Bin dört yüz yıl öncesiydi. Yağmurlar
bitkilere küsmüş gibiydi. Güneş olabildiğince kavuruyordu
Mekke Sokaklarını. Sanki intikam alıyordu beşerden. Ve diyordu ki;
beni müzeyyen bir şekilde süsleyip, semâya ziyalı bir ışık yaparak,
istifadenize sunan Hâlıkımızı niçin tanımaz, görmezsiniz,
şükretmezsiniz?” ama cahilolan insanın ne gözünde
o hitâbı anlayacak bakış, ne de kalbinde o mânâyı sezecek
his kalmıştı. Adetâ yaşayan cenazeye dönmüştü insanoğlu.
İşte böyle bir zamandı cahiliyet devri.
Derken, bir gece semâvat ve arz büyük bir sarsıntıyla uyandı.
Nihayet beklenen an gelmişti. Her şey anlam kazanmaya
başlamıştı. Dünya kendi mevcûdiyetinin asıl sebebi olan,
bununla da “sen olmasaydın
Yâ Muhammed, sen olmasaydın kainatı yaratmazdım.”ilâhî hitabına
mazhar olan, Kainatın Reis’i, Fahr’i, Nur’u Muhammed Mustafa
teşrif etmişti.
Her şeyi gibi dünyaya gelişi de büyük bir mucize olmuştu.
Ve tenindeki gül kokusunu sunmaya başlamıştı daha ilk anda.
Evet, harikalar içerisinde gelmişti, öyle bir gelişti ki bu...
o doğduğunda zuhur eden nur, kıyamete kadar kainatı
ışıklandıracaktı.
Bin yıldan beri yanan Mecûsilerin ateşini söndüren
o “nur” bin üçyüz elli sene sonra dinsizliğin manevî
ateşini söndürmüştü.
Güneş bile sıcaklığını onun nurundan alıyordu bu zamana kadar.
Çocukluğundaki harika halleriyle de insanları şaşkınlık içerisinde
bırakıyor, kendisine teveccüh ettiriyordu. Ve bin dört yüz sene
sonra da sosyologların psikologların akıllarını hayrette bırakıyor,
kendine hayran ettiriyordu o “nur” çocuk.
Ve nihayet o an gelmişti. Nübüvvet mührünün farklılığını
farketme ve Risalet tâcını giymek zamanıydı. Hira mağarasında
Cebrail(as) isimli meleğin kendisini üç defa sıkıştırarak,
“oku, Rabb’inin adıyla oku” demesiyle, kendisini, kainatı,
Kur’an-Hakîm’i okuması istenmişti daha ilk vahiyle birlikte.
O Şefkatli Nebî , o mübarek insan, ürkmüş ve korkmuş bir halde
zevcesinin yanına geldi. “Beni örtünüz , beni örtünüz”dedi.
Onu bu derece titreten “oku” emri, bizi neden hiç sarsmıyordu?
Yoksa önemsiz miydi “ben”i, kainatı, Kur’an-ı Kerîm’i okumak?
Zât-ı Zülcelâl, irşad etme vazifesiyle görevlendirdiği sevgilisine
önce “oku” demişti, “Alîm” isminin tecellisiyle ona ilminin
kapısını açmıştı.
Zât-ı Zülcelâl kainat kitabına yazdığı Tekvîni Ayetleri
Kur’an-ı Hakîm’inde tercüme etmiş, o Kelâm-ı Ezelîyi de
Resûlünün şahsında bütün insanlığa göndermişti.
Artık semâvat ve arz Muhammed-ül Emin olan Resûl-ü
Ekrem’i miraçtaki Risaletiyle beraber kendi üzerinde
taşımaktan son derece
mes’ud ve müsterih olup, her daim ona salât ve selâm getirmişlerdi.
Çünkü O,Hâlıklarının en sevgilisiydi. Onun Risaletiyle suların
akışı daha bir canlı, güneşin ziyası daha bir aydınlıktı. Kuşların,
böceklerin mânidar ötüşlerinde, güllerin açılışında onun
nurunun tecellisi vardı.
Karanlık nura, cehalet ilme, sefalet safahata döndüğü o zaman asr-ı saadetti artık. Cehaletin kilit vurduğu
kalpler, iman hakikatleriyle, “sohbet-i nebevî” ile bir bir açılarak
ilim meyvelerini vermeye başlamıştı. İlk meyveydi hanımı ve
sevgili dostu Hz. Ebûbekir. Ahir olan bu zamanda da
sohbet-i Nebevîye
mazhar olmak, Sünnet-i Seniyye’ye kemâl-i ittibâ ile olabilirdi.
İşte o zaman, her duamızda mânen yanımızda olurdu
Resûl-ü Ekrem (asm). Ziyası öyle bir ışıktı ki; Arabistan
yarımadasından dünyaya, dünyadan kainata ulaşacak kadar etkiliydi.
Çünkü O, kainatın “Hakikat Güneşi”ydi. Ve O zamanın ve tüm
zamanların en Bedîsiydi.
Belki bin dört yüz sene geçmişti O En Sevgilinin devri
üzerinden, ama Hadisleri, Sünnetleri değişmemişti. O zaman
“çölde açan bir gül” idi. Şimdi ise, “karla kaplanmış gönül yollarında
açan bir kardelen.” Onun ismi gökte hâlâ “Ahmet”,
yerde “Muhammed”di. Almalıydık o Nur’u tarihin tozlu raflarından.
Yaşantımızı o nurun ziyasıyla ışıklandırmalıydık. İç dünyamızı
Risâlet gülleriyle süslemeliydik.
Çünkü; kalpler ancak onun sohbetiyle aydınlanırdı.
bitkilere küsmüş gibiydi. Güneş olabildiğince kavuruyordu
Mekke Sokaklarını. Sanki intikam alıyordu beşerden. Ve diyordu ki;
beni müzeyyen bir şekilde süsleyip, semâya ziyalı bir ışık yaparak,
istifadenize sunan Hâlıkımızı niçin tanımaz, görmezsiniz,
şükretmezsiniz?” ama cahilolan insanın ne gözünde
o hitâbı anlayacak bakış, ne de kalbinde o mânâyı sezecek
his kalmıştı. Adetâ yaşayan cenazeye dönmüştü insanoğlu.
İşte böyle bir zamandı cahiliyet devri.
Derken, bir gece semâvat ve arz büyük bir sarsıntıyla uyandı.
Nihayet beklenen an gelmişti. Her şey anlam kazanmaya
başlamıştı. Dünya kendi mevcûdiyetinin asıl sebebi olan,
bununla da “sen olmasaydın
Yâ Muhammed, sen olmasaydın kainatı yaratmazdım.”ilâhî hitabına
mazhar olan, Kainatın Reis’i, Fahr’i, Nur’u Muhammed Mustafa
teşrif etmişti.
Her şeyi gibi dünyaya gelişi de büyük bir mucize olmuştu.
Ve tenindeki gül kokusunu sunmaya başlamıştı daha ilk anda.
Evet, harikalar içerisinde gelmişti, öyle bir gelişti ki bu...
o doğduğunda zuhur eden nur, kıyamete kadar kainatı
ışıklandıracaktı.
Bin yıldan beri yanan Mecûsilerin ateşini söndüren
o “nur” bin üçyüz elli sene sonra dinsizliğin manevî
ateşini söndürmüştü.
Güneş bile sıcaklığını onun nurundan alıyordu bu zamana kadar.
Çocukluğundaki harika halleriyle de insanları şaşkınlık içerisinde
bırakıyor, kendisine teveccüh ettiriyordu. Ve bin dört yüz sene
sonra da sosyologların psikologların akıllarını hayrette bırakıyor,
kendine hayran ettiriyordu o “nur” çocuk.
Ve nihayet o an gelmişti. Nübüvvet mührünün farklılığını
farketme ve Risalet tâcını giymek zamanıydı. Hira mağarasında
Cebrail(as) isimli meleğin kendisini üç defa sıkıştırarak,
“oku, Rabb’inin adıyla oku” demesiyle, kendisini, kainatı,
Kur’an-Hakîm’i okuması istenmişti daha ilk vahiyle birlikte.
O Şefkatli Nebî , o mübarek insan, ürkmüş ve korkmuş bir halde
zevcesinin yanına geldi. “Beni örtünüz , beni örtünüz”dedi.
Onu bu derece titreten “oku” emri, bizi neden hiç sarsmıyordu?
Yoksa önemsiz miydi “ben”i, kainatı, Kur’an-ı Kerîm’i okumak?
Zât-ı Zülcelâl, irşad etme vazifesiyle görevlendirdiği sevgilisine
önce “oku” demişti, “Alîm” isminin tecellisiyle ona ilminin
kapısını açmıştı.
Zât-ı Zülcelâl kainat kitabına yazdığı Tekvîni Ayetleri
Kur’an-ı Hakîm’inde tercüme etmiş, o Kelâm-ı Ezelîyi de
Resûlünün şahsında bütün insanlığa göndermişti.
Artık semâvat ve arz Muhammed-ül Emin olan Resûl-ü
Ekrem’i miraçtaki Risaletiyle beraber kendi üzerinde
taşımaktan son derece
mes’ud ve müsterih olup, her daim ona salât ve selâm getirmişlerdi.
Çünkü O,Hâlıklarının en sevgilisiydi. Onun Risaletiyle suların
akışı daha bir canlı, güneşin ziyası daha bir aydınlıktı. Kuşların,
böceklerin mânidar ötüşlerinde, güllerin açılışında onun
nurunun tecellisi vardı.
Karanlık nura, cehalet ilme, sefalet safahata döndüğü o zaman asr-ı saadetti artık. Cehaletin kilit vurduğu
kalpler, iman hakikatleriyle, “sohbet-i nebevî” ile bir bir açılarak
ilim meyvelerini vermeye başlamıştı. İlk meyveydi hanımı ve
sevgili dostu Hz. Ebûbekir. Ahir olan bu zamanda da
sohbet-i Nebevîye
mazhar olmak, Sünnet-i Seniyye’ye kemâl-i ittibâ ile olabilirdi.
İşte o zaman, her duamızda mânen yanımızda olurdu
Resûl-ü Ekrem (asm). Ziyası öyle bir ışıktı ki; Arabistan
yarımadasından dünyaya, dünyadan kainata ulaşacak kadar etkiliydi.
Çünkü O, kainatın “Hakikat Güneşi”ydi. Ve O zamanın ve tüm
zamanların en Bedîsiydi.
Belki bin dört yüz sene geçmişti O En Sevgilinin devri
üzerinden, ama Hadisleri, Sünnetleri değişmemişti. O zaman
“çölde açan bir gül” idi. Şimdi ise, “karla kaplanmış gönül yollarında
açan bir kardelen.” Onun ismi gökte hâlâ “Ahmet”,
yerde “Muhammed”di. Almalıydık o Nur’u tarihin tozlu raflarından.
Yaşantımızı o nurun ziyasıyla ışıklandırmalıydık. İç dünyamızı
Risâlet gülleriyle süslemeliydik.
Çünkü; kalpler ancak onun sohbetiyle aydınlanırdı.
alıntıdır