Muhasebemiz
Yedincisi başka Rapor... Büyük Doğu idealinin dernek, dergi, fikir ve aksiyon plânında karar kıldığı, hayatî bir durak noktası ve istikbale göre kendisini plânladığı bir oluşun habercisi...
İlk madde şudur:
Büyük Doğu’yu geçen devresi ve bildiğimiz şekil (plastisite) ve kadro içinde artık beklemeyiniz!..
Büyük Doğu her sayıda kâğıt, matbaa, dağıtım dertleri arasında bütün bu çaparızları sivilce kadar küçültücü, kanser çapında bir âfetle karşılaşmış ve 1943’den beri basamak basamak terakki eden bu âfetin, Şirin’e kavuşmak uğruna iğneyle dağ delen Ferhad’vâri, giderilebilmesi için 37 yıl tırnakları kan dolu çalışmıştır.
Bu Ferhad benim; ve bu gerçeği tespit borcu, Allah’ın Resulüne «Sana verdiğim nimetleri dile getir!» emrindeki hikmetten bir pay olarak meydan yerine dikilmesi gereken bir halk tecellisidir.
Bu âfet nedir?
Türk muharriri, mütefekkiri, sanatkârı diye bir şey kalmamıştır. Evvelkilerde Tanzimattan Cumhuriyete, sürünen şaşkın ve biçare gidiş ise, her türlü eksiğine ve sahteliğine rağmen bir moloz tepeceğine nispetle Uludağ kadar heybetlidir.
Cumhuriyet devresi, fikri iğneli fıçı içine alan ve her türlü muhasebe ve murakabeyi yasaklayan bir baskı altında insan tarlasını yangın yerine çevirmiş ve yetiştirdiği devrimci (Homongolos) modelleriyle 20. asrın ortasına kadar, düşünen insan tipini çıkartma kâğıdına inkılâp ettirmiştir. İnkılâbın ne olduğunu söyleyecek değiliz ama iddia ettikleri devrim sonunun bu olduğunu rahatlıkla kaydedebiliriz. Cumhuriyete kadar 80 küsur yılın fikir ve sanat adamları, ondan sonraki 50 küsur yıl içinde pörsüye pörsüye, ilim, siyaset, ahlâk ve iman sahalarında bugünkü destanlık rekora ulaşmıştır.
Felâket, ismine Türk denilen Lâtin harflerinin kabulüyle başlar, İslâm santralinin tellerini kesmekle devam eder ve nihayet Türkçe dedikleri ve kargalara bile kahkaha attıracak uydurukça ile kafaları en azizi mefhumlardan yoksun bırakarak bugüne kadar gelir.
Netice şudur:
Muharrir, müellif, mütefekkir, sanatkâr diye hiçbir fikri ve ruhî cehd belirticisi kalmamış; ve bu unsurlardan mahrum bir cemiyetin yok olmaya gittiği bir türlü anlaşılamamıştır. Böyle bir fideliği eline geçiren maddecilik ve komünistlik de nihayet son derece açıkgöz bir strateji ve taktik takip ederek devleti yıkmak teşebbüsüne kadar uzanmıştır.
Mes’ûl, ruh dayanağını bâtılların en çürüğünde aramaya mecbur bırakılan gençlik değil, malûm devrimlerin Türk ruhunu aç ve susuz bırakan (doğrultusudur.)
İşte 37 yıl önce bu halin dâvacısı olarak ortaya atılan Büyük Doğu, Türk’ün ruh köküne bağlı ve tüm insanoğlunu kuşatıcı bir ideal bayrağını açtığı ve bugün olgunları 50-60, gençleri ise 20-30 yaşları arasında büyük bir kadroyu teknesinde yuğurduğu halde, ilâhî takdir icabı 1 iyiye karşı 1000 kötü peydahlandığı için zümresini ambalajlayamamış ve bunların münferit ve münzevî kalmalarına önleyememiştir. Bu nokta son derece esrarlı bir keyfiyet ifade eder ve «hiç»ten «hep»e talip olmanın çilesini gösterir.
Büyük Doğu siyasî partiden türlü dernek, dergi ve zümreleşmelere kadar doğmalarında âmil olduğu, fakat düşük çocuk olmaktan kurtaramadığı meydana gelişler arasında, hem fikir ve hem hareket bakımından (senfonik) ve (filarmonik) orkestrasını kuramamış, bu orkestra tecrübelerinden faydalanıp dışarıya kaçanların istiklâl edişlerine ve (solo) davranışlarına «dur!» diyememiş ve her biri prenslik iddiasındaki kopuşları bütünleyememiştir. Bu hale İslâm’ın ilk ruh bunalımı safhasındaki «Mûtezile» davranışı mânasından bir hikmet gözüyle bakabiliriz. Büyük Doğu’dan sonra herkes onun yerine geçmeye kalkıyor, fakat hiç kimse, yerinin Büyük Doğu dairesinin içi olduğunu takdir edemiyor. Bu manzarayı ister bizim aczimize, isterse milletimize tatbik edilen ölüm aşılarının doğurduğu akamet ve istidatsızlığa bağlayabilirsiniz.
1943’den beri en yaşlısını 57 ve en gencini 20 yaşında olarak belirttiğimiz nesillerin içinden orkestrada birinci keman mevkiini doldurabilecek veya aksiyon hamlesinde davulcu derecesini tutabilecek ehliyetler yetişememiş, ortalığı sadece hayranlar ve tutkunlar kalabalığı doldurmuştur.
Bu teşhis, boğucu ve öldürücü olmak yerine tatmin ve ihyâ edici bir itiraftır ve artık son hamlemizin gününe ait şartları ortaya koyan bir nefs muhasebesi mahiyetindedir. Ve ıstıraplı olduğu kadar ümitli...
Evet, 40 yıllık dâsitânî mücadelemiz neticesinde bugün, dikiş tutturulamaz ve birbirine eklenemez parçalar halindeyiz ve «gel!» diye çağırılacak olsak ilk adımı atacak, el ve ayak parmakları sayısınca bir hâlisler kadrosundan bile yoksunuz.
Hayran ve alkışçılarımız hiçbirinde büyük dâvanın istediği ruh adalesi ihtizazından, aşkından, vecdinden, ilminden, irfanından, ahlâkından, fedakârlığından eser mevcut değildir. Bu da Cumhuriyet ve sahte inkılâplar çığırının nasıl bir sam yeli estirdiğine ve her şeyi kurutup çürüttüğüne ayrıca delildir.
Hattâ günümüzün solculardaki şeytanî vecd ve atılganlığını, bu sam yeli tahribatına ve ruhlardan sildiği ideal ihtiyacına ters tarafından bir cevap sayabiliriz. Halbuki cevap kumaşın tersinden değil, yüzünden gelmeliydi.
Anadolu’nun bazı şehirlerinde Haymana ovasını taşıracak çapta kalabalıkların herbirinden otomobille yerimize dönerken şöyle demişimdir:
«Bize gösterilen alâkayı görüyorsunuz ya; hakikatte biz, dâvanın anlayanları bakımından işte bu otomobilin kadrosu miktarındayız!»
15 yıl kadar evvel el attığımız ve Altı Ok’tan kinaye 6 sütunlu mekânında zaman ölçüsünü ele geçirdiğimiz Millî Türk Talebe Birliği bir aralık Büyük Doğu teknesinde yuğurula yuğurula en güzel kıvamını bulmuş ve özlediğimiz neslin mayasını tutturma vaziyetine gelmişken işi kabuk tarafından alan son güdücüleri marifetiyle nihayet dondu, filiz veremez oldu ve bir turizm, imtihana hazırlama, talebe ihtiyaçlarına çare arama tezgâhı haline geldi; ve böylece, genç adamın tek ruh adalesi olan vecd ve heyecan (potansiyel)ini feda etti, kendisini kırtasiye dükkânına çevirdi. Bir zamanlar beni Kars’tan Edirne’ye kadar konferanslar vermeye, tüm Anadolu gençliğini Büyük Doğu mihveri etrafında halkalamaya, İstanbul’un en büyük meydanlarında şahlanma mitingleri tertiplemeye kadar giderken şimdi kapılarını yüzüme kapadı. Bu işde ne gibi siyasî tesirlerin rol oynadığını deşmek benim için tenezzül olur.
Öbür taraftan karşıma, mücerret mânada ruh adaleleri yerinde, lâkin ruh muhtevasının kıvamı şüpheli, son derece müstaid, ama başsız ve güdümsüz Ülkücüler topluluğu çıktı. Onları, büyük toplantılar, seminerler, konferanslar halinde ruhî muhtevaya kavuşturmak emelim ise, son anarşik hadiseler yüzünden akîm kaldı. Böyleyken içinde gizli bir altun madeni bulunan bu dağı elekten geçirmek ümit ve azmin kırılmadı.
Gerisi zifos ve cavalacoz...
Nihayet beklenmedik bir tecelli bana hasretini çektiğim gençliğin, ben farkında olmadan tohum atmış örneklerini kendi ayaklariyle kapıma getirdi. Bunlar Millî Selâmet Partisi’nin Ülkücülere karşı olarak geliştirdiği «Akıncı gençler»den «Akıncı Güç» halinde kopup Büyük Doğu idealine bağlı olmaktan başka yol ve gayeleri olmadığını haykıran bir zümredir; ve kendi markalarını taşıyan dergilerini kapamak. Büyük Doğu’ya katılmak, şartlar imkân verince de teşkilâtını kurmak üzere şimdiden tek mihver etrafında kümelenmişlerdir. Hikâyelerini eski «Rapor»larda gördüğümüz bu gençler, ellerimin teması olmaksızın, derinliğine ve genişliğine Allah’ın bahşettiği hacim sayesinde ve bir şimşek aydınlığı denecek kadar kısa bir temas neticesinde 40 yıldır aradığım gençliğin heykel kalıbını bana gösterdiler ve hem dergi, hem dernek noktasından ilerideki oluşumuza değin «Rapor»larda benimle beraber tecelli vazifesi üzerlerine aldılar.
Yetişecekler, olacaklar ve istikbalin eser verici kaliteli gençliğinin ne olduğunu gösterecekler...
Son ümidini bu ve benzerleri gençlerin yetişmesine bağlıyor ve bana refakat ve orkestrada birinci keman ehliyetine erişmek bakımından, eskilerden birkaçı müstesna, şimdi yaşları 30-60 arası olanları topyekűn ıskarta kabul ediyorum. Aralarında gerçek birer kıymet ve istidat olarak başlayıp da sonradan istiklâl ilân edenleri ve piçliklerine bakmadan bir taş üstüne çıkıp baba horoz taklidi yapmaya kalkışanları da kendi hallerine bırakıyorum.
Bir havan dibinde ilk cevherini gösterdiğimiz ve ondan sonra her taraftan bu cevher üzerine yığınlar boşaltarak cevherleştirdiğimiz, «Allah ve Resulü» diyen tüm Anadolu gençliğine topyekûn oluş biçimini çizeceğimiz hareket başlamak üzeredir.
(Otomobil –zatülhareke- kendisiyle hareket) olmak vasfını 37 yıl sonra bana getiren bu gençler bunca uzun sürücü bir sabır ve tahammül sonunda, Allah nasip ederse, ileride dergi, dernek, parti, vatan ve millet nasıl heykelleştirilebilir sualinin cevabını hazırlamaktadırlar.
İşte, kendi öz kalemlerinden doğma (deklârasyon)ları: