WILLIAM CHITTICK’TE TASAVVUF VE MUHYİDDİN-İ ARABÎ
1979’da Türkiye’ye gittiğimde, ondört yıldır zaten İslam düşüncesini çalışmaktaydım. Doktoramı Seyyid Hüseyin Nasr’ın yönetimi altında 1974’te Tahran Üniversitesi’nde tamamladım. Araştırma konum Abdurrahman Camî’nin Nakdu’n-nüsûs fî şerh-i nakşi’l fusûs adlı eserinin tahkiki ve incelenmesi idi. Bu projeyi tamamlamam altı yılımı aldı ve bu süre içinde elyazmalarını incelemek için nisbeten kısa sürelerle Türkiye’yi üç kez ziyaret ettim. Çeşitli yıllarda Türkiye’deki kütübhaneleri tam olarak dört kez dolaştım. Bu kütübhanelerde yaşça benim yaşıma yakın hiçbir Türk’le karşılaşmamış olmaktan, böyle bir olgudan her zaman büyük bir üzüntü duydum; yalnız daha önceki bir kuşaktan insanlar vardı buralarda. Bununla birlikte, dostlardan, son zamanlarda durumun biraz değiştiğini ve bugün çok sayıda aklıbaşında gencin sathîliği terk ederek kendi miraslarını daha derinden öğrenmek için çaba gösterdiklerini öğreniyorum. Eğer yazılarım, bu çabalara bir şekilde katkıda bulunabilirse bundan büyük bir zevk duyacağım.
Aslında ben, burada anlatılmasına gerek olmayan bir takım tuhaf olaylar vasıtasıyla henüz bir üniversite öğrencisi iken İslam düşüncesinin cazibesine kapıldım. Sezgiyle, ana cereyanı oluşturan Batı düşüncesinin temelde boş ve anlamsız olduğuna, sonunda umutsuzluktan başka hiçbir şey ortaya koymadığına vakıf oldum. Dünyanın büyük dinî geleneklerinin insanoğlunun en önemli kaynağı olduğuna ilişkin vukuf kadar, birkaç müstesna ve pek tanınmamış fikir adamının yazılarından da sezgilerime destek buldum. O zamanlar, bu gelenekler arasında, İslam’ın benim için özel hiçbir çekiciliği yoktu; fakat gelişmedeki belli bir ânda olaylar onu bana en yakın hâle getirdi ve bu durum ilerideki araştırmalarımın yönünü belirledi.
Yüksek lisans çalışması yapmak için 1966’da İran’a gittim ve İran’da geçen oniki yıl ve Türkiye’de geçen altı aydan sonra 1979’un Ağustos’unda Birleşik Devletler’e döndüm. O tarihten beri çalışma ve çabalarımı İslamî entelektüel mirasın Batı’da daha iyi tanıtılmasına adamış bulunuyorum. Bu miras şübhesiz alabildiğine geniştir; ama belli bazı buudları, çağdaş medeniyetin bunalımına diğerlerinden daha çok hitab etmektedir. Mevlâna ve Yunus Emre gibi devâsa örneklerinde görüldüğü üzere, özellikle tasavvufun, insan olmanın ne anlama geldiğini meselenin özünden yakalayan şiir nitelikli ve ruhanî öğretilerinden dolayı, Batılılar katında özel bir çekiciliği vardır. Ben hayatımı bütünüyle İran Sufî şiirine adamış olmaktan mutluyum; ancak başka bir görevim daha olduğu duygusunu da taşıyorum; bu da İslâm’ın –ve genel olarak dinin- İbn Arabî okulu sayesinde entelektüel temellerini ortaya koymaktır. Camî’nin Nakdu’n-nusûs’u benim bu okula ilk ciddi girişim oldu, o gün bu gündür, başta bizzat İbn Arabî’ninkiler olmak üzere, bu bakış açısıyla bağlantısı bulunan yazarların eserlerini araştırıyorum.
İslâm’daki tüm entelektüel okulların hâlâ oynayacakları önemli bir rolleri bulunduğu konusunda hiç şübhe yoktur: Bunu söylerken aklımdaki özellikle fıkıh, Kelâm ve felsefedir. Bununla birlikte modern insana en dolaysız bir biçimde seslenme araçlarına tasavvuf (ki buna İran’da irfan-ı nazarî denir) sahibtir. Tüm bu disiplinler ciddi bir eğitimi gerektirmektedir; ama belli bir anlamda ilk üçü Batı’nın ana cereyanını oluşturan entelektüel geleneğiyle birçok özelliği paylaşır. Son beş yüzyıl boyunca, Batı, akla ve rasyonelliğe son derece ayrıcalıklı bir yer vermekle manevî bir intihar (cinayeti) işlemiştir. Bu da, ancak, insan olmanın ne anlama geldiği konusundaki temel bir unutkanlık ve insanî çabaların yeniden özünde insan-dışı alanlara doğru yönlendirilmesiyle olmuştur; zira bu alanlar ruhu aslî mahiyetinin dışına çeker. Sonuç, ikinci dereceden belli bazı tartışma götürmez kolaylıklar ve mallar sağlamasına rağmen, insan soyu için ruhanî, içtimaî ve şimdilerde çevreye ilişkin felaket anlamına gelen bir bilim ve teknoloji olmuştur. Çoğu insanın tehlikeyi algılayamaması yahut aslî sebeb ve sonuçlara bakmak yerine tâlî olanlara takılmaları vakıası konumuzun dışındadır. (…)
Modernistlerin (Batı modeline göre) bir içtimaî reform üzerinde çalışmaları ve İslamî geleneğin ruhanî dönüşüm ve Allah’a yakınlığa verdiği önceliği kabul etme konusundaki araştırmaya dayalı reddiyeleri göz önünde bulundurulacak olursa, onlar tasavvuf yahut sufîliği bir ihanet olarak görmektedirler. Onlar genel halk seviyesindeki belli bazı aşırılıklardan dolayı tasavvufu haklı olarak eleştirdiler; ancak bu kimseler, İslamî entelektüel projenin büyük soluğunu takdir edecek bütün kaynakların yalnız tasavvufta bulunduğundan ve modern dünyayı cilâlı gösteren temel boşluktan bütünüyle habersizdirler. Modernleştirme yanlılarının çabalarının sonucu, bir İngiliz atasözünün ifade ettiği gibi “Banyo suyu ile bebeği de atmak” olmuştur. (…)
Çok daha aktüel seviyede, son iki yüzyıldır Müslümanlar arasında entelektüel açıdan önem ve öncelik verilen konulardaki kaymanın en açık belirtisi, bugün pratikte tüm Müslüman ebeveynlerin, çocuklarının doktor ve mühendis olmalarını istemeleridir. Mesele, basitçe, iyi bir gelir ve rahat bir hayat kaygısı değildir. Burada çok daha derin bir şeyler olmaktadır. İslâm dünyasında “bilgi”ye her zaman gösterilmiş olan an’anevî saygı, çağdaş dünyada kendisini bilgi olarak takdim eden şeye, yani mesleğe kaymış bulunmaktadır. Bu durum, bilgiye ilişkin herhangi bir an’anevî tarifin tıb ve mühendisliği değerli ilimler sıralamasının en alt basamağına koyduğu vakıasını görmezlikten gelmektir; çünkü bu tür bilimler, tam bir insanîliğe ulaşma konusunda hemen hemen hiçbir pratik yararı olmayan tâlî yahut üçüncü dereceden insanî konulara ağırlık verir. Tam tersine, bu disiplinleri uygulayanlar açısından –özellikle modern şekillerinde- bunlar insan olma yolunda bir engeldir. (…)
Tüm İslamî disiplinler arasında, temel İlâhî ve insanî konulara dinleyenin kalbine işleyen bir dille önem ve öncelik vermesi bakımından tasavvufun özel bir yeri vardır. Öteki disiplinler, aklîleştirici özelliklerinden dolayı, sonu gelmez çözümleme, tartışma, ayrıştırma ve bölümlemelere gitme eğilimi gösterirler. Bu tür aklîleştirme yönelişlerinin aşırı bir biçimde takib edildiği Batı’da, netice Yaratıcı’nın tablodan çıkarılması oldu. Alâka çerçevelerinin çok büyük bir kısmında, Yaratıcı’ya öyle bir aşkınlık verildi ki, O, insanî dünya ile ilgisiz hâle geldi. Gerçekten, Yaratıcı işe yaramaz bir faraziyeye, -bilim, teknoloji, iş dünyası ve politika gibi- tüm önemli alanlarda rahatlıkla vazgeçebileceğimiz bir şeye dönüştü. Bu modern görüşte, Yaratıcı hakkında ciddi hiçbir bilgi edinilemez; işte bu yüzden dinî inançlarını muhafaza eden Batılıların çoğu, inançlarının bilgi ve bilimle hiç ilgisiz yahut çok az ilgisi bulunduğunu düşünmektedirler. Çok sayıda Hıristiyan “iman sıçraması” ve bu sıçramanın intaç ettiği nihaî mantık dışılık içinde coşmaktadır. Öyle görünüyor ki, Yaratıcı’nın gerçek dünya ile, yani modern mesleklerin ilgili olduğu alanla hiçbir alıp vereceği yoktur. Müslüman modernleştiriciler, İslâm’ı Batı imajında bir modernleştirme çizgisinin son noktasında Yaratıcı’nın ilgi ve ilişkisini O’nun yaratmasına indirgemekle, gerçekten Batı sekülarizmini izlemiş olmaktadırlar. Şimdi çoğu Müslüman, hayat verici özü budanmış Şeriat’e sahte sadakatin ve Batı’nın “ahlâksızlığı”na karşı retoriğe dayalı uzun nutukların dışında, modernleştirmeye hiçbir sınır görmedikleri bir çerçevede yaşamaktadırlar. İslâm, deniyor bize, bu tür ahlâksızlıkları önleyecektir; ancak İslâm’ın modern şekillerinin böyle bir etkisi olduğu konusunda hiçbir delil bulunmamaktadır.
Sufîler, kendilerine kulak verenlerin, Allah’ın halktan sadece gâib değil, aynı zamanda hem âlemde, hem de insanın ruhunda hâzır ve nâzır olduğunu unutmalarına asla izin vermezler. Bu İlâhî hazret (presence) insanlardan derûnî taleblerde bulunur ve bu taleblerin hiçbirinin bilim, teknoloji ve siyasetle –bu kelimelerin modern anlamlarıyla- alıp vereceği hiçbir şey yoktur. Mutasavvıflar, Allah’ın bizden istediği tek şeyin ruhumuz olduğuna işaret ederler; dolayısıyla bizi, ruhlarımızı O’na vermekten alıkoyan her şey, basitçe, bir yanıltma ve yoldan çıkarmadır.
Nazarî tasavvuf konusunda hayranlık uyandırıcı olan şey, mutasavvıfların bu delilleri getirirken kullandıkları entelektüel vasıtanın çok incelikli olmasıdır. Özellikle İbn Arabî, dünya entelektüel tarihinin en büyük devlerinden biridir; dolayısıyla onun bakış açısının on dördüncü yüzyıldan on sekizinci yüzyıla gelinceye –ve Afrika’dan Çin’e- kadar ciddi İslamî düşünceye ağırlığını koymuş olması hiç de tesadüfî bir şey değildir. Bugün İslâm dünyasında yaşanan çok sayıda trajediden biri, Müslüman aydınların büyük bir çoğunluğunun İbn Arabî’yi, kolayca bir kenara itilebilecek, sadece bir isim olarak tanımalarıdır. ‘Haa, evet,” derler, “vahdetu’l-vucûd…”; sanki yüzlerce cilt tutan yoğun, bilgi yüklü, derin ve büyüleyici kitab ve risalelerinde İbn Arabî sadece, “Vucûd birdir” diyormuş gibi, ve sanki binlerce sayfa tutan yazılar saçma sapan (haşv-i kabîh) şeylermiş gibi. Bu tür insanların, vahdetu’l-vucûd teriminin İslâm tarihi çerçevesinde ne anlama geldiği konusunda herhangi bir fikirleri de yoktur. Bu durum, an’anevî olarak “katmerli cehalet” (cehl-i mürekkeb) denen şeyin muazzam bir örneğidir.
Entelektüel miraslarını meslekî saygınlık ve yüksek bir apartman için satanlar, “zaman değişiyor; dolayısıyla tasavvuf ve benzeri ‘mistik’ yahut ‘batınî’ iş ve uğraşların modern dünya ile bir ilgisi yoktur,” diye cevab vermektedirler. Evet, zaman değişiyor; çağdaşlarımızın çoğunun düşündüklerinden çok daha fazla şekillerde. İbn Arabî, değişen zamanlara “yeni yaratma” (halk-ı cedîd) veya “yaratmanın her ân yenilenmesi” (tecdîdu’l-halk fî kulli ânât) demektedir. O, bize zamanı değiştirenin Allah olduğunu, dolayısıyla bu gerçeği unutmanın tam bir ahmaklık olduğunu hatırlatır. Modern, sekülerleşmiş Batı’da bile gittikçe daha çok sayıda insan, zamanın hızla daha kötüye gittiğini kabul etmektedir. Bunlar arasında yer alan çok sayıda ince düşünceli ve dikkatli insanların çoğu, modern dünyanın, zahirî başarısının doruğunu aştığını, dolayısıyla, eğer işler aynı minval üzere giderse, bu dünyanın bir felakete dûçar olacağını anlamaya başlamışlardır.
Batı’da “ruhanîlikle” ilgisi bulunan her şeye karşı uyanan ilgi –sözde “Yeni çağ hareketi- Batı medeniyetinin yönünü ve gayesini yitirdiği şeklindeki herkese sinmiş duygudan bağımsız değildir. Çok sayıda insan, yardım için Doğu bilgeliğine bakmaktadır; Hinduizm, Budhizm ve Çin gelenekleri en gözde olanlardır. Bu tür Batılılar, bu kürenin başka bölgelerindeki insanların, Batı’ya âit alışkanlıkların en aptalca ve en sathî olanını kabul etmek, veya basitçe mekanistik ve mânâsız bir “medeniyetin” çarkında başka bir diş olmak için kendi entelektüel ve ruhanî miraslarını terk etmekteki sürat ve susuzluklarına sadece hayret edebilirler. Batıda çok sayıda insan, insanî ve beşerî varoluşun son kalıntılarını kurtarmanın yollarını ararken, dünyanın geri kalan kısmı yüzlerce ve binlerce yıldır medeniyeti beslemiş olan şeyi terk etmeye can atıyor.
Kanaatimce, İslamî zihnî donanım (intellectuality) modern çağın en çetin ve âcil problemlerine en açık ve en bilgece çözümlerden birini sunar. Ancak, modern ilim adamlarının bu konularda ilgi ve uzmanlıkları bulunmadığından, bu çözümler Batı’da öne sürülmemektedir. Hatta bunlar, retoriğe dayalı şikayetlere rağmen, Batı’yı kendisine hâlâ model olarak alan İslâm dünyasında bile, çoğunlukla gündeme getirilmemektedir. Ben ve benim gibi olan diğerleri, bu bilgeliği keşfetmek ve modern bir dille takdim etmek için gayret gösteriyoruz. Öyle ki, makalelerimden bazısının şimdi Türkçeye çevrilmiş olması, bana, daha fazla sayıda müslümanın kendi entelektüel gecelerinin trajedisinin farkına varacakları ve kendilerini unutulmuş olan şeyi hatırlatma görevine adayacakları ümidini taşımama izin vermektedir.
Kaynak: William C. Chittick, Varolmanın Boyutları, Terc: Turan Koç, İnsan Yay., İstanbul 1997, s. 7-14