Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Rahmanın evine yolculuk (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
SA'Y devamı

SA'Y devamı

Rahman'ın rahmet kapısı açılmıyor, açılmıyor ama bir taraftan bir tarafa koşturmaya devam eden, Safa ve Merve arasında gidip gelmekten bıkmayan Hacer valide­miz, aynlmıyor Rahman'ın kapısından, dualanyla, zikirleriyle, yalvarışlanyla Rahman'ın rahmet kapısını çalmaya devam ediyor.
Ne var ki yine açmıyor Rahman yine açılmıyor rahmet kapısı!.
Hacer validemizin bu münacaatı karşısında öfkesin­den kuduran şeytan aleyhillane, sadece bir kuşku, küçücük bir kuşku vermek istiyor Hacer validemize.,
“Ey Hacer!. Ağlaya ağlaya, çırpına çırpına çalınan bu rahmet kapısı neden açılmıyor ki!. Acaba içerde kimse yok mu?”
İşte kainatın sustuğu, kainatın pür dikkat kesildiği Hacer validemiz, bu soruya, bu kuşkuya İç dünyasında küçük, küçücük bir yer verseydi, hiç şüphesiz ki Hacer bitecek, Hacer kay­bolacak, insanlık tarihinde dağ gibi bir Hacer olamayacak­tı!. Ancak bu şeytani vesvese karşısında, Rahmani bir fer­yat yükselir Hacer'den ve Hacer'in her hücresinden.
“Hayır, var, var, var, var... Rahmet kapısını çaldı­ğım Rahman var!. Bu kapı sahipsiz, bu kapı kimsesiz değil. Bu rahmet kapısının açılmama nedeni benim!. Bu rahmet kapısının açılmama nedeni benim günahlarım!.
Tekrar kapıya bakar, tekrar kapıyı çalar, tekrar ağlamaya başlar Hacer validemiz!. Tertemiz el­lerindeki kiri(!) temizlemek için derisini dahi yüzebilecek bir yönelişle tevbe eden, tevbeler eden, mağfiret dileyen Hacer validemiz, Safa ve Merve arasında gidip-gelmeye, Rahman'ın rahmet kapısını çalmaya devam eder.
“Ey tevbeleri kabul eden, Ey Rahman olan Rabbim. Beni affet, beni bağışla. Benim günahlarımdan dolayı İs­mail'i susuz, İsmail'i yardımsız bırakma!.”
“Ey İbrahim'e merhamet eden, ey İbrahim'i yakma­yan Rabbim. İbrahim'in oğlu susuz, İbrahim'in oğlu susuzluktan yanıyor. Yardım et, yardım et, yardım et, ne olur yardım et Ya Rabbi!.”
Ve Allah ve alemlerin Rabbi olan Allah (c.c), bu muhteşem tabloyu meleklerine göstererek “Siyahi bir köle, aciz bir kadın olan şu kulumun Bana nasıl münacaatta bulunduğu­nu, rahmet kapımı nasıl çaldığını görüyor musunuz!.” buyuruyor.
Meleklerin gıptayla baktıkları Hacer validemizden ar­tık hoşnuttur, artık hoşnut olmuştur Rabbimiz. Tevbelerle, dualarla, yakarışlarla Safa ve Merve arasında gidip-gelen ve bu gidiş-gelişi yedi kere yapan Hacer validemiz, son kez Merve'ye yaklaşınca rahmet kapılarının açıldığına şahit oluyor.
Dünya zemzemle tanışmıştır artık!. İsmail'in bulunduğu yerde, kocasının, peygamberinin, Hz. İbrahim (a.s.)'ın ken­dilerini bıraktıkları tam o yerde, zemzem fışkırmaya, zem­zem akmaya başlamıştır artık!.
Bir İsmail için ağlayan, bir İsmail için “Su, su” diye yakaran Hacer validemiz, Rabbİmize öylesine bir münacaatta bulunmuş, Rahman'ın rahmet kapısını öylesine çalmıştır ki, bu muhteşem münacaat neticesinde binlerce yıldır, milyarlarca İsmail'in susuz­luğunu gideren Zemzemle tanışmamız mümkün olmuştur!.
Ve Hz. Hacer ve Hz. Hacer validemiz, Rahman olan Rabbimize öylesine bir münacaatta bulunmuştur ki, bu muhteşem münacaat hac ve umrenin vazgeçilmez bir rüknü haline gel­miştir. sa'y yapmak için çıktığınız bu meydan, Hacer gibi bir kahramanın meydanıdır!. Hacer validemizi anlamadan, an­layıp yaşamadan yapılacak olan saylar, ne yazık ki Safa ve Merve arasında kuru bir gezinti gibi olacaktır!.
Tabi ki siz buraya gezmeye, tabi ki siz buraya kuru bir yürüyüş yapmaya gelmedi­niz!. Bu nedenle önce Hacer validemize bakıyorsunuz. Hacer'i düşünüyorsunuz, İsmail'i düşünüyorsunuz!.
Hacer validemizi tarihe geçiren münacaatim anlama­ya, onun yakarışlarını ve duygularını an be an yaşamaya çalışıyorsunuz.
Sonra günümüze geliyorsunuz!.
Günümüzdeki İsmail'lere bakıyorsunuz. Aile ve akrabalarınızdaki İsmail'leri, mahalle ve şehrinizdeki İsmail'leri, ülke ve dünyanızdaki İsmail'leri düşünüyorsunuz!. Haktan ve hakikatten habersiz bu İsmail'lerin adım adım cehalete, adım adım felakete yaklaştıklannı görüyorsunuz!.
Medyatik propagandaların insanlık ormanını yaktığı günümüz dünyasında, orman yangınının ortasında kalan bu İsmail'lerin ne kadar aciz, ne kadar çaresiz olduklarını görüyorsunuz!.
Yüreğiniz burkuluyor!.
Gözleriniz doluyor!.
Acıyorsunuz, acıyorsunuz onların bu açması halleri­ne!.
Hakka ve hakikate aç, hidayete susuz olan bu İsmail'ler için Safa tepesine çıkıyorsunuz. “Allah'ım Senin nzan için umre sa'yini yap­mak istiyorum. Bu ameli bana kolaylaştır ve bunu benden kabul buyur” diyerek niyetleniyor, besmele, tekbir, tehlil, salavat ve dua ile sa'ymize başlıyorsunuz. Safa ve Merve arasında yedi kere gidip-geleceğiniz bu sayinizde, duanız İsmail için, dualarınız İsmail'ler içindir.
“Ya Rabbi, günümüzdeki İsmail'lere merhamet et!.”
“Ya Rabbi, bu İsmail'ler aç, bu İsmail'ler susuz!.”
“Bu İsmail'leri aldatıyorlar, bu İsmail'leri kandırıyor­lar, bu İsmail'leri batılın ateşiyle yakıyorlar Ya Rabbi!.”
“Bu İsmail'lere hidayet et, bu İsmail'lere hidayeti nasibet Ya Rabbi!.”
Yalvarıyorsunuz, yakanyorsunuz, hidayet diliyor, hidayet dileniyorsunuz Rabbinizden.
Hz. Hacer'in sa'yine, Hz. Hacer'in Rabbe münacaatına şahitlik eden bu mübarek mekanda, Hz. Hacer'in gölgesini takib ederek günümüz İsmail'leri için merhamet diliyor, günümüz İsma­il'leri için hidayet dileniyorsunuz.
Gönülden dualannızla, yalvarışlarınızla, yakarışlarınızla, çırpınışlannızla Hz. Hacer gibi, Hacer gibi gibi olmaya çalışıyorsunuz, Küfri aile yapılan, küfri sistemler içinde hidayete susuzluk çeken İsmail'lerin, suya susuzluk çeken Hz. İsmail'den çok daha zor, çok daha açması bir durumda olduklarını biliyorsunuz. “Ey karıncalara dahi rahmet, karıncalara dahi merhamet eden Rahman. Günümüzdeki İsmail'lere de rahmet, günü­müzdeki İsmail'lere de merhamat et!.” diyorsunuz.
Rahman'ın rahmet kapısını, Hacer validemiz gibi çalmaya, Hacer validemiz gibi çalabilmeye gayret ediyorsunuz. İnsanlara bakmıyor, insanları görmüyor, insanlarla ilgilenmiyorsunuz sa'y yaparken. Tüm ilgi­nizi, tüm dikkatinizi Rahman'a yöneltmişsiniz. Ellerinizi tevbelerle, ellerinizi istiğfarlarla, ellerinizi mağfiret duaları ile yıkayarak, Rahman'ın rahmet kapısına dokunuyor ve boynunuzu bükerek bu kapıyı, bu rahmet kapısını çalmaya devam ediyorsunuz.
“Ya Rabbi kapında bir aciz var.
Ya Rabbi kapında Sana muhtaç, herşeyi ile Sana muhtaç bir aciz var!. Bu acizin gidebileceği başka bir yer, bu acizin çalabileceği başka bir kapı yok!.
Hz. Hacer validemize açtığın gibi, bizlere de bu kapıyı aç, aç Ya Rabbi!. Hz. Hacer va­lidemiz Sana bir İsmail için gelmişti, bizler ise binlerce İsmail için geldik. Hak ve hakikate aç, hidayete susuz binler­ce İsmail için geldik. Bu İsmail'leri aç, bu İsmail'leri susuz bırakma Ya Rabbi!.”
Safa ve Merve arasında gidip-geliyor,
Rahman'ın rahmet kapısını bu dualarlda, bu yakarış­larla çalmaya devam ediyorsunuz. Say yapan ve sa'y yap­makta olan milyonlarca hacı adayının içersinde “Ahh bir Hacer, sadece bir Hacer olsa!.” diyorsunuz.
Ve milyonlarca hacı adayıyla birlikte sa'y yaparken, hepinizin, toplam hepinizin bir Hacer, sadece bir Hacer edebil­mesi için, Hz. Hacer'in izinden gitmeye ve Rahman'ın rahmet kapısını Hz. Hacer gibi ağlayarak, Hz. Hacer gibi yalvararak çalmaya devam ediyorsunuz!.
Dua ve gözyaşlarıyla sürdürdüğünüz bu umud yolcu­luğunu bitirdiğinizde, Merve'ye dördüncü kez gelip sa'yinizi tamamladığınızda, saçınızı keserek ihramdan çıkmış ve umrenizi tamamlamış oluyorsunuz.
Bir mana okyonusundan çıkmış, bir manevi deprem yaşamış gibisiniz!.
Ağır ağır Mescid-i Haram'dan çıkarken, bir kenarda Kuran okuyan onbeş yaşlannda gencecik bir müslümanı görüyorsunuz!. “Bu İsmail, İsmail'lerden bir İsmail” diyor­sunuz kendi kendinize. Ve İsmail'e değil, İsmail'in elindeki Kitab'a, İsmail'in elindeki Kur'an-ı Kerim'e bakıyorsunuz. Gözünüz patlarcasına büyümeye, gönlünüz çatlarcasına genişlemeye başlıyor. Dilinizden ve gönlünüzden bir çığlık yükseliyor.
“İşte Zemzem!.”
“İşte zemzem!.”
Bu çığlığınızı duyan etrafınızdaki hacı adayları şaşkın­lıkla bakıyor size!. Birisi omzunuzu dürterek “Zemzem kuyusu şurada evladım” diyor!. Üç-beş adım uzaklaşıyorsunuz oradan, üç-beş adımda uzaklaşıyorsunuz o alemden!. Son­ra yine, sonra yine gencin elindeki Kur'an-ı Kerim'e baka­rak ağlamaya ve ağlayarak sayıklamaya devam ediyorsu­nuz.
“İşte Zemzem!.”
“İşte zemzem!.”
Sa'y yaparken çaldığınız, bıkıp-usanmadan çaldığınız rahmet kapısının açıldığını, bir anda açılıverdiğini görmüş gibisiniz!.
Hayret ve haşyet içersindesiniz!.
Bir kenarda oturup zemzem içmekte olan gencecik İsmail'e ve İsmail'in ayet ayet, sure sure içtiği zemzeme bakıyorsunuz!.
Nasıl hamdedeceğinizi, nasıl şükredeceğinizi bilemiyorsunuz Rabbinize!.
“Sana, Senin layık olduğun gibi hamdolsun. Sana, Senin layık olduğun gibi şükürier olsun Ya Rabbi” diyorsunuz.
İsmail'lerin açlığını, İsmail'lerin susuzluğunu giderecek olan zemzem'in, rahmet peygamberi olan Resulullah (s.a.v.) ile gönderilen Kuranın, Kur'an-ı Kerim'in ta kendisi olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
İsmail'lerin aradıkları zemzem, İsmail'lerin oturdukları, İsmail'lerin bulundukları yerde­dir. Önemli olan. bu zemzemin üzerindeki tozu, toprağı kaldırıp, bu zemzemin bütün İsmail'lere hayat verecek şe­kilde yeniden fışkırmasını, yeniden çağlamasını sağlayabil­mektir.
Otelinize giderken, sanki bir başka Safa'dan, sanki bir başka Merve'ye gidiyor ve başka bir sa'y yapıyor gibi dualarınıza devam ediyorsunuz.
“Ya Rabbi, bütün İsmail'ler için bir Zemzem, bütün İsmail'ler için bir Şifa olan Kur'an-ı Kerim'i, kana kana içmemizi ve su­suzluktan yanan bütün İsmail'lere götürebilmemizi, bütün İsmail'lere anlatabilmemizi nasib et
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Mekke'de yaşam

Mekke'de yaşam

Umrenizi yaptınız.
Hacca bir kere giderek bu farzı yerine getirenlerin is­tedikleri zaman yapabilecekleri, hacca gitmeye güç yetiremeyip umreye gidebilecek olanların eda edecekleri umre ibadeti, işte böylesine güzel, böylesine muhteşem bir iba­deti.
İhramdan çıkmış durumdasınız.
Artık Zilhiccenin sekizine yani terviye gününe kadar ihram giymeyecek, Mekke'de kutsal yerleri gezmekle ve ibadetle meşgul olacaksınız. Birçok fıkıh kitabında “Terviye gününe kadar bol bol nafile tavafı yapabilirsiniz” denilse de, Mescid-i Haram'in çok daha sakin olduğu geçmiş dö­nemler için doğru olan bu içtihada günümüz şartlarında iti­bar etmemeniz gerekmektedir. Çünkü Mekke'ye hergün akın akın gelen yeni hacı adaylarının vacib tavaflarını bile izdihamla yaptıkları bir ortamda, nafile tavaflara niyetlene­rek bu izdihamı çoğaltmamalısınız.
Bununla beraber hem nafile tavaf yapmak ve hem de müslümanlara bir eziyet vermek istemiyorsanız, yürü­yen merdivenler ile Mescid-i Haram'ın üçüncü katına çıka­rak nafile tavafınızı burada yapabilirsiniz. Tabi ki bu katta yapacağınız tavafın her şavtı çok daha geniş bir dairede gerçekleştiği için, uzun menzilli olan bu tavafınız alt kattakilere nazaran biraz daha zor, fakat güzel niyetinize bina­en daha eftal olabilecektir.
Otellerdeki durumunuza gelince, altı-yedi kişinin balık istifi yattığı küçücük otel odala­rında, hiç kuşkusuz ki evinizdeki genişliği ve rahatı bula­mayacaksınız. Bunu zaten aramamanız da gerekir. Çünkü siz buraya rahatlığı aramak için değil, Rabbinizin rızasını aramak için geldiniz.
Bu arada bazı hacı adaylarının en olmaz nedenlerle birbirlerine bağırdıklarını, birbirlerini incittiklerini görebileceksiniz. 1800, 1900 dolar verdikleri için görevli görevsiz herkesten hizmet bekleyen bu hacı adaylarının, olmadık kaprisleriyle, gereksiz İstekleriyle karşılaşabileceksiniz.
Haccınıza anlam, haccınıza ecir, haccınıza değer katmak istiyorsanız, Allah'ın lutfuyla geldiğiniz Beytullah'da, kendinizi hizmet bekleyen bir misa­fir olarak değil, hizmet eden bir ehl-i beyt olarak görmeniz gerekir.
Çünkü misafirlerin değil, ev sahibinin safında olmak, çünkü kutsal topraklarda ehl-i beyt yani ehl-i Beytullah olmak, kaçırılmaması gereken büyük bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirebilmenin yegane şartı ise etrafınızdaki hacı adaylarından hizmet beklemeden onlara hizmet etmek, gücünüz nisbetince onlara yardımda bulunmaktır.
Mekke'de kaldığınız ilk günlerde en çok gittiğiniz ve en çok gitmek isteyeceğiniz yer, hiç şüphesiz ki Mescid-i Haram'dır. Her fırsatta Mescid-i Haram'a gidecek, insanlardan rahatsız olmayacağınız ve inanları rahatsız etmeye­ceğiniz müsait bir yere oturarak Mecnun'un Leyla'yı seyret­tiği gibi derin duygular içinde Kabe Muazzama'yı seyrede­ceksiniz!.
Müslümanlar için dünyadaki tüm haksızlıklara, tüm zulümlere karşı bir kıyam yeri olan Kabe'yi düşünecek, Kabe'nin geçmiş tarihini düşüneceksiniz!.
Hz. İbrahim (a.s.)'ın Hz. İsmail'le beraber Kabe te­mellerini yükseltirken boyunlarını bükerek Ey Rabbimiz, Senin yardımınla yaptığımız bu işimizi bizden kabul buyur dediklerini duyacaksınız.
“Heyhat” diyeceksiniz kendi kendinize!.
Küçücük bir hayırda bulunduktan sonra büyüklenen insanların aksine, böylesine hayırlı bir iş yapan baba-oğulun bu tevazulan, bu dualan ile titrediğinizi, titreyerek kendinize geldiğinizi hissedeceksiniz.
Resulullah (s.a.v.)'in “Mescidimde (Mescid-i Nebevide) kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç diğer mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılman bir namaz ise diğer mescidlerde kılınan yüzbin na­mazdan daha faziletlidir” buyruğunu hatırlayacaksınız.
Vakit namazlarından kaza namazlarına, kaza namazlarından nafile namazlara kadar bol bol namaz kılacaksınız, namazların bereketlendiği böylesi bir yerde!.
Namazlardan sonra gözünüzü Kabe'ye, gönlünüzü Kabe'nin Rabbi olan Allah'a yönelterek uzun uzadıya Rabbinizi zikredeceksiniz, teşbih edeceksiniz, tenzih ve takdis edeceksiniz.
Kuran okuyacaksınız, meal okuyacaksınız Mescid-i Haram'da. Okuduğunuz Kuranın; düşündüğünüz mealin sizlere daha fazla, çok daha fazla tesir ettiğini hissedecek, Rabbinizin size yakın­dan, çok daha yakından seslendiğini müşahade edeceksi­niz. Okuduğunuz ve düşündüğünüz ayet-i kerimeleri, bam­başka bir rahmetle, bambaşka bir ferasetle daha iyi, çok daha iyi anladığınızı göreceksiniz.
Müsait bir zamanınızda Mescid-i Haram'ın yaklaşık iki kilometre kuzeyinde bulunan Cennetü'l Mualla'ya gidecek, bu mezarlıkta bulunan Hz. Hatice validemize selam vereceksiniz. Cinlerin, Resulullah (s.a.v.)'i dinledikleri ve iman ederek kavimlerine gittikleri yerde yapılan Cin mes­cidinde iki rekat namaz kılabileceksiniz.
Hicret esnasında Efendimiz (s.a.v.)'i ve arkadaşı Ebubekir (r.a.)'ı üç gün-üç qece sinesinde barındıran Sevr da­ğını ve bu dağın zirvesindeki Sevr mağarasını görebilecek, hicreti ve hicret esnasındaki muhteşem olayları yakinen yaşayabileceksiniz.
Ve Hira dağına ve Nur dağına gitmeniz gerekecek. Çünkü Kabe dışında hiçbir yere gitmeseniz, gidemeseniz de, yaşınız ve sıhhatiniz müsaitse Nur dağına mutlaka çıkmalı, Hira ma­ğarasını mutlaka görmelisiniz.
Cebel-i Nura gitmek için mümkün olduğu kadar yal­nız ve sakin bir ortamda yola çıkın, Mekke yakınlarında. olan bu dağa yürüyerek gitmeniz mümkünse de, yolları bulmakta zorluk çekebilirsiniz. Bu nedenle Mescid-i Haram'ın yanından kalkan dolmuş veya taksilere binerek ve binmeden önce kaç riyal olduğunu mutlaka sorarak, Nur dağının eteklerine kadar rahatça gelebilirsiniz
Bir tepeden büyük, bir dağdan küçük olan Cebel-i Nur karşınızdadır ar­tık!.
Aşağılardan yukarılara doğru bakmaya, bakarak sey­retmeye başlıyorsunuz bu Nur dağını. Üzerinde tek bir ağaç, tek bir yeşillik olmayan, küçüklü büyüklü taşlarla, ka­yalarla kaplı bu dağa öylece bakıyorsunuz.
Bir şaşkınlık anı yaşıyorsunuz!.
Rabbinize yönelerek “Ya Rabbi. Yeryüzünde içinden pınarlar fışkıran, yemyeşil ormanların, rengarenk çiçeklerin bulunduğu nice görkemli dağlar dururken; Sen, taşlarla ve kayalarla kaplı bu küçücük dağı seçtin ve bu küçücük dağı, bütün dağların gıptayla baktıkları bir Cebel-i Nur yaptın” diyorsunuz!.
Siz Nur dağına bakarken, Nur dağının da size baktığını ve “Evet, Rabbim beni seçti, beni şereflendirdi, beni nurlandırdı” de­diğini duyuyorsunuz. Zenginler dururken fakirlerden, kral­lar dururken kölelerden, soylular dururken yetimlerden kendisine Resul seçen Rabbinizin, hüküm ve hikmet sahibi bir Rab olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.
“Bismillah” diyerek çıkmaya, “Bismillah” diyerek tırmanmaya başlıyorsunuz Nur dağına. “Ya hacı. Sadaka, sadaka” diye feryat eden bir dilenciyle karşılaşıyorsunuz. Bu kutlu yolculukta Allah rızası için sadaka verebilmenizi sağlayacak bir vesileyle karşılaştığınız için seviniyorsunuz. Hemen birkaç riyal veriyorsunuz bu yoksula.
Dilencinin yanından onbeş-yirmi metre uzaklaşmadan “Ya hacı. Sadaka, sadaka” diyen ikinci bir feryat duyuyor,
ikinci bir dilenciyi görüyorsunuz. Buna da birkaç riyal veri­yorsunuz. Yine onbeş-yirmi metre gidiyor, yine “Ya hacı, Sadaka, sadaka” diyen bir dilenciyle karşılaşıyorsunuz.
Şaşırıyorsunuz!.
Şöyle bir kafanızı kaldırıp, Nur dağının tepelerine gi­den yola baktığınızda, bu yolun onbeş-yirmi metrede bir dilencilerle dolu olduğunu görüyorsunuz. Artık Hira mağa­rasına giden yolu şaşırmanız mümkün değildir. Trafik lev­haları gibi durmakta olan dilencileri takip ederek mağara­ya ulaşabilirsiniz. Nitekim bu yolu izleye izleye ve üzerinizdeki bütün bozuk paralan vere vere Hira mağarası­na ulaşıyorsunuz.
Büyük kayalar arasındaki bu küçücük boşluk, Nur dağının gizli ve gizemli bir rahmi gibi!. Mağara­nın yan tarafındaki büyük kayanın üzerinde, hala silinmemişse “Turhallı Hamza” yazısını okursunuz. Kimdir bu Turhallı Hamza ve buraya ismini neden yazmıştır, anlayamaz ve anlamak istemezsiniz!.
İki-üç metre derinliği olan mağaranın içine girersiniz. Benim gibi halvet ve inzivayı seven bir müslümansanız, burasının halvet ve inziva için ne kadar uygun bir yer ol­duğunu hissedebilirsiniz.
Altı-üstü yani her tarafı kaya olan bu küçük boşluğun içinde oturup, dışarıya bakarsınız. Mağaranın ön tarafı da kayalık olduğu için, gökyüzünü bu kayalıkların arasında kalan bir boşluktan görüyorsunuz. Gündüz olmasına rağ­men geceyi tahayyül eder ve geceleyin kayalıklar arasında­ki bu boşluktan gökyüzünün nasıl gözüktüğünü düşündü­ğünüzde irkildiğinizi, gerçekten irkildiğinizi hissedersiniz!.
Çünkü kayalıklar arasındaki bu boşluk, dünyanın kai­nata açılan gözü, göz boşluğu gibidir!. Resulullah (s.a.v.)'in uzun geceler bu göz boşluğundan kainata nasıl baktığını, bu muhteşem görüntü karşısında neler hissettiğini, kaina­tın Rabbi olan Allah (c.c.)'a nasıl münacaatta bulunduğu­nu anlayabilmek, birazcık anlayabilmek, azıcık da olsa anlayabilmek için aklınızı ve gönül yelkeninizi açık tutarak tefekkür edersiniz.
Rahmet peygamberini bağrında yaşatan, sinesinde barındıran bu sert kayaların, nurdan ve rahmetten yumuşacık olduklarını ve her an Resulullah (s.a.v.)'in Rabbe münacaatına şahitlik ettiklerini hissedersi­niz.
Bunları düşünmeye, bunları hissetmeye, bunlan yaşamaya başladınız mı, burasının bambaşka bir minber, bambaşka bir makam olduğunu anlarsınız.
Siz de dua etmeye, siz de Rabbe münacaatta bulunmaya başlarsınız. Bu arada kalbinize gelen “Sen kimsin?” sorusuna, ne isminiz­le, ne cisminizle, ne soyunuzla, ne sopunuzla ilgili bir ce­vap vermek istemezsiniz!.
“Ben O'nun, uzun yıllar buraya gelerek Rabbe münacaat eden, Rahmanın rahmet kapısını çalan Resulullah (s.a.v.)'in ümmetiyim” dersiniz. Bundan başka bir isim, bundan baş­ka bir sıfat yakıştıramazsınız kendinize!.
Ve yine Efendimiz (s.a.v.)'i düşünmeye, ondört asır öncesine ait bildiklerinizi tekrar tekrar ha­tırlamaya başlarsınız..
Ailesiyle mutlu olmasına rağmen mazlumların mut­suzluğunu, zengin olmasına rağmen yoksulların fakirliğini yaşayan Resulullah (s.a.v.), umudlarını putlara bağlayan ve putlardan yardım dilenen İnsanların içinde bulunduklan sa­pıklığı görüyor fakat onları bu sapıklıktan nasıl döndürece­ğini, hangi gerçeklerle nelere davet edeceğini bilmiyordu.
Bu nedenle susmuştu, kırk yaşına kadar susmuştu, Rabbi konuşuncaya kadar susmuştu Resulullah (s.a.v.)!. Çünkü susması gerekiyordu, çünkü Allah adına yapılması gereken bir davette, kendi adına ve kendine göre konuşamazdı. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) bu suskunluk dönemi ile de bizlere örnek olmuş, Allah'ın dini adına bilmediğimiz sözlerde, bilmediğimiz davetlerde bulunmak­tan bizleri sakındırmıştır.
Resulullah (s.a.v.) yakinen iman ettiği, hiçbir kuşku duymadan iman ettiği Allah (c.c.)'a müracaatta bulunmak için buraya geldiğinde, en çok iki yere bakıyor, en çok iki yere yöneliyordu!. Bu yüksek tepeden baktığı yerlerden birisi Kabe idi. İçi putlarla, çevresi putpe­restlerle dolu olan Kabe!. Sonra Kabe'nin Rabbine yöneliyordu Efendimiz (s.a.v.). İnsanları bu dalaletten, insanları bu sapıklıktan kurtarabilecek küçük, küçücük bir ışık arı­yordu. Alemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah (s.a.v.) bu umudla Rabbe münacaat ediyor, bu umudla ağ­lıyor, bu umudla rahmet kapısını çalıyordu.
Ve işte burada, eski adı Hira olan bu dağın zirvesinde açıldı rahmet kapıları!. Hira dağını, Nur dağı yapan ayetler burada inzal olmaya başladı. Yaşadığımız dünya, Kur'an-ı Kerim muci­zesi ile ilkin burada tanıştı.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku”,“O, insanı bir alak'tan (kan pıhtısından) yarattı”,“Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.”,“Ki O, kalemle öğretendir.”,“İnsana bilmediğini öğretti”
Yıllardır rahmet kapısını çalan, Rahmana münacaatta bulunan Resulullah (s.a.v.)'in, Cebrail (a.s.)'i gördüğü, rahmet kapılarının açıldığına şahit olduğu ve bu İlk ayetlerle karşılaştığı zaman neler hissetti­ğini, neler yaşadığını anlamaya çalışırsınız, anlamaya çalışırsınız fakat anlayamazsınız!. Çünkü sizin ufkunuzun, çün­kü bizim ufkumuzun ötesindeki şeylerdir bunlar!.
Artık boynunuzu bükecek, Resulullah (s.a.v.)'in Rabbe münacaat makamı olan bu nurlu zirveden yavaş yavaş inmeye başlayacaksınız.
İlk inen bu ayetleri okuya okuya, bu ayetleri tefekkür ede ede aşağı inerken, yine dilencilerle karşılaşıyorsunuz. Eli kolu kesik, bacaktan sakat olan bazı dilencilerin, aksaya aksaya, sürüne sürüne yukan doğru çıktıklannı ve kendile­rine müsait bir yer bularak, burada dilenmeye başladıklarını görüyorsunuz.
Nerede olduğunuzu düşünüyorsunuz, Resulullah (s.a.v.)'i düşünüyorsunuz, Hira mağarasına çıkan bu zorlu yolu ve bu yolun yolculannı düşünüyorsunuz!. Birkaç saat önce çıkmakta, şu an ise inmekte oldu­ğunuz bu yol, hiç kuşkusuz ki Efendimiz (s.a.v.)'in yolu idi!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Mekke'de yaşam devzmııı

Mekke'de yaşam devzmııı

Efendimiz (s.a.v.) Nur dağının taşlarla, kayalarla kaplı bu zorlu yollarını çıkıyor, bu yollar ile Hira mağarasına ulaşıyordu.
Sonra dilencilere, her gün aksaya aksaya, her gün sürüne sürüne bu yolu çıkmaya çalışan dilencilere bakıyorsunuz!. Garip bir şaşkınlık ile “Aynı yol” diyorsunuz kendi kendinize!.
Dilencilerin hergün türlü meşakkatler ile çıktıklan bu yollar, Resulullah (s.a.v.)'in de çıktığı yollardır. Efendimiz (s.a.v.) ve bu dilenciler aynı yollan çıkmakta, aynı dağa tır­manmakta idiler!. Düşünceleriniz bu noktaya geldiği za­man içinizde bir anda patlayıveren “Fakaat!.” haykırışını duyuyorsunuz.
“Fakat, niyetler farklı!.”
Evet, Resulullah (s.a.v.) bu yollan Allah için çıkıyor, Nur dağına bu İlahi rıza için tırmanıyordu. Bu zavallı dilenciler ise riyal, üç-beş riyal için çıkıyorlardı Nur dağına!. Aynı dağdaki aynı yolların, farklı yolcuları idi bunlar!.
Bu düşüncelerle dünyaya, bu düşüncelerle yaşadığınız coğrafyaya bakıyorsunuz. Dünyevi şan ve şöhret için, dünyevi mal ve makam için dini hizmetlerde bulunan, İslami konularla ilgilenen, bu ko­nularda uzun yıllar araştırma yapan, çalışan, çabalayan kimselerin, Nur dağının nurlu yollarını riyal için çıkan bu dilencilerden bir farklan, hiçbir farklan olmadığını görüyor­sunuz!.
Böyle bir zillete düşmekten, pahalı yolun ucuz yolcusu olmaktan Allah'a sığınıyor ve her adımda tazelediğiniz bu tevekkül ile Mekke'ye, Mekke'nin bağnndaki Beytullah'a dönüyorsunuz.
Mekke'de yaşadığınız günler, başka, bambaşka günlerdir. İnsanlar bazı sohbet ve konuşmalarda “Dolu dolu yaşamaktan” söz ederler. Belki de sık sık duyduğunuz ancak ne anlama geldiğini, gelmesi gerektiğini yeterince anlamadığınız sözlerdir bunlar. İşte bu sözün ne anlama gelmesi gerektiğini bura­da anlıyorsunuz. Çünkü Mekke'de yaşadığınız günler, ger­çekten dolu dolu yaşadığınız günlerdir.
Bu güzel günler geçip, terviye günü yaklaştıkça Mekke'deki kalabalığın gün be gün, an be an arttığına şahit olacaksınız. Dünyanın dört bir tarafından gelen farklı renklerdeki, farklı dillerdeki insanlara bakacak, bu insanların gözlerindeki İlahi rızayı arayan bakışları görecek ve kendi kendinize “Ya Rabbi!, Senin ne kadar çok, ne kadar güzel kullann varmış” diye­ceksiniz.
Zilhicceye yaklaşıldığı bu son günler, Beytullah'daki izdiham ve hareketlilik had safhaya varmaktadır. Bir gece bu kalabalıklar arasında Mescid-i Harama gitmek isteyeceksiniz. Elinizdeki teşbihle, gönlünüzdeki Rabbinizi zikrede zikrede, Mescid-i Haram'ın üçüncü katına çıkacaksınız.
Alt katlarda yer bulamayan müslümanların tavaf ve sa'y yaptıklan oldukça büyük bir yerdir burası. Kenarlan parmaklıklı olan orta kısımdaki geniş boşluk, Kabe-i Muazzama'ya bakmaktadır. Gece olmasına rağmen heryer ışıl ışıl, heryer gündüz gibidir. Üçüncü kata çıktıktan sonra orta boşluktaki parmaklıkların kenanna gelmek ve buradan Beytullah'a bakmak istiyorsunuz.
Usul usul ilerliyorsunuz parmaklıklara doğru!.
Parmaklıkların kenarına gelip aşağıya, Kabe-i Muazzama'ya baktığınız zaman, hayret ve haşyetle irkilmenin ne anlama geldiğini, ne olduğunu orada görüyorsunuz. Onbinlerce insan zikirlerle, teşbihlerle, dualarla Kabe'yi tavaf etmekte ve rahmetli bir düzen içinde akan bu insan selinden çıkan gizemli uğultu, arşa doğru yükselmektedir.
Ne resimlerdekine, ne filimlerdekine, ne de televiz­yonların canlı yayında gösterdikleri cansız görüntülere benzemeyen bu muhteşem tablo karşısında, hiç mübalağa­sız iliklerinize kadar titrediğinizi, herşeyinizle irkildiğinizi hissediyorsunuz!. O yaşınıza kadar nereleri gezip, nereleri görmüş olursanız olun, şimdiye kadar gördüğünüz ve görebileceği­niz en muhteşem görüntüdür bu!. Hayret ve haşyetten bü­yüyen gözünüz, aşağıda bir sel gibi akan insanlara bakar­ken,, heyecandan titreyen gönlünüze şu ayet kerime geliyor.
“(Allah'ım) Eğer onları azablandırırsan, şüphesiz onlar Sen'in kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz aziz olan, halâm olan Sen'sin Sen.”
Hz. İsa aleyhisselam'ın rahmet ve merhamet dolu bu duası ile aşağıya, Kabe-i Muazzama'nın etrafında Allah, Allah diyerek, Allah'ı tenzih ve takdis ederek bir sel gibi akmakta olan insanlara bakıyorsunuz. Birçok hataları, bir­çok eksiklikleri olsa da, bildikleri bazı gerçeklere teslim olan bu insanlara acıdığınızı, bu insanlara karşı dağ gibi bir merhamet duyduğunuzu hissediyorsunuz. Bu merhamet duyguları ile ağlamaya, bu merhamet duygulan ile hıçkırmaya başlıyorsunuz. Kabe'nin Rabbi olan Allah (c.c.)'a, Kabe'nin etrafında dur­maksızın dönen insanlan göstererek yalvarmaya, yakarmaya başlıyorsunuz.
“Ya Rabbi!. Eğer bunları azablandırırsan, şüphesiz ki bunlar Se­nin kullanndir. Eğer bunları bağışlarsan, eğer bunlan bağışlarsan, eğer bunlan bağışlarsan..”
Rahmet ve merhamet duyguları ile hıçkınklara boğu­luyorsunuz. Bu hıçkırıklar arasında ne dediğinizi, ne de­mek istediğinizi sadece Rabbiniz anlıyor.
“Eğer bunları bağışlarsan, Aziz ve Hakim olan şüphe­siz ki Sen'sin, Sen'sin, Sen'sin Ya Rabbi.”
Bu duanın içinde kayboluyor, bu duada bulunan Hz. İsa (a.s.)'ı daha iyi tanımaya, daha çok sevmeye başlıyorsunuz..
Bir duygu yoğunluğu, bir duygu yorgunluğu içindesiniz. Yaslanmakta oldu­ğunuz parmaklıkların dibine oturuyor, size sizden daha yakın olan Rabbinizi tenzih ve takdis etmeye devam ediyor­sunuz. Bu arada sizleri Kabe'ye yolcu ederken “Bize orada dua et” diyen kardeşleriniz geliyor aklınıza!. Bu kardeşle­rim, bu müslümanlar için Rabbimden ne isteyim sorusu, yaşadığınız hal ile cevab bulan bir soru oluyor. Rabbinize yöneliyor ve ne istediğinizi bilen birisi olarak hiç durma­dan, hiç duraksamadan şu duada bulunuyorsunuz.
“Ya Rabbi, kardeşlerimin de bu gerçekleri yaşamalannı, bu iklimi teneffüs etmelerini ve bu rahmetle böylesine tanışmalarını nasib et!.”
 

malik80

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
25 Eki 2008
Mesajlar
145
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
68
Selamünaleyküm

´´Gönlüm den bu rahmet dolu bohcayi acmak hic gecmemisti.´´



Bizlere yeniden O mukaddes yerlere götüren, O Anlari yeniden
yasatan nefis yazilariniza binlerce tesekkür ederim.

Hic o anilar sadece kendinize saklanilirmi ?
Biz her an o zamani yasamaya calisiyoruz.

Allah'a emanet olun
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Selamünaleyküm

´´Gönlüm den bu rahmet dolu bohcayi acmak hic gecmemisti.´´



Bizlere yeniden O mukaddes yerlere götüren, O Anlari yeniden
yasatan nefis yazilariniza binlerce tesekkür ederim.

Hic o anilar sadece kendinize saklanilirmi ?
Biz her an o zamani yasamaya calisiyoruz.

Allah'a emanet olun

Allah'u teala razı olsun cümlemizden
İnşaAllah bütün kardeşlerimize (öncelikle bana :) ) görmek ve bu ibadeti hakkı ile yapabilmek nasip olur.
Allah'a c.c emanet olun
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Arafat'a doğru

Arafat'a doğru

Sekiz zilhicce.
Terviye gününe yani arefeden bir gün öncesine geldi­niz. Hac İçin ihrama gireceksiniz. İhram öncesi temizliğini­zi yapıp, guslettikten sonra ihrama giriyorsunuz. İki rekat ihram namazınızı kılıyor ve hac için niyetleniyorsunuz.,
“Allah'ım, Senin nzan için haccetmek istiyorum. Bunu bana kolaylaştır ve bu amelimi benden kabul et..”
Artık ihram yasakları yeniden başlamış durumdadır. Kurban bayramının ilk günü saç tıraşı olarak ihramdan çıkıncaya kadar, bu yasaklar devam edecektir. Haccın nor­mal akışına göre terviye günü Mina'ya gitmeniz, geceyi Mina'da geçirip Arafat'a geçmeniz, arefe günü boyunca Arafat'ta vakfeye durup, güneş battıktan sonra Müzdelife'ye hareket etmeniz, geceyi Müzdelife'de geçirip, sabah namazına müteakip Mina'ya geçerek şeytan taşlamanız, kurban kesmeniz ve tıraş olarak ihramdan çıktıktan sonra ziyaret tavafını ve hac sa'yini yapmanız gerekmektedir.
Haccın normal akışı budur.
Ancak bazı izdihamlar dikkate alınarak Arafat'a çık­madan önce hac sa'yinin yapılabileceğine ve geceyi Mina'da geçirmeden Arafat'a gidilebileceğine dair makul karşılayabileceğimiz ictihadlarda bulunulmuştur. Dolayısıyla Arafat dönüşü izdiham ve yorgunluk fazla olacağı için hac sa'yinizi ziyaret tavafından önce yapmak istiyorsanız, ihra­mınızla Mescid-i Haram'a gidebilir ve nafile bir tavaftan sonra hac sa'yinizi yapabilirsiniz.
Geceyi Mina'da geçirecek olanlar, terviye günü Mina'ya giderler. Türkiye'den gelen hac kafilesi ise organi­zasyon gereği geceleyin Arafat'a hareket edecek ve sabah namazından önce Arafat'ta olacaklardır. Zaten hac için önemli ve vazgeçilmez olan husus, bütün hacı adaylarının arefe gününde Arafat'ta bulunmaları ve vakfeye durmaları­dır.
İşte beklenen günün, beklenen saati gelmiştir artık!. Gece yarısına doğru otelde bir heyecan, bir koşuşturma başlamıştır. Hacı adaylarını Arafat'a götürecek olan otobüsler, bembeyaz ihram­lar içindeki hacı adaylarıyla dolmakta ve bir bir Arafat'a doğru hareket etmektedir.
Siz de, siz de bu otobüslerden birinin içindesiniz!. Gecenin karanlığında Arafat'a doğru hareket eden otobüsün pence­resinden, garip duygular içinde dışarıya bakıyorsunuz!. Dünyadan ayrılırken, dünyaya son bakışınız sanki bunlar!. Dünyanın bir yerinden diğer bir yerine değil, bir alemden başka bir aleme gidiyor gibisiniz!.
Telbiye getirirken “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” derken, kıyameti, tekrar dirilmeyi ve ahiret gününü inkar edenlerle ilgili olarak zikredilen şu ayet-i kerimeler bir bir gözünüzün önüne gelmeye, kalbinizdeki rahmet dinamitle­rini bir bir ateşlemeye başlıyor.
“Ve derler ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu va'd (et­mekte olduğunuz kıyamet) ne zamanmış?”,“Onlar, yalnızca tek bir çığlıktan başkasını gözetmezler, onlar birbirleriyle-çekişip dururken o kendilerini yakalayıverir.”,“Artık ne bir tavsiyede bulunmaya güç yetirebilirler, ne de ailelerine dönebilirler.”,“Sur'a üfürülmüstür; böylece onlar kabirlerinden (dirilti­lip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) akın ederler.”,“Demirlerdir ki: Eyvahlar bize, uyuyakaldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? (O halde) Bu, Rahman (olan Allah m va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (peygamber)ler doğru söylemiş.”,“O, yalnızca bir tek çığlıktan başkası değildir; artık onla­rın hepsi (biraraya) toplanmış olarak huzurumuza getirilmiş­lerdir.”
Evet, Sur'a üfürülmüş ve kıyamet kopmuştur artık!. Bütün kabirler içindekileri dışarıya çıkarmış ve haşrolan insanlar bölük bölük Rablerine, bölük bölük ahiret gününe gitmek­tedirler artık!.
Dönüş Allah'adır gerçeğinin, ne kadar açık, ne kadar şüphesiz, ne kadar doğru bir gerçek olduğunu, an be an yaşayarak anlıyorsunuz. Sur'a üfürülmüstür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rableri­ne doğru (dalgalar halinde) alan ederler... ayet-i kerimesini, harf harf, kelime kelime yaşamaya başlıyorsunuz.
Bu duygular içinde, bu teslimiyet içinde “Lebbeyk allahümme lebbeyk” derken, Buyur Allah'ım buyur derken, geliyorum. Ya Rabbi, geliyorum, Ya Rahman derken, Rabbinize hangi amellerle, hangi yüzle gittiğinizi düşünüyorsunuz. Boynunuz bükülüyor, üzerinizdeki ihramla, üzerinizdeki kefenle yüzünüzü örtmek istiyorsunuz!. Utanç ve pişmanlıklarla dolu böylesi duygular içinde “Otobüsten ineyim mi, geri döneyim mi?” diyorsunuz kendi kendinize!. Fakat nereye dönebilecek, bu utancınızı Allah'ın göremeyeceği nereye saklayabi­leceksiniz ki!.
Yüzünüzü tevbelerle, yüzünüzü gözyaşlarıyla yıkaya yıkaya Lebbeyk allahümme lebbeyk demeye başlıyorsunuz. Günahlarınız ne kadar çok olursa olsun, Rahman'ın geniş rahmet, Rah­manın sonsuz merhamet sahibi olduğunu düşünüyorsu­nuz.
Ve Rahman'ın rahmetini ve Rahman'ın merhametini diliyerek, Rahman olan Rabbinize doğru gidiyorsunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Arafat vakfesi

Arafat vakfesi

Sabah namazından önce Arafat'a geldiniz.
Mekke'ye yaklaşık 25 km. mesafedeki bu yer, içine milyonlarca insanı alabilecek çok geniş düzlüğü ile adeta bir içtima, bir tekmil yerini andırıyor. Önceden belirlenen bir planlama ile ülkeye kendi kontenjanına göre çadır kurabilecekleri yerler ayrılmış. Arafat meydanında onbinlerce büyük çadırın daha önceden kurulmuş olduğunu ve hacı adaylarının ihtiyaçlarını giderebilecekleri yerlerin ha­zırlanmış oiduğunu görüyorsunuz.
Hangi ülke kafilesiyle gelmişseniz, o ülkeye ayrılan bölgedeki çadırlara gidiyorsunuz. Yanları tamamen açık olan bu çadırlar, hacı adaylarını güneşten koruyabilecek gölgelikler şeklinde tasarlanmış. Hacı adayları bu çadırlara yine balık istifi şeklinde yerleşiyor ve sabah ezanına kadar dinleniyorlar.
Fecr-i sadıkla beraber, Arafat'ın her yerinden sabah ezanları yükselmeye başlıyor. Müsait bir yerde sabah namazınızı kılıyor ve Ara­fat'ın yan taraflarındaki kayalık yamaçlardan birisine çıkıyorsunuz. 50-60 metrelik bir yüksekliğe çıkmanız dahi onbinlerce çadırın kurulduğu bu geniş düzlüğü görmenize yetiyor.
Arafat'a bakıyor ve Arafat'ı düşünüyorsunuz!. Güneşin doğmasıyla birlikte Arafat'ta bir canlılık, bir hareketlilik başlıyor. Hacı adaylanndan bir kısmı çadırları­nın etrafında dolaşmaya başlarken, bir kısmı da Arafat'ın kuzey kesimindeki Cebel-i Rahme denilen küçük tepeye doğru akın etmeye başlıyorlar. Kendisi küçük, anlamı büyük olan bu Rahmet tepesinin yakınları, Efendimiz (s.a.v.)'in Arafat vakfesini yaptığı yerler. Çok kısa bir sürede Cebeli Rahme'nin, ihramlı hacı adaylarıyla doluptaştığını görüyorsunuz. Bu arada ardı arkası kesilme­yen otobüsler gelmektedir Arafat'a. Sünnete uygun olarak geceyi Mina'da geçirenler, içleri ve üstleri hacı adaylarıyla dolu rengarenk otobüslerle, akın akın Arafat'a gelmekteler.
Evet, bugün arefedir, bugün Arafat'ta vakfe günüdür!. Resulullah (s.a.v.)'in “Hac Arafat'tır” buyruğunda işa­ret ettiği gibi, hac ibadetinin en önemli şartı, bugün yapı­lacak olan Arafat vakfesidir. Lügat anlamı itibariyle vakfe, durak, durulacak yer ya da duruş demektir. Dolayısıyla Arafat vakfesi, Arafat'a gelmek ve Arafat'ta durmak, durul­ması gerektiği gibi duruşa geçmektir. Ve siz Arafat'a ve siz vakfeye geldiniz. Kefene benzer ihramlarınızla haşrolarak, bir yeniden dirilişi yaşayarak, ahiret günü şuruyla vakfe yapmaya geldiniz.
Dönüş Allah'adır gerçeğini biliyorsunuz.
İsteseniz de, istemeseniz de ölecek, isteseniz de, istemeseniz de tekrar dirilecek, isteseniz de, istemeseniz de ahiret günü Allah'ın hu­zurunda toplanacaksınız. Bütün bunları biliyor ve bütün bu gerçeklere iman ediyorsunuz.
Ahiret gününün dünyaya bir yansıması, dünyada bir yaşanması olan bugün ise durum biraz farklı!. Çünkü siz bugüne, çünkü siz bugünü yaşamaya isteyerek geldiniz. Yerler ve gökler Rabbimizin İsteyerek veya istemeyerek em­rime gelin buyruğu karşısında nasıl ki isteyerek geldik demişlerse, siz de “İsteyerek geldik” diyorsunuz. İsteyerek geldiğinizi, isteyerek beyan ediyorsunuz.
Sana geldik, davetini duyduk isteyerek geldik.
Seni severek ve Seninle sevinerek huzurunda durma­ya geldik!.
Hesap gününü anlamaya, hesap gününü yaşamaya, hesap gününden önce hesap vermeye geldik!.
Dünyalıklardan arınmış cesedimiz, rütbelerden uzak kimliğimiz, yaptıklarımızla dolu defterimiz ile ne olduğumuzu, ne olmadığımızı anlamaya ve Sen'den af dilemeye, Sen'den af dilenmeye geldik!.
Dönüş ancak Sana'dır ve biz ancak Sana döndük ve biz ancak Sana geldik Ya Rabbi.
Dönüşü olmayan gün gelmezden önce, dönüşü olmayan günü yaşamaya, dönüşü olmayan günü anlamaya ve bu bilinçle tekrar dünyaya dönmeye geldik Ya Rabbi.
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke lebbeyk. İnne'l hamde, ve'nni'mete, lehe, ve'l mülk, la şerike lek”
Böylesi düşünceler ve böylesi teslimiyetlerle telbiye getire getire çıktığınız yamaçdan aşağıya iniyor, dünyanın dört bir tarafından gelen milyonlarca hacı adayının arasına katılıyorsunuz.
Bembeyaz ihramlar içindeki rengarenk insanlar, de­ğişik ses tonlan ve değişik lehçeler ile telbiye getirerek uhrevi bir hedefe doğru yürümekteler.
Yol kenarları, yiyecek-içecek satıcılarıyla dolu.
Et kavurmasından meyveye, dondurmadan meşruba­ta kadar herşey var gibi!. Bir kısım hacı adaylan çadırlar­da dinlenirken, bir kısmı alış-veriş etmekteler. Diğer taraf­ta bir deve etrafında toplanan ve çoğunluğu türk olan hacı adaylannı görüyorsunuz. Güneşten kızmaya başlamış as­falt üzerine çöktürülen deve, hacı adayının binmesi üzeri­ne ayağa kalkmakta ve deve sahibi fotoğraf çektikten son­ra tekrar çöktürülerek yeni müşterisinin binmesini beklemektedir. “Arafat hatırası” olarak on riyale deve üze­rinde fotoğraf çektirebilmek için sıraya geçen hacı adayla­rına hayretle bakıyorsunuz. “Arafat'a gelen bu hacı adayla­rının, Arafat'tan alacakları, Arafat'tan alabilecekleri hatıra bu mu?” diyorsunuz kendi kendinize!.
Yanınızda duran birkaç hacı adayının da bu olaya çok dikkatli bir şekilde baktıklarını görüyorsunuz. Onların da bu olaya ibretle baktıklarını zannederek “Görüyor mu­sunuz?” diyerek kanaatlerini öğrenmek istiyorsunuz. Kafalarını sallayarak “Yaa, ya!.” diyorlar ve devam ediyorlar.
Kırkbeş dakikadır bakıyoruz. Otuzaltı kişi fotoğraf çektirdi. Demek ki saatte elli kişi. Akşama kadar beşyüz olur. On riyalden beşbin riyal!. Buraya bir deve getirmek varmış!.
Allah sabır vermese “Siz buraya zaten bir deve getir­mişsiniz!.” diyeceksiniz. Fakat Allah'ın yardımıyla sabrediyorsunuz. Kendi kendinize “Keşke onlarla değil de deveyle konuşsaydım!.” diyerek gözünüzü deveye çeviriyor ve de­venin anlam dolu gözlerine bakıyorsunuz!. Kızgın asfaltta çöküp-kalkmaktan dizleri kanamaya başlayan devenin ter­temiz bakışlan, sabır ve teslimiyet dolu!. Bunu görebiliyor, bunu hissedebiliyorsunuz devenin gözlerinde. Yaratılış ge­reğini hakkıyle yerine getiren, Rabbe karşı alnı apaçık olan bu tertemiz hayvana gıptayla bakarken, o muazzam hesab gününde kaç milyar insanın bu devenin yerinde ol­mak isteyeceklerini düşünüyorsunuz!.
Bilmediğiniz ülkelerin, bilmediğiniz müslümanlan Lebbeyk Allahümme Leb­beyk diyerek yanınızdan geçerken, siz de onlara, siz de bilmediğiniz o müslümanların arasına katılıyorsunuz. Uzaklaşıyorsunuz deveden ve deveyle meşgul olan insanlardan. Bir süre bu müslümanlarla birlikte gidiyor, bir süre bunlar­la birlikte telbiye getiriyorsunuz.
“Lebbeyk Allahümme lebbeyk, Lebbeyke la şerike leke lebbeyk, İnne'l hamde, ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek”
Gönlünüzden dilinize yansıya yansıya getirdiğiniz bu telbiyeler ile ne için nerede bulunduğunuzu yakinen hissetmeye, ahiret gününü tekrar yaşamaya başlıyorsunuz.
Ahiret gününü, din gününü, hesap gününü düşünürken, Kur'an-ı Kerim'de zikredilen şu ayet-i kerimeleri hatırlıyorsunuz..
“Kulakları patlatırcasına olan o gürkme' geldiği zaman, kişi o gün, kendi kardeşinden, annesinden ve babasın­dan, eşinden ve çocuklarından kaçar.”,“O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir isi (meşguliyeti) vardır.”,“O gün öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır. Sevinç içinde gülmektedir”,“Ve o gün öyle yüzler vardır ki üzerini toz bürümüştür. Onu da bir karartı sarıp-kaplamıştır.”,“İşte onlar kafir ve facir olanlardır.”
Daha önceleri yüzlerce kez okuduğunuz bu ayet-i kerime!er!e yeni karşılaşmış gibisiniz!. Tekrar tekrar okumaya, tekrar tekrar düşünmeye başlıyorsunuz bu ayet-i kerimeleri!. Duyduğunuz derin heyacana endişe, endişenize korku katılıyor. Dağlar kadar büyük nedeni olan bir korku­yu, köklü bir korkuyu yaşıyorsunuz.
O gün öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır. Sevinç içinde gülmektedir Ve o gün öyle yüzler vardır la üzerini toz bürü­müştür. Onu da bir karartı sarıp kaplamıştır.
Aynaya bakmak, yüzünüzün nasıl olduğunu, kimlerin yüzüne benzediğini görmek istemiyorsunuz. İstediğiniz ye­gane şey ağlamak, ağlamak ve ağlayarak yüzünüzü yıkayabilmektir.
Fakat olmuyor, ağlayamıyorsunuz!. Zorla ağlanmı­yor, zorla ağlanamıyor ki!.
Ellerinizle yüzünüzü sıvazlıyor, yüzünüzde bir toz, yüzünüzde bir toprak varsa çıksın, hemen çıksın endişesiyle bastırarak tekrar tekrar sıvazlıyor­sunuz.
o yaşınıza kadar kendinizi hiç bu kadar yalnız, hiç bu kadar tek hissetmediniz!. Yaşlısıyla genciyle, siyahıyla beyazıyla, kadınıyla erkeğiyle milyonlarca hacı adayının arasında olmanıza rağmen yalnızlığı yaşıyor ve nedeni belli bir korku ile “Nefsini, nefsini” diyorsunuz. Anneniz, baba­nız, eşiniz, çocukiannız, hocanız, kardeşiniz hiçbiri, ama hiçbiri umurunuzda değil!. “Ben, ben, ben ne yapacağım, ben nasıl hesab vereceğim” korkusunu yaşıyorsunuz!.
Dünyada yalnız siz, Arafat'ta yalnız siz, hesab gününde yalnız siz, Allah'ın huzurunda yalnız siz, yalnız siz varsınız!.
Ağzınızı açmıyor, sesinizi çıkarmıyor ve hiç konuşmuyorsunuz, hiç ko­nuşmuyorsunuz ama hangi uzvunuza baksanız, o uzvunu­zun dillenmeye, o uzvunuzun konuşmaya başladığını görü­yorsunuz!. Elleriniz “Ya Rabbi, bu kulun benimle şunları yaptı.”; ayaklarınız “Ya Rabbi, bu kulun benimle şuralara gitti”; gözleriniz “Ya Rabbi, bu kulun benimle şunlara baktı”; diliniz “Ya Rabbi, bu kulun benimle şunları dedi”; gön­lünüz “Ya Rabbi, bu kulun benimle şunları sevdi” demeye başlıyorlar!.
Ne diyeceksiniz ki!.
Her uzvunuzun hakka şahitliği karşısında boynunuzu büküyor ve “Doğru, doğru söylüyorlar Ya Rabbi” diyorsunuz!.
Kendinizi müdafa edecek bir söz, kendinizi müdafa edecek bir kelime arıyorsunuz!.
Elbetteki bu sözün hak, bu kelimenin doğru olması gerekmektedir. Çünkü bu gün; doğrulara, doğruluklarının fayda sağlayabileceği bir gündür. Fakat kendinizi müdafa edebileceğiniz doğru bir söz, doğru bir kelime bulamıyor­sunuz!.
O gün yakınlaştırılmış olan cehenneme bakıyorsu­nuz!. Yürekleri titreten bir homurtu ile yanmakta olan cehenneme bakarken “Bunu benim için yakmışlar, benim için hazırlamışlar” feryadı yükseliyor içinizden!. Kaskatı ke­siliyorsunuz!. Her tarafı korku dolan, herşeyi korku olan, kaskatı bir korku heykeli gibisiniz!. Korkudan ne yapacağınızı, korkudan ne söyleyeceğinizi bilemiyorsunuz!, Korku ve dehşetin karanlık kuyusunda bir ışık, küçücük bir umud ışığı arıyorsunuz!. Sadece Rabbiniz, sadece Rahman geli­yor aklınıza!. Gönlünün çatırdayarak genişlediğini ve gözyaşlarınizın bir sel gibi boşandığını hissediyorsunuz!. Ve hiç düşünmeden konuşmaya ve hiç düşünmeden yakarmaya başlıyorsunuz.
Ya Rabbi Sen Rahman, Ya Rabbi Sen Rahim değil miydin!. Ben “Rahman” diye diye rahmetini umarak, ben “Rahim” diye diye merhametini dilenerek buralara geldim. Şu halime bak Ya Rabbi!.
Şimdi Sen beni burada, şimdi Sen beni bu dehşetle, şimdi Sen beni bu korkularla başbaşa mı bırakacaksın!. Sen bana rahmet, Sen bana merhamet etmeyecek misin Rabbim!. Biliyorsun ki Sen bana merhamet etmezsen, bana merhamet edebilecek kimse, hiç kimse, hiç kimsecik yoktur!. Rahman ve Rahim olan Sen'sin, yalnız Sen, yal­nız Sensin Ya Rabbi!.
Rahmetine muhtacım Ya Rahman, merhametine muhtacım Ya Rahim!.
Sen şahitsin ki ben Sen'den korkarak, ben Sen'i severek bu güne geldim. Beni şu korkunç cehenneme götürmeye kalksalar dahi, Sana olan sevgimi terketmeyecek, asla terketmeyecek ve cehenneme sürükle­nirken bile “Ben Rahman'ın kuluyum, ben Rahman'ı sevi­yorum” diye feryat edeceğim!. Çünkü biliyor ve İman edi­yorum ki bu sevgiyi terketmeyen bir kulunu, bu sevgiyle beraber cehenneme terketmezsin!. Sen Rahmansın, Sen Rahimsin, Rahman ve Rahim olan yalnız Sen'sin, yalnız Sen'sin Ya Rabbi!.
Gözyaşlarıyla dolu bu dualarla yıkandığınızı, bu yakanışlarla hafiflediğinizi hissediyorsunuz. İçinizde bir boşluk, bütün gökleri içine alabilecek genişlikte garip bir boşluk oluşuyor. Size huzur veren bu geniş boşluğun içine bir şey, küçücük bir şey dahi koymak istemiyorsunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Arafat vakfesi devamı

Arafat vakfesi devamı

Şaşkın gözlerle etrafa, şaşkın gözlerle kendinize bakıyorsunuz!.
Arafat'a dikilmiş bir direk gibi öylece ayaktasınız. Ne kadar zamandır böyle durduğunuzu, böyle durakaldığmızı bilmiyorsunuz. “Bu bir vakfe miydi ve ben vakfe mi yap­tım?” diye soruyorsunuz kendinize. Cevap vermiyor, cevap vermeyi düşünmüyorsunuz bu soruya. Din gününün, he­sap gününün dehşetini yaşadığınız o anlara, bir ad, bir isim vermek istemiyorsunuz.
Küçük bir arap çocuğumuz satmaktadır yol kenarında. Bir muz alarak, kü­çük bir ağaç gölgesine oturuyorsunuz. Elinizdeki muza bir süre hayretle bakıyorsunuz!. Rabbinizin elinize tutuşturduğu bir nimet, bir ikram olarak görüyorsunuz bu muzu!. Bütün duyu ve duygulannızın titrediğini hissediyorsunuz. Allah'ın size verdiği el ve elinize verdiği kuvvet ile muzu soyuyorsunuz. Muzu Allah'ın yardımıyla ağzınıza götürüyor ve yine Allah'ın yardımıyla çiğneyerek, Allah'ın yardımıyla yutuyorsunuz. Resulullah (s.a.v.)'in her yemekten sonra yaptığı Beni yediren, içiren Allah'a hamdolsun duası geli­yor aklınıza. Bu duanın ne kadar hak, ne kadar doğru bir dua olduğunu, yaşayarak anlıyorsunuz.
Öğle ezanları okunuyor.
Bugün öğle ve ikindi. namazlarını cemederek yani birleştirerek kılacaksınız. Bu nedenle pek acele etmiyor, gölgesinde oturduğunuz küçük ağacın dibinde Allah'ı ten­zih ve takdis ederek bir süre dinleniyorsunuz. Yerleri ve gökleri yaratan Rabbinizin azametini düşündükçe, Rabbiniz hakkında bir mukayeseyi belirten “En büyük” ifadesini kullanmak istemiyorsunuz. “Sen büyüksün, büyüğün ve büyüklüğün ta kendisisin Ya Rabbi. Kainat bile Seninle mu­kayese edilemez, Sen'in büyüklüğün karşısında küçük dahi olamaz Ya Rahman” diyorsunuz.
Abdest tazeleyerek öğle ve ikindi namazlarını ceme­derek kılıyorsunuz. Vakit yavaş yavaş ikindiye yaklaşmaktadır. Resulullah (s.a.v.)'in Cebel-i Rahme'nin yakınlarında vakfe yaptığını bildiğinizden, Cebel-i Rahme'ye gitmek, orada da vakfe yapmak istiyorsunuz. Adımlarınız Cebel-i Rahme'ye yöneliyor.
50-60 metre yüksekliğindeki, 250-300 metre genişliğindeki bu kayalık tepeye yak­laştıkça, kalabalıkların daha bir arttığına şahit oluyorsunuz. Cebel-i Rahme ve etekleri, yüzbinlerce ihramlı hacı adayıyla kaplanmış gibi!. Hiç kimseye rahatsızlık vermeden “Gidebildiğim kadar gideyim, çıkabildiğim kadar çıkayım” diyerek, küçücük bir tepeye benzeyen bu koskoca rahmet dağına çıkmaya başlıyorsunuz. Nereye kadar çıkabilmeniz mümkün ise oraya kadar çıkıyor ve yüzünüzü Beytullah'a, gönlünüzü Allah'a yönelterek vakfeye duruyorsunuz.
Dünyadaki en yüksek dağın, en yüksek zirvesindesiniz sanki!. Yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ı düşündükçe, ayaklarınız altındaki dünyanın küçüldüğünü, küçülüverdiğini hissediyorsunuz.
Bütün kalabalıklar kayboluyor!.
Dünyada yalnız siz, Arafat'ta yalnız siz, Cebe Rahme'de yalnız siz varsınız!. Hiç kıpırdamadan ufka bakan gözleriniz, Rahman'ı gören bir rahmet sevdahsi gibi aydın­lanıyor. Oysa Rahman'ı görmenin değil, Rahman tarafın­dan görülmenin sevinci bu!.
Rahmet kapısını açan Rahman, öylece size bakmaktadır. Ağlıyor musunuz yoksa içi­nizdeki herşey gözlerinizden dışarı mı akıyor bilmiyorsu­nuz!. Vakfeye durduğunuz yerde size bakan, sizi seyreden Rabbinize, harf ve kelimelerin kullanılmadığı bir anlatımla “Ben geldim, ben geidim, ben geldim Ya Rabbi!.” diyorsu­nuz. Başka bir şey söylemiyor, başka bir şey söyleyemiyor­sunuz!.
“Ben geldim, ben geldim Ya Rabbi!.”
Size rahmetle bakmakta olan Rahman karşısında ne diyeceğinizi, nasıl şükredeceğinizi bilemiyorsunuz. Sanki ilk kez telbiye getiriyormuşsunuz gibi telbiye getirmeye başlı­yorsunuz.
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyke la şerike leke lebbeyk înne'l hamde, ve'nni'mete, leke ve'l mülk, la şerike lek” Buyur Allah'ım buyur. Senin eşin ve ortağın yoktur, bu­yur. Hamd Senin, nimet Senin, mülk Senindir. Senin eşin ve ortağın yoktur.
Rabbinizi tekrar tekrar tenzih ve takdis ederek Cebel-i Rahme'den iniyorsunuz. Duygu yorgunluğu içinde ağır ağır ilerlerken, buralarda da yüzlerce dilencinin oldu­ğunu görüyorsunuz. Elleri ayaklan kesik bir şekilde “Sadaka, sadaka ya hacı” diye çığıran bu dilencilere bakarken, Hesab gününde mü'minlerden dua, müminlerden bir na­zar, bir bakış dilenecek olan günahkarları hatırlıyorsunuz. O günahkarlar hiç kuşkusuz ki bu yoksullardan çok daha fazla çığıracaklar, çok daha fazla feryat edeceklerdir. “Ya Rabbi, o günahkarlara benzemekten Sana sığınırım” diye­rek, dilencilere sadaka veriyorsunuz.
Biraz ilerleyince bir tır dolusu soğuk meşrubatın, hay­rat olarak dağıtıldığını görüyorsunuz. Ne güzeldir ki buralarda sık sık karşılaşacağınız görüntülerdir bunlar. Bu sıcak günde meşrubatları kapışarak içmeye çalışan hacı adayları­na bakarak, hayrat sahibi için hayır dualarda bulunuyorsu­nuz.
Cebel-i Rahme'nin yan tarafındaki küçük tepeye çı­kınca, yüksekçe bir yerde oturuyor ve Arafat'ı tekrar seyretmeye başlıyorsunuz. Sinesinde 4-5 milyon hacı adayını banndıran Arafat, adeta bir mahşer, bir mahşer yeri gibi!. Dünyanın dört bir tarafından gelen hacı adayları, ülkelere göre taksim edilmiş çadırlarda akşamı bekliyorlar. Tabi ki ülke bayrakları altındaki ülkelere göre bu bölünmüşlük, ahiret gününde amellere ve imamlara göre olacak!. Dünya yaşantısında kim kimin arkasından gidiyor, kim kime tabi oluyorsa, ahiret gününde de onun arkasında, onunla birlik­te bulunacak!.
Arafat'taki mahşeri seyredip, Arafat'taki mahşeri yaşarken, Resulullah (s.a.v.)'în mahşer günü kevserin başında olacağı haberini hatırlıyorsunuz. Kalkıyorsunuz oturduğunuz yerden. Resulullah (s.a.v.)'i gören ve Resulullah (s.a.v.) tarafından görülen Arafat'a bakıyorsunuz. Soluk soluğa yaşadığınız bu mahşer gününde Kevser'i değil, Resulullah (s.a.v.)'i bulmak, Onun sancağı altında bulunmak istiyorsunuz.
Rengarenk ülke bayrakları arasında, Resulullah (s.a.v.)'in bayrağını, Resulullah (s.a.v.)'in sancağını arıyor gözleriniz!. Böylesi bir mahşer gününde bile dünyevi telaş içinde olan hacılara, hacı adaylarına değil, Arafat'ın taşına, Arafat'ın toprağına, Arafat'ın otuna sormak istiyorsunuz.
Nerede, rahmet peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) nerede?
Bu sorunuz cevapsız kalmıyor. Resulullah (s.a.v.)'in ayak bastığı topraklar, dokunduğu taşlar, nazar ettiği kaya­lar ortak bir sesle, ortak bir cevab veriyorlar size.
Az önce buradaydı!. Az önce burada veda hutbesini verdi. Sesi hala burada, sesi hala bizlerde yankılanmakta!.
Doğru söylüyordu taşlar, doğru söylüyordu topraklar. Resulullah (s.a.v.) az önce buradan bütün zamanlara, bütün zamanlardaki müslümanlara ve özellikle size hitab etmişti!. Bu düşüncelerle oturuyor, bu düşüncelerle Resulullah (s.a.v.)'e kulak kabartıyorsunuz.
Efendimiz (s.a.v.)'i görmeseniz, göremeseniz de, O'nu duymanın heyacanıyla veda hutbesini dinlemeye başlıyorsunuz.
“Resulullah (s.a.v.) Allah'a hamdü sena, hatırlatma ve tavsiyelerden sonra şöyle devam etti: (Ey ahali) hangi ayın hürmetçe daha ileri olduğunu biliyor musunuz? Halk; Şu içinde bulunduğumuz ay değil mi? dedi Resulullah (s.a.v.): Pekiyi hangi bölgenin hürmetçe daha önde olduğunu bili­yor musunuz? diye sordu; Halk Şu yerler değil mi? ceva­bını verdi Resulullah tekrar: Pekala hani günün hürmetçe daha üstün olduğunu biliyor musunuz? dedi Halk Şu için­de bulunduğumuz gün değil mi? dedi Resulullah şöyle de­vam etti; Öyle ise bilin ki, kanlatınız, mallarınız, ırzlarınız birbirinize, bu ayınızda, bu beldenizde şu gününüz nasıl haramsa öylece haram kılınmıştır Bilin ki herkesin cinayetin­den kendisi sorumludur. Hiçbir babanın cinayetinden oğlu sorumlu tutulmaz. Haberiniz olsun ki, müslüman, müslümanın kardeşidir. Bu sebeple, bir müslümana, bizzat kendisi helal kılmadıkça kardeşinin hiçbir şeyi hela! değildir. Bilin ki cahiliyye devrinden kalan bütün faizler mülgadır, terkedilecek ve alınmayacaktır. Faize verilen paranın sadece sermaye kıs­mını yani aslını alacaksınız, böylece ne zulüm ve haksızlık etmiş ne de zulme ve haksızlığa uğramış olacaksınız- Abbas İbnu Abdi'l-Muîtalib'in faizi hariç. Zira onun tamamı terke­dilmiştir. Habenniz olsun , cahiliyye devrinde kalan bütün kanlar da terkedilmiştir. İlga ettiğim ilk cahiliyye kam da el-Haris İbnu Abdü'l-Muttalib'in kanıdır. Haris, Benu Leys'ten tuttuğu bir süt anneye bebeğini emzirtiyordu. Çocuğu Hüzeyl adında birisi (kavga sırasında attığı bir taşla kazaen) öldür­müştü, Salan ha, kadınlara da iyi muamele yapın. Çünkü onlar yanınızda esir durumundadır. Onlara iyi bir muamele­nin dışında (terketmek, dövmek gibi) bir başka şey yapma hakkına sahip değilsiniz. Ancak açık bir çirkinlikte bulunur­larsa o hariç. Çirkin iş yapmaları halinde, önce yataklarını ayırın, (yine de devam edecek olurlarsa) yaralamayacak şe­kilde dövün. Bundan sonra itaat edecek olurlarsa, zulmen de­vam etmek için bir yol (bir bahane) aramayın. Bilin ki, sizin kadınlarınız üzerinde bazı haklarınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerenizde bazı hakları vardır. Kadınlarınız üzerinde­ki haklarınız istemediğiniz kimselere yatağınızı çiğnetmemeleri, evlerinize hoşlanmadıklarınızın girmesine izin vermemeleridir. (Onların sizdeki, hakkını ise) yiyecek ve giyeceklerinde iyi davranmanızdır. Haberiniz olsun, şeytan bu beldenizde kendisine ebediyyen tapılmayacağını idrak etmiştir. Fakat, sizin önem­semediğiniz şeylerde ona itaat devam edecek, bunlar da onu memnun kılacaktır. Rabbinize kavuştuğunuz zaman sizi yaptıklarınızdan hesaba çekecektir. Sakın benden sonra birbirini­zin boynunu vuran kafirler olmayın. Bu söylediklerimi du­yanlar, duymayanlara ulaştırsınlar. Bazan söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştırılan sözü, bizzat dinleyenden daha iyi beller. Resulullah (s.a.v.) sonra üç kere tekrar ederek sordu: Duydunuz mu, tebliğ ettim mi? Halk her defasında Evet cevabını verdi Bunun üzerine üç sefer: Ya Rab şahid ol! Ya Rab şahid ol! Ya Rab şahid ol” buyurdu.
Efendimiz (s.a.v.)'in veda hutbesini verdiği yerde, veda hutbesini ağır ağır, düşüne düşüne bir kez daha dinledikten sonra ayağa kalkıyor ve “Tebliğ ettin, tebliğ et­tin Ya Resuîullah. Rabbim şahittir ki tebliğ ettin..” diyerek çadırlarınıza dönüyorsunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Muzdelife'de gece

Muzdelife'de gece

Arafat'ta güneş batmış, Arafat'ta akşam olmuştur artık!. Herkes bir telaş ile eşyalarını toplamakta, kendilerini Müzdelife'ye götürecek otobüslere binmeye başlamaktadır. Siz ise garip duygular içindesiniz!. Arafat'ta bir mahşer, bir din, bir hesap günü­nü yaşadınız. Dünyayı ve dünyanın içindeki herşeyi terkederek Allah'ın huzurunda durdunuz, vakfe yaptınız. Dönü­şü olmayan, dönüşü mümkün olmayan o ahiret gününü burada, Arafat'ta yaşadınız.
Ve şimdi, şimdi döneceksiniz!. Dönüşü olmayan günü yaşadık­tan sonra tekrar dünyaya, tekrar dünya yaşantısına döne­ceksiniz!.
Bu durum karşısında biraz garip, biraz tuhaf duygular içine girmenize rağmen “Madem ki dönecektik, o halde niye geldik?” sorusunu sormuyorsu­nuz. Çünkü biliyor ve iman ediyorsunuz ki, dönüşü olma­yan gün gelmezden önce dönüşü olmayan günü yaşama­nız ve bu bilinçle dünya yaşantısına dönmeniz, Allah (c.c.)'ın büyük bir lutfudur. Ölmeden önce ölmek, ölümden ders ve nasihat almak nasıl bir rahmet ise; mahşer gününe gelmeden mahşer gününü yaşamak, yaşayabilmek de böy­le bir rahmettir. Her hükmünde hikmet sahibi olan Rabbimiz, bizleri Arafat'a davet etmiş ve ahiret gününün dünya­ya yansıması olan böyle bir günü yaşamamızı nasib ederek, dönüşü olmayan o muazzam hesab gününe çok daha ciddi, çok daha bilinçli hazırlanmamız gerektiğine apaçık bir şekilde işaret etmiştir.
Bizlere böyle bir günü yaşatan, böyle bir günü yaşamamızı nasib eden Allah'a hamdolsun!.
Evet, yaşanmış bir ahiret günü şuuruyla dünyaya dönmeniz gerekiyor. Bu yolculuktaki ilk menziliniz Müzdelife olduğu için akşam namazını kılmadan otobüslere biniyor ve Müzdelife'ye doğru hareket ediyorsunuz.
Arafat ile Mina arasında bulunan ve Harem sınırları içinde kalan bir bölge olan Müzdelife'ye hava karardığı zaman geliyorsunuz. Otobüslerden iniyor ve geceyi geçirece­ğiniz uygun bir yere kafileler halinde yürüyerek gidiyorsu­nuz. Arefe gününü bayrama bağlayan bu geceyi Müzdelife'de geçirmeniz sünnet, burada vakfe yapmanız ise vacibdir.
Müsait bir yerde abdest tazeliyor, akşam ile yatsı na­mazını cemederek kılıyorsunuz. Müzdelife'de konaklayacağınız, geceyi geçireceğiniz yere gelince, payınıza düşen 1.5-2 metrekarelik toprağa oturuyor, isterseniz bir müddet uzanarak dinleniyorsunuz.
Gökyüzü muhteşem!.
Yıldızlarla donatılmış gökyüzüne bakıyor, kainatın ya­ratılışını düşünüyorsunuz. Kur'an-ı Kerim ifadesiyle “Sen bütün bunları boşuna yaratmadın, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadın Ya Rabb” diyorsunuz.
“Peki ne için, ne için yaratıldı?” sorusuna, “Dünyada yaşamış ve yaşayacak olan milyarlarca insan için, bu insanlann imtihanı için yaratıldı” gibi genel bir cevap vererek, kendinize bu genel cevaptan milyarlarda bir olan küçük bir hisse çıkar­mak yerine; “Benim için, benim imtihanım için yaratıldı?” diyerek, bu muazzam yaratılış karşısındaki sorumluluğunu­zu çok daha derin, çok daha yoğun bir şekilde hissediyor­sunuz. Duyduğunuz heyacandan tüyleriniz ürperiyor. Sor­manız gereken bir diğer soruyu da, usulca soruyorsunuz kendinize.
“Bütün bunları benim için yaratan, dünyayı benim için döndüren, gündüzden geceyi, geceden gündüzü benim için çıkaran, beni güneşle ısıtıp, güneşle aydınlatan, suyu benim için indiren, taneleri benim için çatlatan, bitkileri benim için bitiren, hayvanları benim çin yaratan, benim için yaşatan, benim için süt, benim için bal yaptıran Rabbim, bütün bunlara karşılık benden ne istiyor?”
Susuyorsunuz!.
Bu büyük soruya küçük, küçücük bir cevap vermek­ten sıkılıyorsunuz!. Fakat yine de başınızı omuzlarınızın arasına gömerek “Hiçbir şeyi O'na eş koşmadan sadece O'na kulluk yapmamı istiyor” diyorsunuz.
Evet, bütün bunları sizin için yaratan ve sizin için yaşatan Rabbiniz, sizden sadece ve sadece kendisine kulluk yap­manızı istemektedir. Rahmet duyguları ile Rabbinize yöne­liyor “Allah'ım neden, Sana neden eş koşacak ve Sana ne­den kulluk yapmayacakmışım ki!,” diyerek teslimiyetinizi bildiriyor, Rabbinizi tekrar tekrar tenzih ve takdis ediyorsu­nuz.
Evet, Müzdelife'desiniz!.
Arafat'tan dünyaya dönerken durduğunuz, konakladığınız ilk menzildir bu!. Duygu ve düşüncele­riniz geçmişe, yani kalu belaya uzanıyor!. Allah (c.c.)'ın Ben sizin Rabbiniz değil miyim? sorusu karşısında evet, Sen bizim Rabbimizsin diyerek verdiğiniz cevabı hatırlıyor­sunuz.
Sonra bekleyiş, kalu beladan dünya yaşantısına gelinceye kadar ki bekleyiş döneminiz!. İşte Arafat'ta Rabbinizi tenzih ve tak­dis ettikten sonra Müzdelife'de geçirdiğiniz bu karanlık ge­ceyi de, Kalu bela ile dünya yaşantınız arasındaki bekleyiş dönemine benzetiyorsunuz!.
Yarın güneşle birlikte Mina'ya hareket edecek, güneşle birlikte dünya yaşantısına gireceksiniz!. Kur­ban bayramının dört gününde şeytan taşlarken kullanacağınız nohuttan iri, fındıktan küçük ebatlardaki taşları, bu gece Müzdelife'de toplamanız gerekiyor. İlk gün yedi, di­ğer üç gün yirmibir taş atacağınızdan, toplam yetmiş taş toplayacaksınız. Bu taşları şeytan denilen lanetli yaratığa atacak olsanız bile yine de bu taşların pisliğe bulaşmamış ve temiz olması gerekiyor. Çünkü müslümanları kafirlere ve kafirlerin taptıklarına sövmekten meneden İslam dini, bu uygulaması ile değil insanlara, insanların en büyük düş­manı olan şeytana bile pislik atılmaması gerektiğini beyan ederek, müslümanlar her türlü hakaretten uzak temiz bir kimliğe davet etmektedir. Bu bilinçle taşlarınızı topluyor ve gerekiyorsa bu taşları su ile yıkayarak temizliyorsunuz.
Artık sabah ezanına kadar kafan süreyi, ibadetle, tefekkürle ve dinlenmekle geçirebilirsiniz.
Bir müddet sonra her gecenin olduğu gibi, bu güzel gecenin de sabahı olmaya başlıyor. Fecr-i sadıkla birlikte Müzdelife'nin her yerinden sabah ezanlarının yükseldiğini duyuyorsunuz.
Hiç geciktirmeden sabah namazını kılıyor ve ortalık aydınlanıncaya kadar tekbir, tehlil, teîbiye, istiğfar, dua ve salavat ile vakfe yapıyorsunuz.
Müzdelife vakfesini yaparken, Kur'an-ı Kerim'deki şu ayetleri hatırlıyorsunuz.
“Rabbinizden bir fazi istemenizde size sakınca yoktun Arafat'tan hep birlikte indiğinizde Allah'ı Meş'ar-ı Haram'da anın. O, sizi nasıl doğru yola yöneltip-ilettiyse, siz de O'nu anın. Gerçek şu ki, siz bundan evvel sapık olanlardandınız.”
Rabbimiz olan Allah (c.c.) hiç kuşkusuz ki doğruyu, hiç kuşkusuz ki hakkı söylüyor. O bizlere hidayet etmez­den, O bizlere doğru yolunu göstermezden evvel, bizler ne yapacağını, nereye gideceğini, hangi yolda bulunacağını bilmeyen kimselerdendik.
Şimdi ise Müzdelife'de, şimdi ise Meş'ar-ı Haram'dayız. Doğru yolun, doğru bir istikametinde, doğru bir menzilindeyiz. Bizi buraya geti­ren, bizi bu yola hidayet eden Allah (c.c.)'ı anmamız ve O'na şükretmemiz gereken bir makamdayız. Bu bilinçle Allah (c.c.)'a şükrediyor, bu şükranla Allah (c.c.)'ı tenzih ve takdis ediyoruz.
Ve ayet-i kerime devam ediyor.
“Sonra insanların (topluca) ifaza ettiği yerden siz de ifaza edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağış­layandır, esirgeyendir.”
Evet, insanların topluca akın ettiği yerden Mina'ya hareket etme vakti gelmiştir, Birkaç parça eşyanızı topluyor ve Rabbinizden bağışlanma dileye dileye, tekbir ve telbiye ge­tire getire Mina'ya hareket ediyorsunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Mina ve şeytan taşlama

Mina ve şeytan taşlama

Milyonlarca insan, Müzdelife'den Mina'ya doğru akın akın ilerlemektedir. Geceyi Müzdelife'de geçiren büyük bir ordu, güneşin ilk ışınlarıyla birlikte hareket etmiş, nereye gideceğini ve ne yapacağını bilen adımlarla Mina'ya doğru yürümektedir.
Allah'a sığına sığına, tekbir ve telbiye getire getire dünyaya gidiyorsunuz!. Dağların ve göklerin yüklenmekten sakındıkları emaneti yüklenmiş olarak, Rabbinize söz vermiş olarak dünyaya dönüyorsunuz!. Dünyada yapacağınız ilk iş, dünya yaşantı­nızda en büyük düşmanınız olan şeytan aleyhillaneyi taşla­maktır!. Çünkü sizleri dünya yaşantısına gönderen Rabbiniz, sizleri yılan ve çıyanlardan, harami ve eşkiyalardan önce şeytan konusunda ikaz etmekte, en büyük düşmanı­nızın şeytan olduğunu beyan etmektedir.
“Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyle ise siz de onu düşman edinin. O, kendi gurubunu, ancak çılgınca ya­nan ateşin halkından olmaya çağırır.”
İman ettiğiniz bu ayet-i kerimeyi düşüne düşüne, milyonlarca müslümamn kendisine doğru yürüdüğü­nü görerek iyice azgınlaşan şeytan aleyhillaneden Allah'a sığına sığına, en büyük düşmanınıza doğru yürüyorsunuz. Şeytan aleyhillane, Rabbinizin belirlediği hedef tahtasındadır bugün!. Bir­birine yüz-yüzelli metre mesafedeki üç noktaya dikilen üç taş sütun, sizlere bu hedefi açıkça göstermektedir. Sırasıy­la küçük, orta ve büyük şeytan denilen bu üç cemreden, bayramın bu ilk gününde Akabe cemresi denilen büyük şeytanı taşlayacaksınız.
Üç taş sütun, üç cemre, üç şeytan!.
Önce irili büyüklü taşlardan örülmüş bu sütunlara ba­kıyorsunuz. Sizlere hedef noktalarını gösteren bu sütunlardaki irili büyüklü taşlar da size bakmaya, sizinle konuşma­ya, sizinle dertleşmeye başlıyor.,
Buraya gelen birçok hacı adayı, şeytanı düşünerek şeytanı taşlayacaklarına, bizleri kastederek bizleri taşlıyor­lar!. Oysa Hacer-i Esved nasıl ki Allah'ın yarattığı bir taş ise, bizler de Allah'ın yarattığı ve Allah korkusunu taşıyan taşlarız!. Hacer-i Esved'i sadece bir taş olarak yüceltmek ve takdis etmek ne kadar yanlışsa, bizlere hakir düşürülmüş düşman gözüyle bakıp, taşları bizlere atmak da o ka­dar yanlıştır. Bizlerin buradaki görevi, sizlere hedefi gös­termek, hedefi gösterebilmektir. Dolayısıyla burada bizleri değil, bizlerin işaret ettiği şeytanları taşlamanız gerekir. Şeytanı ve şeytanları kastederek bizlere doğru var gücü­nüzle atacağınız taşlar, hiç kuşkusuz ki bizlere acı verme­yecek, sizlere doğru bir hedef gösterebilmenin sevincini yaşatacaktır.
Taşların bu kısa ve özlü anlatımını hayretle dinliyor, taşlara dil veren ve size taşlarla nasihat eden Rabbinize hamdediyorsunuz. Tabi ki doğru söylüyordu bu taşlar. Siz buraya, bu taş sütunları değil, bu taş sütunlarla hedefi belirlenen şeytanı taşlamaya geldiniz.
Üç taş sütun, üç cemre, üç şeytan!.
Peki taşlayacağınız ve mutlaka taşlamanız gereken bu üç şeytanın, dünya yaşantısındaki karşılıkları nelerdir? Kü­çük, orta ve büyük cemre denilen bu üç şeytanın, dünya yaşantısındaki uzantıları, dünya yaşantisındaki görüntüleri nelerdir?
Bu önemli sorularla Kur'an-ı Kerime ve bu yüce Kitab'ta zikredilen peygamber kıssalarına yöneldiğiniz za­man, bütün peygamberlerin şu üç putla, şu üç putta sembolleşen batıl değerlerle mücadele ettiklerini görürsünüz.
Firavun, Karun ve Belam..
Firavun, Allah'a kulluğu ve Allah'ın hükümlerini red­dederek, insanları kendi nefs ve nevasına göre yönetmeye kalkışan zalim idarecilerdir.
Karun, helal haram tanımadan sahip oldukları eko­nomik güçle insanlara tahakküm eden, insanları sömüren mal, mülk sahipleri, zalim kapitalistlerdir.
Belam ise doğruyla yanlışı ayırabilme durumunda ol­mayan insanları doğru adına yanlışa, hak adına batıla da­vet eden din adamları, yazarlar, çizerler ve medya men­suplarıdır.
Firavun, Karun ve Belam, insanlık tarihinin her dö­neminde değişik yüzler, değişik veçheler ile karşımıza çı­kan ve insanlık tarihinde kapkara lekeler olarak yerini alan kimselerdir. Bizlere örnek olan bütün peygamberler bu üç puta ve putlaştınlmış bu üç değere karşı nasıl bir mücadele vermişlerse, hiç kuşkusuz ki bizlerin de aynı mücadeleyi vermesi gerekmektedir. Çünkü Firavunlara, Karun'lara ve Bel'am'lara karşı Rabbimizin bizlere emrettiği net ve açık tavrı göstermeden, sadece Allah'a kul olmamız, kul olabil­memiz mümkün değildir.
“Hüküm Allah'ındır” İlahi gerçeğine iman ediyorsak, elbetteki Firavunları ve Firavunluğu reddetmemiz gerekecektir, “Mülk Allah'ındır” gerçeğini tasdik ediyorsak, elbet­teki Karun'ları ve Karunluğu reddedeceğiz. “Din Allah'ındır” ilahi gerçeğine teslim olmuşsak, eibetteki Beram'ları ve Selamlığı reddedeceğiz. Şeytana düşman olmak, şeytanın dostlanna da düşman olmamızı gerektirir. Şeytanın dostlarına dostluk yapmak, asıl itibariyle Allah'ın dostluğundan uzaklaşmak ve şeytana dostluk yapmaktır. Oysa bizler Allah'a dost, şeytana düşman olmak İsteyen müslümanlarız. Bu nedenle şeytanı taşladığımız gibi, şeyta­nın dostlarını da taşlamamız, onların davetlerini de inkar etmemiz gerekmektedir. İşte burası, şeytan ve dostlarının davetlerini reddedeceğiniz, şey­tan ve dostlarını taşlayacağınız bir yerdir. Hepimizin bildiği gibi tarihte büyük kahramanlıkların, büyük zaferlerin ya­şandığı Bedir gibi yerler vardır. İşte burası da Şeytan aleyhillanenin Hz. İbrahim (a.s.) ile karşılaştığı ve taşlanarak hezimete uğratıldığı bir yerdir. Burası Mina'dır!. Ve siz Mina'dasınız!.
Siz de atanız İbrahim (a.s.)'in hanif dinine bağlı bir müslüman olarak gerçek atanızın izinden gidiyor, ellerinizdeki taş ve yüreğinizdeki öfke ile en büyük cemreye, Aka­be cemresine doğru ilerliyorsunuz.
Küçük ve orta cemrenin yanından geçerken “Sizi unuttuğumu sanmayın! Size yarın sıra gelecek. Şimdi büyüğünüzün yanına, en büyüğünüzü taşlamaya gidiyorum” diyorsunuz.
Akabe cemresine yaklaşırken, Firavunları, Karun'ları, Bel'am'ları yani şeytan ve dostlarını tekrar düşünüyor ve yüreğinizdeki öfke ile “Ya Rabbi, insanlık aleminin bu en büyük düşmanlarının hepsi­ni reddediyor ve hepsini taşlamaya gidiyorum” diyorsunuz. Akabe cemresinin bulunduğu yere köprünün üst tarafın­dan gelmişseniz, bu cemreyi istediğiniz taraftan taşlayabi­lirsiniz. Hacı adayları genellikle ön cepheden taşlamaya çalıştıkları için bu bölgede izdiham olmaktadır. Siz hiç bu izdihamın içine girmeden geniş bir kavis çizerek cemrenin arka tarafına dolanıyor ve çok daha müsait olan bu cephe­den Akabe cemresine yaklaşıyorsunuz,
Artık hiç oyalanmadan işinizi yapmanız ve oradan ayrılmanız gerekiyor. Elinizde hazır olan yedi taşı Bismil­lah! Allahu ekber, rağmen li'ş-şeytani ve hizbih diyerek te­ker teker atmaya başlıyorsunuz. Dikkatle ve öfkeyle attığınız her taşın hedefi vurmasına özen gösteriyor, dışarıya giden bir atışınız olursa hemen yedek bir taş alarak bu ek­siğinizi tamamlıyorsunuz.
“Ya Rabbi, taşlanması gereken bütün büyük şeytanla­ra, bu şeytanların hiziplerine, bu şeytanların dostlarına” diyerek teker teker attığınız taşlar yediye tamamlanınca artık oradan ayrılıyorsunuz.
Bugünkü taşlama göreviniz bitti.
Bayramın diğer günleri de buraya gelecek, her üç cemreyi de yedişer taşla taşlayacaksınız. Tabi ki bu cemre­lerin sadece burada dikili olduklarını görerek, şeytan ve dostlarının sadece buralarda taşlanacağını düşünmüyorsunuz!.. Çünkü gittiğiniz birçok yerde irili büyüklü bu cemre­lerle karşılaşacak, hatta ve hatta bu cemreler karşısında suskunluğa, bu cemreler karşısında saygı duruşuna davet edileceksiniz!.
İşte burada, bu cemrelere karşı, gösterdiğiniz tavır ne ise, hayatınızın bundan sonraki dönemlerinde de karşılaşacağınız her cemreye aynı tevhidi tavırı göstermeniz, karşılaştığınız her yerde şeytanı ve şeytani davetleri reddetmeniz gerekecek­tir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kurban kesme ve mekke'ye dönüş

Kurban kesme ve mekke'ye dönüş

İfrad haccı hariç olmak üzere temettü veya kıran haccı yapanların, Akabe cemresini taşladıktan sonra kur­ban kesme yerine gitmeleri ve kurbanlarını kesmeleri ge­rekmektedir. Siz temettü haccı yaptığınız için, siz de kur­bân kesecek, siz de bu görevi ifa edeceksiniz.
Şimdiye kadar birçok yerde kurban kesmiş veya kur­ban kestirmiş olabilirsiniz. Ancak burası bir başka mekan, bir başka kurban yeridir!. Burası İbrahim (a.s.) gibi bir adak sahibinin, İsmail (a.s.) gibi bir kurbanın yaşadığı yer­lerdir.
Duruyor, öylece etrafınıza bakıyorsunuz!.
Kurban kesmeden önce binlerce yıl evveline gidiyor, bu mekanda yaşanan o muhteşem olayı tekrar hatırlamak, tekrar hissetmek istiyorsunuz.
Sare validemizle evli olan İbrahim (a.s.)'ın uzun yıllar çocuğu olmamıştı. Evlat özlemini derinden hisseden Hz. İbrahim (a.s.);
“Rabbim, bana salihlerden (bir evlad) arma­ğan et.” duasında bulunmuştu. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) “Biz de onu halim bir çocukla müjde­ledik.” ayet-i kerimesinde beyan edildiği gibi onun bu duasını kabul etmiş ve Hz. İbrahim (a.s.) yıl­lar sonra Hacer validemizden bir erkek evlada yani İsma­il'e kavuşmuştu.
Uzun yıllar evlad özlemi çeken İbrahim (a.s.), ilk çocuğu olan İsmail'i elbetteki sevmiş, elbetteki çok sevmişti. Fakat Rabbimizin halili olan İbrahim (a.s.), bu imtihan dünyasının, bir imtihan kahramanıydı!. Nitekim İbrahim (a.s.)'ın evlad sevgisiyle ilk imtihanı, ayrılık hük­müyle olmuş, uzun yıllar sonra kucağına aldığı bu yavrusu­nu, annesiyle birlikte ıssız bir yere bırakması emredilmişti!.
“Neden Ya Rabbi, neden?” diyerek feryat etmemişti İbrahim (a.s.)!.
“Çok uzun yıllar sonra kavuştuğum bu çocuğumdan beni niye, beni ne diye ayırıyorsun?” dememişti!.
Çünkü o, büyük İmtihanların, büyük kahramanıydı!. Çünkü o, küçük yaşlardan beri Allah'a teslim olmuş ve bu teslimiyeti kendisine şiar edinmiş biriydi!.
Çünkü o, her hükümde Allah'a teslim olan ve bu tes­limiyeti ile şeytanı teslim alan Hz. İbrahim (a.s.) idi!.
Ve hiç çırpınmadan ve hiç direnmeden ve hiç isyan etmeden ailesiyle bir­likte yollara düştü ve onları ıssız bir yer olan Kabe'nin ya­nına kendi elceğiziyle bıraktı!. Oradan uzaklaşırken “Bizi buraya bırakıp, nereye gidiyorsun Ey İbrahim!.” diye sesle­nen Hacer validemize hiç dönmemiş, dönüp bakamamış, bakmaya dayanamamıştı Hz. İbrahim!.
Gidiyordu, ailesini bırakmış, yavrusunu bırakmış, hanımını bırak­mış bir vaziyette durmadan gidiyordu!.
Fakat bir soru, Hacer validemizin sorduğu son bir soru, onu kurşun yemiş bir ceylan gibi durdurmuş, durduruvermişti.
“Ey İbrahim!. Böyle yapmanı Allah mı emretti?”
Durdu, döndü haklı Hacer validemize! Rahmet dolu bakışlarıyla “Ey Hacer, bu nasil soru, bu nasıl bir soru?” derken, merhametten yaşaran gözleriyle “Allah (c.c.) em­retmiş olmasa, ben sizleri hiç burada bırakır, hiç burada bırakabilir miyim? Öpüp-koklamaya duyamadığım yavru­mu, hiç terkedebilir miyim?” diyordu. Gönlüne ağır gelen, hüznüne hüzün, gözyaşlarına yaş katan bu soruya kısaca cevap verdi.
“Evet Ya Hacer, Allah emretti.”
Bu cevabtan sonra oradan ayrılan ve geride bıraktığı ailesi için Allah'a duada bulunan İbrahim (a.s.), Allah (c.c.)'ın takdir ettiği bir süreden sonra tekrar ailesinin yanı­na dönmüş ve oğlu İsmail'e tekrar kavuşmuştu. Fakat ne var ki bitmemiş, sona ermemişti İlahi imtihan!. Hz. İbra­him (a.s.) arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisini elinde bir bıçakla oğlunu, oğlu İsmail'i boğazlarken görüyordu!.
Bizler gördüğü zaman hiçbir bağlayıcılığı olmayan ve şeytani bir kabus olarak nitelendirerek şerrinden Allah'a sı­ğınmamız gereken bu rüya, hak peygamber Hz. İbrahim (a.s.) için İlahi bir işaret, İlahi bir emir niteliğinde idi.
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.), Hz. İbrahim (a.s.)'dan bu rüyayı doğrulamasını, bu­nun gereğini yapmasını emrediyordu!. Söz buraya gelince bazı tefsirlerde yer alan “Hz. İbrahim (a.s.) daha önceden oğlunu kurban olarak adamış fakat bu adağını unutmuştu. Gördüğü bu rüya ile adağı kendisine hatırlatıldı!” yakla­şımlarından, Hz. İbrahim (a.s.)'ı hiç düşünmeden tenzih etmemiz gerekir. Bazı tefsirlerde yer alan böylesi yaklaşım­lar, elinde fal okları bulunan Hz. İbrahim heykelini yapa­rak Kabe'nin içine koyan ve çocuklarını Allah için(!) kur­ban etmeye kalkışan Mekke müşriklerinin zihniyetinden kaynaklanan batıl yaklaşımlardır. Çünkü hiçbir peygamber ve hiçbir müslüman, bir insanı kurban etme hakkını kendinde göremez.
Doğmuş ya da doğacak çocuğumuzu elbetteki Allah'a adayabiliriz. Ancak bu adamamız, Hz. Meryem'in annesi tarafından yapılan şu dua çerçevesindedir.
“Hani İmran'ın karısı: Rabbim, karnımda olanı (her türlü bağımlılıktan) azatlı bir kul olarak Sana adadım, ada­ğımı benden kabul et. Şüphesiz işiten, bilen Sen'sin Sen, de­mişti”,“Fakat onu doğurduğunda, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilirken dedi ki: Rabbim, doğru onu bir kız doğurdum. Erkek ise, kız gibi değildir. Ona Meryem adını koy­dum. Ben onu ve soyunu, o taşa tutulmuş şeytandan Sana sığındırırım.” ,“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti. ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriyya'yı da ona sorum­lu kıldı. Zekeriyya ne zaman mihraba girdiyse, (onun) yanın­da bir yiyecek buldu: Meryem, bu sana nerden? deyince, (Meryem) Bu, Allah katındandır. Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız nzık verendir dedi.”
Bu dua ve bu duanın akabinde gelişen olayları tefek­kür edersek, söz konusu adağın ve adanmışlığın Allah için kesilen bir kurban olarak değil, Allah'a emanet edilen bir kul olarak gerçekleştiğini görürüz. Nitekim doğru ve hak olan da budur.
Peki, İbrahim (a.s.)'ın gördüğü rüyanın arka planını nasıl anlamamız, nasıl tefsir etmemiz gerekir? Bu konuyu fazla­ca zorlamamıza, arka plana ait bilmediğimiz boşlukları, bil­mediğimiz varsayımlarla doldurmaya çalışmamıza tabi ki gerek yoktur. Konuyla ilgili ayeti kerimeleri incelediğimiz zaman, İbrahim (a.s.)'ın bir kefaret veya bir şükür vesilesi olarak Allah'a söz verdiği bir adağı olduğunu anlayabiliriz.
Evet, bir adağı vardı İbrahim (a.s.)'ın. Rabbi için bir kan akıtarak, bu adağını yerine getirecekti. Ancak kendisi için oldukça önemli olan bu adak konusunda, sadece bir şeyi bilmiyor, sadece bir konuda kararsızlığa düşüyordu Hz. İb­rahim (a.s.). “Rabbi için ne kesmeliydi?”
Alemlerin Rabbi olan Allah (c.'c.) için büyük ve de­ğerli bir kurban kesmek istiyor, büyük ve değerli bir kur­ban kesmek istiyordu ama bu ne olmalıydı?
Koyun mu, keçi mi, sığır mı, deve mi?
Hz. İbrahim (a.s.) bu sorularla istihareye yattımı-yatmadı mı, bu konuda Allah'tan bir işaret bekledi mibeklemedi mi bilmiyoruz. Bize bildirilen gerçek, İbrahim (a.s.)'a bu cevabın ve bu İlahi işaretin rüyada verildiğidir. Hz. İbrahim (a.s.) arka arkaya gördüğü rüyalarda, kendisi­ni oğlu İsmail'i boğazlıyorken görmektedir!.
Hükmünde hikmet, hikmetinde rahmet olan Rabbimiz “Ey İbrahim!. Ma­dem ki Benim için büyük, Benim için değerli bir kurban kesmek istiyorsun, bu kurban senin için de büyük, senin için de değerli olan İsmail'dir” buyuruyordu!.
Açık seçik bir şekilde bu rüyayı gören İbrahim (a.s.), yattığı yerde usul usul gözlerini açtı!. Hiç hareket etmiyor, hiç hareket edemiyordu!. Uzaklara, çok uzaklara dalıp gi­den hareketsiz gözleriyle öylece duruyor, bütün duyu ve duygularının donduğunu hissediyordu!, Kendisinde bir hata, kendisinde bir suç arayarak “Neden yattım, neden uyudum” diyordu kendi kendisine!. Çünkü böyle bir rüyayı göreceğini bilseydi, ömrünün sonuna kadar hiç yatmaz, ömrünün sonuna kadar hiç uyumak istemezdi İbrahim (a.s.)!.
Oğlunu düşündü ve.oğlu geliverdi gözlerinin önüne!.
İçinde sessiz bir patlamayla, sessiz bir ateş harlayı ver­di!. Nemrut'un kendisi için yaktığı ve kendisinin içine atıldığı ateş, bu sefer dışında değil içinde tutuşmuş, çok daha büyük alevlerle içinde tutuşuvermiştü. Bu ateş sönmüyor, bu ateş söndürülmüyordu!. İbrahim (a.s.)'ın İçini kavuran bu ateş, Nemrut'un ateşi gibi serin ve soğuk olmuyordu!.
Ağlamaya başladı İbrahim (a.s.)!.
“Ya Rabbi ben bunu nasıl yaparım, nasıl yapabili­rim?” diye ağlamaya başladı. Elbetteki her canlı gibi İsmail de, sevgili oğlu İsmail de ölebilirdi. Ve buna dayanır, buna dayanabilirdi İbrahim (a.s.)!. Fakat neden bu iş kendisine verilmişti!. O bu işi nasıl yapar, o sevgili oğulcağızını nasıl boğazlayabilirdi!.
Bu acıyla günler, bu acıyla haftalar geçiren İbrahim (a.s.) bir çıkış, bir kurtuluş yolu arar gibiydi!. Kendisine kesin bir zaman, ke­sin bir mühlet verilmediği için, içinde her geçen gün daha da mayalanan bu acı ile İsmail'in biraz büyümesini bekle­di!. Çünkü içindeki acı ne kadar büyük olursa olsun, bu geçen süre zarfında gönlünde besleyip büyüttüğü bir de umudu vardı İbrahim (a.s.)'ın. Nitekim bu umudunun ger­çekleşebilmesi için İsmail'in biraz büyümesini, gezip-koşabilecek bir çağa gelmesini beklemiş ve gördüğü rüyayı ancak o zaman İsmail'e anlatmıştı.
“Böylece (çocuk) onun yanında gezip-koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): Oğlum dedi Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken görüyorum. Bir düşün, sen ne der­sin.”
İbrahim (a.s.), böyle bir yaklaşım ile oğlu İsmail'e ter­cih hakkı veriyordu. “Oğlum, ben boğazlamakla emrolundum fakat sen boğazlanmakla emrolunmadın!. Tercihin nedir” diyordu. Yumuşacık yüreği rahmet depremleriyle sarsılarak bu soruyu soran İbrahim (a.s.), gezip-koşabilecek çağa gelen İsmail'in, koşarak kendisinden uzaklaşmasını, uzaklaşıvermesini umud ediyordu. Çünkü böyle bir durum­da ne kendisini boğazlatmayan İsmail, ne de İsmail'i boğazlayamadığı için kendisi sorumlu olmayacaktı.
Fakat olmadı!.
Karşısındaki çocuk, sıradan bir çocuk değildi!.
İbrahim (a.s.)'ın oğlu, İbrahim (a.s.)'a yakışan bir evlad, bir İsmail idi!. Nitekim hiç durmadan, hiç duraksamadan babasına şu cevabı verdi..
“Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Kurban kesme ve mekke'ye dönüş (devamı)

Kurban kesme ve mekke'ye dönüş (devamı)

Heyhat!.
Artık herşey bitmiş, bütün çıkış yolları kapanmıştı İbrahim (a.s.) için!, İsmail'in bu muhteşem cevap karşısında öylece kalakaldı!.
Kendisine “Babacığım” diyerek sevgisini, “Emrolunduğun şeyi yap” diyerek saygısını, “İnşaallah” diyerek tevekkülü­nü, “Beni sabredenlerden bulacaksın” diyerek teslimiyetini ifade eden oğluna bakakaldı!. Üzülmesi mi, yoksa böylesi­ne salih bir evlad ile gurur duyması mı gerekiyordu, bile­medi!. Ne var ki yapılması gereken iş, yapılacaktı artık!.
“Sonunda ikisi de (Allah'ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası İsmail'i kurban etmek için) onu alnı üzerine ya­tırdı.”
Bu olayı yaşarcasına düşünürken, tüm duygularınızın titrediğini hissediyorsunuz!. Me­leklerle, cinlerle ve bütün kainat ehliyle birlikte, Rabbimizin Halim sıfatını verdiği İsmail (a.s.)'ın yere uzanışına, boynunu hafifçe uzatışına bakıyorsunuz. Kalbiniz duruyor fakat yaşıyorsunuz, yine de yaşayabiliyorsunuz bu yaşanan hadise karşısında!.
Hacer validemizi düşünüyorsunuz!.
Yıllar önceki hadiseye dönüyor ve Hacer validemizin “Ya Rabbi İsmail susuz, İsmail susuzluktan kavruluyor!.” di­yerek yaptığı yakarışları hatırlıyorsunuz. Bu olayın duygu yüklü bir kadın, yüreği merhamet dolu bir anne için büyük bir imtihan olduğunu biliyorsunuz.
Sonra İbrahim (a.s.)'a bakıyorsunuz!.
Yüreğinde evlad sevgisi ve elinde bıçak ile İsmail'in başucunda duran İbrahim (a.s.)'a bakıyorsunuz!. Söylene­cek bir söz, konuşulacak bir kelime kalmıyor!. Ağlamaya, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorsunuz!. “Ya Rabbi nasıl, nasıl dayanabildi buna!. Nasıl üstesinden gelebildi böyle bir imtihanın!” diyerek ağlıyorsunuz!.
İbrahim (a.s.)mın gözlerine bakıyor, rahmet ve merhamet yüklü bu gözlerde bir gözyaşı gibi eridiğinizi, bir gözyaşı gibi akıp gittiğinizi hissediyorsu­nuz!.
İsmail'i boğazlamaktansa, dünyevi ateşlere binlerce kez atılmaya razı olabilecek olan İbrahim (a.s.), ağır ağır İsmail'in boğazına doğru eğili­yor!. Bir an duruyor, sağ eline ve sağ elindeki bıçağa bakı­yor!. Bıçak, titreyen ellerinden düşecek gibi!. Son bir güç­le ellerini sıkıyor, ellerini sıkarak bıçağı kavramaya çalışıyor!.
İbrahim (a.s.) henüz İsmail'i kesmemiş, İsmail'i boğazlamamıştır ama bu kısacık sürede için­deki binlerce İbrahim kesilmiş, binierce İbrahim parçalan­mış gibidir!. İçi kan olmuştur, içi kan dolmuştur, içi kan­dan bir derya olmuştur İbrahim (a.s.)'ın. Gözlerinden artık yaş değil sanki kan, kıpkırmızı bir kan boşanıyordur!.
Dayamlası bir hal değildir bu!.
Elindeki bıçağı atarak geri dönmesi, geri dönüvermesi de mümkün değildir!. Çünkü Allah'ın, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın emridir bu!. İlahi emre teslim olmaktan başka ne yapabilir, ne yapabilirdi ki!.
İbrahim (a.s.) titreyen ellerindeki bıçak ile alnı üzerine yatan İsmail'in, yüzünü ve gözlerini görmediği oğlunun, önünde boylu boyunca yatan sevgili oğulcağızının boğazı­na tekrar eğildi!.
Hiçbir şey düşünmek, hiçbir şey hissetmek istemiyordu. “Bitsin, artık bitsin, artık bitiversin” duyguları içinde “Bismillahi Allahu ekber” diyerek bıçağı İsmail'in boğazına çaldı.
İşte o an, bıçağın tene değdiği o an, rahmet kapıları açılmış ve Rahman'm sesi duyulmuştu.
“Biz ona: Ey İbrahim diye seslendik. Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.”
Rüyasında gördüğü olayı aynen yaşayan ve tüm hücrelerindeki titremesi henüz geçmeyen İbrahim (a.s.) anlaşılmaz duygular içindeydi!. İnanılmaz bir darlıktan çıkarıl­mış, inanılmaz bir genişliğe bırakılmış gibiydi!. Şaşkın gözlerle elindeki bıçağa ve önündeki İsmail'e baktı!. Önün­deki İsmail yaşıyordu, yaşıyordu ama, bıçağın tene değdiği o unutulmaz anda, Hz. İbrahim a.s.) gönlündeki İsmail'i boğazlamış, İsmail'ini boğazlayıvermişti!. Artık gönlünde bir İsmail değil, İsmail'i kendisine bağışlayan Allah, sadece Allah (c.c.) vardı!. Engin bir huzuru yaşayan İbrahim (a.s.)'ın gönlünde sadece ve sadece Rahman, sadece ve sadece Rahman sevgisi kalmıştı!.
Ve devam ediyor ayet-i kerime,
“İbrahim gibi bir kulun Rabbi olan Allah (c.c.) beyana devam ediyor.”,“Doğrusu bu, apaçık bir imrihandı.”,“Ve ona büyük bir kurbanı fidye verdik”,“Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık”,“İbrahim 'e selam olsun.”,“Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.”,“Şüphesiz o, Bizim mü'min olan kullanmızdandır.”
Evet, selam olsun, tekrar selam olsun, tekrar tekrar selam olsun İbrahim (a.s.)'a!. Ve yine selam olsun İsmail'e ve yine selam olsun Hacer validemize..
İşte burası Mina'dır.
Kurban keseceğiniz bu yer, aşağılardan yukarılara ba­karak anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız bu muhteşem olayın yaşandığı yerdir!. Tabi ki daha fazla düşünmeli, tabi ki daha fazla anlamaya çalışmalısınız bu olayı!.
İbrahim'i düşünmeli, İsmail'i düşünmelisiniz!. Sonra kendinizi İbrahim yeri­ne koyarak, en çok sevdiğiniz İsmail'i, kendi İsmail'inizi bulmalısınız!.
Nedir sizin İsmail'iniz?
Hanımınız mı, oğlunuz mu, kızınız mı? Dünyada en çok sevdiğiniz, en çok değer verdiğiniz İsmail'iniz, kendi İsmail'iniz nedir?
Açık bir yüreklilik ile kendi İsmail'inizi bulmalı ve ken­di İsmail'inizi Mina'ya getirmelisiniz. Sonra yukarıda anlattı­ğımız muhteşem olayı dikkate alarak, düşünce dünyanızda bu olayın müsveddesini, küçük bir müsveddesini yaşamaya çalışmalısınız.
Ve sormalısınız kendinize.
Allah için büyük, Allah için değerli bir kurban kes­mek ister, kesmek istersiniz de, sizin için de büyük, sizin içinde değerli olan kendi İsmail'inizi kesebilir misiniz?
Allah için kesmeniz, Allah için boğazlamanız gereken kendi İsmail'inizi siz de kesebilir, siz de boğazlayabilir misiniz?
Gönül masanıza yatırdığınız kendi İsmail'inize ve titreyen ellerinize bakarak, bu önemli sorunun, önemli cevabını arayın kendinizde!.
Biliyorum kesmeyecek, biliyorum kesemeyeceksiniz gönlünüzdeki temiz ve masum İsmail'i!.
O halde soruyu ve gönlünüzdeki kurbanı değiştire­lim!. Size “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. Kocacı­ğım, emrolunduğun yolda git” diyerek sizi Allah'a kulluğa ve teslimiyete teşvik eden masum İsmail'inizi değil de; sizi Allah'a kulluktan engellemesine rağmen sevdiğiniz diğer İs­mail'inizi düşünün ve diğer İsmail'inizi getirin Mina'ya Mal veya makam, ev veya araba, şan veya şöhret sevgisi olabilecek bu İsmail'inizi yatı­rın önünüze!. Dikkat edin ki bu bağışlamanız, bu merha­met etmeniz, bu acımanız gereken bir İsmail değildir. Nef­si duygularla sevdiğiniz cahili ölçülerle değer verdiğiniz bu İsmail, mutlaka ve mutlaka kesilmesi, mutlaka ve mutlaka kurban edilmesi gereken bir İsmail'dir. Gönlünüzde yer alarak sizi Allah'a kulluktan engelleyen bu İsmail'leri kesmeli, gönlünüzü böylesi İsmail sevgilerinden arındırmaksı­nız.
Yapmalısınız bunu!.
Allah için kurban kesmeden önce gönlünüzdeki böy­lesi İsmail'leri kesmeli ve gönlünüzü böylesi İsmail'lerden, İsmail sevgilerinden arındırmalısınız. Çünkü burası Mina'dır. Burası gönüldeki sevgilerin, gönüldeki sevgililerin teke indirildiği bir yerdir.
Burada duracak, burada bir tercihte bulunacaksınız!.
Gönlünüzde mal, mülk ve makam sevgisi mi olacak, yoksa Allah, önemle ve öncelikle Allah sevgisi mi? Çünkü hem mülkü, hem Malik-il mülkü sevemezsiniz!. Malik-il mülkü severek mülke ulaşabilirsiniz ama mülkü severek Malik-il mülke ulaşamazsınız!. Gönlünüzde hem mülk, hem Malik-il mülk sevgisi varsa, mülk sevginizi bir İsmail gibi önünüze yatırmalı ve hiç durmadan ve hiç duraksamadan bu İsmail'i boğazlamaksınız!.
Evet, burası Mina'dır, siz Mina'da bunlan düşünüyor, bunları yaşamaya çalı­şıyorsunuz!. Kurban kesim yerine giderek mezbahayı gördüğünüzde “Asıl mezbaha içimde, asıl mezbaha gönlümde” diyorsunuz kendi kendinize!. Ve kurbanınızı kestikten ya da vekalet vererek kestirdikten sonra saçlannızı traş ede­rek ihramdan çıkıyorsunuz.
Artık Mina'dan ayrılacaksınız.
Hz. İbrahim'e ve İbrahim ailesine her an selam gön­dermekte olan Mina'nm taşına, Mina'nın toprağına bakar­ken, gözünüzü ve gönlünüzü tekrar Hz. İbrahim (a.s.)'a yö­neltiyorsunuz. Bu kutsal yerlerde Allah'a teslimiyetin muhteşem zirvesine çıkan ve bu zirveye kulluk sancağını diken Hz. İbrahim (a.s.)'a herşeyinizle, her hücrenizle se­lam ve sevgilerinizi iletmek istiyorsunuz!. Severek ve sevi­nerek girdiğiniz yüce İslam dininin, hangi kahramanlann dini olduğunu bir kez daha anlamaya çalışıyor ve böyle bir dinin müntesibi olduğunuz için Allah'a, Rahman ve Rahim olan Rabbinize hamdediyorsunuz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
Mekke'de son günler ve veda tavafı

Mekke'de son günler ve veda tavafı

Mina'da kurban kestikten veya vekalet vererek kes­tirdikten sonra traş olarak ihramdan çıktınız ve Mekke'ye döndünüz. İhramdan çıktıktan sonra Mekke'deki ilk işiniz, ziyaret tavafınızı ve (Arafat'a çıkmadan önce şayet yapma­mışsanız) hac sa'yinizi yapmaktır. Otelinizde banyo yapıp, biraz dinlendikten sonra Beytullah'a gidiyor, ziyaret tavafı­nızı ve daha önce ifa etmemiş iseniz hac sa'yinizi yapıyor­sunuz.
Artık bütün ihram yasakları kalkmış durumdadır.
Kendinizi biraz tuhaf hissediyorsunuz!. Fiziki bir yor­gunluk ve manevi bir genişlik içindesiniz. Mahşer gününü yaşadıktan sonra büyük bir boşluktan geçerek dünyaya düşmüş, dünyaya dönmüş gibisiniz!. Ne yapacağınızı bile­mez bir halde etrafınıza bakıyorsunuz. Daha önceleri alışık olduğunuz dünya ve dünyevi işler, bir garip gözüküyor size!. Bu duygular içinde otelinize dönüyor ve kurban eti­nizden bir parça gelmiş ise biraz yiyerek istirahate çekili­yorsunuz.
Mekke'deki son günlerinizdir bunlar!.
Kurban bayramının bitimiyle birlikte hemen toparla­nacak ve Medine'ye hareket edeceksiniz. Bu nedenle her fırsatta Beytullah'a gitmek istiyor, kalan vakitlerinizi Beytullah'da namaz, zikir, tavaf ve tefekkür ile geçirmek isti­yorsunuz. Tabi ki bu arada hacla ilgili son görevlerinizi de yerine getireceksiniz.
Hacla ilgili bu son görevlerinizi ifa etmek için, bayramın ikinci, üçüncü (ve tercihe göre dördüncü) günü Mina'ya gidiyor, her gittiğiniz gün küçük, orta ve bü­yük cemrelere yedişer taş atarak, bu önemli vazifenizi de yerine getiriyorsunuz.
Ve son güne, Mekke'deki son günün gecesine geldiniz artık!. Yarın sabah namazıyla birlikte Mekke'den ayrılacak ve Medi­ne'ye doğru yola çıkacaksınız. Beytullah'taki son gecenizdir bu!. Önce tavaf yapıyor, bol bol tavaf yapmak istiyor­sunuz. Anneniz için, babanız için, Kabe'ye gelmek isteyip de gelemeyen yaşlı mü'minler ve mü'mineler için ayn ayrı niyetleniyor, ayrı ayrı tavaf yapıyorsunuz. Müsait bir yere oturuyor ve Beytullah'a bakarak bu beytin Sahibini düşü­nüyorsunuz!. Hamdediyor ve şükrediyorsunuz Rabbinize.
Namaz kılmak için kalktığınızda yanınızda tanıdık bir sima ile karşılaşıyorsunuz. Usulca selamlaştıktan sonra önce karşınızdaki Kabe-i Muazzama'ya ve sonra bu tanıdı­ğa dönerek “Kıble neresi?” diye soruyorsunuz!. Bu soru­nuz karşısında nedense hiç şaşırmıyor tanıdığınız ve iki eli­ni Kabe-i Muazzama'ya doğru kaldırarak “İşte böyle” diyor!.
Tebessüm ederek başınızı sallıyorsunuz!.
Namazda yöneleceğimiz kıble, yönelmemiz gereken istikamet nasıl ki bu kadar açık ve bu kadar net ise; sade­ce Allah'a kulluk yapması gereken mü'minler olarak bütün bir yaşam boyu yönelmemiz gereken tevhidi istikametinde, bu kadar net ve bu kadar açık olduğunu düşünüyorsu­nuz!.
Kabe-i Muazzama'ya bakıyorsunuz!.
Mutmain bir kalp ile kıbleye ve tevhide yönelmiş bir mü'min olarak, sadece Rabbinize kulluk yapmanın bilinciyle namaza duruyorsunuz. Daha önce bildiğiniz ayetlerin, bilmediğiniz manalarını anlaya anlaya namaz kılıyorsunuz. Sizlere sayısız nimet veren Rabbiniz için kıldığınız namaz­ları hiç saymıyor, böyle bir gecede kaç rekat namaz kıldı­ğınızı hiç bilmiyorsunuz.
Vakit oldukça ilerlemiş, Beytullah'tan ayrılma saati gelmiştir artık!.
Veda tavafını yapmak için Kabe-i Muazzama'ya yak­laşıyor ve Hacer-i Esved'in hizasına gelince veda tavafına niyetleniyorsunuz.
“Allah'ım, Senin rızan için veda tavafını yapmak isti­yorum. Bu tavafı bana kolaylaştır ve bunu benden kabul et.”
Niyetlendikten sonra ellerinizi Hacer-i Esved'e doğru kaldırıp Bismillahi Allahu ekber diyerek istilamda bulunuyor ve veda tavafınızın ilk şavtına başlıyorsunuz. Tekbir, tehlil, teşbih ve dua ile Kabe'yi tavaf ederken, bu veda ta­vafınız olduğu için hüzünlendiğinizi hissediyorsunuz.
Bu son tavafınız, bu veda tavafmızdır!.
Veda tavafınızı bitirip Beytullah'tan ayrılacak ve kısa bir süre sonra memleketinize döneceksiniz. Bir an ülkenizi ve ülke insanlarınızı düşünüyorsunuz. Ülkenizdeki müslümanlar geliyor aklınıza!. Daha önceleri aynı inancı, aynı akideyi paylaştığınız bazı kardeşlerinizin, ülkenizdeki batıl rüzgarlar ile saptıklarını, sapıverdiklerini hatırlıyorsunuz!.
İçiniz ürperiyor, irkiliyorsunuz!.
Dışarılara bakan gözünüz, yavaş yavaş kendinize yö­nelmeye, kendinize bakmaya başlıyor. Kendiniz ve yarınlarınız hakkında ne düşüneceğinizi, ne diyeceğinizi bilemi­yorsunuz!. “Onlar saptı, onlar doğru yoldan saptı ama, ben sapmam, ben kesinlikle sapmam” diyemiyorsunuz!. İçinizde bir korku, çığ gibi bir korku büyümeye başlıyor!.
Kabe'ye bakıyorsunuz!.
Gönlünüzdeki hüzünlü bir ses “Acaba bu tavafım, Kabe'yi müslümanca son tavafım mı? Dünya yaşantısına girdikten-sonra acaba ben de sapacak, acaba ben de sa­panlardan mı olacağım?” sorularını fısıldıyor!. Bu küçük, bu küçücük fısıltılar ile iç aleminizdeki Sura üflendiğini his­sediyorsunuz!.
Kıyamet, sessiz bir kıyamet kopuyor iç aleminizde!.
Duygu ve düşüncelerinizle birlikte herşeyin, içinizdeki herşeyin bir kıyamet dehşetiyle sarsıldığını, temelsiz gökdelenler gibi yıkılmaya başladığını görüyorsunuz!. Korku ve panik içindesiniz!.
Kabe'ye, tekrar Kabe-i Muazzama'ya bakıyorsunuz!. Yine o küçük, yine o küçücük fısıltı yükseliyor gönlünüzden!.
“Acaba bu tavafım, Kabe'yi müslümanca son tavafım mı?”
Bu sorusunun altından kalkamıyor ve bu sorunun al­tında ağlamaya başlıyorsunuz. Sanki topraktan değil de ince, incecik bir balmumundan yaratılmış gibisiniz!. Ve içi­nize düşen küçük bir ateş, git gide büyüyerek balmumu cesedinizi eritmektedir!. Hızla, büyük bir hızla eriyipgitmekte olduğunuzu görüyor, fakat ne yapacağınızı, ne yapmanız gerektiğini bilmiyorsunuz!.
Elsiz ayaksız, dilsiz dudaksız bir bedenin içinde, yaşa­dığı dehşetten kaçmak isteyen bir kötürüm, çaresizliğini feryada dökmek isteyen bir dilsiz gibisiniz!. Çaresizliğin ne olduğunu ilk kez böylesine görüyor, ilk kez böylesine anlı­yorsunuz!.
İçiniz inceliyor!. İçinizdeki herşeyin hızla inceldiğini, incelmeye devam ettiğini hissediyorsunuz!. “Kopacak, kesinlikle kopacak” demenize rağmen kopmuyor, kopmadan inceliyor, incelmeye devam ediyor içiniz!.
Her şavtın bitiminde Hacer-i Esved'i istilam ederken, ellerinizi kaldırıp Bismillahi Allahu ekber diyerek Rabbinizi selamlarken, bunun bir ayrılık, bunun bir Hak'ka veda selamlaşması olduğunu düşünüyorsunuz!.
Buna nasıl dayandığınızı, dağlar gibi ağırlaşan bu hüznü nasıl taşıyabildiğinizi bilmiyorsunuz!. Hacer-i Esved'in hemen yanındaki kapıya, Kabe-i Muazzama'nın altın kapılarına ilişiyor gözünüz!. Bu kapıların, dünya ile ahiret arasındaki kapılar olduğunu düşünüyorsunuz!. Bu düşüncenizin doğruluğunu yanlışlığını hiç sorgulamadan, kapalı olan bu kapıları dualannızla, yakarışlarınızla, gözyaşlannızla açmak ve hiç duraksamadan Kabe'nin içine girerek, bir daha çıkmamak, hiç dünya ya­şantısına dönmemek istiyorsunuz!.
Fakat olmuyor, fakat açılmıyor Beytullah'ın kapıları!.
“Ya Rabbi ben ne yapacam!. Ben ne yapacam Ya Rabbi” diye bir feryat yükseliyor içinizden!. Ne var ki umutsuz bir feryattır bu!. Çünkü içinizdeki sapma korkusu ne kadar büyük olursa olsun, bu konuda Rabbinizden bir güven, Rabbinizden bir teminat alamayacağınızı biliyorsu­nuz. Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın, böyle bir güveni ve böyle bir teminatı peygamberlerine, sevgili peygamber­lerine dahi vermediğini çok iyi biliyorsunuz.
Kur'an-ı Kerim'deki peygamber kıssalarını ve bu kıssalardaki bütün peygamberlerin Ya Rabbi canımızı müslüman olarak al Müslüman olarak ölmemizi nasib et mea­lindeki dualarını, yakarışlarını hatırlıyorsunuz.
“Yüz yaşını aşan ve gençliğinde putlara karşı destansı bir mücadele veren Hz. İbrahim (a.s.)'ın (Ya Rabbi) bu şehri güvenli, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut.” mealindeki duasının ne anlama geldiğini kavramaya başlıyorsunuz.
Oysa daha önce bildiğiniz ayetler, daha önce bildiğiniz dualardır bunlar!. Ancak şu an, ancak şu an anlıyorsunuz ki tüm peygamberler bu duayı yaparlarken. Ya Rabbi canımızı müslüman olarak al müslüman olarak ölmemizi nasib et diye yakarırlarken, hepsinin korkudan ödleri kopuyordul. Onlar için farazi, onlar için fantazi dualar değildi bu!. Sapmaktan ve putlara tapmaktan ödleri koparak bu duayı yapıyorlar, korkudan ödleri koparak Allah'a sığınıyorlardı!. Şimdi anlıyorsunuz bütün bunları Sapma ve sapıtma korkusuyla titrerken, peygamberlerin sizden çok daha fazla korktuğunu, sizden çok daha fazla titrediğini şimdi anlıyorsunuz!. Artık yapmanız gere­ken şey, tüm peygamberlerin korku ve tevekkül dolu bu duasına sarılmak, sımsıkı sanlıvermektir. “Ya Rabbi, büyük, çok büyük bir şey istiyorum Sen'den. Ne olur canımı müslüman olarak al!. Müslüman olarak ölmemi nasib et!. Müslüman olarak ölmemi nasib et!...
Durmayan gözyaşlarınızla, durmadan tekrarlıyorsunuz bu duayı!. Şimdiye kadar Rabbinizden hiçbir şeyi bu kadar ısrarla dilememiş, ısrarla dilenmemiştiniz!. Müslüman olmanın ve müslümanca öl­menin ne büyük bir nimet, ne büyük bir lütuf olduğunu daha iyi, çok daha iyi anlıyorsunuz. Bu arada Resulullah (s.a.v.)'in Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle haşrolursunuz buyruğu geliyor aklınıza!. Müslümanca ölmenin, müslümanca ölebilmenin yegane şartının, müslümanca yaşamak, müslümanca yaşayabilmek olduğunu bir kez daha hatırlıyorsunuz!. Bundan sonraki kısa ömrünüzü müslüman olarak, müslümanca yaşayarak geçirebilmeniz için yine Rabbinize, yine Rahmana dua ediyorsunuz...
Ve bu dualarla, bu yakarışlarla bitiriyorsunuz tavafınızı!.
Uzun süren bir depremden çıkmış gibisiniz!. Veda ta­vafınızı yedi şavt olarak saydınız, saydığınızı sandınız ama bir şavt eksik, iki şavt fazla mı yaptınız bilmiyorsunuz!. Ne var ki böyle bir tavafı bir daha yapabilecek güç, bir daha yaşayabilecek takat kalmamıştır sizde!.
Bitkin adımlarla bir kenara gidiyor ve müsait bir yer­de iki rekat tavaf namazı kılıyorsunuz. Namazınızı bitirdikten sonra hiçbir şey düşünmeden öylece Kabe'ye, öylece Beytullah'a bakıyorsunuz!. Gördüğünüz şey, sanki dünyada gördüğünüz en güzel, en sevgili şeydir sizin için!. Bu güzel duygularla Kabe'ye bakıyor ve Kabe'yle konuşmaya başlı­yorsunuz.
“Ey siyah, simsiyah elbiseler giymiş olan sevgili!.
Arşa doğru yükselen duvarların ile Arşın Sahibine uzanmak istesen de, temellerinle bu dünyaya bağlanmış, bu dünyaya zincirlenmiş bir güzel, kıyameti bekleyen bir güzel gibisin!. Kıyametle bu dünyadan ayrılmayı, kıyametle Rabbine kavuşmayı bekliyorsun!.
Senin taştan, senin taş duvarlardan yapıldığını biliyorum. Senin önünde ve sana doğru yaptığım bütün secdelerim, elbetteki sana değil, senin Sahibinedir. Sen bizim için bir ev, sen bizim için bir kıblesin sadece!.
Fakat Rabbim seni sevmiş, Rabbim seni sevdirmiştir bizlere!. Bu nedenle sana böyle bakıyor, bu nedenle sana bakmaya doyamıyorum!..”
Kabe-i Muazzamaya bu duygularla, bu düşüncelerle bakarken, ellerinizi yavaş yavaş kal­dırıyor ve Kabe'nin Rabbi olan Allah'a buradaki son duanı­zı, son münacaatımızı yapmaya başlıyorsunuz.
Önce hamdediyorsunuz, şükrediyorsunuz Rabbinize!. Resulullah (s.a.v.)'e ve yolu Kabe'den geçen bütün peygamberlere, bütün salihlere, bütün müminlere salat ve selam gönderiyorsunuz.
Elleriniz açık bir şekilde, bir süre öylece duruyorsu­nuz. Ne isteyeceğinizi, ne dileyeceğinizi, ne dileneceğinizi düşünüyorsunuz Rabbinizden!. Aklınıza, fikrinize, gönlünü­ze bir şey, sadece bir şey geliyor.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,042
Puanları
113
Yaş
42
“Ya Rabbi, huzuruna geldiğimde hoşnutluğunu gör­memi nasib et!.”
Sadece bunu istiyorsunuz Rabbinizden. İlahi huzura çıktığınız zaman Rabbinizin size hoşnutlukla, hoşnut olmuş bir nazarla bakmasını diliyorsunuz. Çünkü seviyorsunuz Rabbinizi, Rabbiniz şahittir ki seviyorsunuz Rabbinizi!. Ve istediğiniz, en çok istediğiniz şey, sevdiğiniz Rabbinizi hoşnut etmek, hoşnut edebilmektir!. Bu dua iie yalvarmaya, bu dua ile yakarmaya başlıyorsunuz.
“Ya Rabbi, hoşnutluğunu görmemi nasib et!.” hoşnutluğunu görmemi nasib et, hoşnutluğunu görmemi nasibet!”
Gözyaşlarınızla sulanan bu duayı kaç kere söylediniz, kaç kere tekrar ettiniz bilmiyorsunuz. Bir anda bütün dikkatiniz gönlünüze, gönlünüzde yankılanan şu ayet-i keri­melere çevriliyor.
“Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”
Hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şey düşünemeden öylece kalıyorsunuz!. Başını­zı hafifçe kaldırıyor ve size sizden daria yakın olan Rabbinize yöneltiyorsunuz ilginizi!. Sonra tekrar gönlünüze, gönlünüzde kır çiçekleri gibi açan ayetlere bakıyorsunuz!.
Ey mutmain nefis.
Mutmainliği nefes nefese yaşayan kalbinizle “Bu be­nim” diyorsunuz kendi kendinize!. Evet, bu sizsiniz ve gönlünüzde bir anda yankılanan ayetlerle Rabbiniz size, Rabbi­niz size seslenmektedir!.
Peki, ne diyor, ne buyuruyor Rabbiniz size?
“Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”
İçinizden yavaş yavaş yükselen ürperti dalgaları ile titremeye başlıyorsunuz!. Cennetime gir İlahi hitabına muhatab olmak, cennetle müjdelenmek!.
Hayret ve haşyet içindesiniz!.
Başınız iki yana sallanırken “Rabbim bana, Rabbim bana cennetime, cennetime gir dedi, cennetime gir dedi...” demeye başlıyorsunuz!.
Kızgın bir çölü andıran gönlünüzün her tarafından suların, buz gibi suların kaynamaya, fışkırmaya başladığını hissediyorsunuz!. Kabe'ye, Kabe-i Muazzama'ya bakarak ayağa kalkıyor ve dünyada hiç kimsenin, kainatta ise her­kesin duyacağı bir sesle feryat ediyorsunuz.
“Rabbim bana cennetime gir dedi!.”
“Rabbim bana cennetime gir dedi!.”
Mescid-i Haram'dan nasıl çıktığınızı, Mekke sokakla­rında ne zamandır dolaştığınızı bilmiyorsunuz!. Bildiğiniz ve durmadan sayıkladığınız tek şey, Rabbinizin size Cen­netime gir dediği!. Mekke sokaklarında deli gibi dolaşırken, deli gibi bunu, hep bunu tekrar ediyorsunuz.
“Rabbim bana cennetime gir dedi!.”
Dünyadan kopmuş gibisiniz!. Ne Mekke sokakları, ne de Mekke sokaklarında size bakan insanlar ilgilendirmi­yor sizi!. “Acaba delirdim mi, yoksa deliriyor muyum?” diye de sormuyorsunuz kendinize!. Delilikse delilik!. Herşeyi kabullenmiş durumdasınız!. Böyle bir haber, böyle bir müjde ile başka nasıl olabilir, başka nasıl olabilir ki insan!.
Otele gideyim mi diye düşünüyorsunuz!.
Otele gidip ne yapacaksınız ki, yatacak mısınız?
Yatıp uyuyacak mısınız?
Tuhaf geliyor bu düşünceler size!. Bir garib oluyorsu­nuz. İçinizdeki delicesine sevincin yerini bir korku, bir endişe almaya başlıyor. Kendinize yönelerek “Nasıl, bu müj­de ile nasıl yaşayabileceğim?” diyorsunuz!.
Cevabını veremiyorsunuz bu sorunun!.
Düşünüyor, düşündükçe daha çok korkuyorsunuz!. Bu müjde ile ayaklarınızı nasıl uzatabilecek, nasıl yatabilecek, nasıl uyuyabileceksiniz!. Bu müjdeden sonra ibadetsiz bir saati, ibadetsiz bir dakikayı nasıl yaşayabileceksiniz!.
Şaşkınsınız!.
Sevdiğiniz, gıptayla baktığınız Kabe-i Muazzama, bü­tün ağırlığı ile sırtınıza yüklenmiştir sanki!. Asr-ı saadet dö­nemini hatırlıyorsunuz. Bu saadet döneminde cennetle müjdelenen müminleri düşünüyorsunuz!. Hayretten açıl­mış gözlerle “Ya Rabbi, onlar bu müjdeye nasıl dayandı, nasıl dayanabildiler?” diyorsunuz.
Anlamıyorsunuz, anlıyamıyorsunuz o müminleri!. Bu müjdeye nasıl dayanabildiler, bu müjdeyle nasıl yaşayabildiler bilemiyorsunuz!.
Bir an durup, kendinize gelmeye çalışıyorsunuz!. Dü­şünüyorsunuz, baştan sona düşünüyorsunuz yaşadıkla!. Yasin suresinde zikredilen bir mü'min, kendisine Cen­nete gir denilen mü'min geliyor aklınıza!. Ve o kıssayı tekrar hatırlıyorsunuz..
“Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, bu elçilere uyunuz dedi”,“Sizden ücret istemeyenlere uyun, onlar hidayet bulmuş kimselerdir.”,“Bana ne olmuş ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? Siz O'na döndürüleceksiniz.”,“Ben, O'ndan başka ilahlar edinir miyim , Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.”,“Şüphesiz ben, o durumda apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.”,“Halbuki ben, Rabbinize iman ettim; O halde beni işitin (dinleyin).”,“Ona Cennete gir denildi O da: Keşke benim kav­mim de bilselerdi dedi”,“Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenler­den kıldığını.”
Kavminin küfrüne ve tehdidine rağmen iman ve tesli­miyetinde ısrar eden bu mü'rfıin, Rabbimizin Cennete gir buyruğu ile (şehadete nail olarak) cennete girmiş, cennete girivermişti. Çünkü Rabbimiz Ol buyurduğu zaman, o iş hemen oluverirdi.
Kendinize yöneliyorsunuz. “Ben dünyadayım, ben hala dünyadayım!.” diyorsunuz kendi kendinize!. Bu şaşkınlık ile gönlünüzde hala yankılanmakta olan ayetleri tek­rar düşünüyorsunuz.,
“Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Arak kullarımın arasına gir. Cennetime gir.”
Anlayışınız genişliyor ve gülümsüyorsunuz!.
Ayet-i kerimelerin siyakındaki şartları dikkate alma­dan, sibakındaki müjdeyi yaşadığınızı anlıyorsunuz. Oysa ayet-İ kerimelerdeki Cennetime gir müjdesi, Rabbinizi hoşnut etme, hoşnut edebilme şartına bağlıdır. Dolayısıyla bu hitab ve bu müjde, bütün müslümanları muhatap alan ve bütün müslümanları mutmainliğe, bütün müslümanları Rabbi hoşnut etmeye davet eden bir müjdedir.
Derin bir nefes alıyorsunuz.
Sevinç ve üzüntüden uzak duygular içindesiniz!.
Sevinmeniz mi yoksa üzülmeniz mi gerekir bilmiyor­sunuz!. Ancak rahatladığınızı, size daha çok sevinç mi yoksa endişe mi verdiğini yeterince anlayamadığınız duy­guların dışına çıkarak rahatladığınızı hissediyorsunuz!.
İlahi müjdenin, taşınması ne kadar ağır, ne kadar zor bir haber oldu­ğunu az da olsa anlamışçasına, Kevser'le ve cennetle müj­delenen Resulullah (s.a.v.)'i düşünüyor ve anlayış ufukları­nızın dışına taşan Efendimiz (s.a.v.)'e salat ve selam gönderiyorsunuz!.
Ve Rabbinize, hoşnut etmeniz gereken Rabbinize yöneltiyorsunuz ilginizi!. Herşeyi görmekte ve bilmekte olan Rabbinizin, Mekke sokaklarında şaşkın bir mecnun gibi dolaştığınız az önceki halinizi hoşnutlukla, yine de hoşnutlukla seyrettiğini düşünüyorsunuz!.
Tekrar kendinize dönüyor, tekrar kendinizi düşünüyorsunuz!. Sizi adeta çılgına çeviren böyle bir İlahi müjdeyi, yaşarken, yaşamaya de­vam ederken değil; son nefesinizde görebileceğiniz Azrail (a.s.)'ın yumuşak sesiyle, müjde dolu selamıyla almak isti­yorsunuz! .
“İnşaallah, İnşaallah Ya Rabbi” diyerek otelinize dönüyorsunuz!.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt