اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ اْلمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ
RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAHIN ADIYLA
ALLAH, MÜMİNLERİN NEFİSLERİNİ VE MALLARINI CENNET KARŞILIĞINDA SATIN ALMIŞTIR..
Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk'a satmak ve ona abd ve kul olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciği dinle:
Bir zaman bir pâdişah, raiyetinden (halkından) iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki; içinde fabrika, makine, at, silâh gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan, hiçbir şey kararında kalmaz (istikrar yoktur). Ya mahvolur veya tebeddül eder (bozulur,değişir) gider. Pâdişah, o iki nefere kemâl-i merhametinden (merhametinin enginliğinden) bir Yaver-i Ekremini (özel temsilcisini) gönderdi. Gâyet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:
Elinizde olan emanetimi bana satınız. Sizin için muhafaza edeyim, beyhûde zâyi olmasın. Hem, muharebe bittikten sonra size daha güzel bir sûrette iade edeceğim. Hem, gûya o emanet sizing malınızmış gibi; pek büyük bir fiat size vereceğim. Hem, o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiatı, hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâatını (giderlerini) tedârik edemezsiniz (karşılayamazsınız) . Bütün masârifâtı ve levâzımatı (giderleri ve harcamaları) ben deruhde ederim (üstüme alırım). Bütün vâridatı (gelirleri) ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr...
Eğer bana satmazsanız, zâten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude (boşa) gidecek, hem o yüksek fiattan mahrum kalacaksınız. Hem o nâzik, kıymetdar âletler, mîzanlar (ölçüler, mikro devreler), istimal edilecek (kullanılacak) şâhâne madenler ve işler bulmadığından; bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasaret (zarar) içinde hasaret...
Hem de bana satmak ise, bana asker olup benim namımla tasarruf etmek (kullanmak) demektir. Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir pâdişahın has, serbest bir yâver-i askeri (hususi askeri) olursunuz.
Onlar, şu iltifâtı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi:
-Baş üstüne, ben maaliftihar satarım. Hem, bin teşekkür ederim.
Diğeri mağrur (kendini beğenmiş), nefsi firavunlaşmış, hodbîn (kendi merkezli), ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi, dünya zelzelelerinden dağdağalarından haberi yok, dedi:
-Yok! Pâdişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam...
Kısa zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıbta ederdi. Pâdişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki: Hem herkes ona acıyor, hem de "müstehak!" diyor. Çünki hatâsının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş, hem ceza ve azab çekiyor.
İşte ey nefs-i pürheves (canının istediğini yaspan)! Şu misâlin dürbünü ile hakikatın yüzüne bak. Amma o pâdişah ise, ezel-ebed Sultânı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mîzanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin (sahip olduğun şeyler) ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zâhirî (dış) ve bâtınî (iç) hasselerindir (duygularındır). Ve o Yâver-i Ekrem ise, Resul-i Kerîm'dir (Hz Muhammed sas). Ve o Ferman-ı Ahkem ise, Kur'an-ı Hakîm'dir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi, şu âyetle ilân ediyor:
Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Mâdem herşey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkiye tebdil edip ibka etmek (ebedileştirmek) çaresi yok mu?" deyip, düşünürken birden semâvî Sadâ-yı Kur'an işitiliyor. Der: "Evet var. Hem, beş mertebe kârlı bir sûrette güzel ve rahat bir çaresi var."
Sual: Nedir?
Elcevab: Emaneti, sahib-i hakikîsine satmak.. İşte o satışta, beş derece kâr içinde kâr var.
Birinci kâr: Fâni mal, beka bulur. Çünki Kayyûm-u Bâki olan Zât-ı Zülcelâl'e verilen ve onun yolunda sarfedilen şu ömr-ü zâil (geçici ömür), bâkiye inkılâb eder (değişir), bâki meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zâhiren fena bulur, çürür. Fakat Âlem-i Bekada, saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve Âlem-i Berzah'ta (kabir aleminde) ziyâdar (ışıklı,aydınlık), mûnis (sevimli) birer manzara olurlar.
İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor (anlatmaya gerek varmı ?).
Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin (duyguların) kıymeti, birden bine çıkar.
Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um (kötü) ve müz'iç (taciz edici) ve muacciz (azap veren) bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînânesini (üzücü elemlerini) ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini (korku veren hallerini) senin bu bîçare (çaresiz zavallı) başına yükletecek, yümünsüz (güvensiz) ve muzır (zararlı) bir âlet derekesine (eksi derecelere) iner. İşte bunun içindir ki: Fâsık adam (günahları serbestçe işleyen), aklın iz'ac ve tacizinden (azabından, sıkıntısından) kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar.
Eğer Mâlik-i Hakikî'sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı (şifreli) bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, Saadet-i Ebediyeye müheyya eden bir Mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.
Meselâ: Göz bir hassedir (duygudur) ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye (nefsin pis arzularına) bir kavvad derekesinde adi bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni'-i Basîr'ine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın (dev kainat kitabının) bir mütalâacısı (araştırmacısı) ve şu âlemdeki Mu'cizât-ı San'at-ı Rabbâniyenin (Allahın mucize sanatlarının) bir seyircisi ve şu Küre-i Arz (yeryüzü) bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.
Meselâ: Dildeki kuvve-i zaikayı (tad alma duyusunu), Fâtır-ı Hakîm'ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide nâmına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder, düşer. Eğer Rezzâk-ı Kerîm'e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zâika, Rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri (gözetmeni) ve Kudret-i Samedâniyye matbahlarının (mutfaklarının) bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.
İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um (pis) bir âlet nerede... Kâinat anahtarı nerede... Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvâd nerede... Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede... Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede... Hazine-i hassa-i Rahmet nâzırı nerede...
Ve daha bunlar gibi başka âletleri ve âzaları kıyas etsen anlarsın ki: Hakikaten mü'min Cennet'e lâyık ve kâfir Cehennem'e muvafık (uygun) bir mâhiyet kesbeder (tabiat kazanır). Ve onların herbiri, öyle bir kıymet almalarının sebebi: Mü'min, îmanıyla Hâlıkının emanetini, onun namına ve izni dairesinde istîmal etmesidir, kullanmasıdır. Ve kâfir, hıyânet edip nefs-i emmâre (pis arzuları) hesabına çalıştırmasıdır.
Dördüncü Kâr: İnsan zaîftir (zayıftır), belaları çok. Fâkirdir, ihtiyacı pek ziyâde. Âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl'e dayanıp tevekkül etmezse ve îtimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azâb içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, netice vermeyen boşa giden zahmetler, elemler, teessüfler, hüzünler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.
Beşinci kâr: Bütün o âza ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine; ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler, iman hakikatlerinin tadına varan, görmeden inandıklarını görür gibi inanmaya başlayan, bu konuda uzman olmuş mübarek insanlar hep aynı şeyi sözyüyor, aynı noktaya parmak basıyorlar.
İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret içinde hasârete (zarar içinde zarara) düşeceksin.
Birinci hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlâd ve perestiş ettiğin (taparcasına sevdiğin) nefis ve hevâ ve meftun (aşık) olduğun gençlik ve hayat zayi' olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.
İkinci hasâret: Emanette hıyânet cezasını çekeceksin. Çünki en kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin.
Üçüncü hasâret: Bütün o kıymetdar cihâzât-ı insâniyeyi, hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin.
Dördüncü hasâret: Acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zevâl ve firak sillesi altında daim vâveylâ edeceksin, ağlayacaksın.
Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediye esâsâtını (süresiz hayata lazım olacak şeyleri) ve Saadet-i Uhreviye levazımatını (ahiret hayatına lazım olacak şeyleri) tedârik etmek (temin etmek) için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Râhmniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir sûrete çevirmektir.
Şimdi satmağa bakacağız. Acaba o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar. Yok, kat'â ve aslâ (kesinlikle)! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlahiye (Allahın yüklediği temel sorumluluklar) ise hafiftir, azdır. Allah'a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, târif edilmez. Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah nâmına işlemeli, Allah namına başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.
Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabûl et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı...
* * * اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ اْلمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ