Allah-u Teâlâ’ya nasıl ulaşacak?!
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

Bu gönüldeki ağırlıklardan geçip Hakk’a gidelim. Bu yükler oldukça, kâlb Allah’a dönmüyor.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

İstikbâl kazanacaklarmış! İstikbâl ne; biliyor musunuz? İstikbâl mezardan sonra başlar. Dünyanın istikbâli için çobanlık edersin, dilencilik edersin, merdiven silersin; yine de bir çâre bulursun. Orada bunları yapamazsın. İşte o istikbâle çâre düşünmek lâzım.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe, ins ve cinnin ameline müsâvî olur.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

Peygamber Efendimiz Sallâhu Aleyhi Vesellem, Cebâil Aleyhisselâm’a sordu: “Allah-u Teâlâ beni âlemlere rahmet olarak gönderdi. Sen de o âlemlerden birisin; sana ne gibi rahmet oldum?” Cebrâil Aleyhisselâm dedi ki: “Şeytan bunca sene kılı kırk yararcasına bize vaaz etti. Sonra kovuldu. Hepimiz korkuluyduk. Tâ ki sen gelinceye kadar. Ne zaman ki ben sana: “Onu emîn olan Cebrâil indirdi.” (Şuara Sûresi: 193) âyet-i kerîmesini indirdim. Allah-u Teâlâ bana “Emîn” buyurunca, ben “Elhamdülillah” dedim.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

Zevken, bu “himmet” meselesini anlamak için, zikre ve sohbete devam etmek lâzımdır.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

Allah Teâlâ Hazretleri, bizi makam olarak daha yükseklere çıkarmak için indirdi.
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54

İki türlü safâ vardır. Birisi dünyadan alınan zevk-ü safâ. Diğeri de ibadetten alınan zevk-ü safâ. Bunların ikisinden de geçmelidir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt