Siyahgulsevdalisi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 20 Haz 2006
- Mesajlar
- 2,046
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Ne dersin senin yerine Muhammed'i getirip, biraz ona işkence yapalım mı?" deyince işkence ederken göstermediği en büyük tepki ve öfke içerisinde "Ben defalarca can vermek isterim; ama onun eline bir dikenin bile batmasına razı değilim."
Değerli okuyucu kardeşlerim, günler öylesine çabuk geçip kabir kapısına öyle süratle yaklaşıyoruz ki, ancak durumu yığın yığın takvim yapraklarından kavrayabiliyoruz. Halbuki peygamberlerden sonra en yüksek makamda bulunan ve Resûl–ü Zîşânı gözleriyle görmüş arkadaşları olan sahâbe üzerinden zaman geçtikçe gönül ve kalplerde daha derin yer buluyor, her dem taze kalıyor sevgileri. Çünkü Allah Resûlü şöyle buyurmuştur:
"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine tutunursanız sizi doğru yola çıkarır."
Evladın babasına güvenemediği, akıl ve dimağı durduran çeşitli hâdiselerin işlendiği, maddî menfaat ve para uğruna her şeyin tepetaklak hâle getirildiği ve genci, ihtiyarı, kızı, kızanı ile kimi örnek alalım dendiği günümüzde sahâbenin tekrar tekrar incelenmesi zaruret hâline gelmiştir. Nesillerimiz onları yakından tanıdıkça yumak hâline gelen dertlerinin birer birer çözüldüğünü, gerekçe yok iken azılı düşman hâline getirilen kişilerin gerçek sevgi ve muhabbeti tanıdıklarını göreceksiniz.
Sahâbe, İslâm'ın emirlerine şeklen değil canla başla öylesine bağlanıyor ve Efendimizi öylesine seviyordu ki, hayatının her safhasında en küçük bir sapma görülmüyordu. Konuşurken seslerin fazla yükseltilmemesine dair Hucûrat sûresinin 2. ayetinde geçen emir geldiği zaman doğuştan ses tonu yüksek olan Sabit b. Kays, evine kapanarak mescide gitmez olmuştu. O güzel dönemde mescide gitmemenin gerekçesi ya ölüm veya orayı terk ile ancak izah edilebildiği için Resûlullah (s.a.v.) onun nerede olduğunu sormuştu. Sesinin yüksekliğinden dolayı bütün amelinin boşuna gittiğini düşündüğünden artık mescide gelmiyordu. Efendimiz onu çağırarak teselli etmiş ve mescide devamını istemişti.
Ya Habbab'a ne dersiniz? Dinden döneceksin, diye bir duvara dayamışlar, kızgın güneşte yudum yudum işkence yaparlarken bir an durup sordular:
"Ne dersin senin yerine Muhammed'i getirip, biraz ona işkence yapalım mı?" deyince işkence ederken göstermediği en büyük tepki ve öfke içerisinde "Ben defalarca can vermek isterim; ama onun eline bir dikenin bile batmasına razı değilim." Aynı Resûl âşığı Habbab, alacağını tahsil için As b. Vail'e gittiği zaman o Habbab'ın para karşılığında davasından döneceğini zannetmişti. "Onu inkâr etmedikçe borcumu vermiyeceğim." deyince ummadığı cevapla karşılaşmıştı:
"Allah'a yemin ederim ki, ben Peygamberimi hem hayatım ve ölümüm süresince hem yeniden dirildiğim zaman asla inkâr etmeyeceğim." Evet kardeşlerim kuru bir sevgi kelimesi değil; bütün hücrelerine, etine ve kemiğine işlemiş hâlis muhlis bir sevgi değil mi? Hudeybiye anlaşmasında Kureyş'in yersiz çıkış ve hacdan müslümanları geri bırakmasındaki tahammül edilemez duruma rağmen, Semire ağacının altında 1400 sahâbînin bir teki bile fire vermeden Kureyş'e karşı ölünceye kadar çarpışacaklarına söz vermelerinin samimi ve ciddiyetlerini Kur'an bile methetmiş ve nesillere örnek göstermiştir.
MAĞRURLANMA ÖMER,
ÖLÜM VAR
Onlar hazarda, seferde, görev başında, evde veya iş yerinde aynı sağlam iman ve bağlılık içinde idiler. Kasanın veya devletin başında olmaları yahut evlat ve imkâna sahip bulunmaları tavırlarından bir şey değiştirmiyordu. İşte Hazreti Ömer, Müslüman olmadan evvel kimsenin gözüne bile bakamadığı Ömer, Müslüman olunca gözyaşları kurumaz olmuştu. Halife olunca ilk işi uzun boylu ve gür sesli bir münadi bulmak olmuştu. Kazancının fazlasını vererek saat başı nerede olursa olsun kendisine gelerek yüksek sesle "Mağrurlanma Ömer, ölüm var!" diye bağırması için görevlendirmişti. Bununla da yetinmeyerek belki meşguliyete dalar da halka haksızlık yapar korkusu ile üzerinde "Ömer ölümü unutma" diye yazan büyük kaşlı bir gümüş yüzük yaptırmıştı. Onu İran'ı fethederek Kisra'nın insanı baştan çıkartmaya yetebilecek cesametteki hazine ve cevherlerini Beytülmale taşıttığı zaman da görüyoruz aynı adaletli, fakir babası ve dünyanın en kıymetli metaına karşı aynı aldırmazlık. Hatta savaşa iştirak edenlere mücevherat dağıtıldığını gören kendi ev halkı da talep edince vermemiş ve o asırlara yetecek mert sözlerini yüceltmişti: "Ne yapayım, Hak Ömer'e dost bırakmadı." Yani tek dostum bile kalmayacağını bilsem asla Allah'ın emrinden çıkmayacağım.
Hey koca Ömer, Mevlâ sana rahmet etsin dünyada da âhirette de Resûlün yakınında olman sana helâl olsun.
Hırsızlık, gasp, soygunculuk, yalan ve talan içinde can çekişen toplumumuzun dürüst, hak ve adaletten yana, ölümü unutmayan salih birer insan olmasını mı arzu ediyorsunuz? Çocuklarımıza ve gençlerimize bütün güzellikleri ile sahâbeyi tanıtacak, yirmi dört saatlik günlük programlarını akıcı dille yaparak ve yaşayarak hazmettireceksiniz yoksa bir şeyi değiştiremezsiniz. Bütün çevrenin kötülüklerinden kaçındığı en gaddar ve acımaz bir toplum iken Kureyş'in nasıl ipek hâline geldiğini en küçük ayrıntısına kadar hikâye anlatır gibi değil bilerek ve yaşayarak asrın bütün idrak vasıtaları ile nakledeceksiniz. Yasir ailesi en feci işkencelere maruz kalıyordu. Anne Sümeyye iki ayrı istikamette koşulan hayvanlarla çekilerek parçalanırken, baba Yasir de feci şekilde şehit ediliyordu. Oğul Ammar sadece zahiren ve diliyle onları kabul etmesine rağmen bu hareketi bile onu tatmin etmiyordu. Durum Resûlullah'a bildirildi:
"Ammar başından ayağına kadar imanla doludur. İman onun etine, kanına karışmıştır. Zorlarlarsa, istediklerini dille söyle." diye buyurdu.
O SÖYLÜYORSA
DOĞRUDUR
Yâr–i ğar şerefine mazhar olan Hazreti Ebû Bekir kötü ve malayani söz konuşurum korkusu içinde günlerce ağzında yıkanmış çakıl taşları taşımıştı. Savaşa yardım için bütün varlığını ortaya koyduğu zaman bir topluluk gelerek onu kınayan sözler söylemişlerdi. Bunun üzerine Şura sûresinin 36. âyeti inerek Allah'ın yanında bulunanların daha kıymetli olduğu müjdesi verilmek sûretiyle tebrik edilmişti. Mirac hâdisesini takiben Müslümanları yıldırmak için münafıklar cirit atarken o, "Dost ve erkek davranışı ile bunu kim söyledi?" diye sormuştu. Efendimizin bildirdiğini ifade etmeleri üzerine de en küçük bir sarsılma geçirmeden "O söylüyorsa doğrudur." demişti.
Ya Sevban'a ne dersiniz? Henüz 15–16'sında bir çocuk ve Efendimize hizmette yarışta... Havlu tutuyor, ayakkabı koyuyor, su hazırlıyor. Hatta geceleri belki bir emri olur diye kapısında sabahlıyordu. Böyle iken bir gün mescitte Efendimiz âhireti anlatırken hıçkıra hıçkıra ağladığı görüldü. Resûl–ü Ekrem'e dayanamayıp sordu:
"Bu dünyada yanındayız. Doya doya görüyoruz ve ayrılığınıza bir an bile dayanamıyoruz. Ama yarın âhirette görmemiz imkânsız olacak diye ağlıyorum." Dertlerin devası Allah Resûlü:
"Sana müjdeler olsun ya Sevban, kişi sevdiği ile beraberdir." buyurdu.
Değerli okuyucular, sahâbeyi anlatmak sayfalara sığmaz. Ama bu günahkâr halimle size bir tablo çizebiliyorsam, Allah'a hamd ederim. Bilindiği gibi İkinci Akabe biatinde ensardan 70 kişi bulunmuştu. Abdullah b. Revaha, Efendimize sadakatle sahip çıkıp bağlı kalacaklarına söz verince, buna karşılık mükâfatlarının ne olacağını sormuştu. Tek kelime ile cennet denilince teslimiyetin ve sadakatin en güzel örneğini göstermişti:
"Ne karlı alışveriş." Kur'an'ı ezberleme ve yazmalarında, Allah Resûlü'nü gölge gibi takip ederek her hareketini belleyip yaşamada sahâbedeki dikkat, itina ve ciddiyet olmasaydı, dinimiz ve Kur'an'ımız bu zamana kadar gelebilir miydi? Hangisinin hangi hareketini alırsanız alın, kıyamete kadar en güzel ders ve en çarpıcı ibretler görürsünüz. Hazreti Talha, Hazreti Osman dönemine kadar bütün savaşlara katılmış, yaralar almış bir zattı. Onun artık savaşa katılmamasını isteyen evlatlarına rağmen cihattan geri durmayarak bir deniz savaşına katılarak gemide vefat etmişti. Tam 9 gün gömecek bir ada bulamadıkları hâlde cesedinde en küçük bir kokuşma olmadı. Onuncu gün nihayet bir ada bularak onu defnettiler.
NE OLDU
CAN TATLI MI
GELDİ
Sehm kabilesinden Abdullah b. Huzeyfe'yi Bizans esir etmişti. Kral, Hıristiyan olursa, kendisini kumandan yapacağını ve kızını da kendisine vereceğini bildirince "Sen elinde bulunan yerleri ve koca Arabistan'ı dahi versen bir anlığına bile Muhammed'in dininden dönmeyeceğim." dedi. Okçulara emredince ellerinden başlayarak kollarına ve ayaklarına ok attılar. Fakat o asla onların dinlerini kabul etmedi. Bir yağlı kazan hazırlayarak fokur fokur kaynayan kazana esirlerden birini gözleri önünde attılar. Onun da kazana atılması emri verildiği zaman ise, ağlamıştı. "Ne oldu can tatlı mı geldi?" diye sorulunca da tarihe altın harflerle geçecek şu ulvî cevabı verdi:
"Kendime ağlamıyorum. Bir tek canımın Hazreti Muhammed'in uğruna kazana atılmasından ne çıkar. Vücudumdaki tüyler adedince canım olup işkenceler içinde bu kazana atılsaydı. Yalnız öleceğime ağlıyorum."
Sahâbenin ciddiyeti Peygamber Efendimizi dinlemekle başlıyordu. Sanki başlarının üstünde bir kuş var, en küçük bir kıpırdamada uçacakmış gibi davranıyorlardı. Merhum Akif bizim perişanlığımızı şöyle dile getiriyor:
İnmemiştir hele Kur'an
şunu hakkiyle bilin
Ne mezarlıkta okunmak
ne de fal bakmak için
Sahâbenin fazileti, Resûl–ü Ekrem'in üstün terbiyesinde ve onu görerek yetişmesinden kaynaklandığı gibi hicret, Biatü'r–rıdvan, ehlibeyt, aşere–i mübeşşere ve ehl–i Bedir gibi birbirinden şerefli görevlerde bulunmaları ve katıksız, riyasız olmalarından ileri geliyor. Allah'ın aziz kıldığını kim zelil kılabilir kardeşlerim? Ebû Saîd el–Hudrî'den gelen bir hadis–i şeriflerinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Sahâbîlerime sövmeyin. Eğer sizden birisi sadaka olarak Uhud dağı kadar altın verse, onlardan birinin bir müdd'lük (yaklaşık 750 gr) veya yarısı kadar dağıttığına ulaşamaz." Bu yüzdendir ki Kur'an–ı Kerim'in birçok yerinde sahâbîler methedilmektedir. İşte bunlardan biri de Tevbe sûresinin 100. âyeti olup mealen şöyledir:
"Öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininde ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur."
SİYAH KÖLENİN
OĞLU
Bir gün sahâbeden Huzeyfe (Allah ondan razı olsun) Bilal–i Habeşî'ye, "Siyah kölenin oğlu" demişti. Bu söz daha sonra Efendimize intikal edince çok üzülmüşler ve onu çağırarak:
"Ya Huzeyfe, analar ne zamandan beri köle doğurmaya başladı." demişlerdi. Huzeyfe o derece pişman olmuş ve tevbe etmişti ki, Bilal'dan af sözü almasına rağmen bir türlü kendini affedemiyordu. Kavurucu sıcakta kumun üzerine uzanmış ve yalvararak Bilal–i Habeşî'yi çağırıp topuklarını gözlerinin üzerine koyduktan sonra vazgeçmişti. İşte bağlılık, işte tevbe ve işte hâlis ve muhlis dönüş...
Allah Resûlü'nün mübarek sahâbîlerini lâyıkı ile kavramak, anlatmak mümkün değildir. İstanbul'daki sahâbîlerden bahsederek, biraz da onları zikredelim. Eyüp semtine mübarek adını veren ensardan Halid b. Zeyd Ebû Eyyûb el–Ensârî'yi biliyorsunuz. Mensup olduğu Neccar oğulları peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib'in annesinin birleştiği sülaledir. Hatırlayalım inşallah, sahâbenin gelip bulunduğu; fakat gömülü olmadığı yerde tesis edilen türbeye "makam", bizzat gömülü bulunduğu yere de "mezar" denir. İşte biri Eyüp'te, ikincisi ise, Nişanca Mahallesinde Zalmahmud Caddesi üzerinde olmak üzere ensardan Ebü'd–Derda Hazretleri'nin makamı vardır. Anadolu yakasına geçerken Haliç Köprüsü'nün ve Ayvansaray Caddesi'nin sağında Hazreti Ka'b yatmaktadır. Ayvansaray'da Fatih ilçesi Karabaş Mahallesi'nde Tokludede Haziresi'nde Hazreti Ebû Şeybe el–Hudrî yatmaktadır. Ensardan Hazreti Ahmed el–Ensari ve Hamdullah el–Ensari de yine buradadır. Yine Ayvansaray'da Atik Mustafa Paşa Camii içinde mihrabın yanında binden fazla hadis rivayet eden Hazreti Cabir b. Abdullah el–Ensari'nin makamı vardır. Bu zat–ı muhteremin hanımı olduğu ifade edilen Hazreti Daye Hatun ise, Koca Mustafa Paşa'da Sümbül Efendi Cami-i avlusunda medfundur. Hazreti Hüseyin'in kızlarına izafe edilen Çifte Sultanlar'a ait türbeler de yine buradadır. Evet, Cabir b. Abdullah el–Ensari'nin makamına yakın Ağaçlıçeşme Sokağı ile Marul Sokağı kavşağında tanınmış, Hazreti Ebû Zer el–Gıfârî'nin makamı bulunmaktadır. Eyyûb Sultan'ın yeğeni Hazreti Hafir'in türbesi Eyüp'e inişte Eğrikapı girişi solunda sura bitişik yerdedir. Fatih Karabaş Mahallesi'nde Kandillitürbe Sokağı üzerinde Hazreti Abdullah el–Hudrî'ye izafe edilen bir türbe vardır. Hazreti Saîd el–Hudrî ise, aynı civarda Kariye Türbe sokağındadır. Hazreti Hüsam b. Abdullah el–Ensari ise, Fatih Hoca Kasım Günani Mahallesi Sultançeşmesi Caddesi Paşa Hamamı civarındadır. Hazreti Cafer b. Abdullah el–Ensari ile Hasan ve Hüseyin kardeşler de aynı semtteki Meydancık Cami-i civarındadır. Aynı semt ve mahallede Kürkçüçeşme Sokağı'na dönerseniz dört türbe arasında yatan Hazreti Abdullah el–Ensari türbesine çıkarsınız. Meşhur Amr İbnü'l–Âs, Hazreti Vehb b. Hüşeyre ve Hazreti Süfyan b. Uyeyne'nin makamları da Karaköyde vapur iskelesini geçtikten sonra cadde üzerinde ve Mahzen Cami-i civarındadır. Eyyûb Sultan'ın sancaktarı olarak kayıtlarda geçen Hazreti Abdurrahman eş–Şami ise, Eminönü'nde sur içindedir
Değerli okuyucu kardeşlerim, günler öylesine çabuk geçip kabir kapısına öyle süratle yaklaşıyoruz ki, ancak durumu yığın yığın takvim yapraklarından kavrayabiliyoruz. Halbuki peygamberlerden sonra en yüksek makamda bulunan ve Resûl–ü Zîşânı gözleriyle görmüş arkadaşları olan sahâbe üzerinden zaman geçtikçe gönül ve kalplerde daha derin yer buluyor, her dem taze kalıyor sevgileri. Çünkü Allah Resûlü şöyle buyurmuştur:
"Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine tutunursanız sizi doğru yola çıkarır."
Evladın babasına güvenemediği, akıl ve dimağı durduran çeşitli hâdiselerin işlendiği, maddî menfaat ve para uğruna her şeyin tepetaklak hâle getirildiği ve genci, ihtiyarı, kızı, kızanı ile kimi örnek alalım dendiği günümüzde sahâbenin tekrar tekrar incelenmesi zaruret hâline gelmiştir. Nesillerimiz onları yakından tanıdıkça yumak hâline gelen dertlerinin birer birer çözüldüğünü, gerekçe yok iken azılı düşman hâline getirilen kişilerin gerçek sevgi ve muhabbeti tanıdıklarını göreceksiniz.
Sahâbe, İslâm'ın emirlerine şeklen değil canla başla öylesine bağlanıyor ve Efendimizi öylesine seviyordu ki, hayatının her safhasında en küçük bir sapma görülmüyordu. Konuşurken seslerin fazla yükseltilmemesine dair Hucûrat sûresinin 2. ayetinde geçen emir geldiği zaman doğuştan ses tonu yüksek olan Sabit b. Kays, evine kapanarak mescide gitmez olmuştu. O güzel dönemde mescide gitmemenin gerekçesi ya ölüm veya orayı terk ile ancak izah edilebildiği için Resûlullah (s.a.v.) onun nerede olduğunu sormuştu. Sesinin yüksekliğinden dolayı bütün amelinin boşuna gittiğini düşündüğünden artık mescide gelmiyordu. Efendimiz onu çağırarak teselli etmiş ve mescide devamını istemişti.
Ya Habbab'a ne dersiniz? Dinden döneceksin, diye bir duvara dayamışlar, kızgın güneşte yudum yudum işkence yaparlarken bir an durup sordular:
"Ne dersin senin yerine Muhammed'i getirip, biraz ona işkence yapalım mı?" deyince işkence ederken göstermediği en büyük tepki ve öfke içerisinde "Ben defalarca can vermek isterim; ama onun eline bir dikenin bile batmasına razı değilim." Aynı Resûl âşığı Habbab, alacağını tahsil için As b. Vail'e gittiği zaman o Habbab'ın para karşılığında davasından döneceğini zannetmişti. "Onu inkâr etmedikçe borcumu vermiyeceğim." deyince ummadığı cevapla karşılaşmıştı:
"Allah'a yemin ederim ki, ben Peygamberimi hem hayatım ve ölümüm süresince hem yeniden dirildiğim zaman asla inkâr etmeyeceğim." Evet kardeşlerim kuru bir sevgi kelimesi değil; bütün hücrelerine, etine ve kemiğine işlemiş hâlis muhlis bir sevgi değil mi? Hudeybiye anlaşmasında Kureyş'in yersiz çıkış ve hacdan müslümanları geri bırakmasındaki tahammül edilemez duruma rağmen, Semire ağacının altında 1400 sahâbînin bir teki bile fire vermeden Kureyş'e karşı ölünceye kadar çarpışacaklarına söz vermelerinin samimi ve ciddiyetlerini Kur'an bile methetmiş ve nesillere örnek göstermiştir.
MAĞRURLANMA ÖMER,
ÖLÜM VAR
Onlar hazarda, seferde, görev başında, evde veya iş yerinde aynı sağlam iman ve bağlılık içinde idiler. Kasanın veya devletin başında olmaları yahut evlat ve imkâna sahip bulunmaları tavırlarından bir şey değiştirmiyordu. İşte Hazreti Ömer, Müslüman olmadan evvel kimsenin gözüne bile bakamadığı Ömer, Müslüman olunca gözyaşları kurumaz olmuştu. Halife olunca ilk işi uzun boylu ve gür sesli bir münadi bulmak olmuştu. Kazancının fazlasını vererek saat başı nerede olursa olsun kendisine gelerek yüksek sesle "Mağrurlanma Ömer, ölüm var!" diye bağırması için görevlendirmişti. Bununla da yetinmeyerek belki meşguliyete dalar da halka haksızlık yapar korkusu ile üzerinde "Ömer ölümü unutma" diye yazan büyük kaşlı bir gümüş yüzük yaptırmıştı. Onu İran'ı fethederek Kisra'nın insanı baştan çıkartmaya yetebilecek cesametteki hazine ve cevherlerini Beytülmale taşıttığı zaman da görüyoruz aynı adaletli, fakir babası ve dünyanın en kıymetli metaına karşı aynı aldırmazlık. Hatta savaşa iştirak edenlere mücevherat dağıtıldığını gören kendi ev halkı da talep edince vermemiş ve o asırlara yetecek mert sözlerini yüceltmişti: "Ne yapayım, Hak Ömer'e dost bırakmadı." Yani tek dostum bile kalmayacağını bilsem asla Allah'ın emrinden çıkmayacağım.
Hey koca Ömer, Mevlâ sana rahmet etsin dünyada da âhirette de Resûlün yakınında olman sana helâl olsun.
Hırsızlık, gasp, soygunculuk, yalan ve talan içinde can çekişen toplumumuzun dürüst, hak ve adaletten yana, ölümü unutmayan salih birer insan olmasını mı arzu ediyorsunuz? Çocuklarımıza ve gençlerimize bütün güzellikleri ile sahâbeyi tanıtacak, yirmi dört saatlik günlük programlarını akıcı dille yaparak ve yaşayarak hazmettireceksiniz yoksa bir şeyi değiştiremezsiniz. Bütün çevrenin kötülüklerinden kaçındığı en gaddar ve acımaz bir toplum iken Kureyş'in nasıl ipek hâline geldiğini en küçük ayrıntısına kadar hikâye anlatır gibi değil bilerek ve yaşayarak asrın bütün idrak vasıtaları ile nakledeceksiniz. Yasir ailesi en feci işkencelere maruz kalıyordu. Anne Sümeyye iki ayrı istikamette koşulan hayvanlarla çekilerek parçalanırken, baba Yasir de feci şekilde şehit ediliyordu. Oğul Ammar sadece zahiren ve diliyle onları kabul etmesine rağmen bu hareketi bile onu tatmin etmiyordu. Durum Resûlullah'a bildirildi:
"Ammar başından ayağına kadar imanla doludur. İman onun etine, kanına karışmıştır. Zorlarlarsa, istediklerini dille söyle." diye buyurdu.
O SÖYLÜYORSA
DOĞRUDUR
Yâr–i ğar şerefine mazhar olan Hazreti Ebû Bekir kötü ve malayani söz konuşurum korkusu içinde günlerce ağzında yıkanmış çakıl taşları taşımıştı. Savaşa yardım için bütün varlığını ortaya koyduğu zaman bir topluluk gelerek onu kınayan sözler söylemişlerdi. Bunun üzerine Şura sûresinin 36. âyeti inerek Allah'ın yanında bulunanların daha kıymetli olduğu müjdesi verilmek sûretiyle tebrik edilmişti. Mirac hâdisesini takiben Müslümanları yıldırmak için münafıklar cirit atarken o, "Dost ve erkek davranışı ile bunu kim söyledi?" diye sormuştu. Efendimizin bildirdiğini ifade etmeleri üzerine de en küçük bir sarsılma geçirmeden "O söylüyorsa doğrudur." demişti.
Ya Sevban'a ne dersiniz? Henüz 15–16'sında bir çocuk ve Efendimize hizmette yarışta... Havlu tutuyor, ayakkabı koyuyor, su hazırlıyor. Hatta geceleri belki bir emri olur diye kapısında sabahlıyordu. Böyle iken bir gün mescitte Efendimiz âhireti anlatırken hıçkıra hıçkıra ağladığı görüldü. Resûl–ü Ekrem'e dayanamayıp sordu:
"Bu dünyada yanındayız. Doya doya görüyoruz ve ayrılığınıza bir an bile dayanamıyoruz. Ama yarın âhirette görmemiz imkânsız olacak diye ağlıyorum." Dertlerin devası Allah Resûlü:
"Sana müjdeler olsun ya Sevban, kişi sevdiği ile beraberdir." buyurdu.
Değerli okuyucular, sahâbeyi anlatmak sayfalara sığmaz. Ama bu günahkâr halimle size bir tablo çizebiliyorsam, Allah'a hamd ederim. Bilindiği gibi İkinci Akabe biatinde ensardan 70 kişi bulunmuştu. Abdullah b. Revaha, Efendimize sadakatle sahip çıkıp bağlı kalacaklarına söz verince, buna karşılık mükâfatlarının ne olacağını sormuştu. Tek kelime ile cennet denilince teslimiyetin ve sadakatin en güzel örneğini göstermişti:
"Ne karlı alışveriş." Kur'an'ı ezberleme ve yazmalarında, Allah Resûlü'nü gölge gibi takip ederek her hareketini belleyip yaşamada sahâbedeki dikkat, itina ve ciddiyet olmasaydı, dinimiz ve Kur'an'ımız bu zamana kadar gelebilir miydi? Hangisinin hangi hareketini alırsanız alın, kıyamete kadar en güzel ders ve en çarpıcı ibretler görürsünüz. Hazreti Talha, Hazreti Osman dönemine kadar bütün savaşlara katılmış, yaralar almış bir zattı. Onun artık savaşa katılmamasını isteyen evlatlarına rağmen cihattan geri durmayarak bir deniz savaşına katılarak gemide vefat etmişti. Tam 9 gün gömecek bir ada bulamadıkları hâlde cesedinde en küçük bir kokuşma olmadı. Onuncu gün nihayet bir ada bularak onu defnettiler.
NE OLDU
CAN TATLI MI
GELDİ
Sehm kabilesinden Abdullah b. Huzeyfe'yi Bizans esir etmişti. Kral, Hıristiyan olursa, kendisini kumandan yapacağını ve kızını da kendisine vereceğini bildirince "Sen elinde bulunan yerleri ve koca Arabistan'ı dahi versen bir anlığına bile Muhammed'in dininden dönmeyeceğim." dedi. Okçulara emredince ellerinden başlayarak kollarına ve ayaklarına ok attılar. Fakat o asla onların dinlerini kabul etmedi. Bir yağlı kazan hazırlayarak fokur fokur kaynayan kazana esirlerden birini gözleri önünde attılar. Onun da kazana atılması emri verildiği zaman ise, ağlamıştı. "Ne oldu can tatlı mı geldi?" diye sorulunca da tarihe altın harflerle geçecek şu ulvî cevabı verdi:
"Kendime ağlamıyorum. Bir tek canımın Hazreti Muhammed'in uğruna kazana atılmasından ne çıkar. Vücudumdaki tüyler adedince canım olup işkenceler içinde bu kazana atılsaydı. Yalnız öleceğime ağlıyorum."
Sahâbenin ciddiyeti Peygamber Efendimizi dinlemekle başlıyordu. Sanki başlarının üstünde bir kuş var, en küçük bir kıpırdamada uçacakmış gibi davranıyorlardı. Merhum Akif bizim perişanlığımızı şöyle dile getiriyor:
İnmemiştir hele Kur'an
şunu hakkiyle bilin
Ne mezarlıkta okunmak
ne de fal bakmak için
Sahâbenin fazileti, Resûl–ü Ekrem'in üstün terbiyesinde ve onu görerek yetişmesinden kaynaklandığı gibi hicret, Biatü'r–rıdvan, ehlibeyt, aşere–i mübeşşere ve ehl–i Bedir gibi birbirinden şerefli görevlerde bulunmaları ve katıksız, riyasız olmalarından ileri geliyor. Allah'ın aziz kıldığını kim zelil kılabilir kardeşlerim? Ebû Saîd el–Hudrî'den gelen bir hadis–i şeriflerinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Sahâbîlerime sövmeyin. Eğer sizden birisi sadaka olarak Uhud dağı kadar altın verse, onlardan birinin bir müdd'lük (yaklaşık 750 gr) veya yarısı kadar dağıttığına ulaşamaz." Bu yüzdendir ki Kur'an–ı Kerim'in birçok yerinde sahâbîler methedilmektedir. İşte bunlardan biri de Tevbe sûresinin 100. âyeti olup mealen şöyledir:
"Öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininde ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur."
SİYAH KÖLENİN
OĞLU
Bir gün sahâbeden Huzeyfe (Allah ondan razı olsun) Bilal–i Habeşî'ye, "Siyah kölenin oğlu" demişti. Bu söz daha sonra Efendimize intikal edince çok üzülmüşler ve onu çağırarak:
"Ya Huzeyfe, analar ne zamandan beri köle doğurmaya başladı." demişlerdi. Huzeyfe o derece pişman olmuş ve tevbe etmişti ki, Bilal'dan af sözü almasına rağmen bir türlü kendini affedemiyordu. Kavurucu sıcakta kumun üzerine uzanmış ve yalvararak Bilal–i Habeşî'yi çağırıp topuklarını gözlerinin üzerine koyduktan sonra vazgeçmişti. İşte bağlılık, işte tevbe ve işte hâlis ve muhlis dönüş...
Allah Resûlü'nün mübarek sahâbîlerini lâyıkı ile kavramak, anlatmak mümkün değildir. İstanbul'daki sahâbîlerden bahsederek, biraz da onları zikredelim. Eyüp semtine mübarek adını veren ensardan Halid b. Zeyd Ebû Eyyûb el–Ensârî'yi biliyorsunuz. Mensup olduğu Neccar oğulları peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib'in annesinin birleştiği sülaledir. Hatırlayalım inşallah, sahâbenin gelip bulunduğu; fakat gömülü olmadığı yerde tesis edilen türbeye "makam", bizzat gömülü bulunduğu yere de "mezar" denir. İşte biri Eyüp'te, ikincisi ise, Nişanca Mahallesinde Zalmahmud Caddesi üzerinde olmak üzere ensardan Ebü'd–Derda Hazretleri'nin makamı vardır. Anadolu yakasına geçerken Haliç Köprüsü'nün ve Ayvansaray Caddesi'nin sağında Hazreti Ka'b yatmaktadır. Ayvansaray'da Fatih ilçesi Karabaş Mahallesi'nde Tokludede Haziresi'nde Hazreti Ebû Şeybe el–Hudrî yatmaktadır. Ensardan Hazreti Ahmed el–Ensari ve Hamdullah el–Ensari de yine buradadır. Yine Ayvansaray'da Atik Mustafa Paşa Camii içinde mihrabın yanında binden fazla hadis rivayet eden Hazreti Cabir b. Abdullah el–Ensari'nin makamı vardır. Bu zat–ı muhteremin hanımı olduğu ifade edilen Hazreti Daye Hatun ise, Koca Mustafa Paşa'da Sümbül Efendi Cami-i avlusunda medfundur. Hazreti Hüseyin'in kızlarına izafe edilen Çifte Sultanlar'a ait türbeler de yine buradadır. Evet, Cabir b. Abdullah el–Ensari'nin makamına yakın Ağaçlıçeşme Sokağı ile Marul Sokağı kavşağında tanınmış, Hazreti Ebû Zer el–Gıfârî'nin makamı bulunmaktadır. Eyyûb Sultan'ın yeğeni Hazreti Hafir'in türbesi Eyüp'e inişte Eğrikapı girişi solunda sura bitişik yerdedir. Fatih Karabaş Mahallesi'nde Kandillitürbe Sokağı üzerinde Hazreti Abdullah el–Hudrî'ye izafe edilen bir türbe vardır. Hazreti Saîd el–Hudrî ise, aynı civarda Kariye Türbe sokağındadır. Hazreti Hüsam b. Abdullah el–Ensari ise, Fatih Hoca Kasım Günani Mahallesi Sultançeşmesi Caddesi Paşa Hamamı civarındadır. Hazreti Cafer b. Abdullah el–Ensari ile Hasan ve Hüseyin kardeşler de aynı semtteki Meydancık Cami-i civarındadır. Aynı semt ve mahallede Kürkçüçeşme Sokağı'na dönerseniz dört türbe arasında yatan Hazreti Abdullah el–Ensari türbesine çıkarsınız. Meşhur Amr İbnü'l–Âs, Hazreti Vehb b. Hüşeyre ve Hazreti Süfyan b. Uyeyne'nin makamları da Karaköyde vapur iskelesini geçtikten sonra cadde üzerinde ve Mahzen Cami-i civarındadır. Eyyûb Sultan'ın sancaktarı olarak kayıtlarda geçen Hazreti Abdurrahman eş–Şami ise, Eminönü'nde sur içindedir