Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

NAKŞİ BENDİYE (4 Kullanıcı)

cemil cemil

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Mar 2007
Mesajlar
304
Tepki puanı
0
Puanları
0
''Tasavvuf,rahat kapısını kapayıp,sıkıntı ve mücadele kapısını açmaktır''

(Beyazıd-ı Bestami)

''Tasavvuf, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır.''

(Cüneyd-i Bağdâdî)



NAKŞİ BENDİYE

Bahauddin Nakşibend Muhammed b. Muhammed el-Buharî tarafından kurulan ve İslâm dünyasında yaygın olan tarikat.

Nakşibend Farsça bir kelimedir ve "nakış yapan" demektir. Kalbi işlediği, kalbin üzerine süsler yaptığı için bu adı almıştır (Abdulmecid b. Muhammed el-Hanî, Hadaikul-Virdiyye fi Hakâikul-Acille en-Nakşibendiyye, Kahire 1306, s. 9).

Bahauddin Nakşbend'in adı, Muhammed b. Muhammed el-Buharî' dir. 718/1318 tarihinde Buhara'ya 9 km . uzaklıkta bulunan Kasr-ı Arifân (eski adı Kasr-ı Hinduvan)'da doğdu (Tahsin Yazıcı, Nakşibend mad., İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1964, IX, 52.).

Nakşibend dünyaya geldiği zaman, Hacegan tarikatının şeyhlerinden Muhammed Baba Semmâsî (ö. 740/1339) müridleriyle birlikte o köye gelmiş ve henüz çok küçük yaşlarında bulunan Nakşibendi mânevî evlatlığına almıştır. Bahauddin kendi hallerinden bahsederken, bu konuda şöyle der: "Benim hakkımda zuhûr eden Allah Teâlânın lütuflarından ilki, daha çocukluk çağımda iken, kadri yüce Şeyh Hâce Muhammed Baba Semmâsî'nin nazarları ile müşerref olmam ve beni evlâtlığa kabul etmeleridir" (Salahuddin b. Mübârek el-Buharî, Makamat-ı Muhammed Bahauddin Nakşibend, trc. Süleyman İzzi, İstanbul 1983, s. 29).

Baba Semmâsî, müridlerinden Emir Külâl'e; "Bu erin terbiyesi sana aittir" diyerek, Nakşibendi ona emânet ettiği rivâyet edilir (Seyfuddin Ali b. Hüseyin, Reşahatu Aynil-Hayat, İstanbul 1291, s. 48.).

Nakşibend, her ne kadar Emir Külâle intisab etmişse de, muteber kaynakların haber verdiğine göre, onun gerçek şeyhi, kendisinden çok sene önce vefât eden Abdulhâlik Gücduvânî (6. 617/1220)'dir. Tasavvufta, kişinin kendisinden Önce vefât etmiş olan herhangi bir şeyhin ruhâniyetinden feyz alarak rabıta kurmasına, "Üveysilik yolu" adı verilir (Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1990, s. 430; Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1985, s. 294).

Bahauddin on sekiz yaşlarında iken, ailesi onu evlendirmek istemiş, Bahauddin, Baba Semmâsiyi da'vet etmek için Semmâs'a gitmiş, oraya varınca, hocanın sohbetine iştirak etmiş, sohbetin kendisine verdiği zevk ve huzurdan sonra mescide gitmiş ve Cenâb-ı Hakk'a, "Ya Rabbi!.. Bana belâ yükünü çekmek için kuvvet ver. Bu hususta bana ihsanda bulun" diye dua etmiştir. Baba Semmâsi onun bu durumunu öğrendiği zaman, kendisine: "İlâhî!.. Sen, rızana uygun olanı ne ise, onu bu zayıf kuluna ihsan eyle!" diye duâ etmesini, zirâ her zaman Allah'ın rızasını kazanmayı gâye bilen kimseye belâ ulaşmayacağını, şayet Allahu Teâlâ bir velisine belâ gönderirse, yine kendi inâyetiyle ona kuvvet ve tahammülü ihsan edeceğini, insanın kendi irâdesiyle belâ istemesinin doğru olmayacağını söylemiştir.

Baba Semmâsî vefât ettikten sonra, Semerkant'a gitmiş, oradaki dervişlerin sohbetine iştirak etmiş, kısa bir zaman içinde onların saygısını kazanmış ve tekrar memleketi Kasr-ı Arifân'a dönmüştür (Ali b. Hüseyn, Reşahât, s. 18.).

Bahauddin Nakşibend iki kez Hicaz'a gitmiştir. Gidiş ve gelişlerinde çeşitli zatları ve yerleri ziyâret etmiştir. Memleketi olan Kasr-ı Arifân'da bir mescid yaptırmış ve inşaatında bizzat çalışıp işçilik yapmıştır (Ali b. Hüseyn, Reşahât, s. 61.).

Nakşibend, Hanefi mezhebine mensuptu. Her fırsatta sohbet eder, va'z ve nasihatte bulunur ve "Tarikimiz sohbet üzerinedir" diyerek, müridlerini de buna teşvik ederdi. Aynı zamanda o, çok mütevâzi idi; misafirlere çok saygı gösterirdi. Hayvanlara karşı bile sevgi beslerdi ve haramdan son derece sakınırdı. Ölümünden bir gün önce müridlerine, halifelerinden Muhammed Parsa (ö. 922/1516)'ya tâbi olmalarını vasiyet etti ve 3 Rebiül-Evvel 791/2 mart 1389 pazartesi günü, doğduğu yer olan Kasr-ı Arifan'da, yetmişüç yaşında iken Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Nakşibendi Tarikatı, Bâhauddin Nakşibendden sonra, Alaeddin Attar, Zahid Bedahşi ve Muhammed Parsa tarafından geniş bir alâna yayıldı. Bilhassa İmam Rabbânî (ö. 1034/1625) zamanında, Hindistan ve havalisinde yayılma kaydetti. İmam Rabbânî'nin oğlu Muhammed Ma'sûm (ö. 1098/1687) da ciddi bir eğitim görerek, babasının mutedil tasavvuf yolunu devam ettirdi. Tarikat, oğlu Şeyh Seyfeddin (ö. 1100/1689) ve halifesi Seyyid Nûr Muhammed Bedvânî (ö. 1135/1723) ile naklî, tasavvufi ve farz-ı kifaye ilimler bakımından bir medrese ve herkese açık bir müessese haline geldi. Bu tarikat, Fatih Sultan Mehmed zamanında, Molla İlâhî Simâvî (ö. 896/1490) vasıtasıyla İstanbul'a girdi. Gulam Ali Dehlevî ve Ebû Saîd Müceddidî ile Hindistan içlerine de yayıldı. On sekizinci asırda Mevlana Ziyaeddin Bağdadî ile Osmanlılarda genişledi ve istikrar kazandı. Osmanlı padişahları Nakşibendiliği himâye ettiler. İstanbulda, altmış beş adet Nakşibendi dergahının bulunması, halk arasında ne kadar yaygın hale geldiğini göstermektedir (M. Fuat Köprılli!, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 1918, s. 123).

Sonraki yıllarda Nakşibendiye tarikatının Mevlâna Halid Bağdâdî (ö. 1242/1826) tarafından kurulan Halidiye kolu, Anadolunun çeşitli yerlerinde, Suriye ve Irak yörelerinde yaygınlık kazandı (Reşid Paşa, Tasavvuf, İstanbul 1965, s. 101 vd.).

Nakşibendiye Tarikatı silsilesi, üç koldan Hz. Peygamber'e kadar ulaştırılır:

Hz. Muhammed (s.a.s)'den başlayan ilk kol:

Hz. Ali (r.a) .......... (ö. 40/660)

İmam Hüseyin (r.a). (ö. 60/680)

Zeynel-Abidin ....... (ö. 75/694)

İmam Muhammed Bakır .......... (ö. 114/732-33)

Diğer bir kol:

Hz. Ebûbekir (r.a) .. (ö. 13/634)

Selman Farisî (r.a) .. (ö. 35/655)

Kasım b. Muhammed (r.a) ....... (ö. 102/720-21)

Her iki kol da İmam Cafer Sadık'da birleşir ............... (ö. 148/765)

Ebû Yezid Bistâmî (ö. 261/875)

Ebû Hasan Harkanî ................ (ö. 419/1028-29)

Üçüncü kol:

Hz. Ali (r.a) .......... (ö. 40/660)

Hasan Basrî (r.a) (ö.110/728-29)

Habib A'cemî ....... (ö. 150/767)

Dâvud Tâî ...... (ö. 184/800-801)

Ma'rûf el-Kerhî ..... (ö. 200/815)

Sırriyü's-Sakatî .. .. (ö. 253/367)

Cüneyd-i Bağdâdî .. (ö. 298/910)

Ebû Ali Rudbârî ... ........... .....

Ebû Ali Kâtib .... .. (ö. 321/933)

Ebû Osmân Mağribî (ö. 373/983)

Ebû Kasım Kürkânî (ö. 450/1058)

Her iki kol da Ebû Ali Ferâmedi'de birleşir (ö. 477/1084-85).

Bundan sonra silsile şöyle devâm eder:

Yûsuf Hemedânî (ö. 535/1140-41)

Abdulhâlik Gücduvânî ........ (ö. 617/1220-21)

Hoca Ârif Rivgerî (ö. 649/1251)

Mahmud İncir Faşnevî ........ (ö. 670/1271)

Ali Râmitenî (Azizan) ....... . (ö. 705/1305, 715/1315)

Muhammed Baba Semmâsî .. (ö. 740/1339)

Seyyid Emir Külâl (ö. 777/1375)

Bahaeddin Nakşibend .......... (ö. 791/1389)

Muhammed Alâeddin Attâr. (ö. 802/1399)

Mevlânâ Ya'kub Çerhî ........ (ö. 847/1443)

Ubeydullah Taşkendî .......... (ö. 895/1490)

Muhammed Parsa ..... ........ (ö. 922/1516-17)

Derviş Muhammed (ö. 970/1562)

Hacegî Emkenegi (ö. 1008/1599)

Muhammed Baki Billah ...... (ö. 1014/1605)

İmam Rabbânî ... (ö. 1034/1625)

Muhammed Ma'sum ........... (ö. 1098/1687)

M. Seyfeddin Fârukî ............ (ö.1100/ 1689)

Muhammed Bedvânî ........... (ö. 1135/1723)

Şemseddin Habibullah ........ (ö. 1195/1781)

Abdullah Dehlevî ..... ......... (ö. 1240/1824-25)

Mevlânâ Hâlid Bağdâdî ....... (ö. 1242/1826)

Bu tarikat silsilesi, Hz. Ebûbekir (r.a)'den, Ebû Yezid Bistâmi'ye kadar "Sıddıkiyye"; Bistâmî'den, Abdulhâlik Gucdüvânî'ye kadar "Tayfuriyye"; Gucdüvânî'den, Muhammed Bahâeddin Nakşbend'e kadar "Hâcegâniyye"; Bahâeddin Nakşibendden, Ubeydullah Ahrâr'a kadar "Nakşbendiyye"; Ubeydullah Ahrâr'dan, İmâm Rabbâni'ye kadar "Nakşbendiyye-i Ahrâriyye"; İmam Rabbânî'den Şemseddin Mazhar'a kadar "Nakşbendiyye-i Müceddidiyye"; Şemseddin Mazhardan, Mevlânâ Hâlid'e kadar Nakşbendiyye-i Mazhariyye"; Mevlânâ Hâlid'den sonra "Nakşbendiyye-i Hâlidiyye" olarak anılmıştır (Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 434 vd.).

Abdulhâlik Gücduvânî (ö. 617/1220)'nin tesbit ettiği şu on bir prensip, Nakşibendiye Tarikatı'nın esasını teşkil etmektedir:

1- Vukuf-ı Zamanî: Müridin zamanı çok iyi değerlendirmesidir.

2- Vukuf-ı Adedî: Dersin adedi ve gerçek manası düşünülmelidir.

3- Vukuf-ı Kalbî: Kalbi uyanık tutmak gerekir.

4- Hûş der-dem: Nefes alıp verirken, gaflette olmamak.

5- Nazar ber-kadem: Başkasına değil, kendine bakmalıdır.

6- Sefer der-vatan: Halktan ayrılıp Hakk'a gitmesidir.

7- Halvet der-encümen: Halk içinde de olsa, halvet hali olmalıdır.

8- Yâd kerd: Şeyhin verdiği zikri, kalb ve dil ile daima tekrarlamak.

9- Bâz geşt: Zikirle Allah'a dönüş, vuslât düşünülmelidir.

10- Nigah-daşt: Kalbi zararlı düşüncelerden korumak.

11- Yâd-daşt: Masivâyı bırakarak, sadece Allah'ı düşünmektir (Mustafa Kara, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, İstanbul 1987, s. 156).

Bazı alimlerde, Nakşibendiye Tarikatının esaslarını şu maddelerle özetlemişlerdir:

1- Şeriatla zahiri temizlemek. 2- Tarikatla batını temizlemek. 3- Hakikatle Kurb-ı ilâhiye ulaşmak.

4- Marifetle Allah'a ulaşmak (Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, s. 295).

Başta işaret edildiği gibi, Ehl-i Sünnet itikâdına bağlı olan Nakşibendiye tarikâtı çeşitli ilimlerle meşgul olmaya, va'z ve sohbetler vasıtasıyla bu ilimleri tebliğ etmeye son derece önem vermiştir. İlimle meşgul olmanın, pozitif ilimlerden, bilhassa fizik, kimya, biyoloji vs. gibi Hakk'ın kudret ve azametini idrake vesile olan ilimlerden faydalanmanın bir çeşit zikir olduğunu kabul etmiştir.

Bir de Nakşibendiye tarikatı mensupları, Şerîat esâslarına uymaya ve ona bağlı olmaya son derece önem vermişlerdir. Şeyh Ahmed Farûkî'nin;

"Şer'î edeplerden birine riayet, mekruhlardan birini bırakmak; zikirden, fikirden, murakabeden ve mertebelere teveccühten daha faziletlidir" (Muhammed b. Abdullah Hânî, Âdâb, trc. Abdulkadir Akçiçek, İstanbul 1976, s. 13) şeklindeki açıklamaları, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Ayrıca Nakşibendiye tarikatı, boş kalan insanların nefsin pençesinden, çeşitli kötü alışkanlıklardan korunması için, tevbe, istiğfar, zikir, tefekkür, nafile namazlar ve benzeri şeylerle meşgul olmayı tavsiye etmiştir. Bu şekilde nefsi yenip kalbi kontrol altında tutmaya murakabe denir.

Diğer tarikatlarda olduğu gibi, Nakşibendiye Tarikatı'nda da râbıta vardır. Râbıta'yı şöyle açıklamaktadırlar: Doğrudan Allah ile manevi bir baş ve irtibât kuramayan mürid, Resulullah (s.a.s) Efendimizden itibaren, hayatta olan mürşidine kadar silsiledeki bütün meşayihin oturduklarını, kendisinin de mürşidinin yanında yer aldığını ve onlardan manevi bir feyiz aldığını düşünür ki buna râbıta denir. Râbıta yoluyla alınan bu füyuzât, manevi yolda ilerlemeye vesiledir. Râbıta'da dikkat edilecek husus, rabıta yapılan kişinin bu işin ehli, alim, kamil bir mürşid olmasıdır. Aksi takdirde, istenilen netice elde edilemez. Râbıta vesilesiyle mürid, "fenâ fi'ş-Şeyh"e, ondan sonra "fena fi'r-Resûl" ve "fenâ Fillâha ulaşır. Kişi vasıtasız olarak "fena fıllah'a (Allah Teâlâ'da fani olma imkânına) sahip değilse, râbıta yapması tavsiye edilmiştir. Aksi hallerde buna lüzum görülmemiştir (M. Halid, Râbıta hakkında Risâle İstanbul 1924, s. 238; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 447).

Nakşibendiler önceleri kalben, gizli zikrederlerdi. Sonraları cehren, açık olarak da zikretmişlerdir. Hâlidîler ilk kurulduğu gibi kalben, gizli zikretmektedirler (Reşid Paşa, Tasavvuf, s. 104).

Nakşibendiye Tarikatı'nda topluca yapılan zikre hatm-ı hacegan denir. Müridlerin adedi on kişiden az ise, küçük hatme; çok ise, büyük hatme sesli, sessiz olarak icrâ edilir. Aralarında iki fark vardır. Birisi, 79 kere okunacak olan el-İnşirâh suresinin terkedilmesi, diğeri ise,1001 ihlâs yerine 500 defâ, Ya Baki entel-Bâki'nin okunmasıdır (Mustafa Kara, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, s. 156).

Bütün bu usul, prensip ve kaideler tarikat şeyhleri tarafından konulmuştur. Sünnette 79 defa İnşirah 1001 defa İhlas vb. vîrdler mevcut değildir. Ayrıca yukarıda sayılan on bir prensip ve usul de Resulullah zamanında mevcut olmayıp sonradan tarikatın mensupları tarafından ortaya konmuştur. Yoksa Hz. Peygamber'den bu konuda sahih yolla gelen herhangi bir hadis veya bir haber yoktur. Bunlar tarikat ve va'z türü eserlerde mevcuttur. Halkı ibadet ve takvaya alıştırmak için iyi niyetle dinde ihdas edilmiş bid'atlerdir.Tevhid akidesine ters düşmeyenler
 

cemil cemil

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Mar 2007
Mesajlar
304
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: SİLSİLEDEN BÜYÜKLERİMİZ

RE: SİLSİLEDEN BÜYÜKLERİMİZ

–Hâce Muhammed Behauddin b. Muhammed Şah–ı Nakşibend el–Buhârî Kuddise Sırruhu. (718–791 /1318–1389 )
Veliler serdârı, kendisine kadar "Hâcegân Yolu" olarak anılan Nakşibendi tarikatının kurucusu ve en büyük meşayıhlarından olup silsile–i aliyye sırası 16'dır. Buhârâ yakınındaki Kasr–ı ârifân'dan. Burasının eski adı Kasr–ı Hinduvân'dı. Kendilerine nisbetle "Arifler köşkü" anlamına Kasr–ı ârifân denildi. Nakşibend Farsça bir kelimedir ve "nakış yapan" demektir. Kalbi işlediği, kalbin üzerine süsler yaptığı için bu adı almıştır Başındaki "Şâh" kelimesi de "Gönül Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.
Camisi, medresesi ve türbesi ziyaret edildi. Zaten her gün ziyaretçi akınına uğruyor. Akın akın Nakşibendi Hazretleri'nin mezarını ziyaretine gelenler, genç yaşlı demeden el açıp dua ediyor; iyi dilek ve temennilerde bulunuyor. Kur'an–ı Kerim okundu, okunan hatim ve süre–i celilelerin duası yapıldı. Öğlen namazını burada cemaatle eda ettik. Sonra sırası ile Meşayih ziyaretleri yapıldı:
–Abdülhalık Gücdüvani Kuddise Sırruhu.
Zamanının kutbu, Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıhlarından olup silsile–i aliyye sırası 10'dur. Basiretli ve gönlü maneviyatça açıktı. Hızır'la yoldaş ve arkadaştı. Hacegan yolunun ilkiydi. Kendi dönemine kadar "Bistamiyye" ya da "Tayfûriyye" adıyla anılan "Nakşibendiyye" Gucdûvanî'den Muhammed Bahaeddin Nakşibend'e kadar "Tarik–ı hacegan" adıyla anılmıştır.
–Arif Rivgeri Kuddise Sırruhu
Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıh–larından olup silsile–i aliyye sırası 11'dir. (560–660/1165–1262) Ârif Rivegerî İlim, hilim, takva, riyazat, ibadet ve sünnete mütabaat ehliydi. Nakşibendîliğin mukaddimesi olan "Hacegan" yolundaki zikri, tekrar "cehri" şekle koydu. Arif Rivegerî, zahir ilimlerine aid eğitiminden sonra devrin büyük şeyhi Abdülhalik Gucdüvanî'ye intisab etti.
–Mahmûd İncir–i Fagnevi Kuddise Sırruhu.
Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıhlarından olup silsile–i aliyye sırası: 12'dir. Ö:717/1317. Mûsâ Aleyhisselam meşrebinde yani mânâ ayağı Hz. Mûsâ Aleyhisselam'da olan, O'nun fıtrat ve meşrebinde bulunan ve kerameti zahir bir veliyyi kâmildi.
–Ali Ramiteni Kuddise Sırruhu.
Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıhla–rından olup silsile–i aliyye sırası, 13' dür. Ö:721/1321. Nakşiliğin Hâce–gân yolunda "Azizan" diye anılırdı. Kerâmât ve makamât sahibi bir veliyy–i kâmildi.
–Muhammed Baba Semmasi Kuddise Sırruhu.
Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıhlarından olup silsile–i aliyye sırası: 14'dür. Ö:755/1354. Nurlara mazhar olduğu yüzünden lemean eden ziyadan belliydi. Nâfiz bir nazar, keskin bir görüşe ve derin bir hissedişe malikti. "Azizan" lâkabıyla meşhur Ali Râmîtenî'den sonra silsile Muhammed Bâbâ Simasî ile devam etmektedir.
Camisi, medresesi ve türbesi ziyaret edildi. Kur'an–ı Kerim okundu, okunan hatim ve süre–i celilelerin duası yapıldı. Akşam namazı cemaatle eda eedildi.
–Emir Külal Kuddise Sırruhu.
Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıhlarından olup silsile–i aliyye sırası 15'dir. (683–772/1284–1370) Tevazu ehli ve yumuşak başlı idi. İtiraz ve inad nedir bilmezdi. Gençliğinde pehlivanlık yapardı. Şeriat, tarikat ve marifeti cem etmiş bir veliyy–i kâmildi.
–Hacegi Muhammed İmkenegî Kuddise Sırruhu
Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıhlarından olup silsile–i aliyye sırası: 22'dir. Ö: 1008/1599 Hacegî, hacegan yoluna mensup demektir. Feyz ve cezbesi yüksek, ibadet ve zühde düşkündü. Kerameti zahir ve bahir olmakla birlikte sırrını insanların gözünden saklardı.
–Muhammed Zahid Kuddise Sırruhu.
Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıhlarından olup silsile–i aliyye sırası 20'dir. Ö: 936/1529.Nakşi–bendiyye'nin Ubeydullah Ahrar'dan İmam–ı Rabbani'ye kadar olan dönemdeki adı "Ahrariyye." Dinî ilimlerde "Kadılık" payesine ulaşacak bir derinliğe sahip olup, kadılık da yapmıştır.
–Derviş Muhammed Kuddise Sırruhu.
Nakşibendi tarikatının en büyük meşayıhlarından olup silsile–i aliyye sırası 21'dir. Ö: 970/1562. Zahir ve batın ilimlerini bilen bir veliyyi–kamil idi. Herkesin anlayacağı dilden konuşma özelliğine sahipti. Kabiliyet ve yetenekleri ortaya çıkarıp geliştirmede mahirdi. Cezbe ve istiğrakı sahi ve temkînine galip, isimsizliğe talip bir gönül eriydi. Bu yüzden "Derviş Muhammed" diye anılırdı.
–Seyfettin Baharzi Kuddise Sırruhu.
Kübreviyye tarikatının en büyük meşayıhlarındandır. Şairdir.
–Ebû Bekir Muhammed b. İshak El–Kelâbâzî.
Ö.380/990. Vahdet–i Vücud anlayışına karşı Vahdet–i şühudu savunan mutasavvıf. Et–Taarruf li mezhebi Ehli't–Tasavvuf ve Miftâhu Meâni'l–Ahbâr adlı eserleri vardır.
Bu feyizli ve bereketli ziyaretlerden sonra tekrar otele dönüldü
 

mustafa_xtar

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
26 Eyl 2006
Mesajlar
5,606
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Oradan
RE: NAKŞİ BENDİYE

S.a kardeşim tırnak işaretlerini temizlersen daha güzel olcak ve okunacak inş
Allah senden razı olsun
 

cemil cemil

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Mar 2007
Mesajlar
304
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: TASAVVUF NEDİR?

RE: TASAVVUF NEDİR?

Sayfa: 1/2

TASAVVUF
NEDİR?
EHLİ KİMDİR?





• Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir.

Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmek. Koca bir adam olarak girdim, zerre hakir olduğumu bildim. Tasavvuftan gaye budur. Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir. Her müslüman için zaruri bir yoldur.

Lüzumu ise Âyet-i kerime’lerle ispat edilmiştir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” buyuruyor. (Mâide: 48)

Fahrüddin-i Râzi Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime’ye “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat.” mânâsını vermişlerdir. Çünkü “Minhac” lügat itibariyle “Münevver bir yol” demektir.

Ve buna benzer bir çok Âyet-i kerime’ler vardır.

Allah-u Teâlâ:

“Benim zikrim için namaz kıl!” (Tâhâ: 14)

Âyet-i kerime’si ile namazı emretmiş olduğu gibi;

“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin!” (Ahzab: 41)

Âyet-i kerime’sinde kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhi bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.

Insanlarin mizaçlari yaratiliş itibari ile degişik oldugundan, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah emrini alinca; Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz’e kalbi zikir yapmayı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’e de cehrî zikir yapmayı ve insanlara öğretmelerini emir buyurmuştur.

Ve bu yol o günden bu güne, Piran-ı izam Hazeratının el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu silsile-i celile, tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir cemaat tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.

İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri:

“Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür.” buyurdular.

Bir Âyet-i kerime’de de:

“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de Allah’ı zikredin.” buyuruluyor. (Nisa: 103)

Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar.

Zahirde kalanlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerdeki zikri, yalnız namaz olarak kabul ediyorlar. Bilmediklerinden hakikatlara gözü yumuk bakarlar. Halbuki bâtına intikâl edip, iç âlemine döndükleri zaman bunun hakikatını göreceklerdir.

Allah-u Teâlâ:

“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)

Âyet-i celile’si icabınca zikir ve fikirden gafil olan müminleri “Fâsık” kelimesi ile tabir buyuruyor.

Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu sevmesi, muhakkak ki o kulun zikrullah’ı sevmesi ve onunla iştigal etmesi ile kaimdir.

Yani zâhirimizi süslemek için Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in şeriatına, bâtınımızı ziynetlendirmek, iç dünyamızı nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir.

İç âleme intikal ancak farz ve nafilelerle kazanılır. Çünkü farzların edası ile mükellef olan beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhaniyettir.

Bir insan söz ve davranışlarına şer-i şerif çerçevesinde yön vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir. Doktorun verdiği ilaçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur.

Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerifi ile sülûk edilmiştir. Bütün tarikatların hangisi olursa olsun hepsinin de esası ve değeri şeriat-ı mutahhara’dır. İslâm’a muhalif olan bir tarikat, zaten tarikat da değildir.

Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır. Yaşanılmadıkça tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılmaz.

Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanilmasi gereken şeylere karşi yakin hasil olmasidir. Hakiki iman da budur.

Mesela Allah’ın varlığını önce işiterek inanan insan; bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer.

Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır.

İlim ve hakikat aleminde imanın kemalleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takva ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışıldı.

Bazı cahilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli bir kaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık husule getirmiştir.

Tarikat-ı münevvere Cenab-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin söz ve davranışlarından ibarettir. Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir. Zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, asliyetinden hiç bir şey kaybetmemiştir. Asırlar boyunca İslâm ahlâkının vücud bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının tedavisinde, imanın kemalleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur. O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar baki kalacaktır.

Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye’de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır.

“Ebu Bekir’in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız.” (Buharî)

Hadis-i şerif’ine Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:

“Allah’ım! Bütün tarikatların pîri kesildiği zaman Ebu Bekir’in yolunu kıyamete kadar baki kıl” mânâsını vermişlerdir.

Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir.

Hüccet-ül İslâm olduğu halde İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri tasavvufa yönelmiş seyr-ü sülûk yolundaki zevki taddıktan sonra durumunu şu şekilde dile getirmiştir:

“...Sonra kendi durumuma baktım. Bir de ne göreyim! Dünyevî alâkalar içine dalmış batmışım. Bu alâkalar beni her taraftan sarmışlar. Yaptığım işlerimi gözden geçirdim. Onların en güzeli tedris ve tâlim idi. Fakat bu sahada da ehemmiyetsiz, âhiret yoluna faydası olmayan ilimlerle meşgul olduğumu anladım. Tedris hakkındaki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için değil, mevki ve şöhret kazanmak gayesi ile olduğuna kanaat getirdim. Bu hâlimle uçurumun kenarında bulunduğuma, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim.”

“Yakinen anladım ki, sûfiler hakikaten Allah yolunu bulan kimselerdir. Onların gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.

Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, şeriatın bütün teferruatını bilen zâhir ulemâsının ilimleri, onların gidişat ve ahlâkından bir şey değiştirmek ve yerine daha iyisini koymak üzere bir araya gelseler, buna muvaffak olamazlar.

Onların zâhir ve bâtınlarındaki hareket ve duyguların hepsi, Nübüvvet kandilinin nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde ise nübüvvet nurundan başka hidâyet rehberi, nûr kaynağı yoktur.” (El-munkizu min’ed-dalâl)



• Tarikat-ı âliye bir ordudur.

Muazzam bir teşkilatı vardır. Evvela nefisle mücadele, icabettiği zaman dalâlet ehli ile mücadele, maddi yardım yaparak mücadele... Fakat size ifşâ edeyim ki, en büyüğü kalemle mücadeledir. Buna cihad-ı ekber denir.

Nefisle mücadele çok mühimdir. Çünkü nefis ıslah edilmedikçe yapılan cihad yersizdir. Bu hususta demişizdir ki: “Ey zahid! Fethetmek için seni kuşanmiş görüyorum. Fakat sen fethedildigini bilmiyorsun. Evvela kendi içine dön, içindeki düşmani ögren, evini ve odalarini işgaliyetten kurtar.”

Onun için insan evvela nefsini fethedecek, fetihten sonra yapacağı işleri rızâ yoluyla yapacak. Yoksa içindeki putla fetholunmaz. Evvelâ iç putunu kır, ondan sonra fethe çık.

Bir düşmanla çarpışırsın, beş kişiyle on kişiyle; fakat kalemle milyonlarla çarpışırsın. Onun için kalemle mücadeleye cihad-ı ekber demişizdir.

Bunu söylemekle sizi de bu cihada teşvik ediyorum. Ve bunu Allah namına yaptığın zaman, hiç şüphesiz ki O sana yardım eder, desteğin O olur, muhafazakarın O olur. Bütün kâinatı karşına alsan, murad ederse kılına halel gelmez.

Binaenaleyh böyle bir orduya giren insanın yapacağı işleri çok iyi bilmesi lâzım. Nefsiyle, bedeniyle, malıyla, kalemi ile cihad etmesi şarttır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Cihad etmek üzerinize farz kılınmıştır.” buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)

Bu yol öyle nizamlı, disiplinli bir ordudur ki, mânevî kumandanlar tarafından idare edilir. Başkumandanı da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekâletini taşır.

Bu yolun önderlerine Hazret-i Allah öyle bir ikram ve ihsanda bulunmuştur ki, gayeleri ulaşmak değil ulaştırmaktır. Mânevî kumandan ordusunun selâmetini düşünür, kendi selâmetini değil.

 

kafkaskartali70

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Haz 2007
Mesajlar
31
Tepki puanı
0
Puanları
0
RE: NAKŞİ BENDİYE

Allah Razi olsun kardesim cok güzel ve faydali bir calisma olmus.Ellerine saglik
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt