Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı
Kur’an’daki sahih İslâm anlayışının önündeki engeller nelerdir?
Kur’an, âlemler için bir zikir, hakkı batıldan ayıran bir fikir, hidayet ve müjdedir. Rabbimizin insanlığa en büyük lütfû; sözlerin en güzeli olan Kur’an, gönüllere şifa, ihtilaflara çözümdür. Kur’an, geçmişe ve geleceğe bir mucizedir. O, yol gösterici, hikmet ve âlemlere rahmet olarak göndermiştir.
Sahih İslâm anlayışına sadık kalınması ancak Kur’an mesajının doğru anlaşılması ile mümkündür. Kur’an’ın doğru anlaşılmasının önündeki en ciddi engel, kalplerdeki eğriliktir. Kalbinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak için uğraşır dururlar. Bu, bir anlamda Kur’an’a karşı pozisyon almadır. Allah’ın emirlerini sorgulamak, onu reddetmek veya onunla birlikte başka hüküm kaynakları da kabul etmek, sahih İslâm anlayışından uzaklaşmanın açık göstergeleridir.
Rabbimiz, "Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku." diye buyurmaktadır. Burada ümmetin ilk eğitiminin, Kur’an’ı tertil (anlayarak, düşüne düşüne, bilinçli ve düzenli) üzere okunması emriyle başladığını görüyoruz.
Sahih İslâm anlayışından uzaklaşmanın özeti, Kur’an’a, Kur’ani olamayan bir tutumla yönelmektir. Vahiyle gelen mesajı tam ve doğru bir şekilde anlamanın öncülü, vahyi kendi gerçekliği içerisinde kabul etmektir. Keza Kur’an’a yaklaşımda Kur’anî olmayan tavırların ilhâdî düşünceleri besleyen sapmalara dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu sapma, Kur’an’ın "uyulan" olmaktan çıkartılıp "uydurulan" olarak konumlandırılması ile olur.
Hz. Ömer (r): "Siz Kur’an’a uyun; Kur’an’ı kendinize uydurmayın. Kim Kur’an-ı Kerimi kendisine uydurursa Kur’an onu Cehenneme kadar sürükler, fakat kim Kur’an’a tâbi olursa, Kur’an onu firdevs cennetlerine götürür." demektedir.
Yüce Allah, "ileride ondan sorumlu tutulacaksınız." diye buyurmuştur. Demek Kur’an, sınav kitabıdır. Dolayısıyla iman edenlerin Kitaba yaklaşımı, hakkını gözeterek okumalarıdır. Kur’anî bir okuma, kendilerine ve içinde bulundukları topluma, Allah’ın ne buyurduğunu, kendilerinin ve toplumun yaşadığı hayat hakkında Allahın ne dediğini öğrenmek için yaklaşmaktır. Dolayısıyla doğru okuma, Kur’an’ı ve onunla amel etmeyi birlikte öğrenmedir. Kur’an’a, batınî manalar yüklemek, isteyenin istediği anlamları çıkarma çabası da tahrife kalkışmanın bir başka şeklidir. Batınîlik, Hurufilik nevi hurafelerin büyük bir kısmının İsrailiyattan ümmetin kültürüne geçtiği açıktır. Bu nokta da sahih İslâm anlayışının önündeki önemli engellerdendir.
Kur’an’ı, salt gramer kitabı, lügatçe gibi görmek, onu anlaşılmaz kabul etmenin, adeta bilimsel(!), çağdaş savunuculuğudur. Kur’an’ı belli bir zümrenin anlayabileceği batınî yorumlardan ibaret bir kitapmış gibi gören gnostik yaklaşımlar ile imanın amacı olan amelî yükümlülükleri erteleyen modern eğilimlerin çakıştığı/örtüştüğü görülmektedir. Oysa Kur’an’ın muhatap aldığı insan, özel bir kabiliyette veya ihtisas sahibi insan değildir. Kur’an’ın muhatabı standart her insandır. Bu, âkil ve bâliğ olmuş her insandır.
Kur’an’daki belli kıssa ve ayetleri, haberi geçen mucizeleri, bilimsel buluş ve ilmi neticeler ile izaha kalkışarak, ilmi sonuçlara endeksleme de yanlış yaklaşımlardandır. Bu yaklaşımın başka sebepleri olmakla birlikte daha çok Batı kültürü ve bilimsel gelişmeler karşısında eziklik duygusu ile takınılan tavır olduğu izlenmektedir.
Kur’an’a, düşünceleri, ideolojileri, yaklaşımları teyid eden değil, uyulan, başvurularak kendisinde arınılan olarak yaklaşılmalıdır. Modern dönemin problemlerine yönelik çözüm arayışlarında daha çok Hrıstiyan teolojisi merkezli üretmelere karşı Kur’an’dan izdüşümlerle nazireler geliştirmek de Kur’ana yanlış yönelimlerdendir. Bu nevî yeni paradigmaların geleceğin ciddi ve tehlikeli alanını oluşturduğu kanaâtindeyiz.
Bidat ve hurafelerin maalesef sahih din diye yaşandığı günümüzde "Kur’an" vurgusu olumlu karşılık bulmuştur. Bu, sevindiricidir. Zaten olması gereken önce ve sonra Kur’an’ın esas alınmasıdır. Her Müslümanın kaygı ve çabası bu noktada yoğunlaşmalıdır. Toplumun kokuşmuş dini anlayışı, bidat ve hurafelerle dürülü din telakkisi, doğruları Kur’anî olan söylemlerin ilgi ile izlenilmesine imkân hazırlamıştır. Ancak(!) "Kur’an" vurgusu, insana, Allahtan başka edinilen ilâhların, rableştirilen şahısların reddini, tağutun bütün çeşitleriyle inkârını ve de fitne kalmayıncaya; din bütünüyle Allahın oluncaya kadar Allah yolunda mücadeleyi emretmektedir. Oysaki şurası da bir gerçek ki, "Kur’an’daki İslâm" vurgusuyla birileri "geleneksel din anlayışı"nın reddi ile elde ettikleri primi, şeytanizme, profan (dindışı) sistemlere meşruiyet tanımakta kullanmaktadırlar. Oysa kof kültür dininin iflası, Kur’an’ın bütün boyutlarıyla hayata ikamesini zorunlu kılmaktadır. Haklı bir noktadan hareket, varılan yanlış noktayı meşrulaştırmaz. Çıkış noktasının doğruluğu, alternatif çözümün de doğruluğuyla bir anlam ifade eder.
İslam’ın amacı ana hedefi nedir?
İslam’ın ana hedefi sağlam bir inanç sistemi oluşturmaktır. Kur’an, insanlık için öncelikle sağlam bir inanç sistemi getirmiştir. Bu inanç sisteminin temel karakteristiği, kulluğun Allah’a has kılınmasıdır. Dolayısıyla İlâhi mesajın hedef kitlesi, evvelemirde hakkı batıl ile karıştıranlar, kulluğu Allah’tan başkalarına paylaştırmaya kalkışanlar olmuştur. Bu bağlamda süregelen problem, Allah’ın varlığı-yokluğu, hatta Allahın evrenin yaratıcısı olup olmadığı problemi olmamıştır. Kur’an mesajı, insanlara Allahın var olup olmadığını bildirmekten öte, Ondan başka İlâh olmadığını bildirme eksenlidir. Problem, tamamen kime, niçin ve nasıl kulluk edileceği problemidir. Zira sapma genellikle bu minvâl etrafında olmuştur. Nitekim tarih boyunca esas mücadele muvahhidler ile muharrifler arasında yaşanmıştır. Kâbiller, Nemrudlar, Firavunlar, Ebu Cehiller bu zorlu mücadelenin hep tahrif edici tarafı olmuş ve yetki gaspında bulunmuşlardır. Esas itibariyle bu yetki gaspı, insanlığın, geçmişte olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu sorunların özünü teşkil etmektedir.
Tevhîd ve şirk insanlığın gündeminden hiç düşmemiştir. Bu olgular insanın yaratılışıyla birlikte hep olagelmiştir. Zira şirk, insan için tevhîdin zıddı olarak imtihan gerekçesidir. Bu ameliyyenin insan yaşamında değişik etki tezahürleriyle bulunması, onun ertelenir olduğunu göstermez. Çünkü Allah’tan başka ilah edinmenin birçok yolu vardır ve bu insan yaşamında değişik şekillerde ortaya çıkmıştır.
Allah’tan başka ilâh edinmenin somut tezahürlerinden birisi, gökte İlâh kabul edilenin yerde ilâh kabul edilmemesidir. Bu tarz ilâh edinme Allah’tan başkasını yaratıcı olarak kabul etme değil, Allah’a rağmen yaşama yönelik kurallar vaz etme şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bununla gelinen nokta, üretilmiş değerlerin mutlaklaştırılması yani aklın ilâh edilmesidir. Günümüz toplumlarının en belirgin sapmalarından biri kuşkusuz bu noktadır. Bununla, âlemlerin Rabbi olan Allah, sadece göklerin Rabbi kabul edilmekte, sosyal-siyasal alana ait yetkileri ise reddedilmektedir.
Risâletin öncelikli hedefi dini Allah’a has kılmaktır. Allah’tan başka edinilen sahte ilâhların yaşamda hükümferma oluşu, bu hedefi dikkate almamak, sınırı ihlâl etmektir. Bireysel ve toplumsal yaşamın bozulması, Allah’a ait yetkilerin yaratılmışlara verilmesinin kaçınılmaz sonucudur. Oysaki hukukî ve sosyal hayata yönelik emir ve yasaların sahibi olarak Allah’ı bilmek, birleme (tevhîd) taâhhüdünün kendisidir. Bu durum, insanın kulluğu açısından, içinde bulunduğu anın vacibini mudrîk olması; fitnenin kaldırılıp dinin Allah’a has kılınmasıdır.
Tevhîd, Kur’an’ın hedeflediği sağlam bir inanç sisteminin esasıdır. Keza İslâm’ın özünü tevhîd teşkil eder. İnsanı iç çatışmaya düşmekten (ikilem) kurtarmak için dünya ve ahiret işleri hep aynı ilâhî otorite yani Allah (c) tarafından düzenlenir. Bir kulun iki Rabbi olamaz. Bu anlamda İslâm hukuku bir bütündür, asla bölünme (tecezzî) kabul etmez. İnsanı ruh, beden ve duyular diye ayırmayıp bir bütün olarak ele aldığı ve ona göre düzenlemelerde bulunduğu gibi, hayatı da bir bütün olarak ele alır tanzim eder. Dolayısıyla O, hem dindir, hem devlettir. Hülasa İslâm’ın amacı ana hedefi bu bütünlüğü sağlayacak sağlam bir inanç sistemi oluşturmak dünya ve ahiret mutluluğunu aynı yaratılış gerekçesinde (kulluk) aramaktır.
Kur’an, âlemler için bir zikir, hakkı batıldan ayıran bir fikir, hidayet ve müjdedir. Rabbimizin insanlığa en büyük lütfû; sözlerin en güzeli olan Kur’an, gönüllere şifa, ihtilaflara çözümdür. Kur’an, geçmişe ve geleceğe bir mucizedir. O, yol gösterici, hikmet ve âlemlere rahmet olarak göndermiştir.
Sahih İslâm anlayışına sadık kalınması ancak Kur’an mesajının doğru anlaşılması ile mümkündür. Kur’an’ın doğru anlaşılmasının önündeki en ciddi engel, kalplerdeki eğriliktir. Kalbinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak için uğraşır dururlar. Bu, bir anlamda Kur’an’a karşı pozisyon almadır. Allah’ın emirlerini sorgulamak, onu reddetmek veya onunla birlikte başka hüküm kaynakları da kabul etmek, sahih İslâm anlayışından uzaklaşmanın açık göstergeleridir.
Rabbimiz, "Kur’an’ı ağır ağır, düşüne düşüne oku." diye buyurmaktadır. Burada ümmetin ilk eğitiminin, Kur’an’ı tertil (anlayarak, düşüne düşüne, bilinçli ve düzenli) üzere okunması emriyle başladığını görüyoruz.
Sahih İslâm anlayışından uzaklaşmanın özeti, Kur’an’a, Kur’ani olamayan bir tutumla yönelmektir. Vahiyle gelen mesajı tam ve doğru bir şekilde anlamanın öncülü, vahyi kendi gerçekliği içerisinde kabul etmektir. Keza Kur’an’a yaklaşımda Kur’anî olmayan tavırların ilhâdî düşünceleri besleyen sapmalara dönüşmesi kaçınılmazdır. Bu sapma, Kur’an’ın "uyulan" olmaktan çıkartılıp "uydurulan" olarak konumlandırılması ile olur.
Hz. Ömer (r): "Siz Kur’an’a uyun; Kur’an’ı kendinize uydurmayın. Kim Kur’an-ı Kerimi kendisine uydurursa Kur’an onu Cehenneme kadar sürükler, fakat kim Kur’an’a tâbi olursa, Kur’an onu firdevs cennetlerine götürür." demektedir.
Yüce Allah, "ileride ondan sorumlu tutulacaksınız." diye buyurmuştur. Demek Kur’an, sınav kitabıdır. Dolayısıyla iman edenlerin Kitaba yaklaşımı, hakkını gözeterek okumalarıdır. Kur’anî bir okuma, kendilerine ve içinde bulundukları topluma, Allah’ın ne buyurduğunu, kendilerinin ve toplumun yaşadığı hayat hakkında Allahın ne dediğini öğrenmek için yaklaşmaktır. Dolayısıyla doğru okuma, Kur’an’ı ve onunla amel etmeyi birlikte öğrenmedir. Kur’an’a, batınî manalar yüklemek, isteyenin istediği anlamları çıkarma çabası da tahrife kalkışmanın bir başka şeklidir. Batınîlik, Hurufilik nevi hurafelerin büyük bir kısmının İsrailiyattan ümmetin kültürüne geçtiği açıktır. Bu nokta da sahih İslâm anlayışının önündeki önemli engellerdendir.
Kur’an’ı, salt gramer kitabı, lügatçe gibi görmek, onu anlaşılmaz kabul etmenin, adeta bilimsel(!), çağdaş savunuculuğudur. Kur’an’ı belli bir zümrenin anlayabileceği batınî yorumlardan ibaret bir kitapmış gibi gören gnostik yaklaşımlar ile imanın amacı olan amelî yükümlülükleri erteleyen modern eğilimlerin çakıştığı/örtüştüğü görülmektedir. Oysa Kur’an’ın muhatap aldığı insan, özel bir kabiliyette veya ihtisas sahibi insan değildir. Kur’an’ın muhatabı standart her insandır. Bu, âkil ve bâliğ olmuş her insandır.
Kur’an’daki belli kıssa ve ayetleri, haberi geçen mucizeleri, bilimsel buluş ve ilmi neticeler ile izaha kalkışarak, ilmi sonuçlara endeksleme de yanlış yaklaşımlardandır. Bu yaklaşımın başka sebepleri olmakla birlikte daha çok Batı kültürü ve bilimsel gelişmeler karşısında eziklik duygusu ile takınılan tavır olduğu izlenmektedir.
Kur’an’a, düşünceleri, ideolojileri, yaklaşımları teyid eden değil, uyulan, başvurularak kendisinde arınılan olarak yaklaşılmalıdır. Modern dönemin problemlerine yönelik çözüm arayışlarında daha çok Hrıstiyan teolojisi merkezli üretmelere karşı Kur’an’dan izdüşümlerle nazireler geliştirmek de Kur’ana yanlış yönelimlerdendir. Bu nevî yeni paradigmaların geleceğin ciddi ve tehlikeli alanını oluşturduğu kanaâtindeyiz.
Bidat ve hurafelerin maalesef sahih din diye yaşandığı günümüzde "Kur’an" vurgusu olumlu karşılık bulmuştur. Bu, sevindiricidir. Zaten olması gereken önce ve sonra Kur’an’ın esas alınmasıdır. Her Müslümanın kaygı ve çabası bu noktada yoğunlaşmalıdır. Toplumun kokuşmuş dini anlayışı, bidat ve hurafelerle dürülü din telakkisi, doğruları Kur’anî olan söylemlerin ilgi ile izlenilmesine imkân hazırlamıştır. Ancak(!) "Kur’an" vurgusu, insana, Allahtan başka edinilen ilâhların, rableştirilen şahısların reddini, tağutun bütün çeşitleriyle inkârını ve de fitne kalmayıncaya; din bütünüyle Allahın oluncaya kadar Allah yolunda mücadeleyi emretmektedir. Oysaki şurası da bir gerçek ki, "Kur’an’daki İslâm" vurgusuyla birileri "geleneksel din anlayışı"nın reddi ile elde ettikleri primi, şeytanizme, profan (dindışı) sistemlere meşruiyet tanımakta kullanmaktadırlar. Oysa kof kültür dininin iflası, Kur’an’ın bütün boyutlarıyla hayata ikamesini zorunlu kılmaktadır. Haklı bir noktadan hareket, varılan yanlış noktayı meşrulaştırmaz. Çıkış noktasının doğruluğu, alternatif çözümün de doğruluğuyla bir anlam ifade eder.
İslam’ın amacı ana hedefi nedir?
İslam’ın ana hedefi sağlam bir inanç sistemi oluşturmaktır. Kur’an, insanlık için öncelikle sağlam bir inanç sistemi getirmiştir. Bu inanç sisteminin temel karakteristiği, kulluğun Allah’a has kılınmasıdır. Dolayısıyla İlâhi mesajın hedef kitlesi, evvelemirde hakkı batıl ile karıştıranlar, kulluğu Allah’tan başkalarına paylaştırmaya kalkışanlar olmuştur. Bu bağlamda süregelen problem, Allah’ın varlığı-yokluğu, hatta Allahın evrenin yaratıcısı olup olmadığı problemi olmamıştır. Kur’an mesajı, insanlara Allahın var olup olmadığını bildirmekten öte, Ondan başka İlâh olmadığını bildirme eksenlidir. Problem, tamamen kime, niçin ve nasıl kulluk edileceği problemidir. Zira sapma genellikle bu minvâl etrafında olmuştur. Nitekim tarih boyunca esas mücadele muvahhidler ile muharrifler arasında yaşanmıştır. Kâbiller, Nemrudlar, Firavunlar, Ebu Cehiller bu zorlu mücadelenin hep tahrif edici tarafı olmuş ve yetki gaspında bulunmuşlardır. Esas itibariyle bu yetki gaspı, insanlığın, geçmişte olduğu gibi bugün de içinde bulunduğu sorunların özünü teşkil etmektedir.
Tevhîd ve şirk insanlığın gündeminden hiç düşmemiştir. Bu olgular insanın yaratılışıyla birlikte hep olagelmiştir. Zira şirk, insan için tevhîdin zıddı olarak imtihan gerekçesidir. Bu ameliyyenin insan yaşamında değişik etki tezahürleriyle bulunması, onun ertelenir olduğunu göstermez. Çünkü Allah’tan başka ilah edinmenin birçok yolu vardır ve bu insan yaşamında değişik şekillerde ortaya çıkmıştır.
Allah’tan başka ilâh edinmenin somut tezahürlerinden birisi, gökte İlâh kabul edilenin yerde ilâh kabul edilmemesidir. Bu tarz ilâh edinme Allah’tan başkasını yaratıcı olarak kabul etme değil, Allah’a rağmen yaşama yönelik kurallar vaz etme şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bununla gelinen nokta, üretilmiş değerlerin mutlaklaştırılması yani aklın ilâh edilmesidir. Günümüz toplumlarının en belirgin sapmalarından biri kuşkusuz bu noktadır. Bununla, âlemlerin Rabbi olan Allah, sadece göklerin Rabbi kabul edilmekte, sosyal-siyasal alana ait yetkileri ise reddedilmektedir.
Risâletin öncelikli hedefi dini Allah’a has kılmaktır. Allah’tan başka edinilen sahte ilâhların yaşamda hükümferma oluşu, bu hedefi dikkate almamak, sınırı ihlâl etmektir. Bireysel ve toplumsal yaşamın bozulması, Allah’a ait yetkilerin yaratılmışlara verilmesinin kaçınılmaz sonucudur. Oysaki hukukî ve sosyal hayata yönelik emir ve yasaların sahibi olarak Allah’ı bilmek, birleme (tevhîd) taâhhüdünün kendisidir. Bu durum, insanın kulluğu açısından, içinde bulunduğu anın vacibini mudrîk olması; fitnenin kaldırılıp dinin Allah’a has kılınmasıdır.
Tevhîd, Kur’an’ın hedeflediği sağlam bir inanç sisteminin esasıdır. Keza İslâm’ın özünü tevhîd teşkil eder. İnsanı iç çatışmaya düşmekten (ikilem) kurtarmak için dünya ve ahiret işleri hep aynı ilâhî otorite yani Allah (c) tarafından düzenlenir. Bir kulun iki Rabbi olamaz. Bu anlamda İslâm hukuku bir bütündür, asla bölünme (tecezzî) kabul etmez. İnsanı ruh, beden ve duyular diye ayırmayıp bir bütün olarak ele aldığı ve ona göre düzenlemelerde bulunduğu gibi, hayatı da bir bütün olarak ele alır tanzim eder. Dolayısıyla O, hem dindir, hem devlettir. Hülasa İslâm’ın amacı ana hedefi bu bütünlüğü sağlayacak sağlam bir inanç sistemi oluşturmak dünya ve ahiret mutluluğunu aynı yaratılış gerekçesinde (kulluk) aramaktır.