_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,043
- Puanları
- 113
- Yaş
- 43
“Ey Muhammed! Sana indirilen Kuran'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Putların önünde muhakeme olunmalarını isterler. Oysa, onları tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklığa saptırmak ister.”NİSA 60
Baksana! Bakmıyor musun? Farkında değil misin? Görmedin mi? Şu sana indirilen ve senden öncekilere indirilenlere inandığını iddia edenler var ya. Ben Kur’an’a inanıyorum! Ben Allah’ın vahiy gönderdiğine inanıyorum! Ben Allah’ın benim hayatıma karışmasına inanırım! diyenler var ya.
Tağutla muhakeme olmak istiyorlar. Peki tâğut nedir? Tâğut kelimesinin şer'i mânâsı Allah ve Resûlünün belirlediği ölçülerin dışına çıkarak, Allah’ın belirlediği kanunların, yasaların dışında kanun koyarak insanları Allah kanunlarını bırakıp kendi kanunlarına uymaya zorlayan ve böylece haddini aşan kişi tâğuttur. Allah’a karşı isyan edip, azgınlaşıp, zorla veya gönül rızasıyla insanların kendisine ibâdet ve itaat etmelerini isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek müessese ve kurumların hepsi tâğuttur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah kanunlarının önüne geçirilip, onları putlaştırıp insanların ona boyun bükmeleri istenilen her varlık Firavun gibi, Nemrut gibi tâğuttur. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak isteyen, insanları Allah dinini öğrenmekten meneden, yâni din eğitimini yasaklayan her program, her sistem tâğuttur.
Allah’ın insan hayatı için belirlediği kulluk yasalarından habersiz olarak, kitap ve sünnete müracaat etmeyerek kendi hayatını belirlemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat programı belirleyen herkes tâğuttur. Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan, Allah bilirse biz de biliriz! Bizim de bilgimiz var! Bizim de aklımız var! Bizim de keyfimiz var! Biz de biliriz kılık kıyafetin nasıl olacağını! Biz de biliriz eğitimin nasıl olacağını! Biz de biliriz nereden kazanıp nerelerde harcayacağımızı! Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı biz de biliriz nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi diyerek Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan her insan tâğuttur. Sen öyle diyorsan biz de böyle diyoruz! Sen kılık kıyafetiniz şöyle olsun diyorsan biz de böyle olacak diyoruz! Sen mîrasınız şöyle olsun diyorsan biz de böyle olmalı diyoruz! diyerek Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan herkes tâğuttur. Evet Allah’a, Allah’ın gönderdiği kitaplara inandığını iddia eden insanlar:
Tutuyorlar Allah’tan başkalarının hükmüne müracaat etmek diliyorlar, Allah’tan başkalarının hükmüne başvurmak istiyorlar. İnandık dedikleri halde inandıkları Allah’ın hükmüne razı olmayarak anlaşmazlıklarında,ihtilaflarında, muhakemelerinde tâğutun önünde yargılanmak istiyorlar.
Çünkü Allah’ın indirdiklerine inandım dedikten sonra insanlar, hayatlarına tâğutların karışmasına, karıştırılmasına meyilliler gibi. Peki hayatlarının hangi bölümüne? Unutmayın ki hayatımız eğitim birimidir, kim karışıyor oraya? Bir düşünün. Hayatımız askeri birimidir, sosyal birimdir, siyasal birimdir, ekonomik birimdir, hukuk birimidir, yemek birimidir, içmek birimidir, giyinmek birimidir. Peki şu anda hayatımızın bu birimleriyle alâkalı konularda hükmü kim veriyor? Kim karışıyor hayatımızın bu bölümlerine?
Tüm bu konularda hükümleri kim ulaştırıyorsa size, siz onun hükümlerini kabulleniyorsunuz anlamına gelecektir. Meselâ sabah kahvaltısı anlayışınızı size hangi âyet kazandırdı? Veya çocuklarınızı Allah’ın istemediği bir eğitime tabi tutmanızı kim istedi? Kim dedi de böyle yapıyorsunuz? Öğlen yeme modelinizi hangi vahiy biriminden belirlediniz? Neden böyle bir evde, böyle bir şehirde oturuyorsunuz? Neden böyle bir okulda okuyorsunuz? Hangi vahiy birimi hükmetti buna? Neden bu okuldasınız? Neden böyle giyiniyorsunuz? Size böyle bir planı uygulattıran Allah mı? Vahiy mi? Yoksa tâğut mu? Bir düşünün.
Bakın birilerini yıllarca tâğut olarak hep karşımızda gördük, yoksa bu biz miyiz ki? Akşam evde çoluk çocuğunuzla ne yapıyorsunuz?
Meselâ bakın Allah kitap karşısında insanları ikiye ayırıyor:
1) Bir, kitapla yol bulanlar. Yollarını kitaba sorarak bulanlar, hayatlarını kitap kaynaklı yaşayanlar. Yaptıklarını kitap yap dediği için yapıp, yapmadıklarını da kitap yasakladığı için yapmayanlar.
2) Bir ikinci grup da fark etmez yaşayanlar. Kitap onları ha uyarmış, ha uyarmamış, fark etmez davrananlar. Yâni kendileri için kitabın varlığıyla yokluğu denktir denilen ikinci bir grup. Hani kur'an ne derse desin, Allah ne derse desin ben yine kendi bildiğimi okur, kendi bildiğimi yaparım diyenler var ya, yoksa biz olmayalım onlar? Bir düşünelim, belki de biziz onlar.
Ben Firavun değilim demek çok kolaydır, ama benim amelim Firavunun ameline benzemiyor demek gerçekten çok zordur değil mi? Ne diyordu âyet? Allah’ın indirdiğine inandığı halde, Allah’ın indirdiği âyetleri hayatında görüntülemeyen, ama başkalarının indirdiklerini hayatında görüntüleyenlere bakmıyor musun? Yoksa biz miyiz bu anlatılanlar? Yoksa burada anlatılan biziz de hep başkalarına mı atıyoruz bunu? Bir düşünelim Allah için. Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayata kendimizi etkin mi zannediyoruz? Acaba biz de tâğut muyuz, tâğutluk mu yapıyoruz?
Acaba Allah’a ve Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi kendimize hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp, nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi okullarda okuyacağımızı kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz? Yâni bizim hayat programlarımızı kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine ilişkin, evimize, malımıza ilişkin, dükkanımıza tezgahımıza ilişkin, gündüzümüze gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor?
Tüm bu programlarımızı Allah mı belirliyor? Yoksa biz, ya da başkaları mı? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefislerimiz, arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah’ın diniyle dolduruyorsak o zaman bilelim ki burada anlatılan biziz demektir.
Meselâ bakın, ben Müslüman oldum diyen herkese Allah bir kitap verse. Müslüman oldun mu? Al sana bir kitap. Sen de mi Müslüman oldun? Al sana da. Kitapsız Müslümanlıktan kurtulmak için Allah herkese bir kitap verse. Ama öyle bir kitap ki içi bomboş. Öyle bir kitap ki öğrendiğiniz yer, öğrendiğiniz âyet hemen yazılıyor. Şimdi şu anda neresi yazılıyor? Nisâ 60. Peki bakın bir kitabınıza, kitap mı, yoksa defter mi? Kimisi bomboş defteri kitap diye bağrına basıyor değil mi? Zavallının öpüp alnına koyduğu kitap değil, defter sanki.
Sahi sizin kitapta Nisâ var mı? Câsiye var mı? Zuhruf var mı? Hud da hiç çizik yok mu? Kimilerinin kitabında hiç çizik yok değil mi? Ya da kimilerinin kitap diye bağrına bastığı şey defter değil mi? Bomboş bir defter. Adam bomboş defteri kitap diye bağrına basmış, benim kitabım var, ben bunun için ölürüm! diyor. Ne garip değil mi? Halbuki bildiğimiz âyetler bizimdir. Uyguladığımız âyetler bizimdir, öğrendiğimiz âyetler bizimdir.
Öğrenmeden kastımın ne olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? O âyetin bizden ne istediğini anlayacak şekilde onu öğrenmek demektir. Tamam, tümüne inanmışız baştan. O külli bir iman. İlk İslâm’a girişteki imandı bu. Kur’an’ın tümüne inanıyoruz. Peki Kur’an’ın tümünün nesine inanıyoruz? Birim birim, bölüm bölüm onu öğrenip hayatıma uygulayacağım diye inanmıştık, eh hani öyleyse? Tümünün imanı birime dökülmedikçe o imanın anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki inandık dedikten sonra deneneceksiniz diyordu Allah Ankebut’ta. Evet inandım dedikleri halde kimi insanlar tâğutların muhakemesine başvurmak, tâğutların muhakemesinde yargılanmak istiyorlar.
Rivâyetlere göre Ensâr’dan Müslüman görünen bir münâfıkla bir yahudi arasında bir anlaşmazlık, bir niza söz konusu olur. Medine İslâm toplumunda biliyorsunuz hem yahudiler, hem Müslümanlar, hem de Müslüman görünümünde münâfıklar vardır. Ama bu üçüncü gruptakiler, yâni münâfıklar Müslüman statüsündedirler. İslâm’ın ve Müslümanların güçlü oldukları toplumlarda kâfir oldukları halde etrafları Müslümanlarca kuşatıldığı için menfaatleri gereği kâfirliklerini gizleyip Müslüman görünen kimseler her zaman var olagelmiştir. Bunlar iç dünyalarında kâfir olsalar bile dış dünyalarında Müslüman görünüyorlardı.
İşte bunlardan birisinin bir yahudi’yle problemi vardı. Yahudi dedi ki; gel aramızdaki problemi halledebilmek için Muhammed (a.s) a gidelim, onun hakemliğine başvuralım, onun hükmünü kabullenelim. Müslüman görünen o münâfık da; hayır Kab Bin Eşref’e gidelim diyordu. Kab Bin Eşref’e muhakeme olalım, onun hükmüne müracaat edelim, onun mahkemesine müracaat edelim diyordu. İşte burada Kur’an’ın tâğut dediği, sebebi nüzûle göre Kab Bin Eşreftir. Ama genel mânâsıyla Allah ve Resûlü bir tarafta dururken, Allah ve Resûlünün hükmüne müracaat etmeyerek, Allah ve Resûlünün dışında problemlerin çözümü için gidilen, çözüm için hükmüne baş vurulan her türlü varlık, her türlü müesseseye Allah tâğut ismini veriyor.
Bakın yahudi diyor ki gel bizim aramızdaki ihtilafı Muhammed (a.s) çözsün. Muhammed (a.s) in hükmüne başvuralım. O ne derse kabul edelim. Zira yahudi kesin biliyor ki kendisi haklıdır ve kesin biliyor ki Muhammed (a.s) peygamber olarak âdil bir hüküm verecektir. Hem peygambere hem de kendisine güvenmektedir. Ama berikisi güya Müslüman, peygamberin hükmüne müracaat etmiyor da yahudilerin reisi olan Kab’a gitmek, onun mahkemesine müracaat etmek istiyor. Adâleti orada görüyor.
Nihâyet Rasulullah Efendimize geliyorlar, Allah’ın Resûlü ikisini de dinledikten sonra hükmünü veriyor ve bu konuda yahudi haklıdır, Müslüman da haksızdır diyor. Allah’ın Resûlü hükmünü adâletle veriyor. Yâni o kişiyi yahudi olduğu için haksız çıkarmamıştır Allah’ın Resûlü, bizzat adâlet gereği bu hükmünü vermiştir. Yâni isterse o yahudi’nin karşısında Hz. Ebu Bekir olsun, isterse Hz. Ömer olsun, isterse kızı Fatıma bile olsa Allah’ın Resûlünden adâletin dışında bir hüküm çıkmayacaktır.
Tarih şahittir ki, dost düşman tüm dünya şahittir ki Rasulullah Efendimizden ve onun pırlanta halifelerinden zerre kadar bile bir adâletsizlik, bir haksızlık sadır olmamıştır. Zerre kadar bir kayırma söz konusu olmamıştır. Dünya tarihinde dillere destan bir uygulamadır bu. Yeryüzünde hiçbir melikin, hiçbir devlet başkanının, hiçbir toplumun gerçekleştiremediği bu adâleti Rasulullah ve onun kutlu halifeleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudi’si gelmiştir onların mahkemelerine, hıristiyanı gelmiştir, Mecusi’si gelmiştir, dinlisi gelmiştir, dinsizi gelmiştir, bir Müslümanla muhakeme olmuştur ve haklı olan yahudi’yse hakkı ona verilmiştir, hıristiyan’sa ona verilmiştir, kâfirse hakkı ona verilmiştir. Müslümanlığından dolayı hiçbir Müslüman haksız olduğu halde onlara tercih edilmemiştir. Bu konuda hiç kimsenin diyebileceği bir şey yoktur.
Ama eğer şu anda yeryüzünde Müslümanlar beş kuruşluk bir menfaati için değil yahudi ve hıristiyan, babasına bile hayır etmiyorsa, bu İslâm’ın değil tefessüh etmiş, Müslümanlıklarının farkında olmadan bir hayat yaşayan dünya Müslümanlarının problemidir. Bu konuda yine İslâm’ı suçlamaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Allah’ın Resûlü adâletle hükmünü veriyor ve yahudi’yi haklı, Müslümanı da haksız çıkarıyor. Aslında iş bitmiştir. Ama Rasulullah’ın bu hükmüne kalbi yatışmayan, içinde bir daralma duyan o münâfık ısrarla bir de Ömer’e gidip ona soralım der ve Ömer’e giderler. Duruma muttali olan Hz. Ömer Efendimiz de Allah ve Resûlünün hükmüne razı olmayan bir kimsenin cezası işte budur diyerek o münafığı öldürür. Allah için bir düşünelim, şu anda Allah ve Resûlünün hükmüne değil de hep başkalarının hükmüne müracaat eden, hep başka yerlerde çözüm arayan, başkalarının mahkemelerinden adâlet bekleyen Müslümanların itikadî durumları nedir? Ömer hayatta olmuş olsaydı bu Müslümanlardan kaç kişi hayatta kalırdı? Halbuki:
Halbuki tâğutu küfretmekle emrolunmuşlardı. Hayatlarına tâğutlar karışmamalıydı. Hayatlarına sadece Allah karışmalıydı. Hayatlarını sadece Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti düzenlemeliydi. Allah ve Resûlünden başkalarını dinlememelilerdi. Aralarında vuku bulan ihtilaflarında sadece Allah ve Resûlüne başvurmalılardı. Allah ve Resûlünün hükmüne başvurmaları gerekiyordu. Tâğutların mahkemelerine gitmemeleri, oradan adâlet beklememeleri gerekiyordu. Ama:
Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmeyi murad ediyor. “Dalalen baiyda”. Şeytan onları çok boyutlu saptırmayı diliyor. Şeytan çok boyutlu saptırıyor insanları. Kazanma boyutunda saptıramazsa harcama boyutunda saptırıyor, evlenirken saptıramamışsa geçinirken saptırır, koca olarak saptıramamışsa baba olarak saptırır, iman boyutunda saptıramamışsa amel boyutunda saptırır, itikat boyutunda saptıramamışsa uygulama boyutunda saptırır, gece saptıramamışsa gündüz saptırır. Biraz öyle değil miyiz? Kitapsız olmaz, Kur’an’sız olmaz diyen bizler, kitaba sarılmamızı yoksa ekmeğe sarılmamız kadar yücetlemedik mi? Allah için kendimizi bir tartalım, bir yargılayalım. Babamızı mı daha yakın tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Hocamızı mı daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Efendimizin, şeyhimizin, üstadımızın, arkadaşımızın, sünnetini mi daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberin sünnetini mi? Evimizi mi daha iyi tanıyoruz yoksa kitabımızı mı? Şeytanın farklı boyutlarda saptırdıklarından mıyız, değil miyiz? iyi düşünelim inşallah.
Ali Küçük
Baksana! Bakmıyor musun? Farkında değil misin? Görmedin mi? Şu sana indirilen ve senden öncekilere indirilenlere inandığını iddia edenler var ya. Ben Kur’an’a inanıyorum! Ben Allah’ın vahiy gönderdiğine inanıyorum! Ben Allah’ın benim hayatıma karışmasına inanırım! diyenler var ya.
Tağutla muhakeme olmak istiyorlar. Peki tâğut nedir? Tâğut kelimesinin şer'i mânâsı Allah ve Resûlünün belirlediği ölçülerin dışına çıkarak, Allah’ın belirlediği kanunların, yasaların dışında kanun koyarak insanları Allah kanunlarını bırakıp kendi kanunlarına uymaya zorlayan ve böylece haddini aşan kişi tâğuttur. Allah’a karşı isyan edip, azgınlaşıp, zorla veya gönül rızasıyla insanların kendisine ibâdet ve itaat etmelerini isteyen gerek şeytan, gerek insan, gerek put, gerek müessese ve kurumların hepsi tâğuttur. Kanunları, görüşleri, hükümleri Allah kanunlarının önüne geçirilip, onları putlaştırıp insanların ona boyun bükmeleri istenilen her varlık Firavun gibi, Nemrut gibi tâğuttur. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak isteyen, insanları Allah dinini öğrenmekten meneden, yâni din eğitimini yasaklayan her program, her sistem tâğuttur.
Allah’ın insan hayatı için belirlediği kulluk yasalarından habersiz olarak, kitap ve sünnete müracaat etmeyerek kendi hayatını belirlemeye kalkışan, kendi kendine bir hayat programı belirleyen herkes tâğuttur. Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan, Allah bilirse biz de biliriz! Bizim de bilgimiz var! Bizim de aklımız var! Bizim de keyfimiz var! Biz de biliriz kılık kıyafetin nasıl olacağını! Biz de biliriz eğitimin nasıl olacağını! Biz de biliriz nereden kazanıp nerelerde harcayacağımızı! Biz de biliriz nasıl bir hukuk yapacağımızı biz de biliriz nasıl bir hayat programı belirleyeceğimizi diyerek Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan her insan tâğuttur. Sen öyle diyorsan biz de böyle diyoruz! Sen kılık kıyafetiniz şöyle olsun diyorsan biz de böyle olacak diyoruz! Sen mîrasınız şöyle olsun diyorsan biz de böyle olmalı diyoruz! diyerek Allah karşısında bilgi iddiasında bulunan herkes tâğuttur. Evet Allah’a, Allah’ın gönderdiği kitaplara inandığını iddia eden insanlar:
Tutuyorlar Allah’tan başkalarının hükmüne müracaat etmek diliyorlar, Allah’tan başkalarının hükmüne başvurmak istiyorlar. İnandık dedikleri halde inandıkları Allah’ın hükmüne razı olmayarak anlaşmazlıklarında,ihtilaflarında, muhakemelerinde tâğutun önünde yargılanmak istiyorlar.
Çünkü Allah’ın indirdiklerine inandım dedikten sonra insanlar, hayatlarına tâğutların karışmasına, karıştırılmasına meyilliler gibi. Peki hayatlarının hangi bölümüne? Unutmayın ki hayatımız eğitim birimidir, kim karışıyor oraya? Bir düşünün. Hayatımız askeri birimidir, sosyal birimdir, siyasal birimdir, ekonomik birimdir, hukuk birimidir, yemek birimidir, içmek birimidir, giyinmek birimidir. Peki şu anda hayatımızın bu birimleriyle alâkalı konularda hükmü kim veriyor? Kim karışıyor hayatımızın bu bölümlerine?
Tüm bu konularda hükümleri kim ulaştırıyorsa size, siz onun hükümlerini kabulleniyorsunuz anlamına gelecektir. Meselâ sabah kahvaltısı anlayışınızı size hangi âyet kazandırdı? Veya çocuklarınızı Allah’ın istemediği bir eğitime tabi tutmanızı kim istedi? Kim dedi de böyle yapıyorsunuz? Öğlen yeme modelinizi hangi vahiy biriminden belirlediniz? Neden böyle bir evde, böyle bir şehirde oturuyorsunuz? Neden böyle bir okulda okuyorsunuz? Hangi vahiy birimi hükmetti buna? Neden bu okuldasınız? Neden böyle giyiniyorsunuz? Size böyle bir planı uygulattıran Allah mı? Vahiy mi? Yoksa tâğut mu? Bir düşünün.
Bakın birilerini yıllarca tâğut olarak hep karşımızda gördük, yoksa bu biz miyiz ki? Akşam evde çoluk çocuğunuzla ne yapıyorsunuz?
Meselâ bakın Allah kitap karşısında insanları ikiye ayırıyor:
1) Bir, kitapla yol bulanlar. Yollarını kitaba sorarak bulanlar, hayatlarını kitap kaynaklı yaşayanlar. Yaptıklarını kitap yap dediği için yapıp, yapmadıklarını da kitap yasakladığı için yapmayanlar.
2) Bir ikinci grup da fark etmez yaşayanlar. Kitap onları ha uyarmış, ha uyarmamış, fark etmez davrananlar. Yâni kendileri için kitabın varlığıyla yokluğu denktir denilen ikinci bir grup. Hani kur'an ne derse desin, Allah ne derse desin ben yine kendi bildiğimi okur, kendi bildiğimi yaparım diyenler var ya, yoksa biz olmayalım onlar? Bir düşünelim, belki de biziz onlar.
Ben Firavun değilim demek çok kolaydır, ama benim amelim Firavunun ameline benzemiyor demek gerçekten çok zordur değil mi? Ne diyordu âyet? Allah’ın indirdiğine inandığı halde, Allah’ın indirdiği âyetleri hayatında görüntülemeyen, ama başkalarının indirdiklerini hayatında görüntüleyenlere bakmıyor musun? Yoksa biz miyiz bu anlatılanlar? Yoksa burada anlatılan biziz de hep başkalarına mı atıyoruz bunu? Bir düşünelim Allah için. Acaba biz de kendi bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlünün sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayata kendimizi etkin mi zannediyoruz? Acaba biz de tâğut muyuz, tâğutluk mu yapıyoruz?
Acaba Allah’a ve Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi kendimize hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp, nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi okullarda okuyacağımızı kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz? Yâni bizim hayat programlarımızı kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine ilişkin, evimize, malımıza ilişkin, dükkanımıza tezgahımıza ilişkin, gündüzümüze gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor?
Tüm bu programlarımızı Allah mı belirliyor? Yoksa biz, ya da başkaları mı? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz, yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefislerimiz, arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah’ın diniyle dolduruyorsak o zaman bilelim ki burada anlatılan biziz demektir.
Meselâ bakın, ben Müslüman oldum diyen herkese Allah bir kitap verse. Müslüman oldun mu? Al sana bir kitap. Sen de mi Müslüman oldun? Al sana da. Kitapsız Müslümanlıktan kurtulmak için Allah herkese bir kitap verse. Ama öyle bir kitap ki içi bomboş. Öyle bir kitap ki öğrendiğiniz yer, öğrendiğiniz âyet hemen yazılıyor. Şimdi şu anda neresi yazılıyor? Nisâ 60. Peki bakın bir kitabınıza, kitap mı, yoksa defter mi? Kimisi bomboş defteri kitap diye bağrına basıyor değil mi? Zavallının öpüp alnına koyduğu kitap değil, defter sanki.
Sahi sizin kitapta Nisâ var mı? Câsiye var mı? Zuhruf var mı? Hud da hiç çizik yok mu? Kimilerinin kitabında hiç çizik yok değil mi? Ya da kimilerinin kitap diye bağrına bastığı şey defter değil mi? Bomboş bir defter. Adam bomboş defteri kitap diye bağrına basmış, benim kitabım var, ben bunun için ölürüm! diyor. Ne garip değil mi? Halbuki bildiğimiz âyetler bizimdir. Uyguladığımız âyetler bizimdir, öğrendiğimiz âyetler bizimdir.
Öğrenmeden kastımın ne olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı? O âyetin bizden ne istediğini anlayacak şekilde onu öğrenmek demektir. Tamam, tümüne inanmışız baştan. O külli bir iman. İlk İslâm’a girişteki imandı bu. Kur’an’ın tümüne inanıyoruz. Peki Kur’an’ın tümünün nesine inanıyoruz? Birim birim, bölüm bölüm onu öğrenip hayatıma uygulayacağım diye inanmıştık, eh hani öyleyse? Tümünün imanı birime dökülmedikçe o imanın anlamı kalmayacaktır. Kaldı ki inandık dedikten sonra deneneceksiniz diyordu Allah Ankebut’ta. Evet inandım dedikleri halde kimi insanlar tâğutların muhakemesine başvurmak, tâğutların muhakemesinde yargılanmak istiyorlar.
Rivâyetlere göre Ensâr’dan Müslüman görünen bir münâfıkla bir yahudi arasında bir anlaşmazlık, bir niza söz konusu olur. Medine İslâm toplumunda biliyorsunuz hem yahudiler, hem Müslümanlar, hem de Müslüman görünümünde münâfıklar vardır. Ama bu üçüncü gruptakiler, yâni münâfıklar Müslüman statüsündedirler. İslâm’ın ve Müslümanların güçlü oldukları toplumlarda kâfir oldukları halde etrafları Müslümanlarca kuşatıldığı için menfaatleri gereği kâfirliklerini gizleyip Müslüman görünen kimseler her zaman var olagelmiştir. Bunlar iç dünyalarında kâfir olsalar bile dış dünyalarında Müslüman görünüyorlardı.
İşte bunlardan birisinin bir yahudi’yle problemi vardı. Yahudi dedi ki; gel aramızdaki problemi halledebilmek için Muhammed (a.s) a gidelim, onun hakemliğine başvuralım, onun hükmünü kabullenelim. Müslüman görünen o münâfık da; hayır Kab Bin Eşref’e gidelim diyordu. Kab Bin Eşref’e muhakeme olalım, onun hükmüne müracaat edelim, onun mahkemesine müracaat edelim diyordu. İşte burada Kur’an’ın tâğut dediği, sebebi nüzûle göre Kab Bin Eşreftir. Ama genel mânâsıyla Allah ve Resûlü bir tarafta dururken, Allah ve Resûlünün hükmüne müracaat etmeyerek, Allah ve Resûlünün dışında problemlerin çözümü için gidilen, çözüm için hükmüne baş vurulan her türlü varlık, her türlü müesseseye Allah tâğut ismini veriyor.
Bakın yahudi diyor ki gel bizim aramızdaki ihtilafı Muhammed (a.s) çözsün. Muhammed (a.s) in hükmüne başvuralım. O ne derse kabul edelim. Zira yahudi kesin biliyor ki kendisi haklıdır ve kesin biliyor ki Muhammed (a.s) peygamber olarak âdil bir hüküm verecektir. Hem peygambere hem de kendisine güvenmektedir. Ama berikisi güya Müslüman, peygamberin hükmüne müracaat etmiyor da yahudilerin reisi olan Kab’a gitmek, onun mahkemesine müracaat etmek istiyor. Adâleti orada görüyor.
Nihâyet Rasulullah Efendimize geliyorlar, Allah’ın Resûlü ikisini de dinledikten sonra hükmünü veriyor ve bu konuda yahudi haklıdır, Müslüman da haksızdır diyor. Allah’ın Resûlü hükmünü adâletle veriyor. Yâni o kişiyi yahudi olduğu için haksız çıkarmamıştır Allah’ın Resûlü, bizzat adâlet gereği bu hükmünü vermiştir. Yâni isterse o yahudi’nin karşısında Hz. Ebu Bekir olsun, isterse Hz. Ömer olsun, isterse kızı Fatıma bile olsa Allah’ın Resûlünden adâletin dışında bir hüküm çıkmayacaktır.
Tarih şahittir ki, dost düşman tüm dünya şahittir ki Rasulullah Efendimizden ve onun pırlanta halifelerinden zerre kadar bile bir adâletsizlik, bir haksızlık sadır olmamıştır. Zerre kadar bir kayırma söz konusu olmamıştır. Dünya tarihinde dillere destan bir uygulamadır bu. Yeryüzünde hiçbir melikin, hiçbir devlet başkanının, hiçbir toplumun gerçekleştiremediği bu adâleti Rasulullah ve onun kutlu halifeleri gerçekleştirmişlerdir. Yahudi’si gelmiştir onların mahkemelerine, hıristiyanı gelmiştir, Mecusi’si gelmiştir, dinlisi gelmiştir, dinsizi gelmiştir, bir Müslümanla muhakeme olmuştur ve haklı olan yahudi’yse hakkı ona verilmiştir, hıristiyan’sa ona verilmiştir, kâfirse hakkı ona verilmiştir. Müslümanlığından dolayı hiçbir Müslüman haksız olduğu halde onlara tercih edilmemiştir. Bu konuda hiç kimsenin diyebileceği bir şey yoktur.
Ama eğer şu anda yeryüzünde Müslümanlar beş kuruşluk bir menfaati için değil yahudi ve hıristiyan, babasına bile hayır etmiyorsa, bu İslâm’ın değil tefessüh etmiş, Müslümanlıklarının farkında olmadan bir hayat yaşayan dünya Müslümanlarının problemidir. Bu konuda yine İslâm’ı suçlamaya hiç kimsenin hakkı yoktur.
Allah’ın Resûlü adâletle hükmünü veriyor ve yahudi’yi haklı, Müslümanı da haksız çıkarıyor. Aslında iş bitmiştir. Ama Rasulullah’ın bu hükmüne kalbi yatışmayan, içinde bir daralma duyan o münâfık ısrarla bir de Ömer’e gidip ona soralım der ve Ömer’e giderler. Duruma muttali olan Hz. Ömer Efendimiz de Allah ve Resûlünün hükmüne razı olmayan bir kimsenin cezası işte budur diyerek o münafığı öldürür. Allah için bir düşünelim, şu anda Allah ve Resûlünün hükmüne değil de hep başkalarının hükmüne müracaat eden, hep başka yerlerde çözüm arayan, başkalarının mahkemelerinden adâlet bekleyen Müslümanların itikadî durumları nedir? Ömer hayatta olmuş olsaydı bu Müslümanlardan kaç kişi hayatta kalırdı? Halbuki:
Halbuki tâğutu küfretmekle emrolunmuşlardı. Hayatlarına tâğutlar karışmamalıydı. Hayatlarına sadece Allah karışmalıydı. Hayatlarını sadece Allah’ın kitabı ve Resûlünün sünneti düzenlemeliydi. Allah ve Resûlünden başkalarını dinlememelilerdi. Aralarında vuku bulan ihtilaflarında sadece Allah ve Resûlüne başvurmalılardı. Allah ve Resûlünün hükmüne başvurmaları gerekiyordu. Tâğutların mahkemelerine gitmemeleri, oradan adâlet beklememeleri gerekiyordu. Ama:
Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmeyi murad ediyor. “Dalalen baiyda”. Şeytan onları çok boyutlu saptırmayı diliyor. Şeytan çok boyutlu saptırıyor insanları. Kazanma boyutunda saptıramazsa harcama boyutunda saptırıyor, evlenirken saptıramamışsa geçinirken saptırır, koca olarak saptıramamışsa baba olarak saptırır, iman boyutunda saptıramamışsa amel boyutunda saptırır, itikat boyutunda saptıramamışsa uygulama boyutunda saptırır, gece saptıramamışsa gündüz saptırır. Biraz öyle değil miyiz? Kitapsız olmaz, Kur’an’sız olmaz diyen bizler, kitaba sarılmamızı yoksa ekmeğe sarılmamız kadar yücetlemedik mi? Allah için kendimizi bir tartalım, bir yargılayalım. Babamızı mı daha yakın tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Hocamızı mı daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberi mi? Efendimizin, şeyhimizin, üstadımızın, arkadaşımızın, sünnetini mi daha iyi tanıyoruz, yoksa peygamberin sünnetini mi? Evimizi mi daha iyi tanıyoruz yoksa kitabımızı mı? Şeytanın farklı boyutlarda saptırdıklarından mıyız, değil miyiz? iyi düşünelim inşallah.
Ali Küçük