Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Resûlullah Çanakkale'deki asker evladlarına yardıma gitmişti... (1 Kullanıcı)

Siyahgulsevdalisi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 Haz 2006
Mesajlar
2,046
Tepki puanı
0
Puanları
0
Resûlullah Çanakkale'deki
asker evlâtlarının yardımına gitmişti

Tarihler 1928 yılını göstermektedir. Osmanlının son devir âlimlerinden, ilmi ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hocaefendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir.
Cemal Öğüt Hocaefendi Mekke'deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye gider. Medine'de her zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen hacılarla istişarelerde bulunur. Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı'dan geri kalan toprakların büyük çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge durumuna düşmüştür.
Cemal Öğüt Hocaefendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir dünyalık beklemeden, sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayı türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hocaefendiye yakınlıkduyar ve güzel bir dostluk kurulmuş olur. Cemal Öğüt Hocaefendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu. Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hocaefendinin merakımı celbeder, bir gün sorar:
"Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir düşünceye daldı, kısa süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:
"Allah ve Resûl'ünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt Hocaefendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Anlamadığı da zaten yüz hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir, ancak Cemal Öğüt Hocaefendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder:
"Osmanlı'yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile."
1915 senesinde Medine'de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır.
1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu. O zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm'a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş oluyordu.
Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:
"Efendi! Bu mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yayına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı. Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:
"Ben uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi budur."
Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Son derece samimî bir hâl içindedir. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı?
Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.
Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi cevap verir:
"O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…"
Hindistanlı âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden çok yerde bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm'ın ve Allah'ın veli kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine gösterirler, ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir.

Yetiş ya Muhammed
Kur’an’ın elden gidiyor!
Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. Şimdi bu subaylardan birine kulak verelim. Alman Subay Sanders anlatıyor:
Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.
Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:
–Şu koşan asker ne diyor?
–Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.
Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu.



KÖŞE YAZISI

erzurumlu ibrahim hakkı



nakşibendi yolu ve
o yolda olanların hâli

Evliyanın büyüklerinden, bu yolun seçkinlerinden, öncü liderlerinden Bahâüddin Nakşibend ve onun yolunu takip eden halifeleri şöyle demişlerdir:
"Peygamberlerin en üstünü olan Hazreti Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem, evliyanın en faziletlisi ve üstünü olan Ebû Bekir es–Sıddîk Radıyallahu Anh'a gizlice öğrettiği en şerefli üstün ilim, ilm–i irfan, avamdan gizli tutulmuştur. Bu büyük hazineye ulaşmak için kendine has yolları ve usûlleri vardır."
Bu yolun düsturu üçtür:
1–Yemeği az yemek
2–Uykuyu az uyumak
3–Az konuşmak
Bu üç husus birbiri ile de bağlantılıdır. Ay yemek yemek, az uykuya; az uyumak da, az konuşmaya; az konuşmak da kalp zikriyle tam bir teveccühe zemin hazırlar. Hâl böyle olunca, yemekte, uykuda ve konuşmada insan, orta bir yol seçmeli, bu orta yolu takip etmelidir.
Bu yolun üç çeşit hakikati vardır:
1–Kalbe gelen kötü, çirkin ve tehlikeli düşünceleri, kalpten söküp atmak
2–Kalp devamlı zikir üzeri olmalıdır
3–Sürekli kendini kontrol altında tutmak
Bu üç husus da aynı zaman da birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan hususlardır.
İnsanın kendini sürekli kontrol etmesi; Allah Celle Celaluhu'nun kâinatta zerrelerden kürrelere varıncaya kadar her şeyden her an haberdar olduğu, her an gördüğünü ve bilgisinde olduğunu kalbinden bir an bile çıkarmamalıdır. İşte bu yolun gayesi bu noktadır.
Bu yolun usûlü, kaidesi on iki maddede haber verilmiştir:
1–Bütün varlığı yok bilmek
2–Elinde bulunanı rahatlıkla, cömertçe dağıtmak
3–Devamlı terk içinde olmak
4–Takva sahibi olmak, amelleri takva üzere yapmak
5–Her an Allah Celle Celaluhu ile olmak
6–Mevlâ Teâlâ'ya her an gitmeye hazır olmak
7–Kalabalıktan uzak olmak ya da buna çalışmak
8–Bid'atları terk etmek
9–Resûlullah'ın sünnetine uymak, sıkı sıkıya sarılmak
10–Aralıksız zikir üzerinde olmak
11–Noksansız bir yönelme ile Mevlâ Teâlâ'ya yönelmek,
12–Mevlâ Teâlâ'ya gönülden muhabbet etmek
Bir gönül düşünün ki, ona dert, keder düşmüştür. Bu hâller gönül için büyük nimetlerdir. Gece gündüz bu nimetlerin artması için çalışılmalıdır. Bu ezelî bir sevgidir ki, gönül aynasında yansımaktadır. Bu gönül istek, arzu ve mehabetle doludur. Bu durum şunu ifade eder: Mevlâ Teâlâ'yı isteyen, O'nun tarafından da istenecek bir dost olur. Mevlâ Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever." Allah Teâlâ'nın muhabbetinin, kendine duyulan muhabbetin aslı olduğunu haber veriyor.
Nakşibendî yoluna gidenler, istek derdiyle gözyaşı dökenler, zâhirde halk ile olup, halkın hizmetine koşarlar. Bâtında ise, yalnız Mevlâ Teâlâ ile olurlar. Nakşibendîler, kendilerini halka, gönüllerini Hakk'a teslim ederler. Bu şekilde sessiz ve gizlice Hak Teâlâ'ya doğru giderler.
Nakşibendîlerin bedenleri insanlarla, gönülleri Mevlâ Teâlâ ile…
Kulakları seste, gönülleri Hüdâ'da… Gözleri, dünya cisimlerinde, gönülleri Hak Teâlâ'da… Dilleri ile konuşurlar, gönülleri Mevlâ'da olur… Ayakları ile yürürler, kalpleri O'nun zikrindedir… Bedenleri yatakta uyku hâlinde, gönülleri Allah'ın huzurunda…
Nakşibendîlerin cisimleri sebepler ile mücadele etmekte, gönülleri Mevlâ'nın muhabbeti ile coşmakta…
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt