Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Satır Arası Hikayeler (S.T) (1 Kullanıcı)

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
İSTEMEYİ BİLMEK

Bir parktaki iki kör dilenciden bahsederler. Beş on metre oturup iki kör dilenci. Birisi ellerini açıp,köre yardım edin,köre yardım edin,diye seslenir, diğeri boynuna bir yazı asmıştır: “ Bahar ne kadar güzel ama ben körüm.”
İnsanlar birinci dilencinin önünden yüzüne bile bakmadan geçerken, diğerine avuç avuç para verirler.

Bütün şartlar aynı olmasına rağmen üsluptaki farklılık neticeyi nasıl da değiştiriyor değil mi? Bir düşünün, çok kolay elde edebileceğimiz halde, istemeyi bilmediğimiz için nelerden mahrum kalmışızdır.

İstemeyi bilmek çetin mesele…


--------------------------------------------------------------------------

Timur’un Semerkand ve Buhara’yı fethettiği günlere gidelim.

Çetin bir savaşın neticesinde alınmıştır bu güzeller güzeli iki şehir.

Padişah savaşın yorgunluğunu daha üzerinden atmamıştır ki, İranlı meşhur şair Hafız’ın bir şiirini duyar:

“O Şirazlı Türk güzeli gönlümüm öyle aldı ki

Semerkand ve Buhara’yı onun bir tek kara benine bağışladım gitti.”

Timur, küplere biner, öfkeyle bağırtır:

-Tez bulun getirin bana o şairi!...

Üstü başı perişan, saçı-başı dağılmış Hafız’ı Timur’un huzuruna çıkarırlar. Padişah hışımla yürür şairin üstüne:

-Bre şair, bilmez misin, biz buraların fethi için ne kadar savaştık! Bunca Müslüman kanı döküldü. Sen kalkmış Semerkand’ı, Buhara’yı bir güzelin kara benine bağışlıyorsun. Bu ne cömertlik böyle?!

Korku içindeki Hafız, yırtık elbiselerini,perişan halini gösterir.

-Hünkarım, der, kulunuz bu yüzden bu halde ya…

Timur gülerek yanındakilere seslenir:

-Şu cömert şaire bir kese altın verin’

İşte üslup dostlar, işte netice…


-------------------------------------------------------------------------

Ya şair Ebu Düllâme ile halife Mehdi arasında yaşanan hadiseye ne demeli?

Ebu Düllâme Abbasi hükümdarlarına çok güzel bir kaside yazınca, Halife :

- Çağırın şairi gelsin, der, ihsanda bulunalım…

Şairi çıkarırlar huzura. Halife sorar:

-Kasiden çok güzel olmuş, caize olarak ne istersin?


Şair şöyle bir etrafındaki kalabalığa süzer ve der ki:

-Sultanım, kulunuz bir av köpeği ister.

Herkes şaşkındır. Sen sultanın huzuruna çık, dile benden ne dilersen desin, bir av köpeği iste! Olacak iş değil mi bu?

Halife: - Verdik gitti, der şaşırarak, istediğin av köpeği olsun.

Şair kapıya yönelmiştir ki, bir ara dönüp sorar:

- Fakat efendim. Ava ne ile gideceğim?

- Haklısın, der Halife, bir de at versinler.

Bir iki adım atan şair tekrar döner ve, boynunu büker:

- Şey efendim, ata nasıl bineceğim?..

Güler Halife:

- Doğru, güzel bir eyer takımı da versinler.

- Efendim, ata kim bakacak?

- Bir de seyis versinler…

Bir iki adım daha atar bizimki:

- Sultanım, diyecektim ki, bu seyisi nerede yatırayım?

- Bir de köşk versinler.

Şair tekrar döner geriye:

- Bu kadar insanı bu köşkte ne ile geçindireyim?

- 1000 altın da harçlık versinler…

Ebu Düllame bir kez daha geriye dönecektir ki, halife Mehdi ondan önce davranır:

- Bak şair efendi, masraf idaresine bir kethüda, hesap tutmaya da bir katip istersen av köpeğini geri alırım ha!..


--------------------------------------------------------------------------

Semerkand’dan İstanbul’a uzanalım şimdi de.

Sultan Mahmut Üsküdar sırtlarında dolaşmaya çıkmıştır. Kalabalığın arasından bir çocuğu çağırır, kesesinden çıkardığı bir altını uzatır. Çocuk almak istemez. Padişah sebebini sorar. Çocuk der ki:

- Ailem bu altını nereden bulduğumu sorarlar, hırsızlık yaptığımı zannederek döverler beni.

Şaşırır padişah:

- Evladım, benim verdiğimi söylersin sen de.

- O hiç olmaz sultanım. Padişahın verdi mi bir tek altın vermeyeceğini onlar da bilirler..

Dedik ya üslup önemli, istemeyi bilmek zor iş. Çocuk mu? Kesenin tamamını almış tabii ki…


-------------------------------------------------------------------------

Şimdi diyebilirsiniz ki, istemeyi bilmekle her şey bitiyor mu? İşin bir de nasip tarafı var elbet. Her şey tamam, bütün şartlar hazırdır, istemenize bile gerek yoktur ama nasip tıkanmıştır bir kere…

-------------------------------------------------------------------------

Üsküdar’dayız yine. Bir ramazan günüdür. Sultan Mahmut bu kez halkın kendisini tanıyamayacağı bir kıyafetle dolaşmaktadır. Bir ayakkabıcı dükkanından gelen ses dikkatini çeker padişahın. İhtiyar bir adam elindeki çekici boş örse vururken şöyle mırıldanmaktadır.

- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…

Sultan Mahmut selam verip içeri girer:

- Hayrola baba, nedir tıkanan?

İhtiyar elindeki çekici boş örse vurmaya devam ederek:

- Sorma be evlat, der, tıkandı da tıkandı. Kırış kırış alnı, bembeyaz sakalıyla nur yüzlü bir ihtiyardır bu. Bundan iki-üç sene önceydi evlat, bir rüya gördüm. Çok büyük bir şadırvan vardı. Her tarafında irili-ufaklı çeşmeler… kiminden oluk oluk su akıyor, kiminden damla damla, kiminden iplik gibi. Nedir bu, diye sordum. Nasip çeşmesi, dediler. Oluk oluk akan padişahın nasibiymiş. Diğeri filan sadrazamın, öteki bilmem kimin… Gözüm bir çeşmeye takıldı o sıra. Arada bir tek-tük damlalar düşen bir çeşmeydi bu. Bu kimin, dedim. Senin çeşmen dediler.

İhtiyarı dinliyor görünse de, gülmesini zor tutuyordu padişah:

- Eee?..

- Oradan bir odun parçası buldum, çeşmenin ağzını açmak için zorlarken, odun kırılıp iyice tıkamasın mı çeşmeyi!.. Damla düşmez oldu. O günden beri böyleyim işte evlat.

Elindeki çekici örse vurmaya devam etti ihtiyar adam:

- Tıkandı da tıkandı…

Padişah sevmiştir bu tuhaf ihtiyarı. Saraya döndüğünde bir hindi dolması hazırlatır. İçinde çil çil altınlar olan bir hindi dolması. Dükkanı tarif edip hindiyi gönderir, neticeyi beklemeye başlar.

Tıkandı baba sevinir hediyeyi görünce. Nihayet nasibim açıldı der. İftara az bir zaman kala bu hindiyle bir iftar etmektense bunu satar, üç günlük yiyecek alırım diye düşünür. Hindiyi üç-beş akçeye satar.

Hadiseyi duyan Sultan Mahmut, gülmeye başlar, adamlarına yeni bir emir verir.

- Hemen bir tepsi baklava hazırlayın, her dilimin altına bir altın koyup götürün ihtiyara…

Tıkandı Baba, hindiyi sattığı komşusuna baklavayı da birkaç akçeye satar. Mutludur artık, nihayet nasibi açılmıştır işte. Padişah ise ihtiyarın saflığına kızmaya başlar:

- Getirin bana o ihtiyarı!

Tıkandı Baba Padişah’ın huzuruna getirilir. Olanı-biteni bir bir anlatır padişah. İhtiyar adam çok üzülür. Ellerini dizlerine vurarak dövünmeye başlar:

- Tıkandı da tıkandı, tıkandı da tıkandı…

Onun bu halini gören Sultan Mahmut bir kez daha merhamete gelir. Vezirine işaret verir. Hazine dairesinden bir altın sandığı, bir de kürek getirilir. İhtiyar küreği sandığa daldırıp çıkartacak, küreğin içindeki altınlar onun olacaktır.

Tıkandı Baba sevinir. Padişah’a dualar ederek heyecanla sandığa daldırır küreği. Sandıktan çıkardığında ise oracığa yığılır, bayılıverir. Zira heyecandan küreği ters daldırmıştır Tıkandı Baba. Ve küreğin sırtında tek bir altın vardır!

Sultan Mahmut nasipsizliğin deyimi olarak kalacak olan sözünü orada söyler işte.

- Vermezse Mabud, neylesin Mahmut…


--------------------------------------------------------------------------

Nasip deyince akan sular duruyor. İstemeyi bilmek başlı başına bir sanat. “Kemalat yolunda gün gelir istememeyi bile istememek gerekir” diye bir söz hatırlıyorum.


Bir gün cümle isteklerden kurtulup, bu sözün hakkını da veririz belki. Ama şimdi, merhum Üstad’a bir Fatiha gönderip, şu beyti yaşamanın vaktidir galiba:



Verirler ben acizim sen büyüksün dedikçe

Verenin şanı büyük sen iste istedikçe.

http://http://www.pozitifpazarlama.com/urunarama.asp?type=SRC
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
KAZ HİKAYESİ

Padişah ve veziri iki seyyah kılığında ülkeyi dolaşıyorlardı.

Akşam olup saraya dönecekleri sırada bir derenin kenarında kışın ayazında deri tabaklayan bir ihtiyar dikkatlerini çekti.Yanına gittiler.

Padişahla ihtiyar arasında şöyle bir konuşma geçti.

- Esselamu aleyküm ey pir-i fani

- Ve aleykümselam ey serdar-ı cihan.

- Altılarda ne yaptın?

- Altıyı altıya kaymayınca otuz ikiye yetmiyor.

- Geceleri kalkmadın mı?

- Kalktık, lakin ellere yaradı.

- Sana bir kaz göndersem yolar mısın?

- Hem de hiç ciyaklatmadan!

Padişah ve veziri bu tuhaf konuşmadan sonra yeniden saraya doğru yola koyuldular. Padişah hâlâ gülüyor, Vezir ise şaşkınlık içerisinde konuşulanları yorumlamaya çalışıyordu. Padişah’ın gülüşünden de cesaret alarak soruverdi:

- Hünkarım, siz o ihtiyarla ne konuştunuz?

- Ne, anlamadın mı sen konuştuklarımızı?

- Hiç… hiç bir şey anlamadım hünkarım.

- O halde bakasın Vezir, gece yarısına kadar ne konuştuğumuzu öğrenmezsen kellen gider, haberin olsun!

Vezir sorduğuna soracağına pişman olmuştu. Gece yarısına kaç saat vardı ki şurada? Tek çare gidip dere kenarındaki ihtiyara sormaktı. Vezir de öyle yapmaya karar verdi.

Vardığında adamcağız işini bitirmiş, gitmek üzereydi. Telaşla gelen Vezir’i görünce sordu:

- hayrola devletlum, siz bu saatte buralarda?

- Bırak şimdi devletlumu, kellem gidecek!

- Hayırdır inşaAllah, ne oldu ki?

- Padişah’la aranızda geçen konuşma yüzünden! Sen önce şunu haber ver, üzerinde padişahlığını belli edecek hiçbir işaret yokken Padişah’ı nasıl tanıyabildin?

- Ben dericiyim, anlarım. Bu ülkede o deri yeleği Padişah’tan başka giyecek kimse olamaz!

- Ya, demek öyle… Diğer konuşmalar vardı bir de…

İhtiyar adam anlamamış görünerek mevzuyu değiştirdi birden:

- Bu sene de kış pek çetin geçiyor ha!... Hele bu saatlerde.

Vezir ihtiyarın niyetini hemen anlamıştı:

- Anlaşıldı, anlaşıldı, al bakalım bir kese altın sana! Şu altılar meselesi, neyin nesiydi o?

- Padişah, altı ay yazın ne yaptın ki bu kışta-kıyamette de çalışıyorsun, dedi. Ben de kışın altı ayında da çalışmazsa otuz iki dişimize yetiremiyoruz, diye cevap verdim.

- Peki geceleri kalkmadın mı, ne manaya geliyordu?

Yaşlı adam mevzuyu yine değiştirdi:

- Allah Allah… insan yaşlandıkça her şeyi de nasıl unutmaya başlıyor.

Vezir tekrar atıldı:

- Zeki adamsın vesselam! Şu keseyi de al, ama biraz çabuk ol!

- Hay Allah, bak birden hatırlayıverdim şimdi… padişah, geceleri kalkmadın mı derken, çoluk-çocuğun yok mu diye sordu. Ben de var ama hepsi kız oldu, kocaya gittiler, dedim.

Öğreneceklerini öğrenen Vezir, ihtiyarın zekasını bir kez daha hayran oldu. Rahat bir nefes alıp, tam sarayın yolunu tutacağı sırada birden aklına geldi:

- Bir de kaz meselesi vardı baba. O neyin nesiydi?

İhtiyar derici bir taraftan toparlanırken gülerek cevap verdi:

- Var git devletlum, onu da sen düşün artık…?


Satır Arası Hikayeler - Serdar TUNCER
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
ONUDA SEN AĞIRLA

İbn-i Asfur’un hikayesini hatırlar mısınız?

Sen hiç ayakkabılarından özür diledin mi?

Duyduğun bir söz kaç gece böler uykularını?

Ağlayan bir çay bardağı gördün mü hiç?

Toprağın üzerinde basacak yer bulamadığın oldu mu?


Sahi, sen kıyafetlerine hiç teşekkür ettin mi?



Gecenin bir yarısı şimdi, balkondayım yine, yazıyorum. Kendime böyle sorular sorup, cevaplar arıyorum. Karşı evin terasından bir ses geliyor sanki: “Önce hikayesini anlat” Söz dinliyorum…

Günahkar bir adamdı. Ayık gezmezdi. Bütün bit köy halkı yaka silkiyordu adamdan. Ölse de bir kurtulsak diyorlardı.

Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise adamının haline üzülse de ses çıkaramazdı. Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.

Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyor, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu. İyice zayıflamış, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor, ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin diye yalvarıyordu Allah’a…

Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerede sızıp kalmıştı! Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bir yanına baktı, yoktu. Eve gelmiştir beki diyerek koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaza durdu. Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.

Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyor, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç bela sedire kadar taşıdı. Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü. Ölmüştü…

Kadıncağız kocasının başında epeyce bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı. Kalktı, imamın evine gitti.

-Hocam… diyebildi hıçkırarak, bizimki…

Söyleyemiyordu, ama imam efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.

-O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapattı.

Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü. Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.

Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omzundan kayarken, dizlerinin üstüne çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.

Hışımla yaklaştı muhtar:

-Onu nereye götürüyorsun, dedi. Mezarlığa gömeyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden…

Kadın gözlerini çarşafın üstüne dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki. Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.

Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adımı atacak hali yoktu. Kendi kendine;

-Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada…

tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.

-Dert etme dedi, ben yardım ederim sana.

Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti. Br kaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek döndü evine. Yorulmuştu. Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta. Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı Muhtar. Bir yandan tekmeyi vuruyor, bir yandan da “İmam Efendi, İmam Efendi…” diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.

-Bir rüya gördüm, dedi Muhtar, hocam o berduş, o serseri adam cennetteydi, bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun, diyordu.

Rüyayı duyan imamın benzi attı, kendiside hemen hemen aynı rüyayı görmüştü. “Gel hele, içeri gel..” demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler. Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:

-Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda…

Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şetler olmuştu ama neydi?

Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olup biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular. Kadıncağız her şeyi anlattı. Can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.

Bir yandan yürüyor bir yandan aralarında konuşuyorlardı: bu çoban bir evliyaydı herhalde, beklide Hızır’dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değildi.

Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, hayırdır inşaAllah dedi. Oturdular, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar. Çoban söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.

-Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda durup bir dua ettim sadece, hepsi bu …

merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çobanda söyledi:

-Allahım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelirler yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım. Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla…


İbn-i Asfur’un hikayesini hatırladınız mı şimdi?

Günahkar bir adam İbn-i Asfur. Bir gün çarşıda dolaşırken çocukların bir kuşa eziyet ettiklerini görmüş hani. Parasını ödeyip kuşu almış. Öldüğü vakit komşularından biri onun cennette olduğunu görünce şaşırıp:

-Nasıl oldu, demiş, siz günahkar bir adamdınız?

-Ben bir kuşu Allah rızası için azat etmiştim. Allah da beni cehennem ateşinden azat etti, diye cevap vermiş.

İbn-i Asfur, yani “Kuşun Oğlu.”

İnsan yaratılmışlara nasıl davranırsa, yaratılanların Rabbi öyle bir karşılık veriyor galiba. Sadece insanlar-hayvanlar değil, canlı cansız her şey, yaratılmış ne varsa…

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez” diye bir hadis-i şerif hatırlıyorum şimdi. Gel de uyu uyuyabilirsen.

Yaradan’dan gafil, üstüne bastığım zamanlar için topraktan özür dilerim.

Bir daha çay bardağını masaya sert bırakmayacağım, incinmesin.

Elbiselerim nerede sahi, örtüyorlar beni kışın soğuktan koruyorlar, yazın sıcaktan, teşekkür etmeliyim onlara.

Ayakkabılarım beni bunca zamandır taşıyorlar, bir kez bile ah etmediler.

Saat gecenin üçü olmuş. Bir türkü çalıyor radyoda:


Gönül çalamazsan aşkın sazını

Ne perdeye dokun ne teli incit…


Türküler bu işi biliyorlar. Ürperiyorum birden.

Karşı terasta biri mi var, ne?


Satır Arası Hikayeler - Serdar TUNCER
 

RECEB-I KAMER

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Nis 2007
Mesajlar
3,770
Tepki puanı
77
Puanları
48
Yaş
38
Konum
vakt-i seher
selamun aleyküm abi Allah(c.c.)razı olsun sağolasınız bu ''satır arası'' ama ''satırlar dolusu''güzellikleri bizlerle paylaştığınız için..gerçekten çok güzeldi emeğinize sağlık olsun inşAllah..ben de daha bi dikkat edeyim eşyalarıma karşı bundan böyle:)Rabbime emanet olunuz abi,selamun aleyküm
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
BİR OK ATTIM

Padişah şehzadenin haline baktıkça kahroluyordu. Gün gelip tacını tahtını bırakacağı oğlu böyle mi olacaktı? Ne ok atmayı bilirdi, ne kılıç kullanmayı. Ne devlet işlerine merakı vardı, ne de askerliğe. Ne iki çift laf ederdi, ne söylenileni anlardı. Kendi halinde aylak aylak dolaşan, çoluk çocukla oynamaktan başka bir şey bilmeyen, zayıf, çelimsiz beceriksiz bir tipti şehzade.ama bu böyle devam edemezdi. Ne yapıp edip bu çocuğu adam etmenin yolunu bulmalıydı..

Memleketin en büyük alimlerinden birini çağırdılar. Padişah:

- bakasın hoca, dedi, sana bir talebe.. eti senin, kemiği benim! Şehzadeliğini bir kenara koyacaksın. Ne yaparsın, nasıl yaparsın bilmem, tam padişah gibi yetiştireceksin bu çocuğu. Sana üç yıl müsaade. Oldu ne ala, olmadı kelleni alırım!..

şimdi kara kara düşünme sırası alime gelmişti.mümkün değildi bu iş. Üç senede bir fare aslan olurdu, hatta bir kurbağa kartal olurdu belki, ama bu çocuk adam olmazdı! Allah’a sığındı, gününü gecesini şehzadeyi adam etmeye adadı. Ne yaptıysa olmuyordu, bir karış mesafe alamamışlardı. Bir can değil mi hepsi, verip kurtulayım, dedi sonunda, bu çileyi çekmektense...

günler ayları kovaladı, aylar yılları ve göz açıp kapayıncaya kadar üç yıl doldu. Tam şehzadeyi padişaha teslim etme günü geldiğinde sarayın önüne yüksekçe yer yapıldı.eğitimini tamamlayan şehzade, oradan halka hitap edecekti. Aşağıda büyük bir kalabalık, merak içinde şehzadelerini görmek için bekliyordu. Yukarıda ise padişah, vezirler saray erkanı ve zavallı alim konuşmayı dinleyeceklerdi.

Nihayet şehzade, hazırlanan yüksekçe yerin ortasına kadar geldi. Aşağıdaki kalabalığa baktı, zaten heyecanlıydı, bir kat daha arttı heyecanı. Babası vardı, sonra vezirler, alimler.... ne yapacağını ne söyleyeceğini hepten unuttu. Eliyle birşeyler anlatmak ister gibi garip işaretler yaptı, yutkundu ve sonunda:

- bir ok attım kebap oldu, deyiverdi.

Birden Ortalığı bir sessizlik kapladı. Halk bunun ne demek olduğunu anlamaya çalışıyordu. Saray erkanı şaşkındı, padişah alime bakıyordu. Kellenin gideceğini fark eden alim orta yere geldi ve dedi ki:

- şehzadem öyle uzun sözü sevmez, ne anlatacaksa özlü bir şekilde anlatır. Dediği şu ki, en son ava gittiğimizde kimsenin vuramadığı bir ceylanı ilk atışta yere serdi şehzadem. Sonra da kebap edip afiyetle yedik.

Bu açıklama üzerine padişah çok memnun oldu, halk alkışlamaya başladı, saray erkanı mutluydu. Olan biten karşısında biraz kendine güveni gelen şehzade, bu kez daha yüksek bir sesle kalabalığa dönüp bağırdı:

- bir ok attım göl oldu....

halk alkışlamaya başladıysa da, padişahın ciddiyetini görünce vaveylayı kestiler. Herkes alime döndü. Bakalım şehzade bu sözü ile ne anlatmak istiyordu? Herkesin kendisinden bir yorum beklediğini gören alim yine öne çıktı. Can tatlıydı, bir açıklama yapmak lazımdı. Dedi ki:

- şehzademin anlattığı şu ki,şehrimize su getiren ırmağın önünü bir kaya kapatmıştı. Şehzadem yayını gerdi, bir atışta kayayı iki parça etti. Böylece bizler susuzluktan kurtulduk

bir alkış tufanı daha koptu. Alim alnındaki terleri sildi. Bu defa da kelleyi kurtarmıştı. Padişaha bakıp tebessüm etmeye alıştı. Sonra herkes gibi şehzadenin ne söyleyeceğini beklemeye koyuldu. Şehzade durumdan memnundu. İyice coştu, ellerini havaya kaldırdı ve son sözünü söyledi:
- bir ok attım aşure oldu...

sessizlik... sinek uçsa kanadı duyulacak. Bütün bakışlar yine alimin üzerinde ama o bir açıklama yapmak yerine padişaha doğru yürüdü. Önüne varıp diz çöktü. Eliyle kafasını işaret ederek:

- hünkarım , dedi, işte başım, ferman sizindir.yalnız şu serseriye sorun, attığı ok nasıl aşure olmuş, bir de ben bileyim!..



Satır Arası Hikayeler - Serdar TUNCER
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
selamun aleykum kardeşim
ellerine yüreğine saglık okurken çok keyif aldım rabbim razı olsun inşallah...
rabbimize manetsin inşallah
selam ve dua ile inşallah :H
 

evindar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2006
Mesajlar
1,413
Tepki puanı
0
Puanları
0
selamünaleyküm kardeşim,

Ramazanın son günü Sultanahmet de iftar çadırınızın misafirleri arasındaydım ve bu kitabı sevgili kardeşim bana imzalı bir şekilde hediye etti Rabbimiz kendisinden kat kat razı olur inşaALLAH. Kardeşlerime kesinlikle tavsiye ediyorum.

Bu vesile ile işverenlerinede sevgi ve selamlarımı iletirsen sevinirim

selam ve dua ile.
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
selamun aleyküm abi Allah(c.c.)razı olsun sağolasınız bu ''satır arası'' ama ''satırlar dolusu''güzellikleri bizlerle paylaştığınız için..gerçekten çok güzeldi emeğinize sağlık olsun inşAllah..ben de daha bi dikkat edeyim eşyalarıma karşı bundan böyle:)Rabbime emanet olunuz abi,selamun aleyküm

ve aleykümselam kardeşim
bu güzellikleri bize ulaştıranlardan Allah razı olsun
bir iki tane daha ekleyeyip rafa kalkacak konu
ee gerisinide kendi dilinden okuyun

eşya konusuna gelince
işte onlar
görüyorlar herşeyde Allah'ı
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
selamun aleykum kardeşim
ellerine yüreğine saglık okurken çok keyif aldım rabbim razı olsun inşallah...
rabbimize manetsin inşallah
selam ve dua ile inşallah :H

ve aleykümselam kardeşim Allah razı olsun
sizde Allaha emanet olun
kitaptaki hikayelere son verecem ama
başka hikayeleri ekleyecem yine inşallah
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
selamünaleyküm kardeşim,

Ramazanın son günü Sultanahmet de iftar çadırınızın misafirleri arasındaydım ve bu kitabı sevgili kardeşim bana imzalı bir şekilde hediye etti Rabbimiz kendisinden kat kat razı olur inşaALLAH. Kardeşlerime kesinlikle tavsiye ediyorum.

Bu vesile ile işverenlerinede sevgi ve selamlarımı iletirsen sevinirim

selam ve dua ile.

ve aleykümselam ablacım
evet bu ramazan çemberlitaştaki iftar çadırının yemeğini bizim şirket yapmıştı
28 gün ordaydım
serdar abiden 2 adet imzalı kitap aldık
bazı şeylere değer biçilmez
çadırı ziyaret edip beni çok memnun ettin abla kitapta ufak bi hediyeydi (senin ismine değil ama)
Allah senden razı olsun

hem bu arada yemekçiliği bıraktık patronlarla beraber
başka bir yöne savrulduk
bu işimiz için dua edin

yani seneye çemberlitaştaki çadırda biz olmayacağız :gulegule :A
 

@ebruli

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Ağu 2006
Mesajlar
811
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
52
Konum
belcika /bursa
ALLAH razi olsun sizden.hepsi icinde cokca dersler cikarabilecegimiz derslerdi.yureginize emeginize sagli,paylasiminizdan dolayi:G
 

<DAMLA>

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
21 Eki 2007
Mesajlar
6,461
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
34
ve aleykümselam kardeşim Allah razı olsun
sizde Allaha emanet olun
kitaptaki hikayelere son verecem ama
başka hikayeleri ekleyecem yine inşallah

kardeşim artık kitabını alırız :A ben ilk defa duudum sizden serdar tunceri sagolun kardeşim bizimle paylaştıgın için
başka hikayeleride okuruz inşallah
rabbimize emanetsiniz inşallah
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
KUYRUK DİK OLUNCA


Ormanda bir fare vardı.

Havalı, kibirli, her an bir hayvana musallat olan kuyruğu dik fare.

Kuşların yuvasına pislemediği gün maymunun kuyruğu ısırır, tavşanı korkutmadığı gün tilkinin başını şişirdi.

Orman hayvanları illallah demişti farenin elinden. Bu böyle devam edemezdi…

Sonunda hayvanlar aralarında bir heyet kurup aslanı ziyarete gittiler. Ormanın kralı oydu, bir çare bulurdu nasılsa…

Bütün hayvanları topladı aslan. Yaşlı kaplumbağayı dinlediler önce, sonra zürafayı, sonra tavşanı, maymunu, ağaçkakanı, yılanı, hatta diğer fareleri… Sözü en son kedi aldı:

-Saygıdeğer kralım, dedi bıyıklarını burarak, bu işi bana bırakın. Bir onunla ta ezelden düşmanız.

Aslan diğer hayvanlara baktı, ne dersiniz, diye soruyor gibiydi. Olur manasına başlarını salladılar.

Kedi göğsünü gere gere yeni görevinin başına gitti. Herkes olacakları beklemeye koyuldu.

Fare bir ağacın altında, olanlardan habersiz, planlar kurmakla meşguldü. Kuyruğunu dikmiş kendi kendine konuşuyor, sinsi sinsi gülüyordu. Kedi yavaşça yaklaştı arkasından. Doğrusu bu işin kolay olacağını o da beklemiyordu. Avına sessizce yaklaştı, pençesini kaldırdı, o da ne?! Bu farenin ensesinde gözü vardı sanki. Kedinin gölgesini gören fare şimşek hızıyla fırladı. Önde kaçarken bile kuyruğu havada bir fare, arkasında görev aşkıyla yanan azimli bir kedi. Görülmeye değerdi doğrusu.

O köşe senin, bu ağaç benim; o kayalık senin, bu kovuk benim, öyle bir koşturmaca ki!..

Nihayet düz bir ovaya geldiler. Fare sağına baktı, soluna baktı, kaçacak yer yok. Karşıda otlamakta olan bir inek gördü. Bütün kuvvetini toplayıp, ineğin yanına doğru koşmaya başladı. Nefes nefeseydi. Az önceki sıçrayışında biraz daha ağır kalsa, neredeyse dik kuyruğunun ucundan yakalanacaktı. Can havliyle bir yandan ineğin yanına koşuyor, bir yandan da, dur sen, diyordu, bir kurtulayım neler yapacağım sana, dur sen!..

Nihayet ineğin yanına ulaştı fare. Yalvardı, yakardı, beni sakla diyerek. Ne derse desin inek kabul etmiyor, senden az çekmedim, diyordu, ne halin varsa gör!

Türlü diller döktü, ağladı.

-Ben ettim sen etme inek kardeş, diyordu, şu kedi belasından bir kurtulayım, beni sen bile tanıyamayacaksın. Nasıl akıllı-uslu olacağı bir bilsen… Hem bir düşünsene, kuyruğu dik fare ve inek… Asırlar sonra bile bizi anlatacak kitaplar.

Sonunda;

-Peki peki, dedi inek; uzatma da geç şöyle arkama,

Ve farenin üstüne ‘şey etti’.

Kedi ovaya vardığında acınacak haldeydi. Ayakta duracak hali kalmamıştı zavallı hayvanın. Hemen sağa-sola bakınmaya başladı. Dümdüz bir ovaydı burası ve karşıdaki inekten başka kimsecikler yoktu. Belki de bu inek fareyi görmüştür diye düşündü. Son takatini toplayarak ineğin yanına geldiğinde, bir şey sormasına gerek kalmamıştı. Kedi gülmeye başladı.

Manzara şöyleydi: Dümdüz bir ova, bir inek, ineğin hemen arkasında taze ‘şey’ kümesi, onun içinde dik bir kuyruk…

Yavaş yavaş yaklaştı kedi, kuyruğundan tuttuğu gibi fareyi parçalayıverdi.



Hazreti Mevlana bu hikayeden üç şey anlamak lazım diyor:

Bir: Sana her ‘şey’ atan senin düşmanın değildir.

İki: Seni ‘şey’den çıkaran herkes dostun değildir.

Üç: Bu kadar ‘şey’in içinde kuyruğu dik gezmenin alemi ne?"


Satır Arası Hikayeler - Serdar TUNCER
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
ASLI ASLINA NESLİ NESLİNE

Padişah biraz düşünceli sanki.
Ellerini arkasına atmış, bir sola yürüyor, bir sağa. Bunda bir iş var.
vezirini çağırıyor. Hâlâ düşünceli el pençe huzura geliyor vezir. Padişah başını kaldırıyor, bir an duruyor, vezirin gözlerine bakarak soruyor.
-Hızır hayatta mıdır?
Vezir bir an duraklıyor ve cevap veriyor:
-Söylenenlere göre hayattadır sultanım.
Padişah koltuğuna otururken konuşuyor:
-Hızır’la görüşmek istiyorum. Ne yapıp edip, bana hızırı bulacaksın!
Yutkunuyor vezir:
-Bu işi benim halletmem çok zor hünkarım. Ama Şeyhülislam Efendi, onun mutlaka bir bildiği vardır.
Kapıdan bekleşenlerden birisi hemen dışarı koşuyor. Az sonra Şeyhülislam önde, o arkada, geri dönüyorlar. Şeyhülislam da çaresiz boynunu büküyor.
-Hızır’ı bulmak kemalat işidir sultanım. Nice ilim sahipleri onun yüzünü bile görememiştir. Ama öyle gönül ehli zatlar vardır ki, istedikleri an görüşürler Hızır’la. Bana biraz mühlet verin, Hızır’ı bulup getirebilecek birini bulayım size…
ülkenin dört bir yanına tellallar gönderiliyor. Hızır’ı bulup saraya getirebilenin mükafatlandırılacağı ilan ediliyor. Beklemeye başlıyorlar. Nihayet fakir bir zat Şeyhülislam’ın huzuruna giriyor.
-Hızır’ı aradığınızı duydum, beni padişahla buluşturun.
Şeyhülislam sevinçle ellerinden tutuyor mübarek zatın, padişahın huzuruna çıkarıyorlar. Diyor ki o kişi:
-Sultanım, bana kırk gün mühlet verirseniz, Hızır’ı bulup size getirebilirim.
Padişah kabul ediyor, ama adamın bir şartı daha var:
-Kırk gün boyunca siz sarayda ne yiyip içiyorsanız, bir mislini bizim eve de göndereceksiniz…
Evine gelince içini bir endişe kaplıyor fakir adamın. Bu işin sonunun düşünüp korkmaya başlıyor. Kapı çalışıyor o esnada. Bir dolu adam kap kap yiyeceklerle kapının arkasında duruyorlar. Evin hanımı şaşkın. Efendisine bu işin hikmetini soruyor. Gülümsemeye çalışıyor adam:
-Sorma hanım, kırık gün boyunca biz de padişah gibi yiyip içeceğiz. Ama kırk gün sonra başımıza neler geleceğini Allah bilir.
Hadiseyi baştan sonra anlatıyor. Kadın endişeyle soruyor:
-Sen Hızır’ı bilir misin efendi?
-Bilmem.
Ayağa kalkıyor kadın telaşla:
-Ne cesaretle yaptın bu işi?!
Adam kafasını kaldırıp derin bir nefes alıyor.
-Allah kerimdir hatun, fukaralıktan bıktım yoruldum artık. Padişahın Hızır’ı bulacak bir adam aradığını duyunca, ömrümüzde kırk gün olsun saray yemeği yiyelim dedim. Allah’a, Rasulullah’a, Hızır Aleyhisselam’ın ruhaniyetine sığındım, bir hatadır yaptım işte. Allah Büyüktür…
Gözleri doluyor adamın. Kadın sofrayı kurarken kocasına bakıyor:
-Kırk gün çabuk geçer bey, Allah yardımcın olsun.
Kırk günün sonunda adamın evinin önüne iki atlı getiriyorlar, biri fakire, diğeri Hızır için. Adam atları getirenlere biraz beklemelerini söylüyor. Eve dönüp bir güzel abdest alıyor, iki rekat namaz kılıp ellerini açıyor Rabbi’ne:
-Ey kulunun gönlünü bilen Rabbim, Habibin’in yüzü suyu hürmetine, beni Sultan’ın huzurunda mahcup etme…
Duasını bitirip, karısıyla helalleşiyor. Kadın ağlamaklı…
Fakirin yalnız geldiğini görünce adamlar Hızır’ın nerede olduğunu soruyorlar: “Bu, Sultan’la benim aramdadır, saraya gidelim.” Diyor fakir.
Padişah heyecan içinde. Etrafında bir sürü kalabalık. Nihayet Hızır’ı görecekler. Bir koşuşturmaca, bir gürültü, bir heyecan…işte adam geldi. Padişah onun yalnız olduğunu görünce şaşırıyor.
-Hızır nerede?!
Adam iki büklüm, mahcup, gözlerini yerden kaldıramıyor. Padişaha bir-iki adım daha yaklaşıp konuşmaya başlıyor:
-Sultanım, ben ömrüm boyunca Hızır’ı hiç görmedim. Fakirlikten perişan haldeydik. Nefsime uydum, kırk gün sizin gibi yaşamak istedim. Sizin asalet ve sultanlığınızın izzetine sığınıyorum. Beni hoşgörün, affedin, Allah sizi Hızır’a kavuştursun.
Kalabalık homurdanmaya başlıyor. Padişah celalli:
-Kırk gün bizi ne diye oyaladın? Niye hakkından gelemeyeceğin bir işi vaad ettin? Madem fakirsin, gelip bir ihsan isteseydin bizden! Kırk gün bizi oyalamak olur mu?
Padişah küplere binmiş vaziyette. Şeyhülislam perdenin arkasında saklanıyor. Fakir başını kaldırıp bakamıyor. Padişah öfkeyle baş vezirine döndü:
-Şimdi buna ne ceza verelim?
Fakir adam korkuyla cevabı bekliyor. Baş vezir padişahtan daha kızgın:
-Onu parça parça edelim sultanım. Her parçasını şehrin bir ucuna dikelim. Herkes anlasın Sultan’a yalan söylenmeyeceğini…
O sırada bir çocuk ileriye çıkıyor kalabalığın arasından. Saray erkanından birinin çocuğu olmalı bu. Beklide misafirlerden birinin yanında gelmiştir. Ne kadar da masum bir yüzü var… Bir şey söyleyecek sanki. Ve konuşuyor. Bir çocuktan beklenmeyecek bir ses tonuyla konuşuyor:
-Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Padişah ikinci vezirine dönüyor:
-Sen söyle, ne ceza verelim bu adama?
İkinci vezir Baş vezir’den aşağı kalacağa benzemiyor. Gözlerini kısarak, konuşmaya başlıyor.
-Sultanım, onu parçalayıp ellerini dibekte dövelim. Keşkek yapıp, şehrin dört köşesine bırakalım sonra. Kimse bir daha böyle bir şey yapmaya cesaret edemesin.
Aynı çocuk yine ileri çıkıp, aynı şeyi bir daha söylüyor:
-Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Padişah üçüncü vezirine bakıyor bu kez:
-Sen ne dersin?
Asil bir adama benziyor üçüncü vezir, gözlerinde merhamet var. Tane tane konuşmaya başlıyor.
-Diğer vezirleriniz doğru söyler. Sultan’ı kandırıp kırk gün oyalamak elbette az bir suç değildir. Ama bana sorarsanız, size düşen af ile muamele etmektir. Affetmek peygamberlerin sıfatıdır sultanım.
Üçüncü vezir sözünü bitirirken çocuk bir kez daha geliyor:
-Aslı aslına, nesli nesline, hu!
Çocuğun ortaya gelip sürekli aynı şeyi söylemesi padişahın dikkatini çekiyor. Adama dönerek soruyor: “Bu çocuk senin neyin olur?” Yavaşça başını kaldırıyor adam. Üçüncü vezirle göz göze geliyorlar. Biraz rahatlıyor sanki.
-Ben bu çocuğu tanımam efendim. İlk defa görüyorum. Herhalde buradakilerden birinin oğludur.
Padişah çocuğa dönüyor bu kez:
-Sen kimsin Çocuk? Vezirlerimin üçü de başka başka şeyler söylediler, ama sen her defasından “aslı aslına, nesli nesline, hu” dedin. Bu ne demektir?
Çocuk Padişah’a biraz daha yaklaştı. Kalabalık çocuğu görmek için halkayı biraz daha daralttı. Çocuk konuşmaya başladı:
-Sultanım, benim kim olduğumdan evvel, vezirlerinizin kimler olduğunu öğrenin.
Herkes şaşkınlık içinde çocuğa bakarken, o tane tane konuşmaya devam etti:
-Baş vezirin bir kasabın oğludur. Babası et kesip parçalardı. O da babası gibi kırmaktan, parçalamaktan başka iş bilmez. Teklifi buna göre oldu. İkinci vezirin bir aşçının oğludur. O da babasına benzer; ezmeye, pişirip kaynatmaya meyillidir, teklifi de bu istikamette idi. Üçüncü vezirine gelince, o bir vezirin oğludur. Yani asil, olgun bir zatın oğlu. Onun teklifi ise bu asalete uygun oldu. Bana gelince, ben aramakta olduğun Hızır’ım. Allah bu fakir adamın hatırına buraya gelmemi emretti. Şimdi sana nasihatim şudur: birinci vezirini saraya kasap başı, ikinci vezirini aşçıbaşı yap. Şu fakir adamdan da ihsanını kesme, o sabırlı ve güzel bir adamdır.
Hızır sözlerini bitirdiğinde herkes şaşkınlık ve hayret içinde…Kalabalık adeta taş kesilmişken, çocuk birden ortadan kayboluyor. Sarayın dört bir köşesini arıyorlar, ama nafile…

Satır Arası Hikayeler - Serdar TUNCER
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
Günlerden bir gün, yıllardan bir yıl, bir padişahın ganimet malından eline çok güzel ve tarif edilmez bir kumaş geçer. Terzi başını çağırtıp o kumaşı eline verir. Terzi başı kumaşı görünce aklı başından gider. Ve sanki hasta olur. Padişaha kaftan kesmek için yaklaşıp evvela tahmin için eline arşın alır:


- Sultanım, üstatlar, “bin ölç bir kes, ölçmeden kumaşa el vurmasın hiç kes (kimse) demişler“, der.

- Sultanım, bu kumaş kaftan olmaya el vermez, diye söyler. Dörtte bir, çeyrek daha gerekir ki, hazret-i sultana layık bir kaftan olsun.

Padişah çaresiz:

- Biraz dursun, der ve buna uygun parça bulunması için şehir ve vilayet aransın, diye emreder. Her ne kadar şehir baştan başa aranır ve memleket boydan boya taranırsa da ona münasip kumaş ve o beze uyar bir yoldaş bulunamaz. Padişah çaresiz kalıp bir başka terziyi davet eder:

- Şu güzel kumaştan bana iyi bir elbise yapıver, diye söyler.

Usta terzi de: “Bismillah“ deyip iki dizi üstüne gelir. Kumaşı söyle bir tahmin edip sındısını eline alır, Padişahın nasıl gönlünden geçerse işte tam öyle, mükemmel bir elbise biçer. Padişah överek ihsanlar eder. Terzi ihsanları alıp elbiseyi dikmeye gider.

Nice zaman sonra, bir gün padişah gezmeye çıkar. Şehri dolaşırken bir oğlan çocuğunu o eşsiz kumaştan bir elbise ile görür. Padişah hayret ederek elbisenin aslını teftiş edip araştırır. Çocuğun, o elbisesini diken adamın oğlu olduğunu öğrenir. Terziyi getirtip:

- Usta, bu elbisenin parçasını nerede buldun?

Terzi:

- Sultanım size dikilen elbisenin artan parçasıdır.

Padişah:

- Ya bizim terzi başı “Bu kumaştan bir kaftan çıkmaz“ derdi. Sen hem tam çıkardın hem de oğluna kaftan yaptın, nasıl oldu? der.

Terzi:

- Sultanım onun oğlu büyüktü; kaftan çıkmaz demesi onun içindi, der.
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
Bir baba evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş:
"Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum" demiş.

Mutfağı ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı "Olur" demiş çekine çekine...

Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş, hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış.

"Şimdi, istediğim herşeyden iki tane vereceksin bana" demiş oğluna. Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği istemiş... Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına.

Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş. Her üçünüde yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu.

Yemek masasında üç tabak duruyormuş. Kaplarda kaynayan havuçları,
yumurtaları ve kahve çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş. Sonra oğluna dönüp sormuş: "Ne görüyorsun?"

Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış.
"Havuçlar haşlandıkça aslını kaybedip yumuşamış,
Yumurtalar görünüşte baştaki gibi sert duruyorlar ama içleri katılaşmış.
Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, başta neyseler sonunda da öyleler..."


Sonra asıl tavsiyesine sıra gelmiş:

"Evlilikte aşk ve şefkat birlikte olmalıdır. Aşksız bir evlilikte her iki eş de şu gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketirler, eskitirler, pörsütürler.

Şefkatsiz bir evlilikte ise eşler birbirlerine ne kadar tahammül etseler de, şu gördüğün yumurtalar gibi içten içe katılaşırlar, birbirlerinden uzaklaşırlar.

Aşkın da şefkatinde olduğu bir evlilikte ise, şartlar ne olursa olsun eşler tıpkı şu kahve taneleri gibi, birbirlerinin yanında kalırlar, kendi kişiliklerini yitirmezler. Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları gibi, onlar da birbirleriyle baş başa uzun yıllar geçirmeye isteklidirler.
Oğlu aldığı bu dersten tatmin olmuşa benziyordu. "Asıl ders bu değil!" dedi baba. Oğlunun elinden tuttu, ocağın üzerinde bıraktığı kapların içinde kalan suları gösterdi.

"Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak...İkisinde de bir tat yok" Sonra, kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu yavaşça bir fincana boşalttı. Mis gibi taze kahve kokuyordu. Fincanı oğluna uzattı. "İçmek istersin herhalde" dedi. Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürdü babası.
"Kahve çekirdekleri gibi birbirini tüketmeyen eşlerin paylaştıgı yuva da işte böyle olur. Mis gibi temiz ve huzur verici. Başka herkesin fincanına koyup yudumlayacağı taze kahve gibi...

Çünkü onlar birbirlerini harcamayarak, birbirlerine aşkla ve şefkatle davranarak hayata kendi tatlarini, kokularını ve renklerini katmayı başarırlar."
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
Âşıktı genç çoban. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini:

— Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Hâlbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...

İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişçesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden gözlerinde aşktan gayrisi kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.

— Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı.

İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilsin di bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.

Âşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:

—Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tespih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?

— Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.

İki dost hemen yola çıktılar, âşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tespihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah...

Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, oyun oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu:

— Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah...

Âşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağım sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.

Âşık çoban yeniden eline tespihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...

Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanma bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin:

— Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu.

Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar:

—Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti.

—Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?

Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan âşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim âşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tespihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.

Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle;

— Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik.

Yavaşça başını çevirdi âşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.

Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin.

—Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zât-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...

Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte âşık maşukuna kavuşacak, murad hâsıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.

Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle:

— Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum.

Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Âşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip:

—Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?

Güldü âşık çoban, gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:

— A dostum, dedi, ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim...
 

RECEB-I KAMER

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Nis 2007
Mesajlar
3,770
Tepki puanı
77
Puanları
48
Yaş
38
Konum
vakt-i seher
selamun aleyküm hocam;Rabbim sizlerden ebeden razı olsun..bu güzelim hikayeleri ne kadar çok sevdiğimi daha önce de belirtmiştim size..emeğinize sağlık olsun inşAllah..ama duydum ki devamı olmayacakmış..:Aneyse kitabını alırız inşAllah bu güzelliklerin devamı için..sağolasınız gerçekten de ibretlik hihayeler hepsi..hele bunları serdar tuncerden dinleyince daha başka güzel oluyor..paylaşımlarınız hayırlara vesile olur inşAllah abi..Rabbime emanet olunuz,selamun aleyküm..dua ediniz
 

baba431

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
27 Eki 2006
Mesajlar
304
Tepki puanı
0
Puanları
0
ALLAH razı olsun saatlerdir hikayeleri okuyorum nekadar güzeller, hepsini okudum çok güzeller paylaşımınız için sağolun devamınıda bekleriz gerçekten birçok ders çıkarılabilir bu hikayelerden. selametle...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt