Bir büyük İslam mürşidinin her din ve inançtan kişi tarafından anılması elbette çok güzel ve çok sevindirici. Bu güzel atmosferi sadece Hazreti Mevlânâ’ya hayran olmaktan, onun şahsî kemaline nazar etmekten kurtarıp, o mükemmel insanı meyve veren İslam’a ve Kur’ana nazarları çevirebilirsek, Mevlânâ kutlamaları İslam’ın tebliği için en güzel bir zemin olur. Aksi halde bir dahinin, bir feylesofun, bir fikir adamının anılmasından ileri gitmez ve fazla bir fayda da sağlamaz.
Mevlânâ denilince hemen herkesin aklına öncelikle hoşgörü ve insan sevgisi gelir. Bunlar aslında sadece Mevlânâ’ya has üstünlükler değil, bütün hidayet öncülerinin ortak özellikleridir. Şu var ki, Hazreti Mevlânâ, bu manaları eserlerinde çok güzel işlemiş, yazıya dökmüş, örneklerle zihinlerde ve kalplerde en müessir bir şekilde nakşetmeyi başarmış ve onun bu samimi ve içten gayreti güzel meyveler vermiş ve onu asırlar sonra bütün dünyanın halâ coşkuyla andığı bir gönül dostu yapmıştır.
Gerçek yönüyle tam anlaşılamamak yahut yanlış anlaşılmak birçok büyük insanın adeta ortak kaderi gibidir. Hazreti Mevlânâ da bunlardan biridir.
Mevlânâ’yı yanlış anlayanların iki gruba ayrıldığını görüyoruz. Bunlardan büyük ekseriyet, o büyük mürşidi bütün yanlış inançlara toleransla bakan eşsiz bir hümanist olarak görür ve onu böylece tanıtmaya çabalarlar. Böyle bir anlayış Mevlânâ’ya iftira olur. O büyük insan, yanlış düşüncelere, batıl inançlara değil bunların sahiplerine karşı tolerans göstermiş, kendilerine gerçeği anlatmak üzere onları dergâhına davet etmiştir. O düşünce fakirlerine ve mana hastalarına şefkat kucağını açmış, yanlış yoldan dönmeleri için büyük bir gayretin içine girmiştir.
Onun, “Gel!” çağrısının birçok kesimlerce yanlış yorumlandığını görüyoruz.
Hazreti Mevlânâ, nice insanların güle oynaya ateşe doğru koşuştuğunu görünce içi yanar ve onlara “Gel!” diye seslenir. Yanmaya can atan o gafillerin kim olduklarına, neci olduklarına bakmaz. Çünkü hepsi insandır. O zavallıların kurtarılmalarından Rabbünnas (insanların terbiye edicisi) olan Allah’ın da razı olacağı şüphesizdir. Nitekim Allah, nice azgın kavimlerin kurtuluşu için peygamberler göndermiş, onlara doğru yolu göstermek için kitaplar indirmiştir. Bütün Hak elçileri ve bütün İlahi fermanlar insanları doğruya, güzele, hidayete, kurtuluşa çağırmışlardır. Mevlânâ’nın “Gel!” çağrısı da o büyük velinin kendi asrındaki insanları kurtuluşa davet etmesinin simgesi olmuştur. Bu insanlar dinsiz de olabilirler, mecusi de olabilirler, bir başka sapık yolun yolcusu da olabilirler. “Gel!” çağrısı bunların tümünedir.
Hazreti Mevlânâ, Allah kelamında ahsen-i takvim üzere yaratılığı haber verilen insanların, böyle ters yollara girmelerinden ve o üstün mahiyetlerini zayi etmelerinden büyük bir rahatsızlık duymuş ve kendilerine bir şeyler anlatmak üzere onları yanına çağırmıştır; “Gel!” diye.
Eğer onu yanlış takdim edenlerin zannı gibi, o kimselerin yanlış yollarını hoş görseydi bu çağrıyı yapması anlamsız olurdu. “Gel!” diyeceğine “Herkes kendi yoluna devam etsin.” derdi; isterse bu yolların sonu o dehşetli cehennem azabına çıksın. Mevlânâ’nın şefkati buna izin vermemiş, o felaket yolcularını yanına çağırmıştır.
Onun bu çağrısını doğru değerlendirmek için öncelikle şu sorunun cevabını doğru verilmesi gerekiyor:
Hazreti Mevlânâ “Gel!” diye seslendiği o kişileri neye davet etmektedir?
Bu konuda keyfînce hayaller üretmeye, indî görüşler sergilemeye gerek yoktur. Bu sorunun cevabı, onun eserlerinde işlediği temalardır. Onun temel eseri olan Mesnevî ve özel sohbetlerinin toplandığı Fihi ma fih dikkatle incelendiğinde, her ikisinde de İslâm ahlâkının en güzel şekilde takdim edildiği görülür. O halde Mevlânâ, insanları İslâm’a ve onun ahlâk modeline çağırmaktadır.
Yazdıkları ortada iken onun bu çağrısına farklı yorumlar getirmek, hele o büyük veliyi yazdıklarının dışında bir şahsiyet olarak takdim etmek kendisine yapılacak en büyük haksızlıktır.
Mevlânâ’yı yanlış anlayan ikinci grup ise, onun verdiği bazı temsilleri kendilerince ahlâka zıt görüp o büyük insanı, güya İslam adına, insafsızcasına tenkide kalkışırlar. Bu gibi kimseleri Üstad Bediüzzaman hazretleri “Dinde mutaassıp muhakeme-i akliyede noksan,” şeklinde tarif eder.
Önce şunu ifade etmek isterim: Çirkin şeyleri açıklamak için çirkin örnekler vermek hikmete uygun bir ifade tarzıdır. Mesela, Mevlânâ, “şerrin yaratmanın şer olmadığını” anlatmak için bir temsil getirir. Bu temsilde çirkin bir adamdan söz eder. Şerri, çirkinlikle açıklama yoluna gider. Özetle şöyle der:
“Çirkin bir adamın resmini aslına en uygun şekilde çizen bir ressam takdir edilir; o çirkin resim için ona övgüler yağdırılır. Çizdiği resim çirkindir, ama çirkin adamı aslına en uygun şekilde çizmek güzel bir sanat göstergesidir.”
Bu konuda Mevlânâ’nın hemen aklıma gelen iki temsilini de nakletmek isterim:
Kendi yanlış görüşlerine ters düşen ve yine kendi bozuk ahlak anlayışlarıyla uyuşmayan kişileri tenkit edenlere şöyle bir örnek verir:
“Adamın biri gül bahçesine girer girmez bayılır. Çevresindekiler ne yaparlarsa uyandıramazlar. Durum kardeşine haber verilir. Kardeşi eline bir parça, kurumuş sığır gübresi alarak kardeşinin yanına gelir. Elini onun burnuna yaklaştırdığında hemen gözleri açılır.
Olayı hayretle seyredenlere şu açıklamada bulunur:
Kardeşimin bütün günü ahırda, hayvan pislikleri içinde geçiyor. Kendisi gül bahçesine girince bu yeni koku ona dokunda ve bayıldı.”
Sefih ortamlarda yaşayanların nezih toplumlara karşı çıkmalarını Hazreti Mevlânâ bu örnekle çok güzel bir şekilde ifade etmiş oluyor.
Onun en hoşuma giden diğer bir temsili de şu: İlk bakışta birinci örnekteki gübre gibi çirkin görünüyor, ama ondan ibret ve hikmet gülleri çıkabiliyor.
“Adama sordular, ‘Ananı niçin öldürdün?’ diye.
‘Onu yabancı bir erkekle birlikteyken yakaladım.’ dedi.
Tekrar sordular: ‘Ananı öldüreceğini o adamı öldürseydin ya!?’
“O zaman,” dedi, “her gün bir adam öldürmem gerekecekti.”
Mevlânâ, “nefsin her kötülüğün anası olduğunu” bu örnekle enfes bir şekilde ortaya koyuyor ve nefsini öldürmeyenlerin çok kötülüklerle baş başa kalacaklarını harika bir şekilde ders veriyor.
Bu önemli dersi almak yerine, meseleyi kendi aklınca ahlâk boyutuyla ele alıp o büyük veli hakkında haddi aşan şeyler söylemek kişiye hiçbir şey kazandırmaz, ama çok şey kaybettirir. Konunun su-i zan ve gıybet boyutu bir yana, onun o güzel derslerinden istifade edememek başlı başına bir zarardır.
Şunu da önemle ifade edeyim ki, bu tarz örnekler Hazreti Mevlânâ’nın eserlerinde çok az görülür. O, çoğu örneklerinde hayvanları konuşturur, onlar arasındaki maceralarla insanlara dolaylı bir şekilde ders verir.
Şu bir gerçek ki, insanoğlu doğrudan nasihati pek kabul etmiyor. Gurur ve enaniyeti buna kolay kolay izin vermiyor. Bunun yerine, bir eserden nakil yapmak, karşılaştığı bir olayı anlatmak muhatabın daha rahat dinlemesini sağlayabiliyor.
İnsanın bu psikolojisini çok iyi bilen Hazret-i Mevlânâ, hayvanlar aleminden verdiği ibretli örneklerle dolaylı anlatımı mükemmel bir şekilde kullanıyor ve insanlık alemine ışık tutuyor.