Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Senai Demirci'nin Kaleminden... (1 Kullanıcı)

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
senai demirci'nin biyografisini araştırırken karşıma çıkan 3 cümlelik yazı... :)

senai demirci'nin biyografisini araştırırken karşıma çıkan 3 cümlelik yazı... :)

Bugün doğdu, ömrünü bugün biliyor.

İlk taze nefesini bugün aldı.

Sonunu sonsuzluğa göre hazırlamaya çalışıyor.

B)B)B)
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
Dilimi değdirdiğim yere kalbim yetişir mi?

Dilimi değdirdiğim yere kalbim yetişir mi?



Korkuyorum. Dilim kolayca dolanıyor süslü kelimelere. Büyük laflar damağımın her yanına yapışmış gibi. Dudağımdan sözler yâr yüzünden düşen yaşmak gibi kayıveriyor göğe. Göğsünde taşıdığını bilmiyor gibi, içinde büyüttüğünü tanımıyor gibi heceler. Ayrılık sözleri dilimden eksik olmuyor. Ölümü sıkça anıyorum belki. Hasret, hüzün, keder, sızı, sancı, ağrı, ölüm, ayrılık, özlem birer kelime sadece... Dile dokunduğunda acıtmıyor, kulağa vurduğunda can yakmıyor. Bunlar sözler, sadece sözler, sadece sözler. Ağzımda kolayca yankılanıyorlar. Bir çok kulağa çarpıyorlar. Belki bir kaç kalbe de iniyor. Havada asılı duruyor sesler. Harflerin zincirine tutunuyor sözler. Dört harf “ölüm ve sadece iki hece. “Ölüm” derken, kelimenin tam ortasında dil damağa değiyor. Bitirdiğinde dudak dudağa kavuşuyor. “Ölümmmm.. Buluşuyor dil ve damak. Isınıyor dudaklar, kavuşuyor. Kolay ölüm... bu kadar kolay. Demesi kolay.. Ya olması ölümün. Ya dudakları soğutması. Eşiğinde durmak son nefesin nasıl bir tükenmişlik. Nice bir yangındır ömrün bir nefese daha yetmemesi.. Ölümün kendisini ruhunla hecelediğin oldu mu? Ayrılığı kıvrana kıvrana içtin mi hiç? Hasretin tam ortasında kala kalıp zamanın kırık cam parçaları gibi gırtlağına battığını hissettin mi? Korkuyorum. Yalancı olmaktan korkuyorum. Dilimi değdirdiğim yerlere kalbimi yetiştirememekten korkuyorum. Dudaklarıma vuran sözlerin tenimde iz bırakmadan savrulması yalancı eder mi beni? Ya herşeyimi yitirmiş ve geriye sadece sözlerim kalmışsa? Kuru sözler, boş sözler, süslü sözler, içinde kalp olmayan kalp sözler... Ölümün yüzüne yüzünü değdiren ne çok yüzler oldu. Güldü mü ölüm onların yüzüne? Gözleri ölümün gözleri olunca neyi gördüler? Hangi hasretler koşuştu dudaklarına? Yarınlar var diye yarım kalmış işler, sonra söylerim diye söylenememiş sözler, sırası değil diye gecikmiş sevmeler ölümün eşiğinde kimbilir nasıl haykırdı? Ölüm anında susan dudak söyleyeceklerinin hepsini söyleyememişti. Ölümün kollarında açık kalan eller, sahip olunacakların hepsini bitirmiş miydi? Sözleri yok ölümün. Ne söylüyorsa gözleriyle söylüyor. Bir ölünün gözlerine yığıyor tereddütlerin hepsini. Sessizce iniveren kirpiklerin ucuna savuruyor geç kalmışlıkların hepsi. Sanki ruhunu dudakları arasındaki ince çizgiye biriktirmiş gibi ölümler, hem hiç konuşmuyor hem hep konuşuyor. Hayat gibi değil ölüm. Az konuşuyor. Heceleri sessiz. Sözleri keskin. Benim gibi sözlere tutunma sevdası yok ölümün. Ömür boyu suskun. Bir kez konuşur ve konuştuğunda en büyük sözünü söyler. Ne kadar konuşsam ve yazsam, ancak ölümün sözünü ederim. Ölümün sözü, ölümün kendisi değil. Bir beden ki, ölümün kırık hecesidir her daim. Hücre hücre ölüme yazgılıdır içinde yürüdüğüm bu gövde. Zamanın her “tik-tak”ı uzaklıkların sinsi habercisidir; çatlaklar açar aramızda, içimizde. Hayat, aslında hep ölümü anlatır dinleyene. Hayat ölümle berbat olsun diye değildir bu. Ölümün eşiğinde yaşanan bir hayat daha çok anlam arar kendine, daha çok heyecan bulur da o yüzden. Ölümü bilirsen çerçeve çizersin kendine. Bildiğin, beklediğin bir son varsa, hayatı som bir altın gibi işlemeye koyulursun. Ucunu açık sanırsan, oyalanmaya durursun, hoyratça savurursun, oyuna dalarsın. Rüyanın rüya olduğunu bile unutacak sahte bir uyanıklık içinde uyursun. Uyanamazsın. Buraya yazıyorum: en güzel, en içten yazımı öldüğümde yazmış olacağım.. En sahici nasihatimi, en umulmadık haykırışımı cenazem söyleyecek sana. Hayata nokta koyduğumda yüreğine çelikten sözler dikmiş olacağım. Çelikten sözler.. Ezsen de unutkanlığınla, kalbinin odacıklarında bir yerde suskun bir tohum gibi patlamayı bekleyecek. Hiç beklemediğin anda çiçekler açacak, buruk meyveler sunacak. Sen sus ey ölüm.Ben sana hece hece yaklaştıkça, sen bigâne kal. Ben kelimelerle yoluna tuzak kurdukça, sen suskunlukların ardına kaç. Ben ele avuca sığdırmaya çalıştıkça seni, sen perdeler ardına saklan. Sen sus ki, bana söz söylemek kalsın.Yalan sözler. Kuru sözler. Ağız dolusu. Dil bulaşığı. Yüreksiz sözler. Sözler kalsın. Yalanı dilimden uzak eyle Rabbim! -SENAİ DEMİRCİ-

B)B)B)
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
...
Geldim...
Huzuruna vardım...
Geçtim kendimden...
Kendimi geçtim...
Deldim benlik dağını...
Yolda kaldı ferhat...
Şirinin ben oldum
Yandı her yanım...
İbrahimin oldum...
Gül oldum...
Çöle verdim leylayı;aklı mecnuna sattım...
Mecnun oldum...
yakınlığına geldim...
Tüm uzaklıkları uzaklara savurdum keremini gördüm
Vazgeçtim aslıdan,gölgeden çıktım,vaslına geldim...
aslına geldim...



Yandım KUL oldum...
Yandım KÜL oldum...
Yandım GÜL oldum...



Durdum namaza;
Miracına geldim,niyazına durdum
Nazla beni ne olur...
En Sevgilinin durduğu eşikte durdum
Miracına geldim...
Miracına geldim...
Nazarında tut ne olur...
Bakışınla sar beni,el üstünde tut,bırakma ellerimi...



Aştım benlik dağını,
Çöle verdim leylayı,
Vazgeçtim ben aslıdan,
Yandım kul oldum...
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
sen ve son...

sen ve son...

UNUTMAK NE DILSIZ BIRsEYDIR KI ; UNUTANLARA UNUTTUKLARINI BILE UNUTTURUYOR....

UNUTULMAK NE ACI BIRsEYDIR KI ; UNUTULANIN UNUTULUsUNA AGLAYIsINI KIMSE HATIRLAMIYOR....​
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
Öyle çok pazarlık ettim ki Seninle ey Rabb’im. Sen çağırınca, kendime ayırdığım vakitlerden çalındığını düşündüm. Ezan okununca, sevdiklerimle geçirdiğim zamanların azalmasından korktum. Vakit girince, içim “cız” etti hep. Odamdan uzaklaştım, bıraktım işimi, bozdum keyfimi; öylece namaza durdum. Ayak diredim, “az sonra kılsam da olur!” dedim. “Az sonra”larım “çok sonralar”a döndü, geç kaldım, geç kalmaktan utanmadım. Sonunda ayaklarımı sürüye sürüye vardım huzuruna. Pazarlığımı vaktin daralmışlığını bahane ederek yeniden ileri sürdüm. Kaçıyordu namaz ya; o yüzden çabucak kıldım, selam verdim, hemen kalktım, rahatladım. Oysa rahatlığı Sana borçluyum. Ağrımayan her bir dişim kadar huzur borçluyum Sana. Damarlarımın her bir noktasında pıhtılaşmayan kanım kadar sükûnet borçluyum Sana. Tenimin kaşınmayan her bir noktası kadar rahatlık borçluyum Sana. Dişlerim ağrıyacak olsa her biri için harcayacağım zaman Senin. Kanım pıhtılaşıp damarlarım tıkanacak olsa, her defasında ızdırap ve korkuyla geçireceğim saatlerin hepsi Senin. Tenim her noktasında yırtılacakmış gibi acıyacak olsa, kendi kendime dar geleceğim huzursuz günler Senin.

Gün oldu; usandım. Sabrımı tükettim; tükendim. Kendimi yontmaya heveslendim. Benden istediğin zamanı çok gördüm. Benden istediğini, benim için istediğini bile bile, huzurunda huzursuz durdum. Fazla buldum namazın rekatlarını; kısaltmak için bahaneler aradım. Günümü delik deşik etmeni, işimin arasına kesintiler sokmanı, hayatımın ortasına duraklar koymanı, uykumu bölmeni lüzumsuz gördüm. “Beni bana bırak!”larla durdum huzuruna; içim başka bir yerlerin türküsünü söylerken, ben seccadende, belki sadece bedenimle, mıhlı kaldım. Oysa Sen, dileseydin dar edebilirdin zamanı bana! Bir uçurumun dibine savrulmuş bir arabada çaresizce Sana yalvartıyor olabilirdin beni. Korkulu bir savaşın orta yerinde ateş ve kan kusan bombaların altında günümü de, işimi de, uykumu da, hatta rüyalarımı da delik deşik etmelerini takdir edebilirdin. Düşmeyen bombalar kadar, uçuruma savrulmayan arabalar kadar genişlik borçluyum Sana.

İçten pazarlıktı benimkisi. Öyle içten ki kendime bile söyleyemedim. Gözlerimle birlikte gönlümü de secdene kilitlemeyi çok gördüm. Kendimi sıfırlamayı, benliğimi hiçe indirgemeyi beceremedim. Ensemde kaderin sıcacık nefesini hissedecek o teslimiyetin vadisine inemedim. Acelem vardı; alnımı koyduğum gibi kaldırdım seccadeden. Bütün benliğimle aşağı inemedim. İşim vardı, secdemi işime zaman kazandım. Secdeye kalbimi de sığdırmaya çalışmadım. Uykum vardı, secdemi sığ bırakıp uykumu derinleştirdim.

İtirafımdır: Bencilliğimi de sırtıma alıp rükûlarda eritemedim. Bedenim eğilirken huzurunda, “emrolunduğum gibi dosdoğru olma”nın ağırlığını sırtıma almayı erteledim. “Sırası değil!”di; “hele dur; sonra da olur!”du. En Sevgili’ni bir gecede ihtiyarlatan emri üzerime alınmadım.

Sen dileseydin, çocuğumun cılız nabızlarının eşliğinde, loş ve neşesiz bir yoğun bakım odasında, gözümü de gönlümü de, umutsuzca, çaresizce, ürpertiyle, korkuyla bir monitörün ekranına kilitleyebilirdin. Dileseydin, yeryüzünün sükûnetini bir anda kesip, küçücük bir duvar kıpırtısının gölgesinde, mini mini bir sarsıntının beklentisi içinde saçlarıma aklar düşürebilirdin.


İçten pazarlık mı denir buna? Sen bilirsin Seninle ettiğim pazarlığı. Kendime sakladığım ve hatta kendimden de sakladığım sır bu. Dilime bile değdirmekten korktuğum, ağzıma almaktan utandığım öyle bir sır işte. Fısıldaması bile acı veriyor ya… Meselâ, uzayınca Fatiha, uzayınca sûre, heceler sanki özgürlüğe giden yolu taşlar gibi kestikçe, “bitmez şimdi bu namaz!” dediğim çok oldu. Ama içimden. Kimseler duymadı.


Bir Sen duydun beni ey Rabb’im. Sırrımı bir Sen bildin. Kendimi lüzumsuz hissederken seccadenin üzerinde, dudağım anlamına yetişemediğim kelimeler için oynarken, Sen beni söylediğimden fazlasıyla duydun, söyleyemediğimi de, dile getiremediğimi de bildin. Ruhumu alıp uzaklara gittiğim halde, bir bedenimi bıraktığım halde huzurunda, kovmadın beni, yakınlığında tuttun.

İtirafımdır; öyle anlatıldığı gibi özleyebilmeyi beceremedim henüz namazı… “Aradan çıkarmaya çalıştığım” oldu namazı. Geçiştirdim namazı. Bir “sorun”du çözdüm, hallettim. Selam verip sonra yaşamaya başladım… Yaşamayı namazın içinde aramalıydım. Namazı yaşamanın içine sızdırmalıydım oysa. Bilemedim.

Kafa tuttum, ayak diredim, pazarlık ettim; ama Sen utandırmadın, yine yine yine huzuruna aldın beni. Her secdede rahmetinle okşadın alnımı. Her rükûda “aferinler” fısıldadın gönlüme. Her vakitte yeni bir sayfanın aklığına çağırdın ruhumu. Yüzüme vurmadın. Azarlamadın. Aşağılamadın. Hepten umut kesmedin benden. Yok saymadın. Utandırmadın.

Pazarlık ettiğimi Seninle bir Sen bildin ey Rabb’im. Kimselere söylemedin. Sırdaşım Sensin, bir Sana açabilirim içimi, bir Senin beni ayıplamandan korkmam. Ben işte böyleyim; yine “bana ait”lerin hesabındayım. Başka kime söyleyeyim? Başka kimin anlayışından medet umayım?
-senai demirci-
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
"Nefsimiz , aynaların sahte derinliğine itiyor bizi. Hani karşılıklı konulmuş aynalar vardır ya ; birbirlerini yansıta yansıta iyiden iyiye derinleşir , hatta sonsuzlaşır.Oysa bu sonsuz mekan içinde bir ilerlemeye kalksan , daha ilk adımda kafan bir cam soğukluğuna toslayacak , hayali mekanın bir anda tuzla buz olacaktır.Gerçekte, hepsi hepsi iki ayna arası küçük bir mekanımız vardır.Dün bir aynadır, yarında hemen onun karşısında bir başka ayna.İnsan bir düne , bir de yarına bakıp ne de çok kandırır kendini.. "
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
"Sokakta ki billboard’lar sana ,
“Rabbinin nimetlerini an!” demez.
“Sana verilenler az! Bak yenisi çıktı, bunu da al! “der."
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
"Elem. İnsanı elem pişirir. İnsanı elem adem eder.İnsan, elem çektikçe çekilir çekilir olur. Elif boylu sevgili, lam biçimli zülfünün çengeliyle, mim mühürlü dudaklarının suskunluğuyla hep e/l/(e)m okutur aşığa."
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
"Dünyaya veda vaktidir yatsı vakti. Gün gelecek, yaşaman fazladan görülecek, ölümüne hiç kimse şaşırmayacak. Senin için ömrün gecesi başlayacak. Zaman siyah bir tül gibi üzerine örtülecek… Varlığının kalp atımları zayıflayacak. Heveslerin dünyadan yüz çevirecek. Öyle bilerek var secdeye… Benliğini sıfırla… Kaygılarının kışını erit secdenin sıcağında.."
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
Parmak izlerim kimsenin parmak izine benzemiyor.

Demek ki, benim parmak uçlarıma hiç kimsenin parmak ucuna dokunmadığı gibi dokunmuş.
Sadece dokunmuş mu?

Hâlâ dokunmakta. Her an yeni/den dokunmakta.

Retinam kimsenin retinasına benzemiyor.

Demek ki, benim gözümün içine kimsenin gözünün içine bakmadığı gibi bakmış.
Sadece bakmış mı?

Hâlâ bakmakta.

Şimdi gözlerimin içine yeni/den bakmakta.

Ben gözlerimi kapatsam da,

O gözlerimden bakışını ayırmamakta.
Yüzüm kimsenin yüzüne benzemiyor.

Demek ki, benim yüzüme kimsenin yüzüne yönelmediği gibi yönelmiş.

Sadece yönelmiş mi?

Hâlâ yüzüme dönük ve yüzümün her noktasında çalışmakta.

Ben O’ndan yüz çevirsem de,

O benden yüz çevirmemekte.

Senai Demirci​
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
Doğrusu şu ki, sınanmamış insan çiğ insandır, kıvamını bulmamıştır. Hata ederek de olsa kıvamını bulana aşk olsun. Ayağı kayıp düşerek de olsa, dönene helal olsun. Başını duvarlara vurup da kendine gelene helal olsun. Sınanmamış adam, kalite kontrolünden geçmemiş araba gibidir. Düzgün duruşu şimdiliktir ve naylondur. Virajlarda savrulabilir, yokuşlarda freni tutmayabilir, zorlanınca yoldan çıkabilir. Hata yapmamış adam rüzgâr yememiş, kış görmemiş ağaç gibidir. Dik duruşu sahtedir. Zorlanırsa dalları kırılabilir, yerinden oynayabilir.
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
...
Rabbim;

Demir emrinle parçalanırken,
Nefsimin elinde bırakma beni...

Dağlar Sana boyun eğmişken,
Şeytanın aldatmacalarına kandırma beni...

Dilim Sana içtenlikle yakarırken,
Sözlerimden fazlasıyla anla beni...

Senai Demirci
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,599
Tepki puanı
965
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Şükret ki irfanını eksik bilenler var...

izmirkonak.jpg

İzmir'in irfanı eksik!
Kızılacak söz mü bu!
"İrfanın eksik" denilince köpüren adam, tam da söyleneni doğrular aslında.
Belli ki irfanı eksik; tam olsaydı "haklısınız" derdi.
Susar; başkasını ayıplamaya kalkmaz, kendi ayıplarının mahcubiyetiyle başını öne eğerdi.
Üzerine alınırdı bu insaflı uyarıyı.
Heykelleştirdiği, betonlaştırdığı, kasvetli taş gölgeleri halinde çocukların, gençlerin üzerine yığdığı ideolojisini hatırlardı.
İcat ettiği, yonttuğu, üst üste yığdığı, meydanlara dizdiği, okul önlerine diktiği kalıpları hatırlardı.
"Doğru ya..." derdi, azıcık acırdı bir yeri.
"Ne kadar çok kalıp icat etmişiz!"
Din kalıp kırmak içindir; beton dikmek için değil.
Sorardı; nasıl bir şey bu irfan?
Belki öğrenme fırsatı bulurdu herkese ait değerleri, meselâ bayrağı, muhaliflerinin üzerine sopa yapıp sallamanın irfansızlık, yobazlık ve yozluk olduğunu.
Birileri söylerdi bu irfansızlığın çok eskilere dayandığını. Meselâ irfanı eksik, kalpsiz ve yoz "dinci"lerin Kur'ân sayfalarını kardeşlerine karşı kalkan kullandığını fısıldarlardı.
Belki fark ederdi ki, irfan ehli, Allah'ın rahmetini cebine koymaya kalkmaz. Birileri günaha düştü diye, dili sürçtü diye Allah'ın yetkilerini alıp ceza kesmeye kalkmaz.
Bir ihtimal görürdü ki, kendisi gibi olmayanları hepten yok saymalar, baştan "cehennem"e atmalar laik softaların işidir.
Ümit edilir ki, çok kızdığı din softalarının gözünün içine bakınca, tam da kendi içindeki softalığı ve zorbalığı görürdü.
Anlardı ki, zorla baş örttürmek de, zorla şapka giydirmek de aynı gericiliktir, aynı iz'ansızlıktır, aynı insafsızlıktır, aynı irfansızlıktır.
İrfanı tam olsaydı birilerinin, silahlı adamları göreve çağırıp okul önlerinde başını örten genç kızlara gerici etiketi yapıştırıp, barikat kurdurmazdı. Kuvvete dayanıp onu bunu hizaya getirmeye çalışanların yanında durmaz. Bir ara durduysa da, pişman olur, hiç olmazsa aynısını bir daha istemekten utanırdı.
Diyeceğim o ki ey irfana tok kardeşim, dua et ki (edersin değil mi!) irfanını eksik bilenler var bu memlekette...
Yoksa onlar da senin gibi yapar, lafın zâhirini alır, sözün kabuğuna bakar, mesajın içtenliğine kulak tıka, ruhuna sırt döner, muhaliflerini kesip biçer, kendine yandaş olmayanları şıp diye etiketlerlerdi.
Şükret ki (ediyorsundur elbet, ki daha da etmelisin!) senin gibi yapmıyor onlar. En cahili sandıkların bile senin ve yandaşlarının küstahlığına sabrediyorlar.
Ne güzel ki (en beğenmediğin, belki ürktüğün, görünce yolunu değiştirdiğin çarşaflıları da cübbelilere de) sana misilleme yapmayı düşünmüyorlar. Senin kendilerine yaptığının aynısını sana yapmayı imanlarının nezaketine yakıştırmıyorlar. Kalpleriyle bile sana zarar vermekten çekiniyorlar. Kim bilir irfan sahibi olup da kardeşleri olmanı içten arzu ediyorlar.
İyi bil ki, aşağıladığın o adamlar ve kadınlar "kamusal alan" diye bir şey icat etmeyi, insanları ikiye ayırıp bir kısmını içerde, bir kısmını dışarıda tutmayı akıllarının ucundan bile geçirmez. Onların alanının adı "rahmetsel alan"dır; sen de dâhil orada herkese yer var.
Allah'tan seni sandığın kadar ciddiye almıyorlar.
"Olur böyle şeyler" deyip geçiyorlar. "Bilmiyorlar Allah'ım, bağışla onları" diye sessizce merhamet sağanağı oluyorlar sana.
"Gel, ne olursan ol, yine gel" diyen irfan ehlinin kalplerini göğüslerine taşımak için ter döküyor onlar.
Söylesene, senin dinleştirdiğin ideolojinin beton göğsüne hangi kalp sığar?

Senai Demirci
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
Susu/yorum

Susu/yorum



–Üzgünüm: Bu ülkede namazını işyerinde yasaklandığı için tuvalette, evinde ise ayıplandığı için banyoda kılmak zorunda kalan kardeşlerimiz var.

–Şükrediyorum: Aşağılık bağnazlığın böylesi en aşağılık biçimlerinin din adına değil de, dine karşı uygulandığı bir ülkede yaşıyorum.

–Seviniyorum: Ya tersi olsaydı… Zaten gönüllüce kılacağım namaza beni zorlasaydı o yobazlar? Seve seve örtünen genç kızlara başını kapatmalarını emretselerdi o “laiklik dini” zangoçları… İnsan onurunun biricik garantörü İslam da o zorbaların elinde bir “devrim” kırbacı olsaydı… Allah’ım sen muhafaza eyle…

–Utanıyorum: Bana yasak olmadığı/yasaklanamayacağı halde, ayıplanacak değil aksine alkışlanacağım halde namazıma nazlanarak giden benim gibileri de var. El bebek gül bebek nazlandığım namaza, nazlana nazlana, adeta ittire kaktıra gidiyorum ya… Ah!

–Mutluyum: Böylesi kahramanlar bizim aramızda, bu zamanda, bu topraklarda yaşıyor. Elif gibi dik, diri, duru ve doğru olarak yürüyorlar aramızda…

–Umutluyum: Kulluğun hakkını veren her insan, tüm insanlık adına bir ümittir, bütün insanlığın gaflet kışından sıyrılıp meyveye durabileceğini ilan etmek üzere namaza durur. Bu isimsiz kahramanların içinde sessizce yaşadıkları o “kehf”, o mağara, zalimlerin hepsini gebertecek, zorbalıkların hepsinin üstesinden gelecek. Filizlenmeye durmuşsa tohum, taş da çatlayacak, toprak da yarılacak…

–Susuyorum…



Senai Demirci​
 

Hicran-ı Aşk

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ara 2009
Mesajlar
2,257
Tepki puanı
250
Puanları
63
Yaş
38
Konum
Adana, Mersin
Kir yanlış yere konumlanmış maddedir” demiş ya Mary Douglas. Yıllardır Said Nursi de Kuddüs isminin yorumunda böyle der.(Bk. 30. Lema)Varlık hiyerarşisinde insan eşyadan yukarıdadır. Ama insan eşyayı kendine baştacı yaparsa, eşya da kendisi de kirlenir. İman, eşyayı ve insanı olması gerektiği yere koyarak ‘temiz’liyor. Yani, imandan geliyor temizlik. “Temizlik imandandır” mealindeki Peygamber sözü, “mümin temiz olmalı” pragmatikliğinden öte bir anlam taşıyor.

Senai Demirci​
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
51
Kir yanlış yere konumlanmış maddedir” demiş ya Mary Douglas. Yıllardır Said Nursi de Kuddüs isminin yorumunda böyle der.(Bk. 30. Lema)Varlık hiyerarşisinde insan eşyadan yukarıdadır. Ama insan eşyayı kendine baştacı yaparsa, eşya da kendisi de kirlenir. İman, eşyayı ve insanı olması gerektiği yere koyarak ‘temiz’liyor. Yani, imandan geliyor temizlik. “Temizlik imandandır” mealindeki Peygamber sözü, “mümin temiz olmalı” pragmatikliğinden öte bir anlam taşıyor.

Senai Demirci​
Teşekkürler, eline gönlüne sağlık
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,599
Tepki puanı
965
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
[h=2]Üç Kader Sorusu[/h]
"Madem önceden biliyor ne yapacağımızı, o zaman ne yaparsak yapalım O'nun bildiğini yapıyoruz. Boş yere uğraşıp duruyoruz. Kaderin mahkûmuyuz."

Hemen kalk yerinden bir takvim yaprağına bak. Orada senin de önceden bildiğin şeyler yazılı. Güneşin, meselâ üç ay sonra, oturduğun şehirde hangi dakikada doğacağını ve batacağını yazmış olmalılar. Artık sen de önceden biliyorsun. Acaba güneş, sen öyle bildiğin için mi o dakikada doğuyor? Yoksa güneş o dakikada doğacağı için mi sen öyle biliyorsun? Gördüğün gibi, bilmek olmayı belirlemez, olmak bilmeyi belirler.

Bir iş olmuşsa/olacaksa, öyle bilinir.
Bir iş nasıl bilinirse, öyle olmaz.
Öyle bilindi diye öyle olmaz.
Öyle bilinecek diye öyle de olmaz.

Allah’ın da önceden bilmesi, ne edeceğimizi belirliyor değil.
Biz böyle ettiğimiz için, O önceden öyle biliyor.

Yoksa, O’nun da sonradan bilmesini mi arzu ederdin. Zamanı yoktan var eden, sence zamana mahkûm mu olsun? O da mı “az sonra”ları beklesin?


***

"Hayır ve şerri Allah’tan biliyoruz. Üstelik, böyle iman etmemiz isteniyor. Şer Allah’tan ise ben var olan bir şerri tercih ettim diye, bir kötülüğü seçtim diye bana niye günah yazılıyor, niye hesap soruluyor?"

Sanıyorum, en son girdiğin test sınavını unuttun. Sınav kâğıdında, her sorunun altında bir doğru cevap, dört yanlış cevap yazılıydı. Yani, elinde tuttuğun kitapçıkta “yanlış”lar “doğru”ların dört katı fazlaydı. Hiç sınav kitapçığını/kâğıdını hazırlayanlara, “Niye bu kadar yanlış yazdınız?”diye itiraz etmek aklına geldi mi? Onların “yanlış”ları yazmaları sence “yanlış” mıydı?

Elbette ki hayır! Onların yanlışları yazmaları senin doğruyu seçme yeteneğini görmeleri içindi. Onların yanlış yazmaları yanlış değil, senin yanlışı seçmen yanlıştır. Bunun gibi, dünyada doğrular da var, yanlışlar da… Yanlış olanın önünde seçenek olarak durması yanlış değil. Senin onu seçenek olarak seçmen yanlış! Bu kuralı büyüklerimiz, “halk-ı şer, şer değil, kesb-i şer şerdir!” diye yazmışlar.

Anlayacağın:

Allah’ın kötülüğü var etmiş olması kötülük değil, senin kötülüğü seçmen kötülüktür.


***

"Kader belirlenmiş, bize yapacak bir şey kalmamış.. Madem ki, Allah cennetlik mi cehennemlik mi olacağımızı baştan biliyor. Bizi niye yoruyor, en başından koysaydı ya cennetine ya da cehennemine?"

Dünyada ne edeceğimizi biliyor Allah:

Doğru. Önceden biliyor: Bu da doğru. Peki ya O’nun önceden bildikleri sonradan olmazsa, O neyi bilmiş olacak! Sonradan olacaklar olacak ki, önceden bilmesi doğru olsun…

Farz edelim ki, “biliyorum nasılsa” diye hiçbirimizi dünyaya göndermeden cennete/cehenneme koyuverseydi. Dünya hiç olmasaydı. Hayat hiç kimse tarafından yaşanmasaydı. O zaman O’nun da bildiği şimdiki yaşadıklarımız değil, “biliyorum nasılsa” diye başından cennete/cehenneme koyulduğumuz olacaktı.
Sonradan bilmek için bir şeylerin önceden olması gerektiği gibi, önceden bilmek içinde bir şeylerin sonradan olması gerekir. Şimdi olan bitenin hepsi O’nun önceden bildikleri ama bizim olduktan sonra bildiklerimizdir.

“Ben kaderin mahkûmuyum” derken, acaba, O çok önceden öyle biliyordu diye O’nun bildiğine göre mi davranıyorsun?

Bunu yapabilmen için, O'nun önceden bildiğini O'ndan önce bilmek gibi bir yeteneğin olmalı. Bir eylemi yaparken, önceden yazılmış bir şey okuyarak yapmadığına göre, senin eylemlerini kaderin belirliyor değil, sen kaderinde ne yazıldığını/yazılacağını belirliyorsun.
Ne yapıyorsan, o yazılıyor kaderine. Şimdi yaptığını sonradan öğreniyorsun. İşte kaderin de o sonradan bildiğine göre yazılıyor.

Sonradan bildiğine göre önceden davranabiliyor olsaydın, örneğin bir sınavı hemencecik kazanabilirdin, diplomanı fakülteye girer girmez de alırdın! Çok kolay:

''Kaderimde diploma alacağım yazılmış, öyleyse yan gelip yatsam da, diplomamı alacağım deyip de yan gelip yattığında, sadece yan gelip yatmış olursun. Böylece kaderinin de yan gelip yattığı için diplomayı alamadı ''şeklinde yazıldığını çok sonra fark edersin!

Senai Demirci

 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt